SAYFALAR

12 Şubat 2022 Cumartesi

Kıbleyi nerede kaybettik?

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.”
- Hadis-i şerif

Toplumsal dönüşümler, kişisel tercihlerin ve temennilerin ötesinde kitleleri ikna edecek kanaat önderlerine, onları harekete geçirecek eylem adamlarına ve kararlı liderlere ihtiyaç duyar. Orta Asya’dan çıkıp Anadolu’yu yurt edinen, Viyana kapılarına kadar adalet ve barış tesis eden, İslam’la müşerref olup yüzlerce yıl İslam’a bayraktarlık yapan ecdadımız, yalnızca keskin kılıçlarıyla değil; bilhassa imanlarıyla mücadele etmişlerdir. Ecdadımızın en yüce davası “İ’lâ-yı Kelimetullah”tır. Fethedilen coğrafyalar birer sömürgeye dönüştürülmemiş; halkın dinine, diline karışılmamıştır. Türk sancağı, bütün mazlumlar için bir kurtuluş ümidi olmuştur. Bugün Amerika’nın uyguladığı “green card” uygulamasının ilk olarak Osmanlı Devleti tarafından uygulanmış olması da bu adalet şuurunun bir ifadesidir.

Ecdadımız, özellikle İslam’la müşerref olduktan sonra, şehir kurma ve şehirleri mamur kılma hususuna ehemmiyet göstermişlerdir. Fethedilen şehirlerdeki ibadethaneler yıkılmayıp şehirde Müslümanların yaşayacağı mahalleler inşa edilir ve söz konusu mahalleler cami merkezli düşünülürdü. Pek çok İslam şehrinde medreseler kurulmuş, astronomiden matematiğe, tıptan, kimyaya, felsefeden edebiyata kadar pek çok alanda öncü çalışmalar yapılmıştır. İlim adamları himaye edilir, kitap ve kütüphane önemsenirdi. Günümüzde sıklıkla karşılaştığımız; “Biz ne ara bu hale geldik?” ya da “Biz öyle bir ecdadın torunlarıyız ki…” şeklindeki serzenişler bir tür geçmişe özlemi ifade etmenin ötesinde içine düştüğümüz gafleti de açığa vuruyor.

Osmanlı Devleti’nin askerî ve ekonomik alanlarda özellikle Avrupalı devletler karşısında gerilemesi, toplumsal bir çözülmeye sebep olmuştur. Batılı devletlerin yeni ticaret yolları sayesinde ulaştıkları coğrafyaları sömürerek sağladıkları refahı ve İslam alimlerinin kitaplarını tercüme ederek ulaştıkları yeni bilimsel keşifleri onların yüksek medeniyetiymiş gibi algılayan hatalı zihniyet devletin kurtuluşunu Batılılaşmakta görmüş ve ferdinden kurumlarına kadar sistemli bir Batılılaşma hareketi başlamıştır. Yüzlerce yıldır toplumun dinamiklerini belirleyen kurumlar hakir görülerek Batılı kurumlar transfer edilmiş ve yine binlerce yıldır ecdadımızın zihin dünyasını oluşturan kavramların yerine yeni bir medeniyet tahayyülü sokulmak istenmiştir. Oysa kurumlar, toplumların ihtiyaçlarına göre oluşturulur. Siz başka bir medeniyet dairesi ait bir kurumu kendi toplumunuza taşımakla aynı ihtiyaçları da taşımış olursunuz. Bu da zaman içerisinde sizin de milli kimliğinizi kaybedip onlara benzeyeceğinizin habercisidir. Günümüz Türkiye’sinde adalet, eşitlik, millet, ümmet, özgürlük, modernizm, şehir ve kent gibi konularda düşünürken ya da soru sorarken olaylara Batılı bir zihniyetle yaklaşıyoruz. Batılılaşma sürecini yanlış okumuş olmak bizi Batılı bir toplum yapmamış olmakla birlikte İslamî hassasiyetleri zihinlerimizden uzaklaştırmış olduğunu üzülerek ifade etmeliyiz.

Abdurrahman Arslan, Beyan Yayınları’ndan çıkan kitabı Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm adlı kitabında İslam ve cemaat, Kemalizm, Din ve devlet, Arap Baharı, Kapitalizm, medrese, özgürlük, adalet, modernizm ve kent kavramları üzerinde Müslümanca bir zihinle düşünüyor. Asım Öz tarafından yayıma hazırlanan kitap, Abdurrahman Arslan’ın söyleşilerinden oluşuyor. Kitaba da ismini veren konuya dair şu ifadeleri kullanıyor hocamız: “Sudanlı Müslüman düşünür Hasan Turabi’nin dediği gibi ‘Müslüman dünya kıblesini arıyor.’ Evet, kıblemizi arıyoruz; güzel bir teşhis. Neyin doğru, neyin yanlış; neyin kalıcı, neyin aktüel olduğunu bilmiyoruz artık. Birçok önemli meseleyi yanlış zeminlerde tartışıyoruz. Cemaatle sivil toplumu birbirinin muadili olarak görüyoruz. Mesela kadın-erkek ilişkilerini feminist bir bağlam içinde İslam adına tartışıyoruz. Feminist taleple eşitlik temelinde tartışıyoruz fakat meseleyi İslam’ın ölçüsü olan adalet temelinde nedense hiç tartışamadık. Bu, zihnen oluşumuzun, bize ait Arşimet noktalarının kaybolduğunun ifadesidir.” Bu sözlerde esas hocanın esas şikâyet ettiği şey meselenin kendisinden ziyade meseleyi tartışırken Batılı bir zihniyetin esiri oluşumuz. Abdurrahman Arslan Hocamız 28 Şubat’a dair de şunları söylüyor: “28 Şubat’ın yapmaya çalıştığı ‘devleti Müslümanlardan arındırma’ ya da ‘İslam’ın siyasal ve kamusal alandan kovulması’ gibi teşebbüsler umulan neticeyi vermeyecektir. Burada esas sorun, Müslümanlarla ilgilidir: 28 Şubat’ı milat ilan ederek her şeyi ona yüklemek nihayette Müslümanların kendi isteklerini, dünyaya ne kadar düşkün olmaya başladıklarını görmelerine engel teşkil etmektedir. Nitekim şimdilerde şahit olduklarımız da maalesef budur.” Bu ifadeleri 2001 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide söylüyor hocamız. Özellikle günümüzde, iktidara bir şekilde yakınlaşan Muhafazakârların makam ve mevki için tevessül ettiklerini düşündüğümüzde hocamızın ne denli isabetli bir değerlendirme yaptığını anlayabiliyoruz.

Başörtüsü mücadelesinde de kazanımlarımızın bizi yanılttığını ifade ediyor hocamız ve özellikle başörtüsü serbestliğinin bir insan hakları meselesi ya da demokratik bir hak talebi olarak ortaya konmasının meseleyi yüzeyselleştirdiğini ve Allah’ın emri olan örtünmenin sanki demokratik bir hakmış gibi algılanmasıyla düşünsel bir kırılma yaşanmasına yol açtığını vurguluyor. Bu süreçte feminist hareketin de etkisiyle başörtülü kadın kamusal alanda kendine daha geniş yer bulmuş ve muhafazakâr kadının kamusal alandaki vatandaşlık ve meslekî rolü, evin içindeki annelik rolünün önüne geçmiştir. Aile kurumunun birleştirici unsuru olan annenin evin dışına çıkma özgürlüğü gibi okunan ama esasen annenin evden kovulma süreci şeklinde gelişen çalışan kadın meselesi bugün itibariyle bakıcı, kreş, çocuk eğitimi, aile içi şiddet, boşanma, yaşlı bakım evleri, tüketim çılgınlığı, toplumsal bunalım gibi akla gelebilecek pek çok problemi gündemimize soktu. Bu hususta “İslam adalet dinidir, eşitlik dini değildir.” uyarısını yapıyor hocamız.

Müslümanların kıblesini kaybetmesini şu şekilde açıklıyor Abdurrahman Arslan: “Siz başkası üzerinden düşüncenizi ve eyleminizi kurguladığınızda, sadece onun kaygısı ya da anlayışı üzerinden kurarsınız. Böyle bir durumda ise adalet olmayabilir ortada. Tabiî bu bizim ahlâkî anlayışmızda da ciddi zaaflar yaratıyor. Bir kere bu bizi pragmatizme davet ediyor. Pragmatizmin vardığı nokta oportünizmdir. Bugün Müslümanlarda gördüğümüz ahlâkî tutarsızlığın önemli sebeplerinden birisi budur. Müslüman kendi yaptıkları üzerinde düşünmüyor. Tam tersine, yaptıklarını öteki bağlamında değerlendiriyor.” İktisadi faaliyetlerine meşruiyet zemini bulmaya çalışan günümüz Müslümanları, Allah’ın ölçüleri yerine birbirlerinin faaliyetlerini kıstas göstererek başkalarının günahlarıyla kendi cennetlerini inşa etmeye çalışıyorlar. Başkalarının günahının bizi cennete götürmeyeceğini unutuyoruz.

Devletin din eğitimi vermesinden aile içi anlaşmazlıklara dahil olmasına, oruç ibadetinin vücut sağlığına yararları konusunda doktorların açıklamalarından şehir ve kent arasındaki farka, dindarlıktan tasavvufa kadar çeşitli konularda düşüncelerini açıklıyor hocamız. İslam’ın bir şehir dini olduğunu ve kentlerin İslam’ın özüne uygun olmadığını belirtiyor. İslam’da cemaat şuurunun önemine değinen Abdurrahman Arslan hoca, cami ekseninde teşekkül eden cemaat anlayışının bugün itibariyle etkisizleşmiş olmasını eleştiriyor. Müslümanların sivil toplum örgütü kurarak cemaat şuurunu koruyamayacaklarını ve gerçek anlamda cemaat şuurunun fıkıh ve tasavvuf sayesinde mümkün olabileceğini savunuyor.

Yahya Kemal’in ifadesiyle bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak Viyana kapılarına kadar giden ecdadımızın kanaat üzere inşa edilen ve İslamî hassasiyetlere dayanan yaşam biçimi yerini muhafazakâr kadın modasına, sünnet düğünlerinde sema gösterilerine bırakmış durumda. Tasavvufa dair iki kelam etmeye kalktığımızda “Yahu hangi devirde yaşıyoruz!” diyen bir Müslüman’ın zihninin esir olmadığını iddia etmek oldukça ahmakça olsa gerek. Yazımı hocamızın özellikle üniversite gençliğine tavsiye ettiği bir kitapla bitireyim: Mekke’ye Giden Yol. Kitabın yazarı Muhammed Esed; Libya’nın bağımsızlık mücadelesine katılmış, Pakistan’ın Birleşmiş Milletlerdeki delegeliğini yapmış Yahudi asıllı bir Avusturyalı. Kitabın arka kapağındaki ”İslâm dünyasının iç yüzünü, canlı gerçeğini ve Batı’ya karşı direniş destanını anlatan eşsiz bir edebî eser.” ifadeleri dikkat çekiyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder