SAYFALAR

28 Haziran 2024 Cuma

Doğa ve insan arasındaki dengeyi yeniden kurmak

Bir zamanların çiçek çocuklarının söylemi olarak görülen ve çoğu zaman dalga geçilen çevreci hareket, bugün artık yadsınamaz bir şekilde bekâ meselemiz haline gelmiştir. Artık herkes bir konuda görüş birliğine varmış durumdadır: “Bekâ bulamazsak sonumuz fenâdır”.

Mesela son yapılan bir çalışmada Türkiye’nin 2030 yılına kadar kullanması gereken kaynakları daha şimdiden tükettiğini, yani cepten sermaye yediğimiz ortaya çıkmıştır.

Bu tüm dünya için üç aşağı beş yukarı aynı ve sürdürülemez bir durum. Bu sürdürülemezlik durumu, kaçınılmaz olarak uluslararası arenada gittikçe yükselen ve taban bulan “Sürdürülebilirlik” kavramını gündemimize yerleştirmiştir.

Ancak sorun eski bir sorundur ve kökü Antik Yunan’a kadar uzamaktadır. Aristoteles’den itibaren, Batı’nın anladığı anlamda felsefe başlamış, hikmet içeren Doğu’nun anladığı anlamıyla olan felsefe de sona ermiştir. Bu hikmetten uzaklaşma ve rasyonalizm, tabiat ilimleriyle pek fazla ilgilenilmemesine ve insanın bir zamanlar doğayla olan “ortak yaşayış” halini ortadan kaldırarak, doğanın insan için var olan bir kaynak, bir “şey” seviyesinde algılanmasına yol açmıştır.

Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan ve Tabiat adlı eserinde, modern dünyanın karşı karşıya olduğu ekolojik ve manevi krizleri derinlemesine incelemektedir. Nasr, insanın doğayla olan ilişkisindeki bozulmayı ve bunun doğurduğu sonuçları ele alırken, bu sorunların kökenlerine inmiştir. Bugünün dünyasında savaş tehlikesi, nüfus artışı, hava kirliliği ve zehirlenen sular gibi pek çok problemle karşı karşıya olduğumuzu belirten Nasr, bu problemlerin insanın doğayla olan ilişkisini yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini vurgulamaktadır.

Tahran doğumlu olan Seyyid Hüseyin Nasr, MIT’de fizik eğitimi almış olmasına rağmen, Harvard’da bilim tarihi doktorası yapmış, Tahran ve Harvard Üniversitelerinde de felsefe ve bilim tarihi dersleri vermiştir. Şu anda da Georgetown Üniversitesi’nde İslâm araştırmaları profesörü olarak görevine devam etmektedir. Bu sebepten dolayı Nasr’ın bilim ve teknoloji ile hikmeti ve maneviyatı birleştiren, onları ayrı ayrı değil de birbirini destekleyen bir bütünün parçaları gibi gören yaklaşımı son derece değerlidir.

Nasr, kitabında insanların gelişme kaynaklı bu sorunları, daha fazla gelişme ve teknolojik ilerleme ile çözmeye çalıştıklarını, ancak bu yaklaşımın doğaya daha fazla zarar verdiğini ifade etmiştir. Bu tıpkı ateşe benzin dökmek gibidir. Pek çok kişinin, günümüzün en acil sorunlarının az gelişmişlikten değil, aşırı gelişmişlikten kaynaklandığını kabul etmediğini belirten Nasr, insanların doğa karşısındaki saldırgan tavırlarını değiştirmedikçe insan toplumunda barışın sağlanamayacağını bizlere göstermektedir. Dahası, doğayla barışık olmanın manevi düzenle barışık olmaya bağlı olduğunu ve bu gerçeğin anlaşılmadığını dile getirmiştir.

Kitap, Hristiyan öğretisinin doğanın manevi anlamını içerecek şekilde genişletilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Nasr, bu öğretilerin canlılığını koruması ve ancak Doğu metafizik ve dini geleneklerinin de yardımıyla başarılı olabileceğini ifade etmiştir.

Dünyayı mahveden endüstrileşmenin ve bunun altındaki düşünce yapısının kaynağı olarak Batı dünyasına seslenmek isteyen Nasr, kanımca bu yüzden Garb’ın temsilcisi olarak Hristiyan geleneğini muhatap almış, Şark’ın temsilcilerini seçerken de bir sınırlama yapmamış ve İslâm’dan Hinduizm’e kadar geniş bir yelpazede örnekler sunmuştur. Nasr, modern bilimin tahribatının da Hristiyan dünyasından başladığını unutulmaması gerektiğine vurgu yapmıştır.

Nasr, Batı dünyasında kentleşmenin ve iş merkezlerinde yaşayan insanların hayatlarında bir şeylerin eksik olduğunu içten içe hissettiklerini belirtmiştir. Bu eksiklik, doğrudan doğruya doğanın dışlanmasıyla oluşturulan yapay çevreden kaynaklanmaktadır. Bu hali büyük şehirlerde yaşayan herkesin değişen oranlarda hissettiği yadsınamaz. Dindar insanlar bile bu şartlar altında doğanın manevi kavramını kavrama yeteneklerini kaybetmektedirler. Doğa bu günkü bağlamında, anlamsız bir "şey" haline gelmiş durumdadır.

Nasr, endüstrileşmiş toplumların doğayı boyunduruk altına almalarının, modern bilimlerin teknolojiye uyarlanmasının, herkes için ortak bir sorun olduğunu belirtmiştir. Doğa üzerindeki hakimiyetin artmasının ekonomik alanda ilerlemeler anlamına geldiği resmi yargılarına rağmen, pek çok insanın bu dengesizliğin doğa karşısında kazanılan zaferleri tehdit ettiğini hissetmeye başladığını ifade etmiştir.

Nasr, doğanın boyunduruk altına alınmasının, kent yaşamındaki sıkışıklık, tabii kaynakların tükenişi, tabii güzelliklerin tahribi ve çevrenin yaşanmaz hale gelmesi gibi birçok sorunun kaynağı olduğunu savunuyor. Bu noktada kitap bana “gelişme” kavramını yeniden sorgulattı. Gelişmişlik veya gelişme bugün gerçekten de yeniden tanımı yapılması gereken bir kavramdır. Günümüzün vahşi kapitalist, rasyonalist ve modernist dünyasında gelişme, teknolojik ve finansal çerçeveye indirgenmiş durumdadır. Oysaki bu şehirlere hapsolmuş hayat, birey olarak insana gelişme şansı tanımamaktadır.

Tarih boyunca insan, insan olmaklığı bakımından belli kaynaklardan beslenmiştir. Bu kaynaklar onun şahsiyet inşa sürecinde önemli yapıtaşlarıdır. Bu kaynaklara örnek olarak insanın kendi özüyle olan ilişkisi ve bunun ayrılmaz bir parçası olarak insanın ona yaşam alanı sağlayan doğa ile olan ilişkisidir. Bu ikisi üzerinde yeterince tefekkür eden insan üçüncü kaynakla, yani aşkın alan ile ilişki kurarak, transandantal hale gelir. Bu haldeki insan artık hem içsel olarak kendi özüyle bağlantı halindedir, hem de her şeyin canlı olduğunun bilincinde, tüm varoluşun elemanlarının birbirleriyle ilişkili olduğunun farkındadır. Bu farkındalık onu, doğanın efendisi olma iddiasından uzaklaştırarak, hiçliğini fark etmeye ve evren ile bu yokluk seviyesinden bir varlık ilişkisi kurmaya götürür. Bu alçakgönüllü bir duruştur.

Günümüzün indirgemeci anlayışı da Nasr’ın kaleminden nasibini almıştır. Modern bilimlerin doğayı sadece fiziksel ve kimyasal yönleriyle ele almasının, onun kutsal ve manevi boyutunu göz ardı etmesi, insanın doğayla olan ilişkisini derinden etkilemektedir. Nasr, geleneksel ilimlerin, modern bilimlerle birlikte sembolik muhtevalarını yitirdiğini ve bu durumun modern dünyanın ekolojik krizlerine yol açtığını belirtmiştir. Simya gibi geleneksel ilimlerin kutsiyetlerini yitirmeleri ve kimya gibi bilimlere indirgenmeleri, tabiat ilimlerinin sembolik ve manevi anlamlarını kaybetmesine neden olmuştur. Sembolik anlamın kaybolması, bilimsel teorilerin yalnızca dış biçimlerine indirgenmesine neden olmuştur. Bu, modern bilimsel dünya görüşünün ve uygulamalarının yol açtığı bunalımın ardındaki temel nedenlerdendir.

Egzistansiyalizmin ise insanın doğayla olan ilişkisini kesmesi ve bilimsel sorunlarla pek az ilgilenmesi, bu krizi daha da derinleştirmiştir. Nasr, bazı kişilerin bilimin sınırlılıklarını göstermeye çalışırken, diğerlerinin ise bilim, felsefe ve dinin karşılaşmasından doğan sorunlara içtenlikle cevap aradıklarını belirtiyor. Ancak, bu karmaşık sahnede asıl eksikliğin metafiziki bilgi olduğunu vurguluyor. Gerçekliğin ve bilimin derecelerini belirleyebilecek tek şey olan Scientia Sacra'nın (kutsal bilgi) yokluğu, bilimsel buluşların manevi anlamlarını kaybetmelerine yol açmaktadır.

Endüstrileşmiş toplumların otoriter yapılarının yıkılması ve göklerin dini anlamlarını yitirmesiyle, insanlar manevi anlamdan uzaklaşmışlardır. Hristiyan yazarlar bize, dinle bilimin uyumunu sağlama çabalarının indirgemecilikten öteye geçmediğini ve bilimsel teorilerin gelip geçici olduğunu hatırlatıyorlar. Bu yazarlar, dinin aşkın ve değişmez ilkeleriyle bilimin en son buluşlarının uyum halinde olduğu söylemlerinin yanıltıcı olduğuna dikkat çekmişlerdir. Gerçekten de bundan elli sene önce kesin bilgi olarak kabul ettiğimiz bir çok bilimsel verinin, bir çoğunun günümüzde geçerliliğini yitirmiş olması, ilahî ve değişmez olanın, bilim ile uyumlu olduğunun ispatı çabasının beyhûde olduğunu bizlere göstermektedir.

Neotomizm (Neo-Thomist) yaklaşımın temel ilkesinin, bilimin kendi yöntemleriyle sınırlı kalması ve metafizik sorunları çözmeye kalkışmaması gerektiği olduğunu ifade eden Nasr, bilimin ve metafiziğin aynı yöntemlerle ele alınmasının doğru olmadığını savunmuştur. Neotomizm, Katolik felsefede, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda etkili olan ve Orta Çağ düşünürü Thomas Aquinas'ın öğretilerine dayanan bir düşünce akımıdır. Thomas Aquinas'ın felsefi ve teolojik öğretilerini temel alarak, akıl ve inancı uyum içinde birleştirmeyi ve metafizik sorunları çözmede aklın rehberliğini savunur.

Bilimle dinin yüz yüze gelebileceği tek alan olan metafizik bilginin unutulması, bilgi hiyerarşisinin altüst olmasına neden olmuştur. Bu durum, tabiat felsefesinin günümüzde eksik olmasının en büyük nedenidir. Nesnelerin saydamlığı, latifliği duygusunun kaybedilmesi, insanoğlunu tabiattan uzaklaştırmış ve onu sembollerle değil, olgularla görmeye zorlamıştır. Bu ise hem hayal gücümüzü, hem de gerçekliği algılayışımızı oldukça sınırlayan bir durumdur.

Hiç şüphesiz ki antik çağda hikmet ve bilimi bir arada ele alan, doğayı, hayatı bu gözlüklerle inceleyen bir insan ile, şehrin beton duvarlarına hapsolmuş bir insanın “gelişmişlik” düzeyi aynı olamaz. Modern insanların büyük çoğunluğu, kutsallığından yoksun bir dünyada yaşamaktadır. Nasr, Adem’in cennetten düşüşünün, mahlukatın düşmanlaşmasına ve uzaklaşmasına neden olduğunu hatırlatarak, tabiat karşısında eski insanla modern insan arasındaki tavır farkının da bu yabancılaşmayı artırdığını belirtmiştir.

Nasr, “Modern bilimin duvarlarında görülen çatlakların, yukarıdan gelen aydınlıkla onarılması gerekir” demektedir. Bilim, metafizikle bütünleşerek manevi anlamını yeniden kazanmalıdır. Gerçek bir sentez, hem Hristiyan inanışının temel ilkelerine sadık kalmalı hem de aklın en katı taleplerine cevap verebilmelidir. Bu da ancak tabiatın manevi anlamını yeniden keşfetmekle mümkündür. Nasr, Hristiyan ve Doğu geleneklerindeki metafizik ve kozmolojik ilkelerin, Batı bilim tarihi ve felsefesiyle bağlantılı olarak incelenmesi gerektiğini belirtmektedir. Hiç şüphesiz ki Doğu gelenekleri, Hristiyanlığın dünya görüşünü benimsemiş olanların bazı şeyleri hatırlamalarına yardımcı olacaktır.

Nasr, tabiatın manevi anlamını yeniden keşfetmenin ve insan-doğa ilişkisini yeniden inşa etmenin önemini vurgulayarak, bu durumun sadece ekolojik sorunları çözmekle kalmayıp, aynı zamanda insanın manevi doyuma ulaşmasını da sağlayacağını ortaya koymaktadır.

Doğa ve insan arasındaki dengeyi yeniden kurmak, modern dünyanın en acil ihtiyaçlarından birisidir. Kaybedecek vaktimiz kalmamıştır. Bu kitap okuyucuya tekrar “bütüncül” bir bakış açısına geçişin önemini hatırlatmaktadır. İmtihan zordur, çünkü bu uyanmış insan tipini sürekli hayatta kalma modunda tutarak çalıştırmak zordur. Bu kapitalist sistemin işine gelmeyecek ve bu tip insanları itibarsızlaştırmak, değersizleştirmek için elinden geleni yapacaktır. Kendi yok oluşuna sebep olsa bile.

Alper Tanca
alper@tanca.net

25 Haziran 2024 Salı

Hiç anlayamayacağımız bir mesele; insan nasıl insan olmalıdır?

“Anlamıyorum
Hiç anlamıyorum.”

Roşomon filmi; sağanak yağış altında virane şehir kapısının önünde, oduncunun bu sözü ile başlar. Filmin zâhiri; ”Samurayı kim öldürdü?” batını “sen hangi yalana mahkûmsun?" sualini bize yöneltiyor. Zâhir olanın cevabını bulamıyoruz. Çünkü filmin derdi, görünenle değil görünmeyenle... Doksan dakîka boyunca, anlamadığımız mesele -Hakîkat nedir?- karşımıza dikiliyor. Kurusawa’yı, Kurusawa yapan film aslında bir uyarlama. Ryunosuke Akutagava’nın aynı adı taşıyan, kitabından alınan hikâyelerden meydana gelmiş. Üç sayısı filmin giriş şifresi gibi.

*Üç mekân; Orman, mahkeme bahçesi, şehir kapısı
*Üç ana karakter: Samuray, haydut, kadın
*Üç yan karakter: Ormancı, rahip, gezgin
*Üç zaman: Şimdiki ve iki geçmiş zaman.(Mahkeme, olayın geçtiği zaman)

Filmin işleyişi, inancını yitirmek üzere olan bir rahip ve oduncunun, yanlarına gelen gezgine mahkemede olan bitenin anlatmasından ibâret. Akira Kurusawa film boyunca sualleri seyirciye yöneltiyor. Böylece seyirci filmin içine çekilip, düşünmelerini sağlıyor. Cinayet sorgusunun içinde, üç zamana gidip geliyoruz. İçiçe geçmiş zaman dilimleri bir bütünü oluşturuyor. Şimdiki zaman yağmurlu bir gün içinde, derdimizi temsil ediyor.. Sinema da nâdir rastlanan zamanlar arası atlamaları bizlere sunuyor. Zaman zaman içinde ilerliyor. Geçmişten geçmişe, şimdiye akıp gidiyor. Sıradan bir şablon yok. Hollywood’un dayadığının dışında kendi nazariyetini kurmuş. Film suçluyu asla söylemiyor, çünkü ona göre suçlu; herkes ve her şey, her idea suçludur. Herkes zaaflarına yeniktir ve bu yenilgi nedeniyle yalan söylerler. Aslında biz göründüğümüz değil gölgelerden oluşmuşuzdur. Kamerayı güneşe tutması, karakterlerin yüzlerinin yarısının gölgede kalması, yakın plan çekimlerle sessiz sinema dönemine geçiş yapması ve mimik sanatını sinemaya ustaca aktarmasıyla; Kurusawa bize edebiyat ve resim şöleni yapıyor. Bir uyarlama demiştik ya uyarlandığı kitabın umutsuzluğunu bir kenara koyar ve bize “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.(Âl- i İmran 139.ayet)” yüce kitabın buyruğunu âdeta ileten bir sahne ile veda eder. Ormancı, rahip ve bir bebek. Dinen yağmurun altında kapının önünde durur. Atom bombasıyla yıkılmış Japonya’yı; ormancının temsil ettiği halk, rahibin temsil ettiği inanç ve kültürü diriltecektir. Ormancının şu sözleri ile,

Altı çocuğum var, bir taneye daha bakabilirim” bize görüşünü bildirir.

Devletleri ve milletleri yaşatanın; soylular değil, halk, inanç ve kültürün olduğu fikrini seyirciye aktarır. Soylu samuray ailesinden gelen yönetmenin, sırtını dayadığı güç halk , inanç ve kültürdür. Roşomon; herkes bir sebepten yalan söyler derken, otoritenin, siyâsilerin en büyük yalanı söylediğini iletir. Yıkık dökük Roşomon kapısı, atom bombasının atıldığı, Hiroşima’dan Nagazaki’den başkası değildir. Bu filme felsefi açıdan birçok kez bakılmıştır. Ama sosyoloji ve siyâsî yönden izlenmesine pek rastlanmaz.1950’de atom bombasının üzerinden sadece beş yıl geçmiş bir Japonya’da çekildiğini unutmamak gerekir, yıkılmış, soykırıma uğramış bir milletin filmidir. Japonya’nın bir iç hesaplaşmadır. Hiçbir surette savaşı irdelemediğini düşünmek, kendimizi yanıltmak olur. Filmde kim suçludur bilinmez de devamlı vücuduna sinek konan hayduttun kimi temsil ettiğini hemen anlarız. Bir buçuk saat boyunca bir kez bile samuraya sinek konmaz. Tek hayali vardır yönetmenin ayağa kalkmış bir Japonya.

Gelelim uyarlandığı kitaba ve oradan da Cengiz Aytmatov’un 1973’de kaleme aldığı Fuji-Yama tiyatro oyununa. Ryunosuke Akutagava 1920 Japonya’sının sıra dışı yazarlarından. Akıl hastası bir anne (bebekken kaybediyor) ve sütçü babanın çocuğudur. Kenar mahallede, amca himâyesinde büyümüş, içine kapanık, okuma düşkünüdür. İlk hikâyesini on yaşında yazar, amacı târihçi olmaktır. Yeteneğiyle sınavsız Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’ne kabul edilir. Annesinin hastalığının belirtileri onda da mevcuttur. Roşomon ilk yazdığı hikâyelerden biridir. Kaleme aldığında 23 yaşındadır. Evlenir, büyük Kanto Depremini görür, Koreli avına şahitlik eder, amcası ve babasını kaybeder ama yazmaktan hiç vazgeçmez. Ve 34 yaşındayken umutsuzluğu sonucu intihar eder. Hikâyelerini tarih içinden seçer. Roşomon, “Konjaku Monotogari -eski yeni masallar-” iki epizoduna dayanır. Filmin ana temelini oluşturan «Ormanda» hikâyesi de aynı kaynaktandır. O târihî çağdaş psikolojiye dayandırıp şekil verir. Kişilik çatışmalarını târih içinde ele alır. Târihî değil insanı yazar. İnsan her devir aynı mayaya sâhiptir. Karamsardır. Okuru aşması gereken kale kapıları ile baş başa bırakır. Ormanda hikâyesi, ormanda öldürülmüş Samurayın, ormancı tarafından bulunması ve haydut, kadın, samurayın ruhunun mahkemede konuşmaları, korucu, ormancı, rahibin tanıklığı etrafında döner. Kurusawa’nın dediği gibi tek gerçek vardır “Samuray ölmüştür”.

Gerçekte insan hayatı dediğimiz sabahın taze çiğine, ya da par par yanıp sönen günün o ilk çavkına benzer.” (Ormanda hikâyesinden).

Karşılaştırma yapacak olursak;
* Kitapta olan filmde olmayan tanık vardır, kadının annesidir.
* Kadının adı Masagodur. (Filmde sadece haydudun ismi vardır)
*Samurayın adı, Takehikodur.(Filmde isim yoktur)
*Filmde Haydut delice sözler söyler, kitapta daha bilinçlidir.

Milleti öldüren bir ben değilim ki.. Sizlerde bu işi işliyorsunuz ya. Kılıç mılıç kullanmıyorsunuz benim gibi. İnsanları gücünüzle, paranızla öldürüyorsunuz. Başka bahanelerde uyduruyorsunuz pekâlâ çalıştıra çalıştıra da öldürüyorsunuz milleti. Kan man akıtmadan bir güzel beceriyorsunuz; analarını ağlatıyorsunuz. Şimdi sorarım size, hangimiz, sizinkiler mi, benimkiler mi daha ağır suçtur?

*Filmde kadının, kocasını ilk başta öldürme amacı yoktur. Kitapta her ikisinin de bu ayıptan dolayı ölmesi gerektiğine inanır.

Kitap ve filmde ortak olan cümle, “Ardından her yere bir sessizlik iniverdi. Yok yok, birileri bir yerlerde ağlıyordu, duydum. Bağlı değildim de çevreyi rahatlıkla dinleyebilirdim. Ama o ağlama kimsenin değildi, benimdi oysa.

*Ormanda hikâyesi Samurayın ruhunun konuşmasıyla biter, film başı ve sonunda Roşomon hikâyesine geçer.
*Roşomon’daki iki uşak karakteri filmde ormancı ve rahip karakteri ile birleştirilir. Saçak altında şimdiki zamanda olanlar Roşomon hikâyesidir.
*Rahibin giriş bölümünde söylediği cümleler kitapta anlatı şeklindedir.
“Kyota’da taş taş üstüne kalmamış ne var ne yok; yerle bir olmuşmuş. Şehir kendi derdine düşmüş, oram yara buram yara derken Roşomon’u onarmaya kimseler akletmemiş….Hırsız kısmı, it uğursuz takımı da kendilerine yatak yapmışlar Roşomon’u.”

*Hikâyede yaşlı bir ölü soyucu kadını, uşak karakteri soyarken filmde asla böyle bir sahne yoktur.. Hikâye sadece bir anlatı ve iç hesaplaşmaya dönmüştür. Hikâye mutsuz biterken, film umutlu biter. Ormancı(hikâyede hırsız uşak) filmde hançeri fakirlikten çalar, sonunda îtiraf edip günahından arınır. Kitapta bir günah çıkarma yoktur.

Roşomon’u andıran bir başka eser de Cengiz Aymatov’dan gelmiştir. Kara bir kitap değildir ama onda da yöntem aynıdır. Bir tiyatro eseri olan Fuji-Yama’yı 1973 yılında Muhammedcaanov ile birlikte kaleme alınır. İnsan olma meselesi üzerine bize sualler yöneltir. Oyunda dört arkadaş ve üçünün eşleri, Fuji Yama ismini verdikleri dağda kamp yapmaya karar verirler. Öğretmenleri Ayşe Apay’da onlara eşlik eder. Ve bu kamp, savaş yıllarında hâinlikten yargılanan arkadaşları Sabur’u, içlerinden kimin ihbar edip, iftira attığına dair bir sorgulamaya dönüşür. Aslında bu oyunda bize suçluya değil kendine, hakîkate, insana odaklan demektedir. Oyunun sonunda kimin ihbar ettiğini bilmeyiz, hiçbiri bu suçlamayı kabul etmez, geriye düşündüren birçok soru işareti oluşur? Her biri kendi alanında yükselmiş insanların asıl davranış kimliklerini nasıl örttüğünü, zaaflarımızın bizi esir almasını, yalan söylemeye meyilli olduğumuzu, çıkar ve statü için benlikten vazgeçmeyi, anlatır. Ayrıca evlilik kurumu da sorgulanır. Roşomon’daki benzerlikler,

• Bir suç vardır ve bunu işleyen bilinmez.
• Her biri olayı kendine göre anlatır.
• Burada mahkeme görevini öğretmenleri görür. Fuji Yama dağı kitapta dendiği gibi Buda önünde bir günah çıkarma seansına döner.
• Konu kimin ihbar ettiği değil, itibar kaybetmemek için insanlık ve dürüstlükten kaçınmaları, kendilerine yalan için bir sebeb bulmalarıdır.
• Hak, adâlet, dürüstlük, dostluk irdelenmektedir.
• Son umutludur, insan olmanın yolu sevgiden geçtiği söylenir. Roşomon inançtan geçtiğini söyler. Milliyetçi bir söylemle bitirir.
• Sansürlü yıllar olduğu için metinde eleştiri üstü örtülü yapılır. Roşomon da ABD sansürü olduğu için örtülü yapmıştır.
• Fuji Yama dağı adı bilerek seçilmiş, arınmak ve hakîkate ulaşmak için Buda’nın dağına ihtiyaç vardır.

Kitaptan birkaç söz;

Ama öznel nedenler duruyor. Hem de önemi hiç azımsanmayacak öznel nedenler. Bunlar insanı öyle bir derinden yaralar ki sonu gelmez bunalımlarda bulursunuz kendinizi. Biz sorumluyuz ondan, sorumlu olduğumuzu ne diye hatırlamak istemiyorsunuz? İşte beni deli eden de bu ya! Rahat köşemize çekilmişiz ,”içki içiyor, kendisi suçlu” deyip çıkıyoruz işin içinden. Oysa adamın cevheri bitmiş, bütün gücünü tüketmiş. Onu bu hale getiren biziz. Öyleyse küçümsemeye hakkımız var mı?

Tarihin nesnel gelişimi acımasızdır. Biz ne dersek diyelim, o bildiğini okur.

İhbara neden olan sabur karakterinin yazdığı şiir ;

hayır, bitmez bir tartışmadır bu.
İnsan nasıl insan olmalıdır.


Kurusawa’nın, Aymatov'un; anlatmaya çalıştıkları mesele; "İnsan nedir ve nasıl olur?" sualidir. İkisinin de eserlerinde hep bu sancı mevcuttur. Fuji Yama dağında günah çıkarıp arınan kaç kişi kalmış olabilir? Yahut şöyle diyelim mi “ kendi Hira dağımızda kaçımız tövbe edip, insan olabilmeyi başardık, kaçımız miracına ulaşabildi?

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

24 Haziran 2024 Pazartesi

Kalp eşiktir, bekleyene aslını hatırlatır

"İnsanlar madenlerdir, sözünü hatırına getir.
Öyle maden olur ki yüz binlerce madenden daha değerlidir. Gizli kalmış lâl ve akik madeni,
yüz binlerce bakır madeninden değerlidir.
Ey Ahmed, burada malın faydası yok.
Aşkla, dertle, dumanla dolu gönül lâzım."

- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî

Dünyanın dört bir yanından, insanların asıllarına, kıymetlerine dair arayışları öğütleyen pek çok öğretiye tanık oluyoruz. Bu öğretilerden bazıları kadim geleneklere dayanıyor, kimisi geçmişi şimdiyle harmanlayıp 'modernize' bir çerçeve çiziyor, ismini de kendi buluyor. Ama bir şey hiç değişmiyor: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî sürekli gözlerin önünde, başların ucunda, çantalarda, podcast ve kitap listelerinde. Kendi yolculuğunu hikâyelerle zenginleştirmek, bu hikâyelerin sunduğu hakikatle iç karanlığına bir ışık yakmak isteyenler Mesnevî'ye başvuruyor. Duygu ve düşünce dünyasını aşkla, muhabbetle ve şiirle süslemek, güçlendirmek isteyenlerse Dîvân-ı Kebîr'le zamanını zenginleştiriyor. Bu gerçeği Amerika'dan Japonya'ya, Kanada'dan Fas'a, Balkanlardan Orta Doğu'ya kadar gözlemlemek mümkün. Özellikle de bu coğrafyalarda Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin ismine, eserlerine ve kendisinden sonra oluşup serpilen Mevlevîliğe bağlı olanlar, günümüzün karanlık ortamına samimi eserler servis ediyor. Söz konusu eserler doğru yolun, hakikatin, iyiliğin ve güzelliğin ne olduğuna dair tespitleri, yorumları, farklı bakış açılarını bir araya getiriyor. Kitaplarla ve hatıralarla nakledilen Mevlevîliğin geçmişte kalan bir şey değil, günümüzde de aynı heyecanla yaşanan, yaşanması gereken bir irfan okulu olduğuna dair farkındalıklar yaratıyor.

Kabir Helminski, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin pek çok eserini çevirmiş, Mevleviyye yolundan irşad vazifesi almış, kurucusu olduğu The Threshold Society'nin direktörlüğünü sürdüren, 2009 yılında Dünyanın En Etkili 500 Müslümanı'ndan biri seçilmiş, durmak bilmeyen faaliyetlerle tasavvuf kültürünü tanıtmaya gayret eden bir isim. Dikkat çeken emeklerinden biri de The Book Foundation. Burada, 2000-2010 yılları arasında Muhammed Esed'in çalışmalarını yayımlandı ve İslami eğitim üzerine bir dizi kitap geliştirildi. Amaç yeni bir maneviyat dili geliştirmek. Böylece insanların ruhsal gelişimlerine psikolojik ve metafiziksel katkılarda bulunmak. Daha önce yapılan hataları geride bırakmak, yeni ve güzel bir yola çıkmak. İlahi Huzurda ve Bilen Kalp kitaplarını okuyanlar, bu dile aşinadır ve mutlaka anlatılanları hayatının bazı yerlerine serpiştirmiştir. Bu kez elimizde daha öğreti temalı bir kitap var: Unutma Hep Hatırla. Aslınur Akdeniz'in özenli çevirisiyle Sufi Kitap etiketiyle neşredilen çalışma otuz önemli soruyu, sorunu cevaplayıp çözmeyi amaçlıyor. İlk soru, bugün bütün insanlığın farkında olduğu ya da olmadığı belki de en acı, yani en hakikatli soru: Manevi bir yola neden ihtiyaç duyarız? Kısa bir giriş: "İnsanları çeşitli dinlere ve mistik geleneklere yönlendiren şeyin içlerinde yanan hasret olduğu hissiyatındayım. İçlerinde içsel bir itki ya da açlık şeklinde ifade bulan, tatmin olmamış bir şey var. 'İyi bir insan olmak için bir dine mensup olmak istiyorum' ya da belki de: 'Evde yalnız kalmaktansa, diğerleriyle beraber olmak istiyorum. Kutsal bir mekânda bulunmaya ihtiyacım var' gibi sözlerle kendini gösteren bir şeyden bahsetmiyorum. Yalnızca iyi ve nazik olmanın ve tüm bunların da ötesinde bir şey var. Manevi bir uygulamaya girişen insanlarda daha derin bir özlem duygusu var. Bizi çağıran başka bir şey..."

Tasavvuf vadisinde, bir mektebe varmadığı haliyle, yani insanın tek başınayken yapabilecekleri bellidir: bol bol okumak, okuduklarını kâlden hâle indirmeye çalışmak, kendi fâniliğini daima zihninde diri tutmak, gününü gecesini tevhid bilinciyle donatmak, kendine değil kainata hizmet etmek, tüm bunları yaparken beden sağlığını önemsemek. Bu kadar mı? Hatta soru farklı olmalı: Tüm bunlar nasıl olacak? Bir yakıt, hem de esaslı bir yakıt gerekmiyor mu? Gerekiyor. O yakıt Muhabbet-i Muhammediyye'dir. Sufiler, tasavvufun merkez noktasında Fahr-i Âlem sevgisi olduğunu her an dile getirir, bunu dilde bırakmayıp gecede gündüzde, evde işte, sokakta dergâhta hayata yerleştirirler. Yerleştirirler ki tevhidden en ufak bir sapma, en ufak bir uzaklaşma olmasın. Kabir Helminski de kitabında bunu olabildiğince sade bir şekilde dile getiriyor: "Tasavvufta harici bir otorite bulunmamaktadır. Papa ya da baş Sufi gibi bir lider yoktur. Bununla birlikte, Sufiler arasında içsel bir tutarlılık vardır. Tüm Sufi kollarını birleştiren en güzel bağ, Hazreti Muhammed'e (sav) duyduğumuz sevgimizdir. Ama Hazreti Muhammed'i (sav) tanımadan onu sevemeyiz."

Fahr-i Kainat Efendimizin hadislerini nasıl tatbik ve tefekkür edebiliriz, O'nun karakter tekamülü, yani şahsiyet kazanmamız için bizlere emanet ettiği sözlerini nasıl yorumlayabiliriz, Helminski bu konuda önemli misaller veriyor. Mümin kardeşini sevmek, nezaket, görgü, iyi niyet, güzel ahlak, tebessüm, dayanışma, paylaşma, yegane aradığımızın bize gözlerimizden bakan olduğunu asla unutmamayı, dini diğer insanlara zorlaştırmanın affedilmez bir hata olduğunu bilmeyi, kısacası et ve kemik yığını olmadığımızı, İlahi Huzur'dan bir an bile uzakta durmadığımızı anlamayı, hissetmeyi... Her zaman aklımızda olması gereken sorulardan biri: Biz, sevgiye nasıl mazhar oluruz, bu sevgiden nasıl tat alır ve daim kılarız? Muaz İbn Cebel'in rivayet ettiği bir hadis-i şerif: "Yüce Allah şöyle buyurmuştur: Benim sevgim ancak bende birbirlerini sevenlere, bende birlikte oturanlara, bende birbirlerini ziyaret edenlere ve bende birbirlerine cömertçe verenlere aittir."

Yolda yürümeye devam etmek zordur. Belki bundan bahsetmek, zaman olur ya kendi kalbimizi ya da başkalarının kalbini ferahlatmak için hikmetli sözler fısıldamak işin güzel taraflarıdır. Ama zordur. Bunun için güçlü bir psikolojiye sahip olmak elzemdir. Bunu özellikle vurgulamak istedim, zira tasavvuf günümüzde hala romantik heveslerin, duygusal sığınmaların girdabında. Tamam, kabul etmemiz gerekir ki insanlar asgari problemlerini, ihtiyaçlarını çözmeden yola çıkmayı düşünmezler yahut yolda olsalar bile, yeterli gayreti gösteremezler ve haklarıdır. Tevhid de bunun için vardır. Bir başkasının yükünü omuzlamak, onun derdiyle dertlenmek, hiçbir şey yapamıyorsa bir sözle gönlünü almak için. Ama basit hevesler uğruna değil, hakikatli sevdalar uğruna. Helminski'nin ifadelerini okuyalım: "Belki de yolculuğumuza başladığımızda bunun tamamen kendi psikolojik düğümlerimizi, travmalarımızı ve yaralarımızı çözmekle ilgili olduğunu düşünmüştük. Evet, bu da çalışmalarımıza dahildir. Ancak bu, bizim özel veya birincil odak noktamız olamaz. Bunlar hizmet yoluyla daha kolay iyileşecektir. Sahte benlik Hakikatin güneş ışığında buharlaşacaktır çünkü zaten gerçek değildir. Eğer onu güçlendirmeyi bırakırsak, geçip gidecek ve geriye sadece Hakikat kalacaktır. 'Ben'siz Ben-lik, tüm bunları kendi kalp alanlarımızda bilinçle, sevgiyle, Tanrı'yı anarak koruyabildiğimiz anda orada olacaktır."

Hakikat, Nur, aşk ve muhabbet şiirlerde, divanlarda, kitaplarda ve sözlerde kalmamalı. Tasavvuf öğretisi geçmişin kapalı kutusu değil, tüm zamanların ilacıdır. Zaten dün, bugün, yarın gibi zaman sınırlamaları sufinin önemsediği işler değil. Sufi, Hakk'ın hiçbir zamanın içine sığmayacağını bilir. O, ân-ı dâim şuuruyla yaşamaya çalışır, her an çalışır, daima çalışır. Sıkılmaz, bunalmaz. Yorulur mu? Elbette. Ama yorulunca dayanacağı kapıyı bilir. Bu kapıyı unutmaz, hep hatırlar. Kabir Helminski'nin kitabının adı, bu anlamda hem ilk söz, hem de son sözdür: Unutma Hep Hatırla.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Haziran 2024 Pazar

Gezgin bir tarihçinin seyahat defteri

"Harita, rehber ve kahve, işte bu yirmi üç günün araçlarıdır. Gezileri her zaman yalnız yapmak iyidir; daha çok öğrenirsiniz. Yanımda kötü bir fotoğraf makinesi de vardı. Pini di Roma (Roma çamları), Roma'nın merdivenleri (Le scalinate di Roma), Batı edebiyatını, müziğini ve resmini niye etkilemişti, anlamıştım."
- İlber Ortaylı, Gel Dünyayı Keşfedelim, "Roma"

Dost sohbetinde ölçüp biçme olmaz, her şey olduğu gibi serilir masaya. Uzun bir süredir, belki de salgından bu yana en çok konuşulan şeylerin başında ekonomi geliyor. Kimileri için yeni bir ev ya da araba alamamak dert, kimilerininse en büyük sitem kaynağı memleketi keyfince gezip görememek. Abartıya yer yok; bir gerçek var ki kendi memleketimizi gönlümüzce değerlendiremiyoruz. Yılın belli zamanlarında kavuştuğumuz bayramlar ve tatillerse palas pandıras geçiyor. Kimileri ziyaretle kimileri pineklemekle gün geçiriyor, zamanı tüketiyor. İlber Ortaylı'nın hem dile getirdiği bir şey var; zaman kaybolmaz. Yani muhakkak bedel ödetir. Ya israf ederiz zamanı ya da sarf ederiz, yani değerlendiririz. Günümüz için konuşmak gerekirse zamanın içinden kendimize ödüller çıkarabileceğimiz en güzel eylem planı; memleketi gezmek. Sadece Türkiye sınırlarını değil, memleketin civarını da. Evet buralara yeni gelmedik, epeydir emanetçisiyiz, ama etrafımızda nasıl yaşamlar kurulduğundan bihaberiz. Gezip görme fırsatı bulanlar da daha çok turistik faaliyetlere katılıyorlar. Belki haklılar, zaman da para da kısıtlı. Olabildiğince verim almak için hızlı davranmak, en popüler yerleri mutlaka görmek gerekiyor.

Bir gerçek var ki ülke halklarının tarihini, folklorunu, yaşam biçimlerini esaslı biçimde görebilmek için gezmek kafi gelmiyor, birkaç gözlüğe birden ihtiyaç var. Bu gözlük edebiyattan da sosyolojiden de psikolojiden de anlamalı. Kültüre ve sanata mutlaka temas etmeli. Müziği bilmeli, mimarinin en azından ne olduğunun farkında olmalı. Tüm bunların makul bir seviyeye gelmesi, kişiye şüphesiz bir yaşam görgüsü kazandıracaktır. İlber Ortaylı bu yaşam görgüsünü tecrübe etmiş, imkan buldukça da gençlere aktarmakla fevkalade değerli bir vazife yüklenmiş bir hocamız. Tarih kitapları kadar gezi kitaplarının da yoğun ilgi görmesi, hepimiz için mutluluk ve umut verici. İstanbul'dan Sayfalar, İlber Ortaylı Seyahatnamesi, Eski Dünya Seyahatnamesi okuması pek lezzetli kitaplardı. 2024'ün mayıs ayıyla birlikte, yani yazı karşılarken, hocanın Kronik Kitap tarafından bir gezi kitabı daha neşredildi: Gel Dünyayı Keşfedelim.

Özbekistan, Azerbaycan, Kazakistan, Tataristan, Moğolistan ve Güney Kore'den oluşan Asya; Kırım, Abhazya, İspanya, Yunanistan, Kıbrıs, Avusturya, Finlandiya, Belçika, İskoçya, İngiltere, İtalya ve Almanya'dan oluşan Avrupa; Karadağ ve Bulgaristan'dan oluşan Balkanlar; Irak, Suriye, Filistin, İran, Lübnan, Cezayir, Ürdün, Mısır'dan oluşan Orta Doğu bölümleri kitabın büyük bir bölümünü oluşturuyor. Bir okur olarak beni en çok heyecanlandıran düşüncelerden biri de İlber hocanın bir İran kitabı yazması. Eminim ki sadece notları bir araya gelse bize zengin bir İran fotoğrafı çıkacaktır. Geçmişten bu yana neler geldi, neler gelmedi, biz ne kadar ilgilendik, neleri önemseyip aldık, neleri görmezden geldik gibi. Bakalım, bekleme hakkını kullanıyoruz şimdilik... Kitabın son bölümü Türkiye topraklarındaki gezi notlarından oluşuyor. Böyle bitmesi çok ince düşünülmüş zira dünyayı ne kadar süreyle olursa olsun gezip görürüz ama mutlaka evimize geri döneriz, dönmek isteriz. Döneceğimiz ve kalacağımız, hiç gitmeyeceğimiz yer bellidir. Oraya sahip çıkmak ise bambaşka bir mesele. Hoca da bu manada Türkiye gezi rotalarını, her mevsimde gezilecek yerleri, Anadolu'da geçirdiği bir haftayı bizlere pay etmiş. "Para ve rahat her şey değildir. Doğduğunuz memleketin havası, kültürel zenginliği sizi cezbedebilir. İtalyanlar İtalya'dan göç etseler bile kolay kopmazlar. Türkiye'nin güzel tabiatını, zengin kültürel yapısını, adım başındaki ilginçliklerini tanıyan ve seven bir gençliğin buradan kopması pek mümkün değildir. Hatta göçün kendisi bile bu yüzden geçici olabilir. Bu bakımdan size bazı tavsiyelerim var. Bayram tatillerimizi belirli bir bölgede yapalım ve sadece denize girmenin dışında etrafı gezinmeyi iş edinelim." diyor hoca ve bayram tatili üzerinden bir bölge örneğiyle hatırlatma yapıyor: "Çeşme ve Alaçatı bayram ziyaretlerinde uğranmaması gereken yerler. Ama Seferihisar'ın kıyıları Ege Bölgesi'nin zenginliklerini, bitki örtüsünü hâlâ görebileceğimiz yerler."

Müzekart'ın yeterince kullanılmayan büyük bir imkân olduğunu söylüyor hoca. Mesela bu kartın günümüzde ücretsiz olduğunu, artık Milli Sarayları ve bazı özel müzeleri de içerdiğini kaç kişi biliyor? İstanbul'un zenginliğini keşfetmek için İstanbullu da pek fedakârca davranmıyor. Hocanın Suriçi rotası dikkatle okunup not edilmeli ve havaların insaflı olduğu bir zamanda mutlaka uygulanmalı diye düşünüyorum. Peki İlber hoca için bir şehir nasıl gezilir? Buyurun:

- Bir şehri ilk defa görüyorsanız, bir dakika bile dinlenmeyeceksiniz.
- Yürüyeceksiniz. Gençseniz ve bir şehirde gönlünüzce yürümüyorsanız orayı gezdiğinizi söyleyemezsiniz.
- Bir şehre ilk defa gidiyorsanız çok yoğun bir program yapacaksınız, illaki yorulacaksınız.
- O şehir hakkında her fırsatta okuyacaksınız, hatta şehri gezerken bile okuyacaksınız. Yirmi saat geziyorsanız mesela, iki saat okuyacaksınız. Gezi sırasında okuyacaksınız. Rehber de bulduysanız, programınızda olmasa da üşenmeden gidip bakın.
- Harita bakacaksınız, fotoğraf çekeceksiniz, not tutacaksınız.
- Müzeleri gezeceksiniz ama mutlaka çarşıya-pazara da karışacaksınız. Bunları görmeden o çevreyi tanıayamazsınız.
- Güvenliği hesaba katarak şehri gece de gezin. Gece, bir şehrin güzelliğidir.

Kitabın Türkiye bölümünde İzmir, Ayvalık, Eskişehir, Kars, Aksaray, Safranbolu, Kapadokya, Rize, Zonguldak, Likya Yolu, Aydın ve Manisa yer alıyor. Daha önce bu şehirleri gezip görenlerin, yeniden görme heyecanına kapılacağı kesin. Kendime not: Eskişehir, Safranbolu, Rize ve Kars yeniden görülmeli. Üstelik buralar yaz mevsiminde gece-gündüz rahatlıkla gezilecek yerler.

Gel Dünyayı Keşfedelim, hem oturduğumuz yerden -mümkün olduğunca oturmayalım- dünyanın ve ülkemizin nice diyarını keşfetmek hem de yeni bakış açılarına, yaşam(a) yorumlarına kavuşmak için okuması son derece zevkli bir kitap. İlber Ortaylı hocanın seyyahlığına ve tükenmeyen merak duygusuna tanık olacağımız daha pek çok gezi kitabı yazmasını temenni ediyoruz...

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Hz. Ömer'in sosyal adalet anlayışının etkisi

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in vefatından sonra vahyin ve sünnetin kesilmesi, buna mukabil fetihlerin artmasıyla yeni sorunlar ve yeni kültürlerin hayata girmesi Müslümanların arasında yeni gündemlerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Böyle olunca da bazen ihtilaflar çıkmış ama netice her zaman Hak’tan yana bağlanmıştır.

Bu konulardan biri de vergi konusudur. Hz. Ömer’in vergi üzerine yeni bir ictihatta bulunması, bazı sahabenin eleştirisine yol açmıştır. Hz. Ömer iddiasını ayetlerle delillendirmiş, düşüncesini etraflıca açıklamış ve nihayet kararını uygulamaya sokabilmiştir.

Sevad toprakları fethedildiğinde, fethedilen toprakların dağıtılmasını konusunda sahabeden bazıları savaşanlara dağıtılması gerektiğini bildirmiştir. Bunu derken de Kuran’dan “Ordunun elde ettiği ganimetlerin onlar arasında taksim edildiği gibi, arazileri de onu fethedenler arasında taksim et” ayetini delil olarak göstermişlerdir.

Hz. Ömer ise toprakların sadece savaşanlar arasında dağıtılmasını adil bulmamıştır. Ve o da görüşünü açıklarken Kuran’ı Kerim’de Haşr suresinde yer alan fey ayetlerini okumuştur. Ardından şöyle demiştir: “Allah sizden sonra gelecek olanları da bu feye ortak etmiştir. Eğer ben bunu aranızda bölüştürürsem sizden sonra gelecek olanlara bir şey kalmaz. Fakat eğer de taksim edilmez de kalırsa, San’a’da kanı yüzünde olan çobana dahi bu feyden nasibi mutlaka ulaşır.

Hz. Ömer bu kararını açıklayınca itiraz edenler olmuştur. Onlar itirazlarını “Kılıçlarımız vasıtasıyla Allah’ın bize ihsan ettiği ganimetleri hazır olmayan, bizimle birlikte harbe iştirak etmeyen kimselere, onların çocuklarına ve hiç bulunmamış olan çocuklarının çocuklarına mı vakfediyorsun” demişler, Hz. Ömer “Bu bir görüştür” demiş ve başka bir şey dememiştir.

Kaynaklar Hz. Ömer’in bu muhalefetten dolayı üzüldüğünü, rahatsızlık duyduğunu belirtir. Nihayetinde Hz. Ömer’in ayetleri delil göstererek açıklama yapması neticesinde sahabe fikri kabul eder ve fey, bütün Müslümanların olur. Hz. Ömer’in bir devlet başkanı olarak karşısındaki muhalif görüşlere rağmen kendisinin de birçok gerekçe ile olmasını istediği bu kararı tercih etmesi üzerine “Kuvvet yoluyla fethedilen arazi konusunda imam muhayyerdir. Dilerse bu araziyi ganimet kabul edip beşe böler ve taksim eder, dilerse de bütün Müslümanlara ait bir fey kılıp taksim etmez” hükmü fıkıh kitaplarında yer almıştır.

Bizim çok kısaca anlattığımız olay dahi bize önemli birkaç detay sunmaktadır. Birincisi Hz. Ömer halife olmasına rağmen görüşünü zorla dikte etmemiş, istişarenin önünü hiçbir zaman kapatmamış, farklı görüşlerin ortaya atılmasına müsaade etmiştir. Üstelik en önemli ayrıntı ise Hz. Ömer de itiraz eden sahabeler de salt kendi fikirleri ve zanları ile konuşmamışlar, görüşlerine Kuran’dan deliller getirmişlerdir. Bir diğer önemli husus da Müslümanların bir bedenin uzuvları gibi olduğunun unutulmamasıdır. Hz. Ömer görüşünü savunur ve uygulamaya koyarken kimsesiz, fakir ve düşkün Müslümanların hakkını gözetmiştir. İtiraz eden sahabeler de nihayetinde bu görüşe katılmışlardır.

Bir toplumun en önemli dinamolarından birisi ekonomidir. Ekonominin kötü veya beceriksizce yönetilmesinden bütün insanlar zarar görür ve o da hem toplumsal hem de ahlaki çöküşe neden olur. İslam toprakları genişledikçe Müslümanlar ekonomik anlamda da isabetli kararlar almak için çaba sergilemişlerdir ve ortaya ekonomi anlamında büyük bir külliyat çıkmıştır. Bu alanda boşluk bırakılmamıştır.

İslam’ın iktisada ve sosyal adalete bakışını öğrenmek için bizim de yazıda faydalanmış olduğumuz Öznur Özdemir’in kaleme aldığı Fetih, Haraç, İktisat eseri büyük bir imkan sunmaktadır. Hz. Ömer dönemi özelinde iktisat ve sosyal adalet konusunun ne denli titiz bir şekilde ele alındığını görmek mühim.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

22 Haziran 2024 Cumartesi

“Kuşlar” uçarken...

Abdullah Harmancı’nın yazdığı, Sibel Büyük’ün çizimlerini üstlendiği Benim Adım Kuş Değil Ki, yazarın kitaplarından aşina olduğumuz geniş hayal gücünü, Ezop’tan, Anadolu’nun kadim topraklarından aldığı hikâyelerle, masallarla, kıssalarla birleştirerek günümüze uyarladığı, okurlarını farklı bir okuma yolculuğunun peşinden sürükleyen bir kitap.

Abdullah Harmancı, 1974 yılında Konya’da dünyaya gelmiş. Eğitimine 1980 yılında Kıbrıs’ta başlamış. Çocukluğunun büyük bir kısmı Sivas’ın Gürün ilçesinin Yazyurdu köyünde çetin hava şartlarıyla, doğayla iç içe geçmiş. Yazmaya çok erken yaşlarda başlayan Harmancı, ortaokuldayken yazdığı bir şiiri Karaman’da bir yerel gazetede çıkmış. Çıkmış çıkmasına ama şiirin başlığı, son kıtanın üstüne yazılınca Harmancı ufak çaplı bir şok yaşamış. Fakat yolundan dönmemiş. Okumaya, araştırmaya, yazmaya devam etmiş. 1989 ile 1991 yılları arasında Konya’daki bir yerel gazetede yüzü aşkın şiiri yayımlanmış. Birtakım roman denemelerine girişmiş ve sonunda 1993 yılında öykü yazmakta karar kılmış. Abdullah Harmancı’nın yazdığı, Sibel Büyük’ün resimleriyle katkıda bulunduğu Timaş İlk Genç Yayınları’ndan çıkan Benim Adım Kuş Değil Ki'de Harmancı’nın son öykü kitabı. Kendisinin kitaplarından aşina olduğumuz geniş hayal gücünü, Ezop’tan, Anadolu’nun kadim topraklarından aldığı hikâyelerle, masallarla, kıssalarla birleştirerek günümüze uyarlayan yazar, okurlarını farklı bir okuma yolculuğunun peşinden sürüklüyor.

Çocuk masallarının yüzyıllar evvel anlatılanlarının nesiller arasında bugünlere kadar gelmesinin önemli bir anlamı var: Bu sayede çocuklar, bugün okuduklarının nerelerden, nasıl ortaya çıktığı hakkında fikir sahibi olurken bir mirasa da ister istemez sahip çıkıyorlar. Ayrıca günümüzde okudukları hikâyelerin, masalların değişimine de tanıklık etmiş oluyorlar. Bunu çocuklara iki şekilde aktarmak mümkün. İlki anlatılana sadık kalmak, ikincisi de günümüze uyarlamak. Abdullah Harmancı’nın Benim Adım Kuş Değil Ki, ikinci kategoriye dahil edebileceğimiz bir kitap. Abdullah Harmancı’nın başta Ezop olmak üzere, Anadolu’nun birçok bölgesinden zamanında anlatılagelmiş, kulaktan kulağa yayılmış masalları, rivayetleri, hikâyeleri kendince yorumladığı Benim Adım Kuş Değil Ki, doğayla insan arasındaki ilişkinin günümüze bağlanan biçimlerinden metinlerden oluşan, kuşlarla ilgili efsanelere yer veriyor.

Kuşları, genel olarak “kuş” parantezinin dışına çıkıp her birini, tıpkı insanlarda olduğu gibi isimleriyle, karakteristik özellikleriyle tanıtmayı amaçlayan Benim Adım Kuş Değil Ki, genelde hayvanlara, özelde kuşlara karşı olan tutum ve davranışlarımızı içtenlikle sorgularken, Harmancı’nın elle tuttuğu hikâyeleri kendince bazen baştan aşağı bazen ufak tefek oynamalarla tekrar anlatması kitaptaki öyküleri özel kılıyor. Bunun yanında yazarın hikâyelerinin tek bir konu üzerinde toplanmadan kimi zaman hüzünlü, kimi zaman sevinçli ama en çok da “meraklı” izler bırakması, Benim Adım Kuş Değil Ki'yi sıradanlıktan çıkararak aynı yerde dönmesinin önüne geçiriyor.

Kitabı önemli kılan bir diğer unsur ise Abdullah Harmancı’nın bir kuş bilimci gibi okura kuşların özelliklerini metnin içinde yedirerek anlatması. Bir kuşu, “kuş” olması dışında ismiyle cismiyle, huyuyla suyuyla önümüze getiren Harmancı, bu konu için de ayrı bir merak kıstasıyla buluşturuyor okuru. Envai çeşit kuşun yer aldığı kitapta, kuşların bilinmeyen dünyasına doğru ilerlerken Abdullah Harmancı bize burada rehberlik ederek isimlerini dahi bilmediğimiz kuş türlerini öğrenmemizi sağlıyor.

Benim Adım Kuş Değil Ki, Abdullah Harmancı’nın geçmişten devraldığı anlatıları şimdinin dünyasındaki çocuklara ve gençlere uyarlaması hem kitaptaki öykülere farklı bir anlam kazandırıyor hem de küçük dostlarımızın kitabın birden fazla amaca hizmet eden konularına sevgi, saygı, paylaşma, empati, iyilik gibi pencerelerden bakma fırsatı sunuyor. İyiye karşı olan inancı diri tutan öyküleriyle Benim Adım Kuş Değil Ki, şimdiye kadar el değmemiş bir mevzu üzerinde kalem oynatarak değerli bir işin üstesinden gelmeyi başarıyor.

Burak Soyer
soyerbrk@gmail.com

Tanbûrî Cemil Bey çalıyor eski plâkta

Herkesin yaptığı şeyi yapmayın”, bu bir. “Aşırı meraklarınız olsun”, bu iki. “Nelerden haz alacağınızı bilin” bu da üç. İşte merhum Haluk Dursun hocanın vaktiyle bizlere tavsiye ettiği maarif metodu. Bunun için kurtarıcı mecralar da var üstelik: muhitler, mahfiller, haneler. Siz kapıları zorlayın, zaman zaman yanlış seçimler yapınca da üzülmeyin, böylece doğruyu bulmayı da öğrenirsiniz derdi üstüne. Mektep gibi insanlardı bunlar, tek başlarına bir ekoldüler, nosyonları vardı. Bitti bu tip insanlar? Gittiler ama bitmediler. Bugün belki birilerinin “rahle-i tedrisinden geçme” imkânı pek kalmadı ama sadece söyleşilerini dinlemekle, kitaplarını okumakla, yol haritalarını çıkarmakla epey yol alınabilecek kalemlerimiz mevcut. Taner Ay da bu isimlerin en zevk-i selim sahibi olanlarından.

Söze bir İstanbul âşığı olan Haluk Dursun ile başlamayı tercih ettim çünkü Taner Ay da İstanbul’u göz ve gönül yordamıyla adımlarken bizleri edebiyatımızın hem unutulmaz hem de unutulmuş isimlerine götürüyor. Onun “Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler”, “İsmail Saib Sencer: Sufiler Arasında Bir Alim, Ulema Arasında Bir Sufi”, “Edebiyatın Kadıköyü” kitaplarına şöyle göz ucuyla bakınca bile bir yazarın define arama hazzını yakalayabiliyoruz. Türk edebiyatı nazarından konuşacak olursak, bizim araştırmacılarımızın alamet-i farikası şunlar galiba: korkunç bir merak, bitmek bilmez bir gayret, dünü bugüne taşıma mahareti. Kazı çalışmalarını köşe yazılarından kitaplarına taşıyan Taner Ay, bu kez bir hikâye ile edebiyat ve İstanbul âşıklarını ağına düşürüyor. Hikâyenin merkezinde İstanbul var, kahramanımız Tanbûrî Cemil Bey, zaman ise 1900’lerin başı. Alacağınız tadı siz düşünün.

İstanbul’un güzide beldelerinden Fatih’in Molla Gürânî semtinde doğan Cemil Bey, esaslı bir rindmeşreptir. Giyimine kuşamına fazla kıymet vermeyen, kuralları önemsemeyen, iç âlemiyle yaşayan, keşif ve seziş yeteneği kuvvetli, hoş gören ama her şeye eyvallahı olmayan, hâlden anlayan, zevkine düşkün biridir yani. Boşuna değildir nağmeleri hallaç pamuğu gibi oradan oraya savurması, bir dinleyeni bin yerinden vurması, baş kulağıyla değil can kulağıyla dinleyenleri hikmetlere bulaması. Cemil Bey hayatın acılarına katlanırken de neşelerine cevap ararken de hep tanburuna koşmuş evvela. Bu durum hanımının canını epey sıkmış, anılarda görülen bu. Ne vakit ki Cemil Bey’in tanburunun nâmı almış yürümüş, hanımı da nefsini mahcup bir limanda terbiye etmeye çekilmiş. Bu büyük sanatçımızın bir de kedi sevgisi var ki dillere destan. Hanımı muhalif olmasına ve “kedi varsa ben yokum” demesine rağmen, kedisini koynuna alıp evin başka yerinde uyumaları var mesela. Taner Ay, her yaştan insanın bu hikâyeyi okuma ihtimalini düşündüğünden olsa gerek, o zamanların eski(mez) insanlarını da mutlaka sayfalarına misafir ediyor. Bendeniz bu isimler arasından “dünya gözüyle görebileydik” diye zaman zaman ağıt yaktığım, kabrini sık ziyaret ettiğim bir zat-ı şahaneyi seçiyor ve sizi satırların yakışıklılığına davet ediyorum: “Kapalı Çarşı’nın içinden Bâyezîd’e çıktığında, soğuktan titriyordu. Ancak İmaret kapısının önünde Umûmî Kütüphâne’nin ikinci hâfız-ı kütübü İsmail Saip Efendi’yi ve Hacı Ali Efendi’yi kedileri doyururken görünce ıslak soğuğu hissetmez oldu. Meşrebi gereği ihtilattan ziyade inzivadan, mukâmeleden ziyade mütalaadan hoşlanan bu allâmeye hayrandı. Onun da kendisi gibi insanlara ve dünyaya küskün biri olduğunu düşünürdü. Sadece İsmail Saip Efendi’ye alışkın olan kedileri rahatsız etmemek için, oradan âdeta koşar adım geçip Aksaray cihetine saptı…

Tanbûrî Cemil Bey’in ardından okur da adımlıyor İstanbul sokaklarını. O zamanın mühim ve mümtaz kahvehaneleri görmeden olur mu? Kâtip Mahmud’un Şehzâdebaşı’ndaki, Kadayıfçı Ali’nin Aksaray’daki, Arnavud Mehmed’in Divanyolu’ndaki, Dolmacı Mihran’ın Halıcıoğlu’ndaki, Galip Reis’in Çeşmemeydanı’ndaki semai kahveleri göz kırpıyor. Sonra, Cemil Bey’in yaşadığı ve verem illetiyle meşhur Taşkasap’taki hanımefendilerinin isimlerinin güzelliği nereye konmalı? Elbette kiraz ağaçlarının dallarına: Emine Zennube Hanım, Hatem Kadın, Mahbub Hanım, Demsaz Hanım, Hüsnimelek Hatun, Pembe Hanım, Şerife Eda Hanım, Bülbül Seza Kalfa, Lebriz Kalfa, İkbal Hanım, Rabia Tüti Hanım, Fatıma Elmas Hanım, Şem’irüz Hatun, Aynülhayat Kalfa, Gülfidan Hanım, Hesna Hanım, Şems Kadın…

O vakitler hanımefendiler tabiri caizse bir meclistir, hem de kuvvetli bir meclis. Mahalleye çekidüzen veren, eksiği bilen, fazlayı üleşen, derdi bölüşen, pencereden hamamlara taşan sohbetlerin -eh, elbette dedikoduların da- kaynağı onlar. Taner Ay’ın hikâyesindeki tüm kurguda şu fark ediliyor ki eski İstanbul âdetlerini yaşatanlar da ekseriyetle kadınlar. Tanbûrî Cemil Bey gibi sazını yenme yolculuğunda nice hayat tecrübeleri elde etmiş birini bile karşılaştığı âdetler şaşkına uğratabiliyor. İşte, mahdumu Mes’un Bey’in dünyaya gelişinde şahit oldukları: “Loğusayı ve çocuğu albasmasından korumak maksadıyla Saide’nin başına ve Mes’ud’un yeşil yastığına geçirilen duvağın üstüne kırmızı kurdeleler bağlanmış, beşiğin baş tarafına bir Kur’an kesesi asılmış ve ayak tarafına da pis bir süpürge konmuştu… Nevreste Ebe ise loğusayı çeyrekleyip tütsülemiş, ardından onu bir mindere oturtup kucağına Mes’ud’u vermişti. Kadınlar el birliğiyle loğusa yatağını topladıktan sonra mevlit okunmuş, şerbet dağıtılmıştı. Cemil, herhalde bu kadardır derken, bir de kırk hamamı çıkmaz mı? Meğer loğusaya bir hamam kapatmak da âdettenmiş.

Tanbûrî Cemil Bey’in yaşamının bir bölümünü içine gizlemiş olan Vaktinden Evvel Bir Zemherir’de saz semaileri, peşrevler, taksimler ve elbette Türk Sanat Müziği eserleri de arada tebessüm ediyor okura. Kitap bittikten sonra Cemil Bey’in ruhu şad, eski İstanbul yâd olsun deyu meşk edelim: Hatırla ma’ziyi mes’udu sen de ben gibi yan…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Okumak: her şeyin mümkün olduğuna inanma hali

Ne Okursan O Olursun, Robert Diyanni’nin kitabının adı. Antre Yayın tarafından ilk Türkçe baskısı 2023 yılında, Fatma Sevde Ünal çevirisiyle yayımlanmış. Kitabın alt başlığı aynı zamanda amacının ne olduğunu belirtiyor: iyi okuma için uygulamalı bir kılavuz.

Kitaplara yeterli bir zihinsel enerji harcayarak, olabilecek en aktif şekilde okumak elbette oldukça önemli. Tıpkı Robert Scholes’in dediği gibi, “Her metinden aldığımız, tam olarak verdiğimize eşittir.” (s.43). Aynı kitabı okuyup çok farklı sonuçlara ve derinliklere varmak pekâlâ mümkün. Okumak fiilini herkes için aynı eylemmiş gibi kullanmaya alışık olduğumuzdan kendimize özgü okuma biçimini bulmakta her zaman zorluk çekiyoruz.

Okumanın en nihayetinde kendimizi okumak olduğunu bilememekten kaynaklı başıboş savrulmalarımız çok. Başka türlü kendimizi görmemiz mümkün olmadığı için başkalarının gözlerine ihtiyacımız olduğunda okuruz oysa. “Kitaplar onların vasıtası olmadan ulaşamayacağımız şekillerde kendimizi görmemizi sağlar.” (s.186). Bu savrulmalara bir de basılan sayısız kötü kitap olması gerçeğini ekleyince Diyanni’nin kitabı, uygulamalı bir rehber niteliğiyle hayli değerli; yalnızca, nasıl okunacağını değil aynı zamanda okumayı gerçek anlamda öğrenince okunmaması gereken kitapları okuyamaz hale geleceğimizi anlatması bakımından da ilginç.

Ne var ki kitapları nasıl okumalı konusuna geçmeden önce her zaman -ve tekrar be tekrar- sorulması gerektiğini düşündüğüm bir başka soru var: kitap okumak zorunda mıyız? Ya da, neden okuyalım ki? Okumanın değeri tam olarak nedir?

Gerçekten de hayata çok düşünmeden şöyle bir bakınca, ömrünce kitap okuma ihtiyacını bir kez olsun duymadığı hissine kapılmamıza neden olan pek çok kişi gayet “başarılı” ve istediğini almış gözükmüyor mu? Hatta, çok okuyan ve çok düşünen insanların daha zorlu hayatlar yaşadığı gibi bir düşünceye kapılma eğiliminde değil miyiz çoğu zaman.

Gerçekten de insan, ne okursa o oluyor belki de ve tam da bu yüzden okumayınca olması gereken bir şey kalmıyor geriye ve hayatta her şey o kişiler için mümkün hale geliyor. Hiçbir şey olmamanın dayanılmaz hafifliğiyle mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar. Okumuşlar içinse olmakla olamamak arasındaki gidiş-gelişler hep bir yorgunluk kaynağı. O halde, tutkuyla ve her şeye rağmen bizi kitaplara bağlayan, okumadan geçen zamanı kayıp saymamıza neden olan, hayat başarısından bağımsız bir yolculuk gibi hiç düşünmeden atıldığımız bu tek taraflı çabayı neden sarf ediyoruz?

Okuyoruz, çünkü başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyoruz. Yaşadığımız hayatın onca adaletsizliği, haksızlığı ve ahlaksızlığı karşısında başarılı olmanın bir ceza olduğunu düşünüyoruz ve bundan istemsiz şekilde kaçınıyoruz. Başka türlü bir dünyaya ulaşıncaya kadar okumak zorunda hissediyoruz kendimizi. Olan bitenin başka türlü olamazmış gibi olan halini asla kabul edemiyoruz. Aptallaşmak istemiyoruz, çünkü aptallık tam da başka türlüsünün mümkün olmadığını düşünmekle çok ilişkili. Kitaplar, aptallar için değil belli ki!

İronik biçimde konforu reddedip -aptalca görünse de!- karşı koymak ve itiraz etmek için okuyoruz (İnsanları, Don Kişot’u sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye ayırsak yeridir). Hayatın en sıradan anlarında dahi gizliden gizliye kendini hissettiren hüznü duyabilmek, başka türlü hissedebilmek için ve de. Her türlü neşenin hüzünde saklı olduğunu bildiğimiz için belki de. Sıradan olandan eşsiz olana geçiş için, işlerimizin yolunda gitmesinden duyduğumuz utanca yenik düşmemek için.

Tekrar sorarsak o halde, okumak zorunda mıyız? Elbette, hayır! Bu bir zorunluluk olamaz kesinlikle. Öyle olsa başka bir dünya mümkün olmazdı çünkü. Başarılı olmak gerçekten başarılı olmak olurdu! Her şey göründüğüyle sınırlı olur, şiire gerek kalmazdı. Neyse ki kendisini okumak zorunda hisseden insanlar hep oldu ve hallerine bakılırsa -vaat ne olursa olsun!- onları yollarından döndürmek pek mümkün değil. Dahası, biz ne düşünürsek düşünelim onlar hep başka türlü düşünecek ve bunun mümkün olduğunu bütün varlıklarıyla göstermeye devam edecekler.

Diyanni de tam olarak böyle söylüyor: “Güzel okuma zihni uyandırır ve genişletir. Sizi günlük hayatın ötesindeki ruhsal bir aleme götürür. Güzel okursanız yine kendiniz olursunuz. Ama daha iyi, daha ilginç bir size dönüşürsünüz.” (s.9). Günlük hayatın ötesindeki ruhsal alem tam olarak neresidir, böyle bir yer neye benzer, bilmiyoruz. Ama çok iyi biliyoruz ki hayat günlük olan bitenle sınırlı olamaz. Tıpkı, hiçbir şeyin göründüğü kadarıyla sınırlı olamayacağı gibi. O nedenle, okumak, görünmeyene ulaşma çabasıdır. Her türlü pratik amacın ardındakiyle bağlantıya geçmenin en tatmin edici yollarından biridir. İçimizdeki dünyayla dışımızdaki dünyanın uyuşmazlığını yenmek için bulunan yeni yollarla bağlantı kurmanın en verimli biçimlerindendir. Tıpkı Okuyucu yazarı Maryanne Wolf’un dediği gibi: “Derin okuma her zaman bağlantı kurmaktan geçer: bildiğimizle okuduğumuzu, okuduğumuzla hissettiğimizi, hissettiğimizle düşündüğümüzü, nasıl düşündüğümüzle nasıl yaşadığımızı birbirine bağlamaktır.” (s.50). Önemli olan anlam değil etkidir bu yüzden. Bizi birbirimize ve hayata bağlayan şey de tam olarak budur. Esas olan, anlam değil arayıştır. “Hakikatleri aramanın onları keşfetmek kadar mühim olduğunu unutmamalıyız.” (s.43). Kitapların, özellikle de kurmaca eserlerin ne dediğinden çok nasıl dediği, yıllar geçse ve kitabın her yerini unutsak bile üzerimizdeki geçmeyen etkisidir, asıl önemli olan.

Okumanın en iyi biçimi, duyguyla düşünceyi birbirine bağlayan şeklidir. Şiirsel düşünce bu bağlantıyı kurabilen okur ve yazarın iş birliğiyle var olur. Okumanın, tarifsiz bir zevke dönüşmesi de yine böylelikle açığa çıkar. “His ve düşünme zevkleri karşılıklı bir etkileşim içinde var olur; birbirlerini hareket geçirir, güçlendirir ve zenginleştirirler. Bu okumanın karmaşık zevklerinin en yaygın ve önemli olanıdır. Bizi düşünmeye ve hissetmeye iten, hissederken bile düşünmeye alan bırakan, düşünürken hissettiren edebi eserlere değer veririz.” (s.173).

En verimli okumalar, okunmak için yapılanlardır. Okuduğumuz kitaplar da bizi okur. “Okuduğumuz kitaplar tarafından okunuruz; büyük yazarlar -romancılar, şairler, oyun yazarları, denemeciler- bizi kendimizden daha iyi tanır…metin sabit kalır ancak eser değişir. Sözcükler sabit kalır, ancak anlamları değişir.” (s.194). Kitapları okurken kendimizi yeniden düşünmek için yardım alır ve içten içe bir minnetle hayat karşısında mütevazi bir şükre kapılırız. Hiç gereği yokken çok şey bulmuş, düşünmüş ve hissetmişizdir. Her şeyin ötesindekiyle bağlantıya geçmiş, sıradan ve gündelik olanı yenmişizdir.

Okumanın değeri tam olarak nedir o halde? “Okumak paradoksal bir şekilde değerlidir. Çünkü yaşamak için katiyen gerekli değildir -nefes almaya benzemez; hayata devam etmek için elzem değildir. Birçok insan çok fazla okumadan başarılı olur. İyi okumak ne şöhreti veya serveti ne de dünyevi başarıyı garanti edebilir.” (s.196).

Zorunlu ve olmazsa olmaz olandaki değer, apaçık ve fazla görünür olduğundan bizi düşünülemeyecek olandan hep uzak tutar. Oysa, zorunlu olmadığı halde zorunluluk duyduğumuz eylemler en düşünülemeyecek dünyaların kapılarını aralar. Okumanın değeri tam olarak burada gizlidir. Okumak, olmaktır. Olmayacakmış, olamazmış gibi görünen her şeyin ötesine geçen bir oluş halidir. Her şeyin mümkün olduğuna inanma hali de denebilir. İyi okuma, okunan her şeye inanmayı içerir. Sonra da inanılan her şeyin inanılmaz olduğunu bilerek yaşamadan kaynaklı bir kendi kendine yetme haline dönüşür. Dışarıdan bakıldığında derbeder gibi gözüken iyi bir okur kendi içinde insanlık komedyasının sahne arkasını görebilmektedir.

Kitap, yazıldığı gibi okunmalıdır. Öylesine sessiz, kendini her şeyden çok vererek. Durup durup düşünerek. Ve, kendi kendine sık sık gülümseyerek…

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

7 Haziran 2024 Cuma

Kayıp Limon Şehri'nin peşinde

Emine Arlı’nın yazdığı, Radiye Ayla Asilkan’ın resimlediği Limon Çekirdekleri adlı kitap, haritadaki yeri kaybolmuş, üzerinde yaşadığı canlıları dört duvar arasına kapatılmış Kayıp Limon Şehri'ni bulmak ve orada yaşananlara son vermek için kolları sıvayan dört arkadaşın öyküsünü anlatıyor.

İstanbul doğumlu Emine Arlı, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olmuş. Aynı zamanda sosyoloji dalında da lisans eğitimi almış. Okul öncesi öğretim kurumlarında Değerler Eğitimi dersleri veren Arlı, okul idareciliği de yaparak eğitim ve öğretimin işleyişi hakkında bilgi sahibi olmuş. Eğitimci tarafına anneliği de eklenince çocuk kitaplarıyla uzun uzun mesailer harcamış. Küçük yaşlarda merak sardığı yazma hevesi bu sürecin ardından iyice ortaya çıkmış ve çocuklarla gençlere yönelik yazım serüveni başlamış. Radiye Ayla Asilkan ise 1992 yılında dünyaya gelmiş. Çocukluğunu toprak üzerine çizdiği şekillerle geçiren Asilkan, bir gün babasının ona boya kalemleri almasıyla birlikte çizimlerini kağıt üzerinde yapar olmuş. Kafasında kurduğu hayalleri kağıda, fırçaya dökmüş. Çocuklar için resim yapmayı çok sevdiğinden onlara gönüllü olarak resim dersleri vermiş. “Küçük Eller Büyük Hayaller” adlı bir sergi açmış. Emine Arlı’nın kalemiyle Radiye Ayla Asilkan’ın fırçası, Timaş Çocuk Yayınları etiketiyle yayımlanan Limon Çekirdekleri adlı kitapta bir araya gelmiş. Haritadaki yeri kaybolmuş, üzerinde yaşadığı canlıları dört duvar arasına kapatılmış Kayıp Limon Şehri'ni bulmak ve orada yaşananlara son vermek için kolları sıvayan dört arkadaş üzerinden, tam da gözümüzün önünde, çadırlarda kalan çocuklara bombalar yağdırılırken, “Aynı göğün insanlarıyız” mesajını veren kitap, ayrımcılığa, kötülüğe, insanın insana zulmüne karşı birlik olmanın önemini vurguluyor.

Menesse, Samir, Semiha, Hasan okullar ara tatile girmeden önce son derslerini yapmak üzere sınıfta hazır bulunurlar. Dersin konusu, hangi ülkelerin neyi meşhur üzerine dönmektedir. Öğretmenleri bazı örnekler verdikten sonra konu limona gelir. Limonun nerenin ünlü meyvesi olduğunun bilinmediğini anlatır. Öğrenciler duruma şaşırır. Zira öğretmenin anlattığına göre; limonuyla meşhur olan ülkenin neresi olduğu bilinmemektedir. Hatta yeri haritadan bile silinmiştir. Ancak limonlarının çok lezzetli olduğu, insanlarının cana yakınlığı bu isimsiz yerin özellikleri arasındadır. Bu tuhaf durum, dört kafadarın aklına yatmaz. Kafalarını buranın neresi olduğunu bulmak için çalıştırmaya başlarlar. Büyüklerine danışırlar, mahallelerindeki esnafa sorarlar. Herkes bu kayıp ülkenin yeri hakkında çeşitli rivayetler ortaya atar. Bizimkiler ise bu ülkenin akıbetini bulmak için kolları sıvar. Dijital ortamda aramalar yaparlar, ilan bastırıp mahallenin duvarlarına asarlar.

Bir süre ses, seda çıkmaz. Ancak mahallede antika dükkânı olan yaşlı bir adam onlara olayın gerçek yüzünü anlatmaya başlar: “Bu aslında çok eski bir hikâye...” diye sözlerine kaldığı yerden devam etti. Kelimeler harflerden ibarettir, rakamlar ise sayılardan. Ama insanlar sayılardan ibaret değildir, hepsinin bir hikâyesi vardır. Bir şehrin hikâyesi ise iç içe geçmiş pek çok hikayeden oluşur. Yaşadığımız şehirler de tıpkı diğer her şey gibi, ismiyle bir karaktere bürünür. Birine şefkatli dersen şefkatli, cesur dersen cesaretli, adil dersen adaletli olur. Bu şehrin adı da güçlü anlamına geliyormuş. Ama bu güç, haksızlığa karşı duruşundan ve zalime boyun eğmemesin den kaynaklanıyormuş. Üstelik bu şehir, büyüleyici güzelliğe sahip bir şehirmiş. Öyle ki, bir kez gidenin kesinlikle yeniden gitmek isteyeceği türden... Fakat gel zaman git zaman tıpkı sineklerin şekerli şeylerin üstüne üşüştüğü gibi birtakım insanlar da bu şehrin üzerine üşüşüvermişler. Hâlbuki önceleri orada yoklarmış. Ne orada doğmuşlar, ne evleri varmış orada. Ne büyüttükleri bir ağaçları varmış ne de bir akrabaları. Kimsenin ne komşusu imişler ne de bir arkadaşı. Bu şehri çok sevdik demişler ve bu şehir artık bizimdir diyerek akın akın oraya gelmişler. Birlikte yaşama gibi bir istekleri hiç yokmuş. Tek istekleri, şehrin tek sahipleri olmakmış.

Hikâyenin aslını öğrenen Menesse, Samir, Hasan ve Semiha, kayıp ülkeyi bulmak için neredeyse tüm dünyayı seferber edecek bir kampanya başlatırlar. Amaçları, şu anda neresi olduğunu tahmin etmenin hiç de zor olmadığı ‘o’ ülkede yaşayanları hapseden duvarları yıkarak özgürlüklerine kavuşturmaktır…

Emine Arlı, Limon Çekirdekleri'nde, Kayıp Limon Ülkesi üzerine kurduğu hikâyeyle özgürlüğün, birlik olmanın, yurt duygusunun altını çizerek sadece küçüklerin değil, büyüklerin de dikkatini çekecek bir kitapla karşımıza çıkıyor.

Burak Soyer
soyerbrk@gmail.com

5 Haziran 2024 Çarşamba

Anlatmadan yaralara dokunan bir dost eli

Modern zamanın erişimi kolay, konfora düşkün ve fakat daima yorgun ve sükuneti arayan insanlarıyız. Zihnimiz sürekli dolu. Ekranlardan, kaydırmalardan, reklamlardan oluşan dev bir hengamenin içinde şahsi dertlerimizi öğütemediğimiz gibi, kendimizi dinleyeceğimiz yahut bir başkasına kulak vereceğimiz zamanlar dahi işgal altında. Böyle zamanlarda anlatmadan anlayan, bir bakıştan, nefes alıp verişten, sesindeki o ince titremeden duruma vakıf olup omzuna baş koyacağı bir dost arıyor insan. Anlatmak için değil, o içteki büzüşme her neyse, ancak bir dostun sırtını sıvazlamasıyla durulacak gibi hissettiğinden. İşte bu kitap, anlatmadan o yaralara dokunan bir dost eli gibi...

Her insan derdi nispetince bir mananın içinde döner durur şüphesiz. Kitap, seni beni ayırmadan insan olma derdinin içinde belki de kaybolmuşlara ‘yalnız değilsin’ diyor fısıldayarak. Bir kavram haritası çıkarıyor edebi çerçevede. “Huzur, insan(ın) gönlündedir. Bakın bu üç kelime de çok kolay okunur ama içini doldurmak hiç kolay değildir. Hangi huzur, hangi insan, hangi gönül? Hakikat belki de bu üç kelimenin içini doldurmakla kendini aşikar ediyor.

Hafıza Kaydı, farklı zamanlarda yazılmış denemelerden oluşuyor. Yağız Gönüler bu denemeleri üç başlık altında sunmuş okura; “Hayat, İnsanlar ve Kitaplar.” Yazar gerek yaptığı alıntılarla gerek değindiği inceliklerle, ‘büyüklerin’ gönüllere dokunuşlarını anlattığı bölümlerle ve avcı bir okurun kendisine uzun bir liste çıkarabileceği kitaplarla lezzetli bir okuma sunuyor okura. Akılda dönüp duran sorulara cevap bulabildiğimiz anlar vardır hani. Bir ses, bir bakış yahut bir kelime boşluğu doldurur. Metinlerin çoğu böyle bir etkiye sahip. İnsan bir soruya hazırlıksız yakalanabildiği gibi, bir duyguya ve bir cevaba da hazırlıksız yakalanabiliyor.

Yeni bir yer yoktur, yeni bir ‘sen’ olana kadar.

Kimsenin kendine toz kondurmadığı bu zamanda yeni bir kimlik inşa etmek üzerine ve bu inşanın yokluğunun insanı içine düşüren sığlığı hakkında tefekküre davet eden muazzam bir cümle. “Yeni bir yer yoktur, sendeki seni bulup çıkarana kadar. Böylece her gün döndüğün yer, sadece döndüğün yerdir.

Yol yürümek, yol açmaya niyetli olanların işidir. Kendi(nde) bulduğu anlamı başkalarında da yaşatmak için. Sahiden yaşamak için. Yaşamak umurumuzdadır.

Sahiden umurumuzda mıdır?

Hakikat acımaz, acıtır.

İnsan daima özgür olmak ister ve insan daima özgün olmak ister.

Kalple akletmek, duyularla idrak arasında sağlam bir köprü inşa eder. Göz nereye baksa Allah’ı görür, kulak neyi duysa Allah’ı işitir. Böylece ‘Doğuda da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır’ ayetinin sırrını tadar, yaşar.

Aramak, bulmak, yitirmek, sonra tekrar aramak, bu defa bulamamak ama aramadan asla vazgeçmemek, tüm bunlar sevgidendir.

Hayatımızdan memnun olmaya, öyle veya böyle güzel yaşamaya çalışmak tek başına halledilecek bir mesele değil.

Deneme, okuru içine alma açısından riskli bir alan. Didaktik olmadan, kalbe değen meseleleri yazarla bir dost muhabbeti kıvamında ele alan kitabın arka kapak yazısı genel bir özet sayılabilir;

Yaşadığımız topraklar dünüyle bugünüyle bizlere çok şeyler vadediyor. Eski(mez) insanların izini sürmek, onların yazdıklarından ve yaşadıklarından kendimize pratikler çıkarmak, dünü bugüne ve bugünü yarına bağlamak, Tanpınar’dan ilhamla söyleyecek olursak ‘değişerek devam etmek ve devam ederek değişmek’ her zaman mümkün. Yeter ki birileri ‘başka şeylerle’ ilgilensin, ‘başka şeyler’ okusun. Raflarda tozlanmış kitapları yeniden ortaya çıkarsın, kimsenin dikkatini çekmeyen asil konuları yeniden yorumlasın, tüm ciddiyetiyle ‘para etmeyen’ ama ‘mana yüklü’ işlerle yaşama anlam üstüne anlam katsın. Hem kendine hem civarına bahtiyarlık sunsun, huzur aşılasın, şevk versin. Neden olmasın?

Nihayetinde; “Muhabbet yalnızlığı giderir, muhabbet yürekleri bir eder, muhabbet cana can katar, muhabbet gönülleri mamur eder.

Vesselam.

Sevde Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

Okuma ve yazma tutkusunun ete kemiğe bürünmüş hâli: Alberto Manguel

“Çılgınlığın giderek arttığı bu dünyada yazmak benim için akıl sağlığının teminatı.”
- Alberto Manguel

“Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
- Sait Faik Abasıyanık

Bir yazarı tanımanın, onun düşüncelerini öğrenmenin, sorulara göre aile hayatının/yaşamının içine girebilmenin en iyi yollarından biri, onunla yapılmış söyleşileri okumaktır. Bu söyleşilerin en önemli özelliği ise söyleşinin yüz yüze ya da internet üzerinden olsa bile spontane olmasıdır. Artık (covidin de araya girmesiyle) yüz yüze söyleşi pek okuyamıyoruz. Birçok dergideki söyleşiler maalesef e-mail üzerinden gerçekleşiyor. Hâl böyle olunca da yazarların sorulara verdikleri cevaplar konuşma şeklinden çıkıp kitabileşiyor ve didaktikleşiyor. Kısa cevaplar da bu durumda ortadan kalkıyor ve yazarlar sayfalarca cevap ‘yazıyor’. Hatta zaman zaman bazı yazarlar cevaplarını ‘bilgisel şov’lara dönüştürüyorlar. Ben mesela bir söyleşide uzun uzun dipnot okumak istemiyorum ama bir yönüyle yazarlar da haklı olabilir. E-mail üzerinden bir soru soruluyorsa yazar da buna uygun cevap verebilir. Fakat son tahlilde, bir söyleşi zorunlu kalmadıkça konuşma sözcükleri, dili ve temposuyla olmalıdır. Yapı Kredi Yayınları, Orhan Düz çevirisiyle yeni bir Alberto Manguel kitabı piyasaya sürdü. Sieglinde Geisel’in Alberto Manguel’le yaptığı söyleşiler kitabı bu. Farklı kişilerdense bir kişinin yaptığı söyleşiler dizisi bence daha değerli çünkü aynı soruların tekrar tekrar sorulmasının önüne geçiyor bu durum. Ayrıca belli bir kronoloji de takip edebiliyor okur. Hayali Bir Hayat bu özelliğiyle değerini bulmuş. Tam olarak yüz yüze gerçekleşmiş diyemesek de görüntülü konuşmayla bu söyleşiler/konuşmalar ortaya çıkmış. Bu da bir değer düşüklüğü getirmiyor kitaba. Normalde Manguel-Geisel ikilisi bu konuşmaları Zürih’te yapacakmışlar ancak pandemi nedeniyle bu konuşmalar uzaktan gerçekleşmiş. En azından e-mail üzerinden değil.

Alberto Manguel bize, yani Türk okurlara yabancı biri değil. Kitapları okunuyor diyebilirim Türkiye’de. Daha doğrusu bazı kitapları okunuyor. Genelde okuma, kitaplar, kütüphaneler hakkında yazdığından dolayı bu tür okuma sevenler için muhteşem bir yazar. Manguel ayrıca bir de Tanpınar’ın Beş Şehir’inin izini sürüp kendi beş şehrini yazarak da Türk okurlar nezdinde ününü pekiştirmiştir. Bunlara ek olarak bir de Enis Batur’la arkadaşlığı üzerinden biz Enisbaturseverler gözünde de bir değer kazanıyor. Geisel ön sözde Manguel’in meşhur kütüphanesini Lizbon’a taşımasını konu ediyor. Elbette Arjantinli bir yazarın kütüphanesinin Lizbon’da ne işi var diyebiliriz. Ancak çok sayıda ve nitelikli kitaplardan oluşan bir kütüphaneye sahip olanların önündeki sorulardan biridir, ölünce kütüphanesine ne olacağı. Bu yüzden de ölmeden önce bu sorunu çözmeye çalışırlar. Değer görecekleri bir yere kitaplarını nakletmek isterler. Manguel için burası Lizbon olmuş çünkü Lizbon’dan ısrarlı bir talep gelmiş Manguel’e: “Söyleşilerimiz sırasında Alberto iki kez taşındı: Yazın hayat arkadaşı Craig Stephenson’la birlikte Montreal’e, eylül ayında ise Lizbon’a taşındı, çünkü Lizbon Belediye Başkanı, Alberto Manguel’in efsanevi kütüphanesine ev sahipliği yapacak yeni bir mekân teklif etmişti: 40.000 kitap 2015 yılından beri Montreal’de muhafaza ediliyordu, şimdiyse Lizbon’un tarihi kısmındaki bir saraya taşınacaklar ve orada Espaço Atlântida adındaki, ‘Okumanın Tarihini Araştırma Merkezi’nin en önemli bölümünü oluşturacaklardı.

Daha kitabın başında bu paragrafı okuyunca hayıflanmadım değil. Aklıma Seyfettin Özege’nin yaşadığı, okuyanı ve bir kitapseveri öfkelendirecek şu anekdot geldi: Özege kitaplarını kataloglayıp Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne bağışlıyor ve her hafta yeni aldığı kitapları da bağışladığı kitapların yanına göndermeye devam ediyor. Bir süre sonra üniversiteden Özege’ye bir mektup geliyor. “Lütfen artık kitap göndermeyin, kitapları koyacak yerimiz yok.” Bu iki olay iki milletin kültüre, bilgiye, nesne olarak kitaba bakışını çok güzel özetliyor. Kimse beni yıllık kitap basım sayılarıyla kandırmaya çalışmasın. Hep dediğimi yineliyorum. Bu ülkede kitap okuyan çok kişi yok, az sayıdaki kişinin çok kitap okuması durumu var.

Söyleşilerde Manguel’in çocukluğunu ve ailesini de detaylı denebilecek şekilde tanıyoruz. Babası ilginç bir adam Manguel’in. Aile ilişkileri de bildiğimiz aile ilişkilerine göre farklı. Bakıcılarla büyüyor ve bu durum ileriki hayatını da etkiliyor. Tabii bazı kuramadığı bağları ve gerçeklik hissini de kitaplarda arıyor diyebiliriz: “Gerçeklik benim için çoğu zaman bir kitabın sayfalarının gerçekliğiydi, sözcüklerden oluşan bir gerçeklik.

Kitabın önemli özelliklerinden biri kapsayıcı olmasıdır. Bir de Manguel’in her soruya açıkça, sansürsüz cevap verme isteği. Bu, kişisel ilişkilerinden politik sorulara kadar her alanda geçerli. Böyle olunca da okurun hem çok şey öğrendiği hem de keyifle okuduğu bir kitap ortaya çıkmış. Manguel’in kimseden çekincesi yok. Ne devletten ne bürokrasiden ne kişilerden ne de toplumdan. Bu yüzden de her soruya sansürsüz cevap veriyor ve söylediklerinin arkasında duruyor. Bazen bu yüzden sakin hayatı bozulabiliyor. Tam rahata erdiğini düşündüğü Fransa’dan ayrılmak zorunda kalması gibi.

Her kitapsevere ve hatırı sayılır bir kütüphane oluşturan kişiye sorulan klasik bir soru vardır. Bu soru Selçuk Altun’a da sorulmuştur Enis Batur’a da Umberto Eco’ya da. Yani kültür fark etmez bu soruyu duymuş olmak için. Manguel’e de sorulan bir sorudur bu: Bu kitapların hepsini okudunuz mu? Kırk bin civarı kitabı vardır Manguel’in ve bu ekonomik durumda dahi kitap almaya ve okumaya devam eden birçok okura dayanak olabilecek şöyle bir cevap veriyor yazar: “Hepsinin kapağını bir kere açtım ama Alice Harikalar Diyarında gibi iki yüz kere okuduğum kitaplar olduğu gibi, sadece tek kelimesini okuduğum kitaplar da var. Bazılarının kapağını açar açmaz kapatmışımdır. Kitaplarla olan ilişkim dünyayla olan ilişkimdir; dünyayla olan ilişkimse kitaplarla olan ilişkimin bir kopyasıdır. Her ağaca, her buluta bakmıyorum ve her insanla konuşmuyorum ama onların orada olduğunu ve içinde bulunduğum dünyayı tamamlamak için gerekli olduklarını biliyorum. Kitaplarda da durum aynı. Falanca kitaba ne zaman ihtiyacım olacağını veya ona ihtiyaç duyup duymayacağımı bilmiyorum. Kitaplar inanılmaz derecede sabırlıdır. Dante’de benim başıma geldiği gibi, ömrünüzün sonuna kadar bile sürse sizi beklerler.

Manguel’in hayatı okuma ve yazma tutkusu üzerinden sürmüş ve hâlâ da bu şekilde devam ediyor. Bizler gibi okumaya gerektiği önemi vermeye çalışanlar için Manguel önemli biri. Çünkü onun yazdıklarının çok önemli bir kısmı okumanın tarihine, kültürüne ışık tutuyor. Zaman zaman “okuma üzerine bir okuma” yapmak iyi okurlara bir okuma konforu sağlar. Ne çok okuma dedim. Madem bu yazıyı da onun okuma tutkusunu anlatan sözleriyle bitirelim. Manguel’i ilk defa okuyacaklara bu söyleşi kitabıyla başlamalarını tavsiye ederim. İlk önce, yazarı her yönüyle tanımak iyi olacaktır: “Okumadığım bir zaman asla yoktur, yataktayken, trendeyken, tuvaletteyken ve öğle yemeği yerken bile okurum. Birisiyle konuşmadığım sürece her zaman elimin altında bir kitap olur. Şayet o sırada elimde kitap yoksa mısır gevreği kutusunun arka tarafında yazanları okurum. Bu benim dünyayla ilişi biçimim.

Mehmet Akif Öztürk