SAYFALAR

5 Şubat 2022 Cumartesi

İnsan izinden bilinir

"Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası."
- Yûnus Emre

İnsan elbette sözle anlaşır ancak sözün anlam kazanabilmesi için anlatıcı ile dinleyicinin anlam dünyalarının kesişmesi gerekir. Bununla birlikte söz konusu bilginin de hem anlatıcı hem dinleyici tarafından gerek gündelik yaşamlarında gerekse zihinsel dünyalarında bir karşılığı olmalı. Günümüz insanının muhayyilesinde tasavvufi gerçekleri idrak edecek bir zemin oluşturmak oldukça güçtür. Tasavvuf, İslam coğrafyasında güçlü bir şekilde yaşandığı dönemlerde dahi pek çok rumuz kullanarak kendini ifade edebilmişken günümüzde öncelikle bu rumuzların çözülmesi ve daha sonra da günümüz zihniyetinde bu rumuzlara karşılık gelecek yeni rumuzlar bulunması gerekir. Bu anlamda düşünüldüğünde özellikle Lütfi Filiz’in Noktanın Sonsuzluğu isimli dört ciltlik eseri, günümüz insanının tasavvufu anlaması noktasında oldukça önemlidir. Lütfi Filiz, özellikle fizik bilimi başta olmak üzere yirminci yüzyılda ulaşılan bilimsel veriler ışığında, günümüz toplumsal ve siyasal yapısından hareketle tasavvufi kavramlara açıklık getiriyor.

Yûnus Emre’nin yukarıda zikrettiğimiz dizelerinde de rumuzlu bir anlatım var: Dilsiz nasıl bir haber getirebilir, kulaksız bu haberi nasıl dinleyebilir. İlk dizedeki çelişkinin açıklaması ikinci dizede veriliyor. Dilsizin de kulaksızın da anlaşmak için kullanacağı şey “can”dır. Ama bugünkü manada can değil. Yine Yunus’un bir başka şiirinde; “Ten fanidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez / ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” diyerek ifade ettiği üzere ölümlüleri yaratan ve ölümsüz olanla irtibat kurduğumuz “can”dır. İnsan, diliyle söyler; kulağıyla duyar lakin dil de kulak da ölümlü olduğu için bunlarla ancak bu dünyaya ait olanları söyleyebilir ya da duyabilir. Ötelerin ötesini duyabilmek için can dili, can kulağı gerekir.

İşte, Sadık Yalsızuçanlar’ın Gezgin romanında hayatını anlatmaya çalıştığı İbn-i Arabî can gözüyle görmüş, can diliyle söylemiş bir insan-ı kâmil. Sadık Yalsızuçanlar, kronolojik bir hayat hikâyesi anlatmak yerine İbn-i Arabî’yi tasavvuf anlayışı içinde bir tekâmül serüveni içinde anlatıyor. Henüz on dokuz yaşında olmasına rağmen devrin filozoflarıyla hikmet tartışması yapabilecek kadar saf bilgiye ulaşmış, ilham ve keşif yoluyla öğrendiklerini ilmi bir metodla sürekli not eden Gezgin sistematik bir şekilde eserlerini ortaya koyuyor. Endülüs’te başlayıp, Fas, Arabistan, Suriye, Filistin ve Anadolu’ya uzanan bir yolculuğun hem kendi içinde kemâle erişini hem de bıraktığı eserlerle gerek çağının sufilerini gerekse sonraki çağların sufilerini etkileyen vahdet-i vücut anlayışını okuyabiliyoruz romanda.

Gezgin’in Filozofla karşılaştığı sahnede tevhit anlayışı şu şekilde veriliyor: “Sanki üç kişiydiler, Filozof, Gezgin ve Sessizlik. Filozof, Gezginle Sessizlik’i ayrı birer varlıkmış gibi hissediyordu. Sonra bu duygusu dağıldı, sadece Gezgin’i görmeye başladı. Kendisi de sanki yok olmuştu. Sadece o vardı.” İnsanın bir kâmil insan karşısında kendi benliğinden sıyrılarak Allah’ın birliğini ve bütün varlıkların Allah’ın varlığının bir yansıması olduğu idrak etmesi günümüz insanı için teorik olarak kolay görünse de bunu hakka’l yakin derecede bilmek pek kolay değil. Kendi varlığını yok kabul etmek günümüz insanı için oldukça romantik görünüyor. Burada İslâm inancının ve tasavvufun “Teslim ol ki hür olasın.” düsturunun önemi ortaya çıkıyor.

Devrin hükümdarları kendisinin fikirlerine başvurmuş, İbn-i Arabî bu istekleri herhangi bir makam veya mevki almamak karşılığında yerine getirmiştir. Saltanattan, şöhretten mümkün olduğunca uzak durmuş ama devrin sultanlarına alem-i İslam’ın selameti için tavsiyelerde bulunmaktan geri durmamıştır. Kitaplarını yazma amacına yönelik Gezgin’in ağzından şunları söyletiyor Yalsızuçanlar: “Bu kitapları yazarken yazarlık yapmak istemiş ya da belirli bir amaç gütmüş değilim. Ama kalbimi yakan ve göğsümü sıkıştıran bir ilhamı aktarmak zorundayım.” Bu ifade bize hem İbn-i Arabî’nin gerçek bilginin kaynağıyla ilgili fikirleri hem de dünyaya bakışı hakkında bilgi veriyor. Yalsızuçanlar’ın Gezgin’in ağzından aktardığı şu sözler de İbn-i Arabî’nin vahdet-i vücut anlayışını izah etmesi bakımından önemli: “Yalnızlık ona mahsustur. Yaratıcı’ya oranla O’ndan gayrı olarak algılanan her şey, bir yanılsamadan ibarettir. O’ndan başkasına ad olarak kullandığımız her sözcük bir ikilik içeriyor, aşılması gereken bir eksikliğe işaret ediyor. Rab ile kul arasında bir ayrımdan söz edilince, bu ikilik, aşılması gereken sınırlar üretiyor. Oysa varlık birdir, ikilksiz Tek’in dışında ne varsa bir hayal, bir gölgedir.” Bu ifadeleri günümüzün seküler zihniyeti insanın kendini Tanrılaştırması biçiminde yorumlayarak büyük bir hataya düşüyor. Bu sözlerde esas ifade edilen; sadece insanın değil, Yaratıcı dışındaki hiçbir şeyin bir varlığının olmadığıdır. Var olan tek şey tecellidir. Tecelli ise yine O’na aittir.

Yalsızuçanlar’ın romanı bize sadece İbn-i Arabî’nin hayatını sunmuyor. Dönemin İslam bilginleri, mutasavvıfları, siyasi olayları ve bütün bunların içinde İbn-i Arabî’nin tasavvuf anlayışını, insan-ı kâmilin özelliklerini ve dünya hayatının geçici bir yolculuk olduğunu okuyoruz Gezgin romanında.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder