SAYFALAR

28 Haziran 2024 Cuma

Doğa ve insan arasındaki dengeyi yeniden kurmak

Bir zamanların çiçek çocuklarının söylemi olarak görülen ve çoğu zaman dalga geçilen çevreci hareket, bugün artık yadsınamaz bir şekilde bekâ meselemiz haline gelmiştir. Artık herkes bir konuda görüş birliğine varmış durumdadır: “Bekâ bulamazsak sonumuz fenâdır”.

Mesela son yapılan bir çalışmada Türkiye’nin 2030 yılına kadar kullanması gereken kaynakları daha şimdiden tükettiğini, yani cepten sermaye yediğimiz ortaya çıkmıştır.

Bu tüm dünya için üç aşağı beş yukarı aynı ve sürdürülemez bir durum. Bu sürdürülemezlik durumu, kaçınılmaz olarak uluslararası arenada gittikçe yükselen ve taban bulan “Sürdürülebilirlik” kavramını gündemimize yerleştirmiştir.

Ancak sorun eski bir sorundur ve kökü Antik Yunan’a kadar uzamaktadır. Aristoteles’den itibaren, Batı’nın anladığı anlamda felsefe başlamış, hikmet içeren Doğu’nun anladığı anlamıyla olan felsefe de sona ermiştir. Bu hikmetten uzaklaşma ve rasyonalizm, tabiat ilimleriyle pek fazla ilgilenilmemesine ve insanın bir zamanlar doğayla olan “ortak yaşayış” halini ortadan kaldırarak, doğanın insan için var olan bir kaynak, bir “şey” seviyesinde algılanmasına yol açmıştır.

Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan ve Tabiat adlı eserinde, modern dünyanın karşı karşıya olduğu ekolojik ve manevi krizleri derinlemesine incelemektedir. Nasr, insanın doğayla olan ilişkisindeki bozulmayı ve bunun doğurduğu sonuçları ele alırken, bu sorunların kökenlerine inmiştir. Bugünün dünyasında savaş tehlikesi, nüfus artışı, hava kirliliği ve zehirlenen sular gibi pek çok problemle karşı karşıya olduğumuzu belirten Nasr, bu problemlerin insanın doğayla olan ilişkisini yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini vurgulamaktadır.

Tahran doğumlu olan Seyyid Hüseyin Nasr, MIT’de fizik eğitimi almış olmasına rağmen, Harvard’da bilim tarihi doktorası yapmış, Tahran ve Harvard Üniversitelerinde de felsefe ve bilim tarihi dersleri vermiştir. Şu anda da Georgetown Üniversitesi’nde İslâm araştırmaları profesörü olarak görevine devam etmektedir. Bu sebepten dolayı Nasr’ın bilim ve teknoloji ile hikmeti ve maneviyatı birleştiren, onları ayrı ayrı değil de birbirini destekleyen bir bütünün parçaları gibi gören yaklaşımı son derece değerlidir.

Nasr, kitabında insanların gelişme kaynaklı bu sorunları, daha fazla gelişme ve teknolojik ilerleme ile çözmeye çalıştıklarını, ancak bu yaklaşımın doğaya daha fazla zarar verdiğini ifade etmiştir. Bu tıpkı ateşe benzin dökmek gibidir. Pek çok kişinin, günümüzün en acil sorunlarının az gelişmişlikten değil, aşırı gelişmişlikten kaynaklandığını kabul etmediğini belirten Nasr, insanların doğa karşısındaki saldırgan tavırlarını değiştirmedikçe insan toplumunda barışın sağlanamayacağını bizlere göstermektedir. Dahası, doğayla barışık olmanın manevi düzenle barışık olmaya bağlı olduğunu ve bu gerçeğin anlaşılmadığını dile getirmiştir.

Kitap, Hristiyan öğretisinin doğanın manevi anlamını içerecek şekilde genişletilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Nasr, bu öğretilerin canlılığını koruması ve ancak Doğu metafizik ve dini geleneklerinin de yardımıyla başarılı olabileceğini ifade etmiştir.

Dünyayı mahveden endüstrileşmenin ve bunun altındaki düşünce yapısının kaynağı olarak Batı dünyasına seslenmek isteyen Nasr, kanımca bu yüzden Garb’ın temsilcisi olarak Hristiyan geleneğini muhatap almış, Şark’ın temsilcilerini seçerken de bir sınırlama yapmamış ve İslâm’dan Hinduizm’e kadar geniş bir yelpazede örnekler sunmuştur. Nasr, modern bilimin tahribatının da Hristiyan dünyasından başladığını unutulmaması gerektiğine vurgu yapmıştır.

Nasr, Batı dünyasında kentleşmenin ve iş merkezlerinde yaşayan insanların hayatlarında bir şeylerin eksik olduğunu içten içe hissettiklerini belirtmiştir. Bu eksiklik, doğrudan doğruya doğanın dışlanmasıyla oluşturulan yapay çevreden kaynaklanmaktadır. Bu hali büyük şehirlerde yaşayan herkesin değişen oranlarda hissettiği yadsınamaz. Dindar insanlar bile bu şartlar altında doğanın manevi kavramını kavrama yeteneklerini kaybetmektedirler. Doğa bu günkü bağlamında, anlamsız bir "şey" haline gelmiş durumdadır.

Nasr, endüstrileşmiş toplumların doğayı boyunduruk altına almalarının, modern bilimlerin teknolojiye uyarlanmasının, herkes için ortak bir sorun olduğunu belirtmiştir. Doğa üzerindeki hakimiyetin artmasının ekonomik alanda ilerlemeler anlamına geldiği resmi yargılarına rağmen, pek çok insanın bu dengesizliğin doğa karşısında kazanılan zaferleri tehdit ettiğini hissetmeye başladığını ifade etmiştir.

Nasr, doğanın boyunduruk altına alınmasının, kent yaşamındaki sıkışıklık, tabii kaynakların tükenişi, tabii güzelliklerin tahribi ve çevrenin yaşanmaz hale gelmesi gibi birçok sorunun kaynağı olduğunu savunuyor. Bu noktada kitap bana “gelişme” kavramını yeniden sorgulattı. Gelişmişlik veya gelişme bugün gerçekten de yeniden tanımı yapılması gereken bir kavramdır. Günümüzün vahşi kapitalist, rasyonalist ve modernist dünyasında gelişme, teknolojik ve finansal çerçeveye indirgenmiş durumdadır. Oysaki bu şehirlere hapsolmuş hayat, birey olarak insana gelişme şansı tanımamaktadır.

Tarih boyunca insan, insan olmaklığı bakımından belli kaynaklardan beslenmiştir. Bu kaynaklar onun şahsiyet inşa sürecinde önemli yapıtaşlarıdır. Bu kaynaklara örnek olarak insanın kendi özüyle olan ilişkisi ve bunun ayrılmaz bir parçası olarak insanın ona yaşam alanı sağlayan doğa ile olan ilişkisidir. Bu ikisi üzerinde yeterince tefekkür eden insan üçüncü kaynakla, yani aşkın alan ile ilişki kurarak, transandantal hale gelir. Bu haldeki insan artık hem içsel olarak kendi özüyle bağlantı halindedir, hem de her şeyin canlı olduğunun bilincinde, tüm varoluşun elemanlarının birbirleriyle ilişkili olduğunun farkındadır. Bu farkındalık onu, doğanın efendisi olma iddiasından uzaklaştırarak, hiçliğini fark etmeye ve evren ile bu yokluk seviyesinden bir varlık ilişkisi kurmaya götürür. Bu alçakgönüllü bir duruştur.

Günümüzün indirgemeci anlayışı da Nasr’ın kaleminden nasibini almıştır. Modern bilimlerin doğayı sadece fiziksel ve kimyasal yönleriyle ele almasının, onun kutsal ve manevi boyutunu göz ardı etmesi, insanın doğayla olan ilişkisini derinden etkilemektedir. Nasr, geleneksel ilimlerin, modern bilimlerle birlikte sembolik muhtevalarını yitirdiğini ve bu durumun modern dünyanın ekolojik krizlerine yol açtığını belirtmiştir. Simya gibi geleneksel ilimlerin kutsiyetlerini yitirmeleri ve kimya gibi bilimlere indirgenmeleri, tabiat ilimlerinin sembolik ve manevi anlamlarını kaybetmesine neden olmuştur. Sembolik anlamın kaybolması, bilimsel teorilerin yalnızca dış biçimlerine indirgenmesine neden olmuştur. Bu, modern bilimsel dünya görüşünün ve uygulamalarının yol açtığı bunalımın ardındaki temel nedenlerdendir.

Egzistansiyalizmin ise insanın doğayla olan ilişkisini kesmesi ve bilimsel sorunlarla pek az ilgilenmesi, bu krizi daha da derinleştirmiştir. Nasr, bazı kişilerin bilimin sınırlılıklarını göstermeye çalışırken, diğerlerinin ise bilim, felsefe ve dinin karşılaşmasından doğan sorunlara içtenlikle cevap aradıklarını belirtiyor. Ancak, bu karmaşık sahnede asıl eksikliğin metafiziki bilgi olduğunu vurguluyor. Gerçekliğin ve bilimin derecelerini belirleyebilecek tek şey olan Scientia Sacra'nın (kutsal bilgi) yokluğu, bilimsel buluşların manevi anlamlarını kaybetmelerine yol açmaktadır.

Endüstrileşmiş toplumların otoriter yapılarının yıkılması ve göklerin dini anlamlarını yitirmesiyle, insanlar manevi anlamdan uzaklaşmışlardır. Hristiyan yazarlar bize, dinle bilimin uyumunu sağlama çabalarının indirgemecilikten öteye geçmediğini ve bilimsel teorilerin gelip geçici olduğunu hatırlatıyorlar. Bu yazarlar, dinin aşkın ve değişmez ilkeleriyle bilimin en son buluşlarının uyum halinde olduğu söylemlerinin yanıltıcı olduğuna dikkat çekmişlerdir. Gerçekten de bundan elli sene önce kesin bilgi olarak kabul ettiğimiz bir çok bilimsel verinin, bir çoğunun günümüzde geçerliliğini yitirmiş olması, ilahî ve değişmez olanın, bilim ile uyumlu olduğunun ispatı çabasının beyhûde olduğunu bizlere göstermektedir.

Neotomizm (Neo-Thomist) yaklaşımın temel ilkesinin, bilimin kendi yöntemleriyle sınırlı kalması ve metafizik sorunları çözmeye kalkışmaması gerektiği olduğunu ifade eden Nasr, bilimin ve metafiziğin aynı yöntemlerle ele alınmasının doğru olmadığını savunmuştur. Neotomizm, Katolik felsefede, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda etkili olan ve Orta Çağ düşünürü Thomas Aquinas'ın öğretilerine dayanan bir düşünce akımıdır. Thomas Aquinas'ın felsefi ve teolojik öğretilerini temel alarak, akıl ve inancı uyum içinde birleştirmeyi ve metafizik sorunları çözmede aklın rehberliğini savunur.

Bilimle dinin yüz yüze gelebileceği tek alan olan metafizik bilginin unutulması, bilgi hiyerarşisinin altüst olmasına neden olmuştur. Bu durum, tabiat felsefesinin günümüzde eksik olmasının en büyük nedenidir. Nesnelerin saydamlığı, latifliği duygusunun kaybedilmesi, insanoğlunu tabiattan uzaklaştırmış ve onu sembollerle değil, olgularla görmeye zorlamıştır. Bu ise hem hayal gücümüzü, hem de gerçekliği algılayışımızı oldukça sınırlayan bir durumdur.

Hiç şüphesiz ki antik çağda hikmet ve bilimi bir arada ele alan, doğayı, hayatı bu gözlüklerle inceleyen bir insan ile, şehrin beton duvarlarına hapsolmuş bir insanın “gelişmişlik” düzeyi aynı olamaz. Modern insanların büyük çoğunluğu, kutsallığından yoksun bir dünyada yaşamaktadır. Nasr, Adem’in cennetten düşüşünün, mahlukatın düşmanlaşmasına ve uzaklaşmasına neden olduğunu hatırlatarak, tabiat karşısında eski insanla modern insan arasındaki tavır farkının da bu yabancılaşmayı artırdığını belirtmiştir.

Nasr, “Modern bilimin duvarlarında görülen çatlakların, yukarıdan gelen aydınlıkla onarılması gerekir” demektedir. Bilim, metafizikle bütünleşerek manevi anlamını yeniden kazanmalıdır. Gerçek bir sentez, hem Hristiyan inanışının temel ilkelerine sadık kalmalı hem de aklın en katı taleplerine cevap verebilmelidir. Bu da ancak tabiatın manevi anlamını yeniden keşfetmekle mümkündür. Nasr, Hristiyan ve Doğu geleneklerindeki metafizik ve kozmolojik ilkelerin, Batı bilim tarihi ve felsefesiyle bağlantılı olarak incelenmesi gerektiğini belirtmektedir. Hiç şüphesiz ki Doğu gelenekleri, Hristiyanlığın dünya görüşünü benimsemiş olanların bazı şeyleri hatırlamalarına yardımcı olacaktır.

Nasr, tabiatın manevi anlamını yeniden keşfetmenin ve insan-doğa ilişkisini yeniden inşa etmenin önemini vurgulayarak, bu durumun sadece ekolojik sorunları çözmekle kalmayıp, aynı zamanda insanın manevi doyuma ulaşmasını da sağlayacağını ortaya koymaktadır.

Doğa ve insan arasındaki dengeyi yeniden kurmak, modern dünyanın en acil ihtiyaçlarından birisidir. Kaybedecek vaktimiz kalmamıştır. Bu kitap okuyucuya tekrar “bütüncül” bir bakış açısına geçişin önemini hatırlatmaktadır. İmtihan zordur, çünkü bu uyanmış insan tipini sürekli hayatta kalma modunda tutarak çalıştırmak zordur. Bu kapitalist sistemin işine gelmeyecek ve bu tip insanları itibarsızlaştırmak, değersizleştirmek için elinden geleni yapacaktır. Kendi yok oluşuna sebep olsa bile.

Alper Tanca
alper@tanca.net

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder