“Yarını mühürleyen bir rüya gibi
Omzumuzdan düşmüyor geçmişin yükü.”
- Pentagram
Sosyolojik ve psikolojik araştırmaların sonuçlarına baktığımızda, bir fikrin topluluklar tarafında hakikat olarak kabul edilmesi için onun yeterli sıklıkta ve tüm iletişim araçlarıyla tekrarlanmasının yeterli olduğunu görüyoruz. Uzun yıllardır bireyleri şekillendiren, iktidar sahiplerinin işlerini kolaylaştıracak her türden fikrin normalleşmesini sağlayan da bu. Bu yüzden dünyanın neredeyse her bir yanındaki çoğunluğun, “normal” adı verilen bir modern zaman mitine aldanıp, azınlıkta olanı düşman bellemesi ve ona dünyayı dar etmesinin örneklerini görüyoruz, yaşıyoruz. İktidarın her türden iletişim aracı ile bize kendi doğrularını hakikatin ta kendisiymiş gibi kabul ettirebilmesinin sırrı da bu. Dünya üzerinde sahiplenilen tüm ötekileştirmelerin tohumları bu şekilde ekilmiş ve köklenmiş. Kendinden olmayanı düşmanın olarak görme, çoğunlukta olduğun için haklı olduğuna inanma alışkanlığı, modern dünyayı şekillendiren mitlerden biri olarak hâlâ dünyamızda hüküm sürüyor.
Erkek kardeşlerin düşmanlığı ve kurban törenleri, mitolojik hikayelerde de kutsal kitaplarda da sıklıkla karşımıza çıkar. Bu düşmanlığın kendilerine verecekleri zarardan kaçınmak isteyen kardeşler, feda edecek bir kurban bularak kendileri yaşatır, gözden çıkarılabilir olanı yok ederler. Erkeklerin şiddet ile aralarındaki, yok sayılması mümkün olmayan hatta uzun yıllardır insanın doğaya “hükmetmesi” olarak da tezahür eden bu bağ, hem eski anlatıları hem de modern dünyanın mitlerini şekillendirir.
Kurban… Semavi dinlerde, kadim öğretilerde, aynı inancın etrafında birleşen toplulukları bir araya getiren, kutsallığı tartışmaya kapalı törenler. Rene Girard, Şiddet ve Kutsal kitabında kurbanı, “hayvanların kurban edilmesini, şiddetin korunmak istenen bazı varlıklardan, ölmesine daha az önem verilen ya da hiç önem verilmeyen varlıklara çevrilmesi” şeklinde yorumlayabileceğimizi söyler. Ve dinsel anlamıyla değerlendirdiğimizde bu törende kurban eden, kurban edilen ve kutsal anlam yer alır. Modern dünyaya geldiğimizde din ile bağlantılı kutsal anlamın yerini sistem ile bağlantılı anlam alır. Peki bugün dünyamızın kutsalı nedir? Başarı? Para? İktidar? Kendimizi kurban gibi hissetmemek pahasına, daha feda edilebilir bulduklarımızı gözden çıkarmamıza neden olan her ne olursa olsun, çoğunluğa mensup isek birilerini kurban etme potansiyelini hep cebimizde taşıyoruz.
Esma Fethiye Güçlü’nün çevirisiyle geçtiğimiz günlerde yayınlanan Ödül, ötekileştirmenin ve kurban etmenin merkeze yerleştiği, güçlü bir roman. Çoğunluk ile azınlığın, erkek ile kadının, tek başınalık ile müşterekliğin, kötünün ve iyinin, gururun ve pişmanlığın romanı. Dünyadaki tüm ikilikleri bir etmek, ikiliklerden bütünlüğe varabilmek ne kadar imkânsızsa Otto ile Lisa’nın yeniden dost olması da o kadar imkânsız. Bu imkânsızlığın ardına gizlenen yalanlar, hileler, toplumsal cinsiyet mavraları, ötekileştirme ve Hitler’in politikaları var. Bu imkânsızlık hem Otto ile Lise arasında hem değil çünkü aslında bu hikâye çok eski.
Cyril Gély, gerçek bir hikâyeden yola çıkarak kurguladığı romanında açılışı, bir otel odasında Nobel Kimya Ödülü’nü almak ve arzuladığı alkışlara kavuşmak için bekleyen Otto’nun hikâyesi ile yapıyor. Otto’nunkine gerçeklerin uzağında inşa edilmiş, yıllardır biriktirilen yalanlar yüzünden paslanmış ancak uzaktan bakılında parlak bir yaşamöyküsü de diyebiliriz. Ancak kapısını çalan eski çalışma arkadaşı olan Lise’nin hikâyeye dahil olmasıyla, çok katmanlı bir kurban edilme töreni başlıyor. Hem Otto ve Lise hem de okur için. Bir de Otto’nun karısı, Lise odaya adım attığı an renkleri solan Otto’nun karısı Edith var.
Otto ile Lise, uzun yıllar birlikte çalışan iki arkadaş. Hikâyelerine dahil olan her şeyi, tüm duyguları, başarıları ve pişmanlıkları, roman ilerledikçe, bir yapbozun parçalarını birleştirir gibi öğreniyoruz. Lise, Musevi bir kadın. Ve işte her ne oluyorsa, Almanya’nın Avusturya’yı işgalinden sonra başlıyor. Lise, tüm çalışmalarını ve Otto’yu geride bırakıp İsveç’e kaçıyor.
“Geçmişin bizim için neler sakladığını kimse bilemez.”
Kristal Gece’nin ardından sekiz yıl geçiyor. Hesabı sorulacak her ne oluyorsa, Otto ile Lise’in ayrı geçirdiği bu sekiz yılda açığa çıkıyor. Lise, Otto’nun Nobel Kimya Ödülü’nü almaya İsveç’e geldiğini öğreniyor ve Otto ödülü alacağı gün, otel odasında buluşuyorlar. Ama ne buluşma! Yalnızca birkaç saat süren bu hesaplaşma, her ikisi için de bir ritüele dönüşüyor. Kurban olmaya zorlanan Musevi bir kadının, Lise’in hikâyesinin bilinmeyenlerinde kaybolurken Otto’nun reddedilişi ve erkek iktidarını nasıl da aklamaya çalıştığını okuyoruz. Roman ilerledikçe, okurun tanıklığı daha da duygu yüklü bir hâl oluyor; o noktadan sonra bir taraf seçmemek mümkün değil.
“Hayal kırıklıkları insanı değiştiriyor.”
Tüm bu hesaplaşma ritüeli sırasında odada bir kurban daha var aslında: Edith. Dünyada varolmaya başladığı andan beri birilerinin gölgesinde kalan, kendine ait bir hayat var etmek için evlenen ancak bu evlilikte de Lise’in gölgesinden kurtulamayan Edith. KWE’ye ilk giren, bir maaşa ve profesör unvanına sahip olan ilk kadın olan Lise’in aksine, Edith’in hayatı ilkler yönünden fakir.
“O hiç ilk olmamıştı.”
Kendine ait bir hayatı olsun diye evliliği seçmek zorunda kalan ne ilk ne de son kadındı.
Ödül, gerçek ile kurgunun iç içe geçtiği, duygusal gerginliği yüksek, hikâyenin başladığı yerden çok farklı bir yerde sona erdiği, sürükleyici bir roman. Okuru bol olsun!
Özge Uysal
ozgeuysal@yahoo.com
twitter.com/ozgelerinuysal
SAYFALAR
▼
30 Haziran 2020 Salı
29 Haziran 2020 Pazartesi
Sessizliği dinlemek ya da sessizlikte dinlenmek
"Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum."
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı
Bu yazıya başlamadan kısa bir süre önce mutfakta vakit geçiriyordum. Yemeğimi yedim, etrafı topladım, bir sigara yaktım. Çayın demlenmesini beklerken de Instagram'da ilgiyle takip ettiğim hesapların neler paylaştığına bakıyordum. Tamamen doğal ve ücretsiz bir sessizlik hâli. Zaten mutfak, özellikle şu zamanlarda babaların evdeki yalnızlığına ilaç olan yerlerden biri. 'Evdeki yalnızlığı' demem tuhaf kaçmasın. Doğan Cüceloğlu hocanın bir okuru yazmış, içinizi ne kadar sızlatıyorsa o kadar doğrudur: "Baba, evin en yalnızıdır. Gücü azalır ya da biterse dışlanır. Bu ülkede baba olmak, yalnız ölmeyi göze almaktır."
Konumuz sessizlik. Çünkü her yanımızdan gürültü yağıyor. Gündüz-gece fark etmeden yalnızca sokaklar değil evlerin içi de çatırdıyor. Mesela herkes birbirine bağırıyor. Kimse kimseyle yan yana oturup gökyüzünü seyretmiyor. Birileriyle birlikte olmak bizler için gürültüyü paylaşmak hâline geliyor. Bir dedikodunun içine düşmek de öyle, maç seyretmek ve hatta bir konsere gitmek de. Kimse sessizliğin o büyüleyici genişliğinden yararlanmak istemiyor. İlla bir psikiyatrist, bir ilahiyatçı ya da bir pazarlamacı yazdığında mı dikkatleri çekiyor burnumuzun dibindeki, gözümüzün önündeki sessizlik? Maalesef öyle. Zaman, Zygmunt Bauman'ın söylediği gibi 'akışkan' ve dolayısıyla Jean Baudrillard'ın tanımladığı gibi koskoca bir 'simülasyon'un içinde yaşayıp gidiyoruz.
Norveçli yazar Erling Kagge, sıra dışı bir adam. Yazarlık belki de son işi. Onun öncesinde dağcı, sanat koleksiyoncusu, avukat, yayıncı. Güney kutbunu yalnız başına keşfe çıkan ilk insan. Ayrıca 3 Kutup Noktası'nı (Kuzey, Güney ve Everest Dağı zirvesi) geçen ilk kâşif. Nezihat Bakar-Langeland'ın çevirdiği Gürültü Çağında Sessizlik kitabında dünyayı dışarıda bırakmayı nasıl öğrendiğini ve bu keyfi nasıl yaşamında bir pratik hâline getirdiğini anlatıyor. Mevzuya da çok güzel bir yerden giriyor. Üç kızını da 'dünyanın tüm sırlarının sessizlikte saklı olduğuna' ikna etme çabalarından biri için akşam yemeği yerken sohbete girişiyorlar. Neydi sessizlik diye soruyor Kagge. Soru ne kadar önemliyse alacağı cevaplar da çok önemliydi onun için. "Sessizliğin insanın dostu olabileceğine ve bunun sahip olmayı arzu ettikleri Louis Vuitton çantalarından çok daha değerli, lüks bir şey olduğunu açıklama fırsatını yakalamadan çok önce, çoktan, sessizliğin ne olduğuna dair hükümlerini vermişlerdi" diyor. Nedir o hüküm? Sessizlik, insanın sadece üzgünken sığınabileceği bir şey. Bunun dışında hiçbir değeri yok. Kızları böyle düşünüyordu Kagge'nin, kitabın sonuna doğru işlerin biraz değiştiğini görebiliyoruz.
Kitap, hem yalın anlatımıyla hem de insanı öğütlerle sıkmayan bir tavır takınması sebebiyle keyifle okunuyor. Araya konan resimler ve fotoğraflar insanı mola verip düşünmeye sevk ediyor. Yine kitabı bitirmek üzere olduğum bir gün, Kemal Sayar hocanın bir tweet'iyle karşılaştım. "Sessizlik, gürültü çağında şifadır. Her gün yarım saatimizi 'sessizliğin sesi'ni dinlemeye ayıralım. O kadar sessiz olalım ki 'yağmurun sesindeki müziği', 'duvardaki taşların sesi'ni duyalım." diyordu hoca. Kagge de şöyle söylüyor: "Sessizlik, yapmakta olduğun şeyin derinlerine inmeyle ilgili bir şeydir. Bırak, her anın yeterince büyük olsun. Diğerleri ve başka şeyler vasıtasıyla yaşama hayatı. Dünyayı dışarıda bırak."
Hint felsefesine meraklı bir öğrenci, öğretmenine Brahman'ın, yani dünyanın ruhunun ne olduğunu sorar. Öğretmen soruyu duyduktan sonra sessiz kalır. Öğrenci iki üç kez daha sorusunu yineler. En sonunda öğretmen der ki: "Ben bunu sana şu an öğretiyorum ama sen dinlemiyorsun.". Bu hikâyenin farklı bir formu da var. "Bana Brahma'yı anlat" diyen öğrenciye verilen "Brahma ol ki Brahma'yı bilesin" cevabı gibi. Diğer yandan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye sorulan "Aşk nedir?" sorusuna hazretin verdiği "Ben ol da bil" cevabı da hatırlanıyor elbette. Tüm bunlarda, sessizliğin gerçek manada yaşandığında ne tür hikmetler açabileceğine dair bir anlatı var esasında. "Ya hayır söyleyin ya da susun" öğüdü de öyle değil mi? Hele ki şu çağda susmak, susabilmek, sessizlik içinde bir yolcu gibi yaşayabilmek ne büyük hüner. İşte Erling Kagge de "Herkesin sessizliği kendine özgüdür" diyerek anlatıyor dünyayı dışarıda bırakma çabalarını: "Bir sevgili olarak kimi zaman sessizliği özlerim. Konuşmaktan hoşlanırım ve de dinlemekten, ama benim tecrübelerime göre, gerçek bir yakınlık ancak bir süre konuşmadığımızda ortaya çıkar."
Mutfakla başladım mutfakla bitirmek isterim. Mutfakta tek başına bir şeylerle meşgul olmak kimilerine yeni yollar açabiliyor. "Birçok insan bana iyi tavsiyelerde bulundu. Ama bütün bunları düşünüp bir karara varma görevini, rahatsız edilmeden mutfakta yerine getirdim." diyor Kagge. Bulaşıkları yıkamak, tezgâhı düzenlemek, lavabo açmak yoğun bir sessizlik hâliyle beraber insanı rahatlatabiliyor: "Yaptığım sıradan olmayan tek şey, bulaşıkla meşgulken rahatsız edilmeksizin çok az sayıdaki kabul görmüş gerçekliğe soru işaretleri koymak olmuştur."
Ancak dışımızdaki sesleri kapatarak içimizdeki sesleri açabiliriz. Sessizliği iyi dinlemeliyiz.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı
Bu yazıya başlamadan kısa bir süre önce mutfakta vakit geçiriyordum. Yemeğimi yedim, etrafı topladım, bir sigara yaktım. Çayın demlenmesini beklerken de Instagram'da ilgiyle takip ettiğim hesapların neler paylaştığına bakıyordum. Tamamen doğal ve ücretsiz bir sessizlik hâli. Zaten mutfak, özellikle şu zamanlarda babaların evdeki yalnızlığına ilaç olan yerlerden biri. 'Evdeki yalnızlığı' demem tuhaf kaçmasın. Doğan Cüceloğlu hocanın bir okuru yazmış, içinizi ne kadar sızlatıyorsa o kadar doğrudur: "Baba, evin en yalnızıdır. Gücü azalır ya da biterse dışlanır. Bu ülkede baba olmak, yalnız ölmeyi göze almaktır."
Konumuz sessizlik. Çünkü her yanımızdan gürültü yağıyor. Gündüz-gece fark etmeden yalnızca sokaklar değil evlerin içi de çatırdıyor. Mesela herkes birbirine bağırıyor. Kimse kimseyle yan yana oturup gökyüzünü seyretmiyor. Birileriyle birlikte olmak bizler için gürültüyü paylaşmak hâline geliyor. Bir dedikodunun içine düşmek de öyle, maç seyretmek ve hatta bir konsere gitmek de. Kimse sessizliğin o büyüleyici genişliğinden yararlanmak istemiyor. İlla bir psikiyatrist, bir ilahiyatçı ya da bir pazarlamacı yazdığında mı dikkatleri çekiyor burnumuzun dibindeki, gözümüzün önündeki sessizlik? Maalesef öyle. Zaman, Zygmunt Bauman'ın söylediği gibi 'akışkan' ve dolayısıyla Jean Baudrillard'ın tanımladığı gibi koskoca bir 'simülasyon'un içinde yaşayıp gidiyoruz.
Norveçli yazar Erling Kagge, sıra dışı bir adam. Yazarlık belki de son işi. Onun öncesinde dağcı, sanat koleksiyoncusu, avukat, yayıncı. Güney kutbunu yalnız başına keşfe çıkan ilk insan. Ayrıca 3 Kutup Noktası'nı (Kuzey, Güney ve Everest Dağı zirvesi) geçen ilk kâşif. Nezihat Bakar-Langeland'ın çevirdiği Gürültü Çağında Sessizlik kitabında dünyayı dışarıda bırakmayı nasıl öğrendiğini ve bu keyfi nasıl yaşamında bir pratik hâline getirdiğini anlatıyor. Mevzuya da çok güzel bir yerden giriyor. Üç kızını da 'dünyanın tüm sırlarının sessizlikte saklı olduğuna' ikna etme çabalarından biri için akşam yemeği yerken sohbete girişiyorlar. Neydi sessizlik diye soruyor Kagge. Soru ne kadar önemliyse alacağı cevaplar da çok önemliydi onun için. "Sessizliğin insanın dostu olabileceğine ve bunun sahip olmayı arzu ettikleri Louis Vuitton çantalarından çok daha değerli, lüks bir şey olduğunu açıklama fırsatını yakalamadan çok önce, çoktan, sessizliğin ne olduğuna dair hükümlerini vermişlerdi" diyor. Nedir o hüküm? Sessizlik, insanın sadece üzgünken sığınabileceği bir şey. Bunun dışında hiçbir değeri yok. Kızları böyle düşünüyordu Kagge'nin, kitabın sonuna doğru işlerin biraz değiştiğini görebiliyoruz.
Kitap, hem yalın anlatımıyla hem de insanı öğütlerle sıkmayan bir tavır takınması sebebiyle keyifle okunuyor. Araya konan resimler ve fotoğraflar insanı mola verip düşünmeye sevk ediyor. Yine kitabı bitirmek üzere olduğum bir gün, Kemal Sayar hocanın bir tweet'iyle karşılaştım. "Sessizlik, gürültü çağında şifadır. Her gün yarım saatimizi 'sessizliğin sesi'ni dinlemeye ayıralım. O kadar sessiz olalım ki 'yağmurun sesindeki müziği', 'duvardaki taşların sesi'ni duyalım." diyordu hoca. Kagge de şöyle söylüyor: "Sessizlik, yapmakta olduğun şeyin derinlerine inmeyle ilgili bir şeydir. Bırak, her anın yeterince büyük olsun. Diğerleri ve başka şeyler vasıtasıyla yaşama hayatı. Dünyayı dışarıda bırak."
Hint felsefesine meraklı bir öğrenci, öğretmenine Brahman'ın, yani dünyanın ruhunun ne olduğunu sorar. Öğretmen soruyu duyduktan sonra sessiz kalır. Öğrenci iki üç kez daha sorusunu yineler. En sonunda öğretmen der ki: "Ben bunu sana şu an öğretiyorum ama sen dinlemiyorsun.". Bu hikâyenin farklı bir formu da var. "Bana Brahma'yı anlat" diyen öğrenciye verilen "Brahma ol ki Brahma'yı bilesin" cevabı gibi. Diğer yandan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye sorulan "Aşk nedir?" sorusuna hazretin verdiği "Ben ol da bil" cevabı da hatırlanıyor elbette. Tüm bunlarda, sessizliğin gerçek manada yaşandığında ne tür hikmetler açabileceğine dair bir anlatı var esasında. "Ya hayır söyleyin ya da susun" öğüdü de öyle değil mi? Hele ki şu çağda susmak, susabilmek, sessizlik içinde bir yolcu gibi yaşayabilmek ne büyük hüner. İşte Erling Kagge de "Herkesin sessizliği kendine özgüdür" diyerek anlatıyor dünyayı dışarıda bırakma çabalarını: "Bir sevgili olarak kimi zaman sessizliği özlerim. Konuşmaktan hoşlanırım ve de dinlemekten, ama benim tecrübelerime göre, gerçek bir yakınlık ancak bir süre konuşmadığımızda ortaya çıkar."
Mutfakla başladım mutfakla bitirmek isterim. Mutfakta tek başına bir şeylerle meşgul olmak kimilerine yeni yollar açabiliyor. "Birçok insan bana iyi tavsiyelerde bulundu. Ama bütün bunları düşünüp bir karara varma görevini, rahatsız edilmeden mutfakta yerine getirdim." diyor Kagge. Bulaşıkları yıkamak, tezgâhı düzenlemek, lavabo açmak yoğun bir sessizlik hâliyle beraber insanı rahatlatabiliyor: "Yaptığım sıradan olmayan tek şey, bulaşıkla meşgulken rahatsız edilmeksizin çok az sayıdaki kabul görmüş gerçekliğe soru işaretleri koymak olmuştur."
Ancak dışımızdaki sesleri kapatarak içimizdeki sesleri açabiliriz. Sessizliği iyi dinlemeliyiz.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
28 Haziran 2020 Pazar
Eğer sabrederse, insanı olgunlaştıran acılarıdır
Bosnalı yazar Meşa Selimoviç'in kaleminden dökülen bir hayat hikâyesi… Yazar, kardeşinin idamından yirmi yıl sonra, dört yıl içinde oluşturmuş romanı. Roman da tıpkı hayat gibi öngörülemiyor. Her bölüm yeni bir sürprizle karşılıyor okuru.
Ahmet Nureddin adında bir dervişin hayatını, mücadelesini, adaleti arayışını okuyoruz. Kardeşinin haksız yere kaleye kapatıldığını öğrenmesiyle başlıyor olaylar.
Ahmet Nureddin kendi hayatını ve kendi gözünden hayatı anlatıyor. Acı çeken derviş acısını ve düşüncelerini yazarak hafifletmek istiyor belki de, yazmak bir ihtiyaç haline geldiğinde yazmaya başlıyor. Aslında romanın yazarı Meşa Selimoviç’i yansıtıyor Ahmet derviş… Yirmi yıl içinde taşıdığı acısını ve acının ona kattığı tecrübeyi böyle bir romanla yansıtıyor yazar.
Düşünce uçurumlarının bir ucundan öbür ucuna durmadan uzanan kâğıt üzerinde; bir davanın kanıtları gibi kalan satırları çiziktirmeye devam ediyorum. Kimin davası? Kime karşı yürütülecek bu dava? Büyük Allah’ım neden beni bu duruma düşürdün? Neden kendimle uğraşmak zorunda bıraktın beni? Kendi kendime mi yoksa başkasına mı karşı koyacağım? Ama artık başka çıkar yol yok. Bu yazmak işi, yaşamak ya da ölmek gibi kaçınılmaz bir şey oldu. Adalet muhasebesi ile dolu bir hayat hikâyesi geliyor devamında. Suçsuz yere kaleye kapatılan kardeşi için utanıyor önce derviş Ahmet, ne suç işlemiştir acaba? Sonra araştırmaya başlıyor, şehrin yetkililerine gidiyor. Kaymakam, kadı, müftü… Ama gittiği yerlerde de hep bi eziklik için de. Kentte tanınan bir derviş olan Ahmet’in kardeşi ne suç işlemiştir? Derviş Ahmet kardeşimi nasıl kurtarırım diye uğraşırken, kardeşinin öldürüldüğünü öğreniyor. Böylece derviş büyük bir sorgulama içine giriyor. Kardeşi için yapması gerekenleri yapabilmiş midir? Adalet nedir? Kimler sebep olmuştur kardeşinin ölümüne?
Yüce Rabbim, ne olacak benim halim? Durmadan ilerlediğim halde gittikçe uzaklaşıyorum. Tam hedefime yaklaştım derken, o uzaklaşıyor. Yaptıklarımdan yararlanayım derken, o her şeyi yıkıyor. İşimin sonu olmayacak mı benim? Derviş Ahmet, hasta olan insanları ziyaret edip, cennetin güzelliklerini, ölümü anlatan; İşleyen mevcut düzenin doğru olduğuna inanan bir insan. Ama başına gelenler ona bütün bildiklerini sorgulatıyor.
Birçok kişinin başına gelen olaylar, insanın kendi canına değdi mi nasıl da önem kazanıyor. Acı bir olay yaşadıktan sonra hayat artık başka bir formda görünüyor insana.
Üzerinde çatlak bulunmayan sağlam bir duvar gibi görünüyordu hayat. Ama beklenmedik bir sarsıntı, bu mağrur duvarı kumdanmış gibi bir anda yerle bir etti.
Böyle düşünürken Derviş Ahmet, acı onu dönüştürüyor. Bir noktadan sonra giderek güçlenmeye başlıyor Ahmet. Ama mutsuz, hep mutsuz. O güçlenirken, kini ve nefreti de güçleniyor.
Hem güçlü ve duygusuz olmayı arzulamak, uğradığı hayal kırıklığı yüzünden insanın kendi kendinden öç alması demektir.
Hem kendinden hem de Harun’un ölümüne sebep olanlardan öç alıyor.
Karanlıklar içinde olan bir insana, bütün engeller aşılmaz, bütün güçlükler yenilmez görülür. Ama üzerinden bu miskinliği atıp yüreklendikten sonra, insanın önünde hiç sezmediği yollar açılır, daracık ve tehditlerle dolu dünyası birdenbire genişler.
Derviş Ahmet hayattan ümidini kestiği bir anda, dostlarının desteğiyle tekrar tutunuyor hayata:
"Unutulmadığımı belirten bu küçük işaret, yitirilmiş gücümün geri gelmesine yetmişti. İyiliğin, iyileştirici bir gücü var. Aslında bunu görmeli çevresinde ki insanlardan küçük de olsa iyiliği esirgememeli insan. Bizim için küçük olan bir iyilik, karşı taraf için yaşama ümidi olabilir zira. Tek bile olsa, dünyada iyi bir insanın var olduğunu bilmem bütün insanlarla barışmam için bana yetmişti."
Sadece iyilik yapılana değil, bizzat iyilik yapana da güç verir; iyilik.
Romanda Ahmet’in dostu, dayanağı olan Hasan, bu sırra vakıf olanlardan. Yolculukları sırasında hayata küsen, aklını kaybeden bir kadının iyilikle nasıl hayata bağlandığını anlatıyor Hasan. İyilik yaparak acılarını hafiflettiğini söylüyor.
Romanın ilerleyen kısımlarında bir hakikat daha göz kırpıyor okura: "İnsan, yardım ettiği kimselerden kolay kolay kopamaz. Böylece, kendine ait güzel bir anıyı korur çünkü."
Ahmet ne kadar içine kapanık, sessiz, mutsuz bir insansa, Hasan da tam tersi mutlu, hayatı doludizgin yaşayan, konuşmayı çok seven bir karakter. Hasan, iyilikleri ve neşesiyle hem kendi hayatını hem de çevresindeki insanların hayatını renklendiriyor.
Öte yandan Hasan da adaleti arayanlardan…
Adalet sağlık gibidir, yok olunca onu düşünür insan.
Herkes de adaleti kendi bildiği yollardan arıyor. Tekrar Derviş Ahmet’e dönecek olursak; Ahmet uzun bir sessizliğin ardından harekete geçmeye başlıyor. Düşünen değil eyleme geçen insandır.
Bu eylemle birlikte yepyeni bir hayat çıkıyor ortaya. Adil bir hayat muhasebesini, romanın kahramanlarıyla birlikte yapıyoruz sonra. Romanın buradan sonraki kısmı çok etkileyici. En başta yavaş ilerleyen bir hayat varken, ikinci yarı da çok hızlı ilerlediğini görüyoruz hayatın. Bu kısımda olan olayları kitabın büyüsü kaçmasın diye yazmıyorum.
Küçük iyiliklerin, büyük etkisini; hayatta ki adaleti, acının vermiş olduğu gücü görüyoruz romanda.
Son olarak ”nasıl mutsuz olur insan?” sorusunun cevabını da veriyor bize yazar;
"Doğarken güçsüz, büyüyünce de korkunç olan bir canavar gibidir memnuniyetsizlik. Bu canavar rahat bırakmaz sonra insanı."
"Lanetlenmiştir insan, geçmediği yolların özlemini çeker daima. Keşkelere takılır burada insan. Ama nereden bilebilir ki, geçmediği bir yolun daha iyi olacağını."
Yabancı sözcüklere kulakları sağırdır bazı kimselerin. Hem kendilerini hem başkalarını mutsuz eder bunlar.
İnsanların hayat hikâyeleri değişkenlik gösterse de, yaşanılan duygular büyük bir benzerlik gösteriyor. Kitapta yaşanan olaylar içinde insanın duygularını çok güzel işlemiş yazar. Bu sebepten evrensel bir yapıt. Otuz üç dile çevrilmiş ve yüz temel eser içinde de yerini almış.
Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz
Ahmet Nureddin adında bir dervişin hayatını, mücadelesini, adaleti arayışını okuyoruz. Kardeşinin haksız yere kaleye kapatıldığını öğrenmesiyle başlıyor olaylar.
Ahmet Nureddin kendi hayatını ve kendi gözünden hayatı anlatıyor. Acı çeken derviş acısını ve düşüncelerini yazarak hafifletmek istiyor belki de, yazmak bir ihtiyaç haline geldiğinde yazmaya başlıyor. Aslında romanın yazarı Meşa Selimoviç’i yansıtıyor Ahmet derviş… Yirmi yıl içinde taşıdığı acısını ve acının ona kattığı tecrübeyi böyle bir romanla yansıtıyor yazar.
Düşünce uçurumlarının bir ucundan öbür ucuna durmadan uzanan kâğıt üzerinde; bir davanın kanıtları gibi kalan satırları çiziktirmeye devam ediyorum. Kimin davası? Kime karşı yürütülecek bu dava? Büyük Allah’ım neden beni bu duruma düşürdün? Neden kendimle uğraşmak zorunda bıraktın beni? Kendi kendime mi yoksa başkasına mı karşı koyacağım? Ama artık başka çıkar yol yok. Bu yazmak işi, yaşamak ya da ölmek gibi kaçınılmaz bir şey oldu. Adalet muhasebesi ile dolu bir hayat hikâyesi geliyor devamında. Suçsuz yere kaleye kapatılan kardeşi için utanıyor önce derviş Ahmet, ne suç işlemiştir acaba? Sonra araştırmaya başlıyor, şehrin yetkililerine gidiyor. Kaymakam, kadı, müftü… Ama gittiği yerlerde de hep bi eziklik için de. Kentte tanınan bir derviş olan Ahmet’in kardeşi ne suç işlemiştir? Derviş Ahmet kardeşimi nasıl kurtarırım diye uğraşırken, kardeşinin öldürüldüğünü öğreniyor. Böylece derviş büyük bir sorgulama içine giriyor. Kardeşi için yapması gerekenleri yapabilmiş midir? Adalet nedir? Kimler sebep olmuştur kardeşinin ölümüne?
Yüce Rabbim, ne olacak benim halim? Durmadan ilerlediğim halde gittikçe uzaklaşıyorum. Tam hedefime yaklaştım derken, o uzaklaşıyor. Yaptıklarımdan yararlanayım derken, o her şeyi yıkıyor. İşimin sonu olmayacak mı benim? Derviş Ahmet, hasta olan insanları ziyaret edip, cennetin güzelliklerini, ölümü anlatan; İşleyen mevcut düzenin doğru olduğuna inanan bir insan. Ama başına gelenler ona bütün bildiklerini sorgulatıyor.
Birçok kişinin başına gelen olaylar, insanın kendi canına değdi mi nasıl da önem kazanıyor. Acı bir olay yaşadıktan sonra hayat artık başka bir formda görünüyor insana.
Üzerinde çatlak bulunmayan sağlam bir duvar gibi görünüyordu hayat. Ama beklenmedik bir sarsıntı, bu mağrur duvarı kumdanmış gibi bir anda yerle bir etti.
Böyle düşünürken Derviş Ahmet, acı onu dönüştürüyor. Bir noktadan sonra giderek güçlenmeye başlıyor Ahmet. Ama mutsuz, hep mutsuz. O güçlenirken, kini ve nefreti de güçleniyor.
Hem güçlü ve duygusuz olmayı arzulamak, uğradığı hayal kırıklığı yüzünden insanın kendi kendinden öç alması demektir.
Hem kendinden hem de Harun’un ölümüne sebep olanlardan öç alıyor.
Karanlıklar içinde olan bir insana, bütün engeller aşılmaz, bütün güçlükler yenilmez görülür. Ama üzerinden bu miskinliği atıp yüreklendikten sonra, insanın önünde hiç sezmediği yollar açılır, daracık ve tehditlerle dolu dünyası birdenbire genişler.
Derviş Ahmet hayattan ümidini kestiği bir anda, dostlarının desteğiyle tekrar tutunuyor hayata:
"Unutulmadığımı belirten bu küçük işaret, yitirilmiş gücümün geri gelmesine yetmişti. İyiliğin, iyileştirici bir gücü var. Aslında bunu görmeli çevresinde ki insanlardan küçük de olsa iyiliği esirgememeli insan. Bizim için küçük olan bir iyilik, karşı taraf için yaşama ümidi olabilir zira. Tek bile olsa, dünyada iyi bir insanın var olduğunu bilmem bütün insanlarla barışmam için bana yetmişti."
Sadece iyilik yapılana değil, bizzat iyilik yapana da güç verir; iyilik.
Romanda Ahmet’in dostu, dayanağı olan Hasan, bu sırra vakıf olanlardan. Yolculukları sırasında hayata küsen, aklını kaybeden bir kadının iyilikle nasıl hayata bağlandığını anlatıyor Hasan. İyilik yaparak acılarını hafiflettiğini söylüyor.
Romanın ilerleyen kısımlarında bir hakikat daha göz kırpıyor okura: "İnsan, yardım ettiği kimselerden kolay kolay kopamaz. Böylece, kendine ait güzel bir anıyı korur çünkü."
Ahmet ne kadar içine kapanık, sessiz, mutsuz bir insansa, Hasan da tam tersi mutlu, hayatı doludizgin yaşayan, konuşmayı çok seven bir karakter. Hasan, iyilikleri ve neşesiyle hem kendi hayatını hem de çevresindeki insanların hayatını renklendiriyor.
Öte yandan Hasan da adaleti arayanlardan…
Adalet sağlık gibidir, yok olunca onu düşünür insan.
Herkes de adaleti kendi bildiği yollardan arıyor. Tekrar Derviş Ahmet’e dönecek olursak; Ahmet uzun bir sessizliğin ardından harekete geçmeye başlıyor. Düşünen değil eyleme geçen insandır.
Bu eylemle birlikte yepyeni bir hayat çıkıyor ortaya. Adil bir hayat muhasebesini, romanın kahramanlarıyla birlikte yapıyoruz sonra. Romanın buradan sonraki kısmı çok etkileyici. En başta yavaş ilerleyen bir hayat varken, ikinci yarı da çok hızlı ilerlediğini görüyoruz hayatın. Bu kısımda olan olayları kitabın büyüsü kaçmasın diye yazmıyorum.
Küçük iyiliklerin, büyük etkisini; hayatta ki adaleti, acının vermiş olduğu gücü görüyoruz romanda.
Son olarak ”nasıl mutsuz olur insan?” sorusunun cevabını da veriyor bize yazar;
"Doğarken güçsüz, büyüyünce de korkunç olan bir canavar gibidir memnuniyetsizlik. Bu canavar rahat bırakmaz sonra insanı."
"Lanetlenmiştir insan, geçmediği yolların özlemini çeker daima. Keşkelere takılır burada insan. Ama nereden bilebilir ki, geçmediği bir yolun daha iyi olacağını."
Yabancı sözcüklere kulakları sağırdır bazı kimselerin. Hem kendilerini hem başkalarını mutsuz eder bunlar.
İnsanların hayat hikâyeleri değişkenlik gösterse de, yaşanılan duygular büyük bir benzerlik gösteriyor. Kitapta yaşanan olaylar içinde insanın duygularını çok güzel işlemiş yazar. Bu sebepten evrensel bir yapıt. Otuz üç dile çevrilmiş ve yüz temel eser içinde de yerini almış.
Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz
27 Haziran 2020 Cumartesi
Köy romanı mı dediniz?
“Tokat, Kastamonu, Denizli, Gaziantep… Fark etmez, herhangi bir Anadolu köyü işte. Sekiz on yaşlarında bir köy çocuğu nasıl yaşar…” diyerek giriş yapılmış Dünyayı Dolduran Kiraz’ın tanıtım yazısına. 1989 yılında Türkiye Yazarlar Birliği’nce ‘yılın romanı’ payesiyle ödüllendirilmiş. Ötüken Neşriyat (ilk baskı Vadi Yayınları, 1990) tarafından yayınlanan eser yüz kırk dört sayfadan oluşuyor. Yazarı Şükrü Karaca (1956-2014) köy öğretmenliği ve avukatlık yaptıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı’nda memur olarak çalışmış. Ama ondan evvel köyde doğmuş ve köy çocuğu olarak büyümüş biridir. Babasını kaybettiğinde dokuz yaşındadır. İlkokuldan sonrasını yatılı okuyup kendini yetiştirmiştir.
Dünyayı Dolduran Kiraz’ı, Karaca’nın biyografisine göz önünde bulundurarak okuyunca romanın otobiyografik tarafı dikkat çekiyor. Karaca, hayatının bir kesitini romanlaştırmış. Romandaki en önemli detayın yazarın anlattığı dünyaya ‘yabancı’ olmayışı olduğu düşüncesindeyim. Malum, ideolojik fetişizm içinde gelişen köy romancılığımız var. Bu bağlamda, söz konusu köy romanı olunca farklı, özgün ve aslına sadık kalan her anlatının hakkını teslim etmek gerekir.
Köy romancılığı demişken, uzun uzun yazmadan, hem hatırlamak hem de aradaki farkı görmek için bir iki kelam etmek gerekiyor sanırım. Türkiye’deki köy romancılığı, toplumsal gerçekçilik adı altında ezberlenmiş şablonları konu edinir. Tiplemeler birkaç ‘numune’ dışında hep aynıdır. Elitist aydın tabakanın sahip olduğu aynı bakış açısı sinemaya fazlasıyla yansıtılmıştır. Örneğin köylünün emeğini sömüren bir ağa tiplemesi vardır ve her türlü düzenbazlığı, ahlaksızlığı yaparak köyün (insanlar da dâhil) mülkiyetini ele geçirmiştir. Muhtar, imam, şeyh ya da ihtiyar heyeti gibi köyün ileri gelenleri ağanın en büyük destekçisidir. Zaten ağanın döndürdüğü çarktan kendilerine de pay düşmektedir. Köyde eşkıyalık yaparak her türlü suçu rahatlıkla işleyebilen ve üzerini kapatan bu çete bir şekilde merkezi yönetim ve kolluk güçleriyle de iyi ilişkiler kurmuştur. Bu sayede hem adli süreçlerle muhatap olmaz hem de akçeli işleri birlikte yürütürler. Bu arada ‘cahil’ ahalinin düzene karşı çıkmak şöyle dursun desteklemek gibi bir eğilimi vardır. Köyde birkaç kişi düzene ‘isyan’ eder lakin baskıcı yapı bir şekilde onları etkisiz hâle getirerek sindirir.
Köy romancısı bu yapıyı devirecek bir devrimin peşindedir ve dolayısıyla bu metinler sosyalist çözümlemelerle oluşturulur. İronik biçimde okullu olmayan, okumayan köylünün aydınlanma tahayyülü köylü olmayan okumuşlar için yazılan romanlara konu olur. En nihayetinde köy romancılığı Batı tipi modernleşme olgusunun sosyalizm sosuna batırılmış taklitçi bir uzantısıdır.
Bu eleştirel bakış köy romancılığının konu ettiği meselelerin olmadığı anlamına gelmiyor. Eksiği yok, fazlası var. Dünyayı Dolduran Kiraz’da da köy romancılığındaki anlatıyı destekleyecek doneler bulunuyor lakin anlatı bambaşka bir dil barındırıyor. İyi ya da kötü tartışılır fakat Anadolu insanına, hayatına ‘içten’ bir bakış söz konusu. Meselenin özünün de bu olduğu düşüncesindeyim. Yani bir şey olurken ya da bir şeye dönüşürken nesne değil, özne olabilmektir mesele.
Romana tekrar dönersek, dil ve anlatım açısından üzerinde durulması gereken bazı noktalar var. Metnin genelinde şiirsel bir anlatım söz konusu. Bu bağlamda mecazdan mübalağa sanatına kadar birçok teknik kullanılmış. Bir çocuğun bakış açısıyla anlatılması geniş bir hayal dünyasına kapı aralıyor. Bu özelliğinin ortaya çıkardığı efsane ve destanların içinden taşan fantastik detaylar ziyadesiyle yer alıyor. Çocuk mantığı çerçevesinde yapılan hiciv ve göndermeler anlatıyı hem zenginleştiriyor hem de okumayı eğlenceli hâle getiriyor. En önemlisi yazar yerel dil ve köy kültürünü mükemmel derecede yansıtmış. Öyle ki, ancak köyde doğup yetişmiş bir insanın gerçek anlamda hâkim olacağı bir söz dağarcığı ve kültüre yer vermiş. Yani büyük ölçüde ‘kendisi’ olabilmiş.
Romanda babası ölen bir çocuğun, bu kaybının iç dünyasındaki yansımaları ele alınıyor. Artık babasız bir dünyada tüm zorluklarıyla yaşamaya alışacaktır. Bu bağlam metni baştan sona kuşatıyor diyebiliriz. Hâliyle alt metinde ağır ağır akan bir hüzün bulunuyor. İç dünyasında fırtınalar kopan çocuk dışındaki dünyaya da yabancı kalamıyor. Yetişkinlerin çekişmelerine, kavgalarına ve çoğu zaman anlam veremediği davranışlarına şahit oluyor. Anlam veremediği yalnızca yetişkinlerin dünyası değildir. Kendisi gibi çoçukları da dış dünyanın bir parçası olarak görerek anlamlandırmaya çalışıyor. Zor olan, bu iki dünya arasında denge kurma çabasıdır.
Metinde köy kültürünün dışında modernizmle etkileşime girmiş anlayışın örnekleri de görülüyor. Köye, köylüye oldukça uzak olan bu anlayış şehirle ve devletle irtibatlandırılıyor. Roman, belirli bir eğitim almış kişilerin de temsilcisi olduğu bu anlayışın absürtlüğünü ortaya çıkarıyor. Örneğin romanda okul önüne yapılan bir ‘büst’ meselesi var ki, evlere şenlik. Köylünün ihtiyaçlarının adı anılmazken muhtar, öğretmen, kaymakam, vali silsilesi köy için büstün elzem olduğu düşüncesinde birleşiyor. Tümüyle şekilci olan bakış açısına göre büst medeni olmanın ölçütlerinden biri sayılıyor. Karşı çıkan az sayıdaki kişinin de bakış açısı gerçekçi olmak yerine şekilcilikten öteye geçemiyor. Devleti, devlet adamlığını kutsayan anlayışın uzantısı olan bu süreç bile tek başına toplumsallığımızı inşa eden kodları göstermeye yetiyor. Kısacası dindarından laikine, milliyetçisinden hümanistine, gelenekçisinden modernite yanlısına kadar toplumun tüm kesimlerinin hayat anlayışı şekilcilikten ibaret.
Romanda dini örgüye ayrıca bahis açmak gerektiğini düşünüyorum. Evvela dinin teolojik bir uğraş değil yaşanan bir kültür olduğunu görüyoruz. İnancın ana damarını oluşturan İslam bir yana, Anadolu’nun dinselliğinde yer alan mistik, metafizik ve paganik ögeler fazlasıyla yer alıyor. Destan kültürüyle karışan rivayet-menkıbe geleneğinin yansımaları ve efsundan periye, cinden muskaya kadar geniş bir ‘inanç kültürü’ skalası bulunuyor.
Dünyayı Dolduran Kiraz, bir çocuğun zihnindeki safiyane köy olgusunu yaşanmışlık yönünü de içine alarak aktarıyor. Açıkçası beni alıp bambaşka diyarlara, zamanlara götürdü. Belki beni bu kadar etkilemesinin nedeni köyde doğup büyümüş olmam olabilir, bilemiyorum lakin bildiğim şey; ‘kendi olabilen’ bir hikâyeyi okumak yeterince güzel bir şey.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Dünyayı Dolduran Kiraz’ı, Karaca’nın biyografisine göz önünde bulundurarak okuyunca romanın otobiyografik tarafı dikkat çekiyor. Karaca, hayatının bir kesitini romanlaştırmış. Romandaki en önemli detayın yazarın anlattığı dünyaya ‘yabancı’ olmayışı olduğu düşüncesindeyim. Malum, ideolojik fetişizm içinde gelişen köy romancılığımız var. Bu bağlamda, söz konusu köy romanı olunca farklı, özgün ve aslına sadık kalan her anlatının hakkını teslim etmek gerekir.
Köy romancılığı demişken, uzun uzun yazmadan, hem hatırlamak hem de aradaki farkı görmek için bir iki kelam etmek gerekiyor sanırım. Türkiye’deki köy romancılığı, toplumsal gerçekçilik adı altında ezberlenmiş şablonları konu edinir. Tiplemeler birkaç ‘numune’ dışında hep aynıdır. Elitist aydın tabakanın sahip olduğu aynı bakış açısı sinemaya fazlasıyla yansıtılmıştır. Örneğin köylünün emeğini sömüren bir ağa tiplemesi vardır ve her türlü düzenbazlığı, ahlaksızlığı yaparak köyün (insanlar da dâhil) mülkiyetini ele geçirmiştir. Muhtar, imam, şeyh ya da ihtiyar heyeti gibi köyün ileri gelenleri ağanın en büyük destekçisidir. Zaten ağanın döndürdüğü çarktan kendilerine de pay düşmektedir. Köyde eşkıyalık yaparak her türlü suçu rahatlıkla işleyebilen ve üzerini kapatan bu çete bir şekilde merkezi yönetim ve kolluk güçleriyle de iyi ilişkiler kurmuştur. Bu sayede hem adli süreçlerle muhatap olmaz hem de akçeli işleri birlikte yürütürler. Bu arada ‘cahil’ ahalinin düzene karşı çıkmak şöyle dursun desteklemek gibi bir eğilimi vardır. Köyde birkaç kişi düzene ‘isyan’ eder lakin baskıcı yapı bir şekilde onları etkisiz hâle getirerek sindirir.
Köy romancısı bu yapıyı devirecek bir devrimin peşindedir ve dolayısıyla bu metinler sosyalist çözümlemelerle oluşturulur. İronik biçimde okullu olmayan, okumayan köylünün aydınlanma tahayyülü köylü olmayan okumuşlar için yazılan romanlara konu olur. En nihayetinde köy romancılığı Batı tipi modernleşme olgusunun sosyalizm sosuna batırılmış taklitçi bir uzantısıdır.
Bu eleştirel bakış köy romancılığının konu ettiği meselelerin olmadığı anlamına gelmiyor. Eksiği yok, fazlası var. Dünyayı Dolduran Kiraz’da da köy romancılığındaki anlatıyı destekleyecek doneler bulunuyor lakin anlatı bambaşka bir dil barındırıyor. İyi ya da kötü tartışılır fakat Anadolu insanına, hayatına ‘içten’ bir bakış söz konusu. Meselenin özünün de bu olduğu düşüncesindeyim. Yani bir şey olurken ya da bir şeye dönüşürken nesne değil, özne olabilmektir mesele.
Romana tekrar dönersek, dil ve anlatım açısından üzerinde durulması gereken bazı noktalar var. Metnin genelinde şiirsel bir anlatım söz konusu. Bu bağlamda mecazdan mübalağa sanatına kadar birçok teknik kullanılmış. Bir çocuğun bakış açısıyla anlatılması geniş bir hayal dünyasına kapı aralıyor. Bu özelliğinin ortaya çıkardığı efsane ve destanların içinden taşan fantastik detaylar ziyadesiyle yer alıyor. Çocuk mantığı çerçevesinde yapılan hiciv ve göndermeler anlatıyı hem zenginleştiriyor hem de okumayı eğlenceli hâle getiriyor. En önemlisi yazar yerel dil ve köy kültürünü mükemmel derecede yansıtmış. Öyle ki, ancak köyde doğup yetişmiş bir insanın gerçek anlamda hâkim olacağı bir söz dağarcığı ve kültüre yer vermiş. Yani büyük ölçüde ‘kendisi’ olabilmiş.
Romanda babası ölen bir çocuğun, bu kaybının iç dünyasındaki yansımaları ele alınıyor. Artık babasız bir dünyada tüm zorluklarıyla yaşamaya alışacaktır. Bu bağlam metni baştan sona kuşatıyor diyebiliriz. Hâliyle alt metinde ağır ağır akan bir hüzün bulunuyor. İç dünyasında fırtınalar kopan çocuk dışındaki dünyaya da yabancı kalamıyor. Yetişkinlerin çekişmelerine, kavgalarına ve çoğu zaman anlam veremediği davranışlarına şahit oluyor. Anlam veremediği yalnızca yetişkinlerin dünyası değildir. Kendisi gibi çoçukları da dış dünyanın bir parçası olarak görerek anlamlandırmaya çalışıyor. Zor olan, bu iki dünya arasında denge kurma çabasıdır.
Metinde köy kültürünün dışında modernizmle etkileşime girmiş anlayışın örnekleri de görülüyor. Köye, köylüye oldukça uzak olan bu anlayış şehirle ve devletle irtibatlandırılıyor. Roman, belirli bir eğitim almış kişilerin de temsilcisi olduğu bu anlayışın absürtlüğünü ortaya çıkarıyor. Örneğin romanda okul önüne yapılan bir ‘büst’ meselesi var ki, evlere şenlik. Köylünün ihtiyaçlarının adı anılmazken muhtar, öğretmen, kaymakam, vali silsilesi köy için büstün elzem olduğu düşüncesinde birleşiyor. Tümüyle şekilci olan bakış açısına göre büst medeni olmanın ölçütlerinden biri sayılıyor. Karşı çıkan az sayıdaki kişinin de bakış açısı gerçekçi olmak yerine şekilcilikten öteye geçemiyor. Devleti, devlet adamlığını kutsayan anlayışın uzantısı olan bu süreç bile tek başına toplumsallığımızı inşa eden kodları göstermeye yetiyor. Kısacası dindarından laikine, milliyetçisinden hümanistine, gelenekçisinden modernite yanlısına kadar toplumun tüm kesimlerinin hayat anlayışı şekilcilikten ibaret.
Romanda dini örgüye ayrıca bahis açmak gerektiğini düşünüyorum. Evvela dinin teolojik bir uğraş değil yaşanan bir kültür olduğunu görüyoruz. İnancın ana damarını oluşturan İslam bir yana, Anadolu’nun dinselliğinde yer alan mistik, metafizik ve paganik ögeler fazlasıyla yer alıyor. Destan kültürüyle karışan rivayet-menkıbe geleneğinin yansımaları ve efsundan periye, cinden muskaya kadar geniş bir ‘inanç kültürü’ skalası bulunuyor.
Dünyayı Dolduran Kiraz, bir çocuğun zihnindeki safiyane köy olgusunu yaşanmışlık yönünü de içine alarak aktarıyor. Açıkçası beni alıp bambaşka diyarlara, zamanlara götürdü. Belki beni bu kadar etkilemesinin nedeni köyde doğup büyümüş olmam olabilir, bilemiyorum lakin bildiğim şey; ‘kendi olabilen’ bir hikâyeyi okumak yeterince güzel bir şey.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
24 Haziran 2020 Çarşamba
Önyargının ve eşitsizliğin kitabı
“Başınızı dik tutun, yumruklarınızı da indirin. Kim size ne derse desin, sinirleriniz hâkim olun. Değişiklik olsun diye, kafanızla mücadele edin, öğrenmeye dirense de kafa denen şey iyi bir şeydir."
"Atticus, davayı kazanacak mıyız?"
"Hayır, tatlım."
"O zaman neden..."
"Daha başlamadan yüz yıl önce davayı kaybetmiş olmamız demek kazanmaya çalışmayacağız anlamına gelmez."
"İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın."
Irkçılığı anlatan filmler (kuşkusuz öncelikle kitaplar) arasında konunun işlenişi açısından William Faulkner’ın Kırmızı Yapraklar kitabını okumadan önce, konuyu ele alışıyla en etkilendiğim eser Bülbülü Öldürmek olmuştur. Bülbülü Öldürmek özgün adı İngilizce: To Kill a Mockingbird adlı roman, Harper Lee’nin 1960 da yayınlanan Pulitzer ödüllü ilk ve tek romanıdır. Eser yayınlandıktan sonra büyük bir yankı yapmış, büyük bir başarı kazanarak, Amerikan Edebiyatı’nın klasikleri arasına girmiştir.
"Bülbüller yalnızca müzik üretirler, bizi eğlendirmek için. Bahçeleri yağmalamazlar, tarlalarda yuva yapmazlar. Yalnızca şarkı söylerler. Hem de yürekleri paralanana dek. İşte o nedenle günahtır bülbülü öldürmek."
Yalnızca yaşamakta olanlar, yalnızca kendi dünyalarında var olma çabasıyla, hatta belki çaba bile harcamak gerekmez var olmak yeterlidir var olduğunun anlaşılması ve varlığına saygı duyulması için. Ancak birileriyle aynı renklerde olmamak, aynı aile düzenlerinde yetişmiş, aynı geçim şartlarıyla büyümüş, aynı çevrelerde bulunmuş, aynı okullara gitmiş, aynı işlerde çalışmış olmamak sınıfsal olarak ayrılmanın “öteki” olmanın gerekçeleriyse, bu ne kadar adil olabilir?
Aynı dili konuşuyor olmamak, aynı bütünün parçası olmamak adalet terazisini etkilerse, bu durumda adaletten söz edilebilir mi?
Görünen o ki eşitlik olgusu dün de anlaşılamadı bu gün de algılanabilmiş değil.
“Bunun kullanma kılavuzu var mı? Vicdan denen şey her insanda var ama sanırım bir yerde bir hata var kullanmasını bilmiyoruz.”
Sadece “kara derili”, “kızıl derili”, “sarı benizli”, “soluk yüzlü”, zengin, fakir, varoş, aşağı mahalle, okumuş, dindar vs. bütün sınıfsal ayrımların sadece geçmişte kalmadığını görmek, insanın, olan bitene Atticus gibi durağan bir çehreyle bakarken içten içe kahrolmasına, Faulkner gibi gözyaşı akıtmadan ağlamasına, kanamaksızın parçalanmasına, yok olurken son sözünü söyleyecek gücü bulamamasına neden oluyor.
Sonra beyaz camdan, beyaz adamın güç gösterisindeki atalarından kalma huyların, düşüncelerin, ellerinden kötülük olarak aktığını, dingin görünen, hummalı bir ruh ile izliyoruz.
Sonra belki, yine dingin görünen o hummalı ruh ile görmeye çalışıyor insan geleceği. Gözlüksüz ileri derece astigmatlı gözlerle, ne kadar ileriyi görebilirsek işte.
“Gerçek cesaretin ne olduğunu görmeni istiyordum, gerçek cesaretin eli tüfekli bir adamla ilgisi olmadığını. Daha başlamadan yenildiğini bile bile başlamak ve her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam etmek olduğunu. Nadiren de olsa bazen kazanırsın.”
Scout ve Jem Dill ile çok yakın arkadaştır. Dill’in babası olan avukat Atticus Finch’in asılsız bir iddiayla yargılanan bir zenciyi savunmakla görevlendirilir. Fakat tüm kasaba Dill’in babası avukat, Atticus Finch’e cephe almıştır. Olaylar kasabalılarla ters düşen Atticus Finch’in etrafında şekillenecek Scout, Jem ve Dill’in dostlukları ve komşulukları da olaydan çok etkilenecektir.
“Ama bu davayı almasaydım çocuklarımın yüzüne bakabilir miydim sanıyorsun? … Tek umudum, tek duam Jem’le Scout’un öfkeye kapılmadan bunu atlatması, en önemlisi de bunu Maycombluların alışılagelmiş hastalığına kapılmadan yapmaları. Bir siyahiyle ilgili bir şey olduğunda aklı başında insanların neden akıllarını kaçırdıklarını anladığımı söylesem yalan olur… Umarım Jem ile Scout bir cevap aradıklarında kasabada konuşulanları dinlemek yerine bana gelirler.”
Alabama eyaletinde yaşıyor olup da bu cümleleri sarfetmek büyük cesaret kuşkusuz.
Önyargılı ve riyakâr Güneylilerin ırk ve sınıf ayrımlarını Scout ve Jem Finch adlarındaki iki çocuğun bakış açısından aktaran roman, kent halkının bu yaklaşımlarına ve vicdanlarına karşı tek başına karşı koyan insancıl bir avukatın mücadelesini ırkçılık, vicdansızlık ve riyakârlık fonları içinde anlatmaktadır.
Roman zenci ve beyaz çatışmasını ele alan; ırkçılık konusunda insana ve sevgiye değer vermek gerektiğini öneren bir eser.
“- ...pek çok kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor.
+ Tabii bunu düşünmeye hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istemekte de haklılar. Ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.''
Bülbülü Öldürmek eserinde ve filminde de avukat Atticus Finch’in soğukkanlı duruşu dikkatimi çekmişti. Merhamet görmeyi beklemediğimiz birinden gördüğümüz merhamet şaşırtıyor. Üstelik kendisine yöneltilen baskılara rağmen merhametli olabiliyorsa insan, bu hem şaşırtıcı hem de hayranlık uyandırıcı oluyor.
Siyah beyaz çatışması kadar, Bülbülü Öldürmek kitabının “baba olmak” kavramıyla da incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Atticus’u iyi bir insan ve iyi bir avukat olması kadar, iyi bir baba örneği olarak öncelikle. Olaylar gelişirken, çocuklarını olaylardan habersiz, bir fanus içinde büyütmekten ziyade, onları geleceğe hazırlayan, onlara anlayabilecekleri ölçüde hayat dersleri öğütleyen bir baba.
“Büyüdükçe böyle daha nice olaylar göreceksin. Renk ne olursa olsun yansız davranılması gereken mahkemede kişilerin saplantılarını, kinlerini oraya taşıdıklarını göreceksin. Yaşadığın her gün beyazların siyahları ezdiğini göreceksin. Şunu unutma: Kim ki siyahlara bunu yapar, kim olursa olsun -ne kadar zengin olursa olsun, ne iyi aileden gelirse gelsin- yine de pisliktir.”
Atticus’un küçük yavrusuna söylediği bu sözlerle, hayatta her zaman iyilerin ve kötülerin olacağını ve nerede durması gerektiğini anlatıyor.
Doğru anlaşılmış ve uygulanmış babalık misyonunun önemi, çocuğun yaşamımın bütün süreçlerinde ve özellikle büyüklük evresinde bireyin kişiliğini oluşurken daha çok anlaşılır.
Çocuklar anneleriyle daha çok vakit geçirseler ve onları örnek alsalar da, çocuğun yetişkinlik evresindeki içsel gelişimin asıl mimarları babalarıdır.
“Sadece çocuklardan oluşan bir polis gücü olsaydı keşke…”
Atticus dışında romanın anlatıcısı olan Scout da sizi okurken etkileyen karakterlerden. Olayları ve hayatı onun bakış açısından görmek, “büyük”lerin algısındaki kusurları daha net fark etmemize yarıyor. Çünkü herhangi bir içten pazarlık ya da hesap olmadan, masum ve düz bir çocuk bakışı ile olaylara bakıldığında aslında her şey olduğundan çok daha basit ve çözülebilir görünüyor. Romandaki en etkileyici sahnelerden biri de bahsettiğim çocuk masumluğu üzerine.
Kitap, To Kill a Mockingbird adıyla beyaz perdeye aktarıldı. Senaryosunu Horton Foote'un uyarlayıp yazdığı Robert Mulligan’ın yönettiği, avukat Atticus Finch’i Gregory Peck canlandırmıştı. Film sekiz dalda birden aday gösterildiği 1963 Nobel Akademi Ödülleri'nden "en iyi erkek oyuncu", "en iyi sanat yönetimi" ve "en iyi uyarlama senaryo" dallarında olmak üzere üçünü kazanmıştı. Ayrıca Cannes Film Festivali'nde Robert Mulligan'a "Gary Cooper Ödülü" verilmişti. Film özgün müziği de Altın Küre ödülünü kazanmıştı.
“Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği.”
Irkçılığın anlatıldığı yapıtlarda ilk şüphelinin zenci, Kızılderi’li, Asya’lı, Ortadoğu’lu olması şaşırtıcı değil.
Bu gün, bir suç işlense ve iki fail olsa, bir şüpheli eli yüzü temiz -hani öyle denir ya- hatta sarışın, renkli gözlü olsa, diğer şüpheli de esmer olsa ilk şüphelendiğimiz hangisi olurdu?
“Söylenecek çok şey vardı ama söylememeye karar verdim…”
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
"Atticus, davayı kazanacak mıyız?"
"Hayır, tatlım."
"O zaman neden..."
"Daha başlamadan yüz yıl önce davayı kaybetmiş olmamız demek kazanmaya çalışmayacağız anlamına gelmez."
"İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın."
Irkçılığı anlatan filmler (kuşkusuz öncelikle kitaplar) arasında konunun işlenişi açısından William Faulkner’ın Kırmızı Yapraklar kitabını okumadan önce, konuyu ele alışıyla en etkilendiğim eser Bülbülü Öldürmek olmuştur. Bülbülü Öldürmek özgün adı İngilizce: To Kill a Mockingbird adlı roman, Harper Lee’nin 1960 da yayınlanan Pulitzer ödüllü ilk ve tek romanıdır. Eser yayınlandıktan sonra büyük bir yankı yapmış, büyük bir başarı kazanarak, Amerikan Edebiyatı’nın klasikleri arasına girmiştir.
"Bülbüller yalnızca müzik üretirler, bizi eğlendirmek için. Bahçeleri yağmalamazlar, tarlalarda yuva yapmazlar. Yalnızca şarkı söylerler. Hem de yürekleri paralanana dek. İşte o nedenle günahtır bülbülü öldürmek."
Yalnızca yaşamakta olanlar, yalnızca kendi dünyalarında var olma çabasıyla, hatta belki çaba bile harcamak gerekmez var olmak yeterlidir var olduğunun anlaşılması ve varlığına saygı duyulması için. Ancak birileriyle aynı renklerde olmamak, aynı aile düzenlerinde yetişmiş, aynı geçim şartlarıyla büyümüş, aynı çevrelerde bulunmuş, aynı okullara gitmiş, aynı işlerde çalışmış olmamak sınıfsal olarak ayrılmanın “öteki” olmanın gerekçeleriyse, bu ne kadar adil olabilir?
Aynı dili konuşuyor olmamak, aynı bütünün parçası olmamak adalet terazisini etkilerse, bu durumda adaletten söz edilebilir mi?
Görünen o ki eşitlik olgusu dün de anlaşılamadı bu gün de algılanabilmiş değil.
“Bunun kullanma kılavuzu var mı? Vicdan denen şey her insanda var ama sanırım bir yerde bir hata var kullanmasını bilmiyoruz.”
Sadece “kara derili”, “kızıl derili”, “sarı benizli”, “soluk yüzlü”, zengin, fakir, varoş, aşağı mahalle, okumuş, dindar vs. bütün sınıfsal ayrımların sadece geçmişte kalmadığını görmek, insanın, olan bitene Atticus gibi durağan bir çehreyle bakarken içten içe kahrolmasına, Faulkner gibi gözyaşı akıtmadan ağlamasına, kanamaksızın parçalanmasına, yok olurken son sözünü söyleyecek gücü bulamamasına neden oluyor.
Sonra beyaz camdan, beyaz adamın güç gösterisindeki atalarından kalma huyların, düşüncelerin, ellerinden kötülük olarak aktığını, dingin görünen, hummalı bir ruh ile izliyoruz.
Sonra belki, yine dingin görünen o hummalı ruh ile görmeye çalışıyor insan geleceği. Gözlüksüz ileri derece astigmatlı gözlerle, ne kadar ileriyi görebilirsek işte.
“Gerçek cesaretin ne olduğunu görmeni istiyordum, gerçek cesaretin eli tüfekli bir adamla ilgisi olmadığını. Daha başlamadan yenildiğini bile bile başlamak ve her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam etmek olduğunu. Nadiren de olsa bazen kazanırsın.”
Scout ve Jem Dill ile çok yakın arkadaştır. Dill’in babası olan avukat Atticus Finch’in asılsız bir iddiayla yargılanan bir zenciyi savunmakla görevlendirilir. Fakat tüm kasaba Dill’in babası avukat, Atticus Finch’e cephe almıştır. Olaylar kasabalılarla ters düşen Atticus Finch’in etrafında şekillenecek Scout, Jem ve Dill’in dostlukları ve komşulukları da olaydan çok etkilenecektir.
“Ama bu davayı almasaydım çocuklarımın yüzüne bakabilir miydim sanıyorsun? … Tek umudum, tek duam Jem’le Scout’un öfkeye kapılmadan bunu atlatması, en önemlisi de bunu Maycombluların alışılagelmiş hastalığına kapılmadan yapmaları. Bir siyahiyle ilgili bir şey olduğunda aklı başında insanların neden akıllarını kaçırdıklarını anladığımı söylesem yalan olur… Umarım Jem ile Scout bir cevap aradıklarında kasabada konuşulanları dinlemek yerine bana gelirler.”
Alabama eyaletinde yaşıyor olup da bu cümleleri sarfetmek büyük cesaret kuşkusuz.
Önyargılı ve riyakâr Güneylilerin ırk ve sınıf ayrımlarını Scout ve Jem Finch adlarındaki iki çocuğun bakış açısından aktaran roman, kent halkının bu yaklaşımlarına ve vicdanlarına karşı tek başına karşı koyan insancıl bir avukatın mücadelesini ırkçılık, vicdansızlık ve riyakârlık fonları içinde anlatmaktadır.
Roman zenci ve beyaz çatışmasını ele alan; ırkçılık konusunda insana ve sevgiye değer vermek gerektiğini öneren bir eser.
“- ...pek çok kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor.
+ Tabii bunu düşünmeye hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istemekte de haklılar. Ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.''
Bülbülü Öldürmek eserinde ve filminde de avukat Atticus Finch’in soğukkanlı duruşu dikkatimi çekmişti. Merhamet görmeyi beklemediğimiz birinden gördüğümüz merhamet şaşırtıyor. Üstelik kendisine yöneltilen baskılara rağmen merhametli olabiliyorsa insan, bu hem şaşırtıcı hem de hayranlık uyandırıcı oluyor.
Siyah beyaz çatışması kadar, Bülbülü Öldürmek kitabının “baba olmak” kavramıyla da incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Atticus’u iyi bir insan ve iyi bir avukat olması kadar, iyi bir baba örneği olarak öncelikle. Olaylar gelişirken, çocuklarını olaylardan habersiz, bir fanus içinde büyütmekten ziyade, onları geleceğe hazırlayan, onlara anlayabilecekleri ölçüde hayat dersleri öğütleyen bir baba.
“Büyüdükçe böyle daha nice olaylar göreceksin. Renk ne olursa olsun yansız davranılması gereken mahkemede kişilerin saplantılarını, kinlerini oraya taşıdıklarını göreceksin. Yaşadığın her gün beyazların siyahları ezdiğini göreceksin. Şunu unutma: Kim ki siyahlara bunu yapar, kim olursa olsun -ne kadar zengin olursa olsun, ne iyi aileden gelirse gelsin- yine de pisliktir.”
Atticus’un küçük yavrusuna söylediği bu sözlerle, hayatta her zaman iyilerin ve kötülerin olacağını ve nerede durması gerektiğini anlatıyor.
Doğru anlaşılmış ve uygulanmış babalık misyonunun önemi, çocuğun yaşamımın bütün süreçlerinde ve özellikle büyüklük evresinde bireyin kişiliğini oluşurken daha çok anlaşılır.
Çocuklar anneleriyle daha çok vakit geçirseler ve onları örnek alsalar da, çocuğun yetişkinlik evresindeki içsel gelişimin asıl mimarları babalarıdır.
“Sadece çocuklardan oluşan bir polis gücü olsaydı keşke…”
Atticus dışında romanın anlatıcısı olan Scout da sizi okurken etkileyen karakterlerden. Olayları ve hayatı onun bakış açısından görmek, “büyük”lerin algısındaki kusurları daha net fark etmemize yarıyor. Çünkü herhangi bir içten pazarlık ya da hesap olmadan, masum ve düz bir çocuk bakışı ile olaylara bakıldığında aslında her şey olduğundan çok daha basit ve çözülebilir görünüyor. Romandaki en etkileyici sahnelerden biri de bahsettiğim çocuk masumluğu üzerine.
Kitap, To Kill a Mockingbird adıyla beyaz perdeye aktarıldı. Senaryosunu Horton Foote'un uyarlayıp yazdığı Robert Mulligan’ın yönettiği, avukat Atticus Finch’i Gregory Peck canlandırmıştı. Film sekiz dalda birden aday gösterildiği 1963 Nobel Akademi Ödülleri'nden "en iyi erkek oyuncu", "en iyi sanat yönetimi" ve "en iyi uyarlama senaryo" dallarında olmak üzere üçünü kazanmıştı. Ayrıca Cannes Film Festivali'nde Robert Mulligan'a "Gary Cooper Ödülü" verilmişti. Film özgün müziği de Altın Küre ödülünü kazanmıştı.
“Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği.”
Irkçılığın anlatıldığı yapıtlarda ilk şüphelinin zenci, Kızılderi’li, Asya’lı, Ortadoğu’lu olması şaşırtıcı değil.
Bu gün, bir suç işlense ve iki fail olsa, bir şüpheli eli yüzü temiz -hani öyle denir ya- hatta sarışın, renkli gözlü olsa, diğer şüpheli de esmer olsa ilk şüphelendiğimiz hangisi olurdu?
“Söylenecek çok şey vardı ama söylememeye karar verdim…”
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
23 Haziran 2020 Salı
Renklerin farklarını merak edenler için bir yolculuk
Okuyucuyu, sanatla zorunluluğun bir araya gelemeyeceği yönünde, gündüzün gece ile bir araya gelememesi teşbihi ile özgürlüğe hazırlayan Wassily Kandinsky, kendisini takip etmeyi ve kuramına saygıyı ziyadesi ile hak eden bir demir leblebi bırakmış alanına. Exlibris Dizisi dahilinde Ketebe tarafınca basılan Kandinsky imzalı Sanatta Ruhsallık Üzerine, keyifli bir okuma vaat ediyor. Okumayı hobi değil retorik bir derinlik için vakit ayırıp yapanlar bilir ki; düşün dünyasında, Kandinsky ölçüsünde tafsilatlı bir kuramla tanışmak çok da sık karşılaşılan lütuflardan değildir. Resimlerini entelektüel alt yapısını örerek çerçeveleyen, asan, sunan bir ressam da keza…
“Geleceğin gücünü içinde barındırmayan, yalnızca çağının çocuğu olan, geleceğe annelik yapmayan sanat kısır bir sanattır” diyen sanatçı, kısa süreli popülerliği olan ve atmosfere bağlı değişen sanatı ölü doğmuş niteler. Bu nitelemenin zihinsel gücü ile 20. yy başından bugüne, iddia ettiği ışığı bizzat kendisi de tutmaktadır. Lakin 20.yy başı için; “uzun bir materyalizmden sonra bugün yeni yeni uyanmaya başlayan ruhumuz” dediği noktada, içinde bulunduğumuz, sanatsız, estetiksiz, içsiz plastiği, tasavvur etmekte zorlanmış olmalı.
Bir sarsıntıdan bahseder! Bu bahsettiği sarsıntı; dinmek bilmeyen bir deprem gibi avucumuzdaki telefonlarla epifiz bezlerimizi ele geçirmiş olan sarsıntımıza benzemektedir. Bu yüzden biz bugün, çipli insanın üzerinde sanatın alabileceği şekiller üzerine konuşuyoruz. Bunun olacağını bilenlerin yazdıklarına “distopya” denildiği düşünülünce Kandinsky’i basiret konusunda eleştirmek haddinden de uzaklaşıyoruz.
Kandinsky’nin kariyerini ve tafsilatlı kuramını doğuran gebeliğin hikayesine gelmek gerekirse; bu hikaye, kitabın ve hayatının önsözü gibidir: Her şey, Münih’teki stüdyosuna girdiğinde aşina olmadığı bir tabloyu görmesiyle başlar. Karşılaştığı tablonun azameti, garipliği, uyandırdığı hayret duygusu öylesine kaplar ki içini, büyülenir. Şaşırır. Ne görmüştü bu resmi daha önce ne ressamını çıkartabiliyordur.
Kandinsky hayranlığına sorular takınıp resme daha yakından, daha uzun baktı. Baktı… Kendi resimlerinden birinin yana yatmış haline baktığını fark ettiğinde, hayatına yeni kendisi ve bu yeni resimde devam etme kararı almıştı. Artık materyal nesneleri olduğu gibi resme aktarmayacaktı. Gördüğü şeyin tesiri öyle derindeydi ki geçmişten taşıdığı bütün putları yıktı.
1905 yılında tecrübe ettiği bu dönüşüm ile anılardan değil, özgür ruhu ve özgürleşen geleceğinden devam edebilecek bir sanatın devrimindeydi artık. “İnsanın açık gözler ile kör olabileceğini” temellendiren bir kuram edinip dogma ne varsa yıkıp ilerleme vakti gelmişti: Hiçbir renk zıtlığını kırmızı kadar gösteremez olsa da, her renk sıcak ya da soğuk olarak algılanabilirdi. Ayrıca en çok maviyi seven biri, neden diğer renklerden daha çok maviyi sevdiğini açıklarken kimsenin kurmadığı cümleleri kurar.
Renklerin farkını merak edenler ve biraz da beyin açmak isteyenler için Sanatta Ruhsallık Üzerine kısa ama yüksek bir yolculuk sunuyor Kandinsyk.
Yükseklere meyyali olanlar için keyifli seyirler dileriz.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
“Geleceğin gücünü içinde barındırmayan, yalnızca çağının çocuğu olan, geleceğe annelik yapmayan sanat kısır bir sanattır” diyen sanatçı, kısa süreli popülerliği olan ve atmosfere bağlı değişen sanatı ölü doğmuş niteler. Bu nitelemenin zihinsel gücü ile 20. yy başından bugüne, iddia ettiği ışığı bizzat kendisi de tutmaktadır. Lakin 20.yy başı için; “uzun bir materyalizmden sonra bugün yeni yeni uyanmaya başlayan ruhumuz” dediği noktada, içinde bulunduğumuz, sanatsız, estetiksiz, içsiz plastiği, tasavvur etmekte zorlanmış olmalı.
Bir sarsıntıdan bahseder! Bu bahsettiği sarsıntı; dinmek bilmeyen bir deprem gibi avucumuzdaki telefonlarla epifiz bezlerimizi ele geçirmiş olan sarsıntımıza benzemektedir. Bu yüzden biz bugün, çipli insanın üzerinde sanatın alabileceği şekiller üzerine konuşuyoruz. Bunun olacağını bilenlerin yazdıklarına “distopya” denildiği düşünülünce Kandinsky’i basiret konusunda eleştirmek haddinden de uzaklaşıyoruz.
Kandinsky’nin kariyerini ve tafsilatlı kuramını doğuran gebeliğin hikayesine gelmek gerekirse; bu hikaye, kitabın ve hayatının önsözü gibidir: Her şey, Münih’teki stüdyosuna girdiğinde aşina olmadığı bir tabloyu görmesiyle başlar. Karşılaştığı tablonun azameti, garipliği, uyandırdığı hayret duygusu öylesine kaplar ki içini, büyülenir. Şaşırır. Ne görmüştü bu resmi daha önce ne ressamını çıkartabiliyordur.
Kandinsky hayranlığına sorular takınıp resme daha yakından, daha uzun baktı. Baktı… Kendi resimlerinden birinin yana yatmış haline baktığını fark ettiğinde, hayatına yeni kendisi ve bu yeni resimde devam etme kararı almıştı. Artık materyal nesneleri olduğu gibi resme aktarmayacaktı. Gördüğü şeyin tesiri öyle derindeydi ki geçmişten taşıdığı bütün putları yıktı.
1905 yılında tecrübe ettiği bu dönüşüm ile anılardan değil, özgür ruhu ve özgürleşen geleceğinden devam edebilecek bir sanatın devrimindeydi artık. “İnsanın açık gözler ile kör olabileceğini” temellendiren bir kuram edinip dogma ne varsa yıkıp ilerleme vakti gelmişti: Hiçbir renk zıtlığını kırmızı kadar gösteremez olsa da, her renk sıcak ya da soğuk olarak algılanabilirdi. Ayrıca en çok maviyi seven biri, neden diğer renklerden daha çok maviyi sevdiğini açıklarken kimsenin kurmadığı cümleleri kurar.
Renklerin farkını merak edenler ve biraz da beyin açmak isteyenler için Sanatta Ruhsallık Üzerine kısa ama yüksek bir yolculuk sunuyor Kandinsyk.
Yükseklere meyyali olanlar için keyifli seyirler dileriz.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Beylikten imparatorluğa geçişin manevî aktörleri
"Kim ne bilür bizi nice soydanuz
Ne zerrece oddan ne hod sudanuz
Bizim meftûnumuz mârifet söyler
Biz Horasan mülkündeki boydanuz."
- Abdal Mûsâ
"Urum abdalları gelir dost deyi
Eğnimize aba hırka post deyi
Hastaları gelir derman isteyi
Sağlar gelir şahım Abdal Mûsâ'ya."
- Kaygusuz Abdal
Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş sürecine dair metinleri okurken en çok duyduğumuz isim Âşıkpaşazâde'dir. Bilgiler onun takipçileri vesilesiyle bugünlere ulaşmış olsa da hâlâ o döneme dair ortaya çıkmayanlar hem tarihçileri hem de tarih okuyucusunu şüphesiz tetikliyor. Öte yandan, belki tarihimizin en renkli sayfalarını içeren menâkıbnâmeler de tarihe yalnızca savaşlar ve savaşanlar penceresinden bakmamamız için ortada duruyor. Kimileri bu menâkıbnâmelerdeki bilgileri 'kesin' kabul ederek tarihi ona göre kurguluyor. Kimileriyse hiç önemsemiyor zira evliya-velî gerçeğini Şamanist kavramlarla ve mitlerle tabiri caizse elden geçirerek öteliyor. Oysa kuruluş sürecinden bahsetmek istiyorsak üç zümrenin ne yapıp ettiğini belirgin şekilde konuşmamız gerekiyor. Dervişler ve Sufi Çevreler kitabında Osmanlı'nın klasik çağında yaşamış tasavvufî şahsiyetleri yeniden hatırlatan Haşim Şahin, Mart 2020'de Yapı Kredi Yayınları tarafından neşredilen Dervişler, Fakihler, Gaziler adlı çalışmasıyla bu kez Osmanlı'nın erken dönemindeki dinî zümrelere derli toplu bakmamızı sağlıyor.
Bu üç zümreden ilki dervişler... Selçuklu döneminden itibaren Anadolu topraklarında kendilerini yoğun biçimde hissettiren tasavvuf ekolleri; özellikle tekkeler ve sohbet halkaları vasıtasıyla İslâm'ın yayılmasının yanı sıra insanların inançlarıyla aralarındaki 'sıkıntıları' gidermek, güzel ahlakı ve iyiliği (fütüvvet) yaygınlaştırmak için en kritik rolü oynamıştır. Bilhassa 13. yüzyıl; Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî etkisiyle 'altın çağı'nı yaşamış, onların öğretileri günümüze dâhi damgasını vurmuştur. Tasavvuf mektebinin talebesi olan dervişler ve onların velîleri, Osmanlı'nın kuruluş sürecinde gerek beyleri gerekse halkı, şahsiyetlerinde sırlanan manevî hâllerle etkilemiştir. Haşim Şahin, çalışmasının bu öz bölümünde okuyucuya şu sırlı zâtları olabildiğince teferruatıyla takdim ediyor: Şeyh Edebalı, Kumral Abdal, Geyikli Baba, Abdal Mûsâ, Abdal Murad, Karaca Ahmed, Dûğlu Baba, Postinpûş Baba (Mehmed Hammârî), Emir Sultan, Somuncu Baba (Şeyh Hamidüddin Aksarâyî), Abdal Mehmed.
İkinci zümre fakihler. Kelime olarak “bilmek, bir şeyi iyi anlamak, bir konuda derin bilgi sahibi olmak” anlamlarına geliyor. "Fakihler gittikleri bölgelerde mensubu oldukları mezhebin gereklerini yaydıkları gibi, bazen iki ülke arasında elçilik vazifesiyle görevlendirilebiliyor, bazen de hükümdarların yanında savaşlara da katılabiliyorlardı. Mensup olduğu mezhebin gereklerini yayma konusunda en faal olan fakihler Nizamiye Medresesi'nden yetişenlerdi." diyen Haşim Şahin; Dursun Fakih'ten Süleyman Çelebi'ye kadar birçok fakih hakkında bilgi verdikten Davûd-ı Kayserî, Tâceddin Kürdî, Alâeddin Ali Esved ve Molla Fenârî gibi oldukça önemli ve hem hükümdarlara hem de halka önemli hizmetler sunmuş mutasavvıf müderrislerden de bahsediyor.
Üçüncü zümre Osmanlı'nın kuruluş ideolojisinin en dikkat çeken zümresi, gaziler. TDV İslâm Ansiklopedisi'ndeki yazdığı maddede Abdülkadir Özcan "Gazi" kelimesi için (çoğulu guzât, guzzâ, guziy) "hücum etmek, savaşmak, yağmalamak; din uğrunda cihad etmek” mânasına gelen gazânın (gazve) ism-i fâili olup savaşta başarı kazanan kumandanlara, hatta hükümdarlara şeref unvanı olarak verilmiştir" diyor. Gazi, din uğruna savaşanlara verilen bir isim olarak tarihin en çetin sayfalarında en sık rastlanan kelime olarak yer alıyor. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk kurucusu olarak kabul edilen ismin de hemen yanına ekleniyor: Osman Gazi... Haşim Şahin, Halil İnalcık'a göre de gaza ve yerleşmenin Osmanlı fetihlerindeki temel motivasyon olduğunu hatırlatıyor. Osman Gazi'nin en fazla tercih edilen beylerden biri olmasının sebebi ise akınlarda elde edilen ganimetleri gazileri arasında paylaştırması. İmparatorluk için hem devletin başındaki zâtın hem de onun yanındakilerin ne kadar savaşçı olduğu her dönem ciddiyetini korumuş. "Cengâverlik ruhu ve ganimet propagandası" ile gaza heyecanı her zaman diri tutulmuş ve böylece beylikten imparatorluğa doğru yürüyen sürecin siyasî hedefi tayin olunmuş.
Dervişler, Fakihler, Gaziler'in en lezzetli bölümlerinden biri ikinci bölümü. Burada ilk Osmanlı sultanlarının dini yaşantıları, dinî zümrelerle ilişkileri, tarikatların yapılanmaları, sultanların vakıfları ve yaptırdıkları kurumlar yer alıyor. Dolayısıyla Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi devirlerinden Yıldırım Bayezid dönemi de dahil olmak üzere kritik yıllarda dini zümrelerle olan ilişkiler ve yayılma stratejilerinde ne gibi roller üstlendikleri net biçimde görülebiliyor. Haşim Şahin, kitabın son bölümünde dinî zümrelerin işlevlerine ve faaliyet gösterdikleri kurumlara yer ayırmış. Böylece Osmanlı'nın kuruluş sürecinde savaşanların ardında kalanları boş bırakmayan ve onlara bir anlamda manevî güç sağlayan kimselerin eylemleri de belirginleşmiş oluyor. Diğer yandan istimalet politikası, ihtida olayları, imar ve yerleşim konusunda katkılar incelenirken ribâtların, hankâhların, kervansarayların, zaviyelerin, tekkelerin, camilerin ve medreselerin özellikle 1500'lü yılların başına doğru iyice zenginleştiği görülüyor.
"Sufiler Türklerin İslam dinini kabul ettikleri dönemden itibaren toplumun en önemli kesimlerinden birisini temsil etmişlerdir. Osmanlı sufiliğinin altyapısı ucu Horasan'a kadar uzanan geniş bir arka plana sahiptir. Gerek Büyük Selçuklu, gerekse Anadolu Selçuklu devirlerinde sufiler son derece faal olmuş, merkezî iktidarla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda bu zümrenin etkisi Şeyh Edebalı'nın şahsında adeta kuruluşun en temel dinamiklerinden birisi hâline getirilmeye çalışılmıştır. Bilhassa, devletlerin kuruluşunda bir mit olarak sürekli karşılaşılan efsanevî rüya hadisesi bu gayretin kronik yazarları tarafından ne kadar benimsendiğini açık bir şekilde ortaya koyar."
Haşim Şahin'in Dervişler, Fakihler, Gaziler çalışmasıyla Osmanlı'nın hem en merak edilen hem de bu meraka karşın oldukça 'sırlı' kalan kritik bir dönemi, tüm meraklılar için kolay anlaşılır bir dille analiz ediyor. Son olarak, bu çalışmanın yanına Feridun M. Emecen'in Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve Yükseliş Tarihi (1300-1600) ve Ahmet Demirhan'ın 'Kuruluş Sarmalı'ndan Kurtulmak: Osmanlı ve Hâkimiyet Telakkileri adlı kitapları da eklenirse okuyucunun ciddi verim alacağını düşünüyorum, naçizane.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Ne zerrece oddan ne hod sudanuz
Bizim meftûnumuz mârifet söyler
Biz Horasan mülkündeki boydanuz."
- Abdal Mûsâ
"Urum abdalları gelir dost deyi
Eğnimize aba hırka post deyi
Hastaları gelir derman isteyi
Sağlar gelir şahım Abdal Mûsâ'ya."
- Kaygusuz Abdal
Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş sürecine dair metinleri okurken en çok duyduğumuz isim Âşıkpaşazâde'dir. Bilgiler onun takipçileri vesilesiyle bugünlere ulaşmış olsa da hâlâ o döneme dair ortaya çıkmayanlar hem tarihçileri hem de tarih okuyucusunu şüphesiz tetikliyor. Öte yandan, belki tarihimizin en renkli sayfalarını içeren menâkıbnâmeler de tarihe yalnızca savaşlar ve savaşanlar penceresinden bakmamamız için ortada duruyor. Kimileri bu menâkıbnâmelerdeki bilgileri 'kesin' kabul ederek tarihi ona göre kurguluyor. Kimileriyse hiç önemsemiyor zira evliya-velî gerçeğini Şamanist kavramlarla ve mitlerle tabiri caizse elden geçirerek öteliyor. Oysa kuruluş sürecinden bahsetmek istiyorsak üç zümrenin ne yapıp ettiğini belirgin şekilde konuşmamız gerekiyor. Dervişler ve Sufi Çevreler kitabında Osmanlı'nın klasik çağında yaşamış tasavvufî şahsiyetleri yeniden hatırlatan Haşim Şahin, Mart 2020'de Yapı Kredi Yayınları tarafından neşredilen Dervişler, Fakihler, Gaziler adlı çalışmasıyla bu kez Osmanlı'nın erken dönemindeki dinî zümrelere derli toplu bakmamızı sağlıyor.
Bu üç zümreden ilki dervişler... Selçuklu döneminden itibaren Anadolu topraklarında kendilerini yoğun biçimde hissettiren tasavvuf ekolleri; özellikle tekkeler ve sohbet halkaları vasıtasıyla İslâm'ın yayılmasının yanı sıra insanların inançlarıyla aralarındaki 'sıkıntıları' gidermek, güzel ahlakı ve iyiliği (fütüvvet) yaygınlaştırmak için en kritik rolü oynamıştır. Bilhassa 13. yüzyıl; Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî etkisiyle 'altın çağı'nı yaşamış, onların öğretileri günümüze dâhi damgasını vurmuştur. Tasavvuf mektebinin talebesi olan dervişler ve onların velîleri, Osmanlı'nın kuruluş sürecinde gerek beyleri gerekse halkı, şahsiyetlerinde sırlanan manevî hâllerle etkilemiştir. Haşim Şahin, çalışmasının bu öz bölümünde okuyucuya şu sırlı zâtları olabildiğince teferruatıyla takdim ediyor: Şeyh Edebalı, Kumral Abdal, Geyikli Baba, Abdal Mûsâ, Abdal Murad, Karaca Ahmed, Dûğlu Baba, Postinpûş Baba (Mehmed Hammârî), Emir Sultan, Somuncu Baba (Şeyh Hamidüddin Aksarâyî), Abdal Mehmed.
İkinci zümre fakihler. Kelime olarak “bilmek, bir şeyi iyi anlamak, bir konuda derin bilgi sahibi olmak” anlamlarına geliyor. "Fakihler gittikleri bölgelerde mensubu oldukları mezhebin gereklerini yaydıkları gibi, bazen iki ülke arasında elçilik vazifesiyle görevlendirilebiliyor, bazen de hükümdarların yanında savaşlara da katılabiliyorlardı. Mensup olduğu mezhebin gereklerini yayma konusunda en faal olan fakihler Nizamiye Medresesi'nden yetişenlerdi." diyen Haşim Şahin; Dursun Fakih'ten Süleyman Çelebi'ye kadar birçok fakih hakkında bilgi verdikten Davûd-ı Kayserî, Tâceddin Kürdî, Alâeddin Ali Esved ve Molla Fenârî gibi oldukça önemli ve hem hükümdarlara hem de halka önemli hizmetler sunmuş mutasavvıf müderrislerden de bahsediyor.
Üçüncü zümre Osmanlı'nın kuruluş ideolojisinin en dikkat çeken zümresi, gaziler. TDV İslâm Ansiklopedisi'ndeki yazdığı maddede Abdülkadir Özcan "Gazi" kelimesi için (çoğulu guzât, guzzâ, guziy) "hücum etmek, savaşmak, yağmalamak; din uğrunda cihad etmek” mânasına gelen gazânın (gazve) ism-i fâili olup savaşta başarı kazanan kumandanlara, hatta hükümdarlara şeref unvanı olarak verilmiştir" diyor. Gazi, din uğruna savaşanlara verilen bir isim olarak tarihin en çetin sayfalarında en sık rastlanan kelime olarak yer alıyor. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk kurucusu olarak kabul edilen ismin de hemen yanına ekleniyor: Osman Gazi... Haşim Şahin, Halil İnalcık'a göre de gaza ve yerleşmenin Osmanlı fetihlerindeki temel motivasyon olduğunu hatırlatıyor. Osman Gazi'nin en fazla tercih edilen beylerden biri olmasının sebebi ise akınlarda elde edilen ganimetleri gazileri arasında paylaştırması. İmparatorluk için hem devletin başındaki zâtın hem de onun yanındakilerin ne kadar savaşçı olduğu her dönem ciddiyetini korumuş. "Cengâverlik ruhu ve ganimet propagandası" ile gaza heyecanı her zaman diri tutulmuş ve böylece beylikten imparatorluğa doğru yürüyen sürecin siyasî hedefi tayin olunmuş.
Dervişler, Fakihler, Gaziler'in en lezzetli bölümlerinden biri ikinci bölümü. Burada ilk Osmanlı sultanlarının dini yaşantıları, dinî zümrelerle ilişkileri, tarikatların yapılanmaları, sultanların vakıfları ve yaptırdıkları kurumlar yer alıyor. Dolayısıyla Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi devirlerinden Yıldırım Bayezid dönemi de dahil olmak üzere kritik yıllarda dini zümrelerle olan ilişkiler ve yayılma stratejilerinde ne gibi roller üstlendikleri net biçimde görülebiliyor. Haşim Şahin, kitabın son bölümünde dinî zümrelerin işlevlerine ve faaliyet gösterdikleri kurumlara yer ayırmış. Böylece Osmanlı'nın kuruluş sürecinde savaşanların ardında kalanları boş bırakmayan ve onlara bir anlamda manevî güç sağlayan kimselerin eylemleri de belirginleşmiş oluyor. Diğer yandan istimalet politikası, ihtida olayları, imar ve yerleşim konusunda katkılar incelenirken ribâtların, hankâhların, kervansarayların, zaviyelerin, tekkelerin, camilerin ve medreselerin özellikle 1500'lü yılların başına doğru iyice zenginleştiği görülüyor.
"Sufiler Türklerin İslam dinini kabul ettikleri dönemden itibaren toplumun en önemli kesimlerinden birisini temsil etmişlerdir. Osmanlı sufiliğinin altyapısı ucu Horasan'a kadar uzanan geniş bir arka plana sahiptir. Gerek Büyük Selçuklu, gerekse Anadolu Selçuklu devirlerinde sufiler son derece faal olmuş, merkezî iktidarla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda bu zümrenin etkisi Şeyh Edebalı'nın şahsında adeta kuruluşun en temel dinamiklerinden birisi hâline getirilmeye çalışılmıştır. Bilhassa, devletlerin kuruluşunda bir mit olarak sürekli karşılaşılan efsanevî rüya hadisesi bu gayretin kronik yazarları tarafından ne kadar benimsendiğini açık bir şekilde ortaya koyar."
Haşim Şahin'in Dervişler, Fakihler, Gaziler çalışmasıyla Osmanlı'nın hem en merak edilen hem de bu meraka karşın oldukça 'sırlı' kalan kritik bir dönemi, tüm meraklılar için kolay anlaşılır bir dille analiz ediyor. Son olarak, bu çalışmanın yanına Feridun M. Emecen'in Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve Yükseliş Tarihi (1300-1600) ve Ahmet Demirhan'ın 'Kuruluş Sarmalı'ndan Kurtulmak: Osmanlı ve Hâkimiyet Telakkileri adlı kitapları da eklenirse okuyucunun ciddi verim alacağını düşünüyorum, naçizane.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
22 Haziran 2020 Pazartesi
Beyaz adamın "kara derililer" üzerinde kurduğu baskı
“Savunmasız varlıklara iyi davranırsanız düşlerinizin gerçekleşmesi için Dilek Ağacı’na gerek yoktur.”
William Faulkner’ın tek çocuk kitabı olan Dilek Ağacı’ndan bir cümle ile başlamak istedim. Faulkner’ın çocuk kitabı aracılığı ile bizlere ilettiği cümle, onun hayat felsefesini özetliyor kanımca. Faulkner Missisipi eyaletine göç etmiş İskoçya kökenli bir aileye mensuptur. Ailesi, yaşadığı bölgenin en köklü ailelerindendir. Eserlerinin konusunu Amerika birleşik devletlerinin en özgün bölgesi olan güney bölgesi oluşturur.
Kırmızı Yapraklar kitabı ile ABD de yaşanan ırkçı hadisenin hemen sonrasında karşılaştım ve okumak istedim. Kitabın çevirmeni Ülkü Tamer ve kitaptaki öyküler Tamer’in seçimlerinden oluşuyor.
Kırmızı Yapraklar beyaz adamın “kara derililer” üzerinde kurduğu baskıyı anlatan öykülerden oluşuyor.
"Beyazlar zencilere neden para verirler bilir misin? Çünkü başka beyazlar bando mızıkayla o parayı zenciden alacaktır ve zenci daha çok çalışmak zorunda kalacaktır."
Kırmızı Yapraklar’daki öyküler Ses ve Öfke kitabından izler taşıyor. Yazar yaşadığı yer olan Güney’de gördüklerini, şahit olduklarını, yaşananları kahramanları aracılığı ile ölümsüzleştiriyor.
Kitap ile aynı adı taşıyan Kırmızı Yapraklar öyküsünde, beyazların kara derililer hakkında yaptıkları diyalogların içinde kalıyorsunuz. Yaşandığını bildiğiniz ama yaşanmamasını istediğiniz olayların içinde buluyorsunuz kendinizi. En kötüsü de değiştiremeyeceğiniz olaylar olması. Dün de bu gün de…
“Zenciye ne yaptılar?” Diyor beyaz adam. Diğeri –o iş tamam, küçük bir yolculuğa çıktı.
Ve devam ediyor beyaz adamların, ölen(öldürülen) zenci hakkında yaptıkları yorumlar.
“Ölmek hoşlarına gitmiyor, sarılıyorlar (ölmemek için, öldürmeye kastedenlerin ellerine, ayaklarına), zorluk çıkartıyorlar, onursuzlar ve yabaniler. Güneşte çalışmayı, toprağa girmekten üstün görüyorlar.”
Kocası Jesus tarafından öldürülmekten korkan Nancy Quentin'in ailesinden yardım istiyor, 7-8 yaşında olan çocuklara sığınmaya çalışıyor. Bu yorgun zenci kadının akıbetini tahmin edebiliyoruz ancak çünkü Faulkner ustaca manevralarla sonlandırıyor öyküyü.
“Bizi görebiliyor musun? Nancy?” diye fısıldadı Caddy. Gözlerimizi de görebiliyor musun?”
“Bir zenciden başka bir şey değilim ben.” dedi Nancy. “Tanrı biliyor. Tanrı biliyor.”
Hendekten çıktık. Nancy’nin evini, açık kapıyı hala görebiliyorduk; ama kapısı açık, Nancy görünmüyordu, yorulmuştu çünkü.
“Bittim yorgunluktan” demişti. “Bir zenciyim ben. Benim suçum değil bu.”
Beyaz bir kadını taciz ettiği düşünüldüğü için yakalanan zenci Will Mayes hakkında beyazların ve beyazlarla işbirliği yapan Kızılderili’lerin aralarında geçen diyaloglardan anlıyoruz kara derili adamın başına neler geldiğini.
“Kanlı eylül alacakaranlığıyla yağmursuz altmış iki günün biçilmiş çayırlarında, kuru otlardan bir ateş gibi geçmişti o-söylenti mi hikâye mi neyse- Miss Minnie Cooper’la bir zenciye dair.”
“Beyaz bir kadına mı, yoksa bir zencinin sözüne mi inanacaksın? Seni Allah’ın belası zenci dostu…”
Yazarın vahşiliği ve vahşeti anlatırken, irite edici, korku ögelerinden uzak anlatım tarzı, Faulkner’ın ustalığını bize bir kez daha gösteriyor.
“Ateşi yanar tutması için kara insanlardan birini seninle birlikte yollarım.”
“Kara insanlardan hangisini?”
“Gemide kazandığım kadının kocasını.”
“Acılı bir hayatla hayatsızlık arasında bir seçim yapmamı söyleseler, hiç duraksamadan acılı hayatı seçerim.”
Faulkner, her ne kadar acılı bir hayatı seçmiş, yapıtlarındaki olgularla kendisini acı çeken insanlarla içselleştirmiş de olsa, soğukkanlı duruşunu yazın diline de aksettiriyor. Faulkner “her şeyin farkındayım ama gereksiz duygu sağaltımlarına hiç gerek yok” dercesine, yaşanan ve yaşanmakta olan olaylardan duyduğu rahatsızlıklarına rağmen bize akseden anlatı rahatlığını Kırmızı Yapraklar kitabında da gösteriyor.
Derisinin rengi siyahi olduğu için farklı ve sınıfsal ayrıma tabi tutulan insanların köleleştirildiği yıllardan bu güne geldiğimizde, genetik kodlamaların hala aktif olduğunu görüyoruz.
Geçtiğimiz günlerde ABD, Minneapolis'te yaşanan polis şiddetiyle çalkalandı. Gözaltına alındığı sırada yüzüstü yerde yatarken bir polisin diziyle boğazına baskı yaptığı Afro-Amerikalı George Floyd'un ölümü sonrasında çok şey yazıldı çok şey konuşuldu. Belki de ilk defa çığ gibi büyüyen protestolara şahit olduk.
İsrail’de bir sokak röportajı izlemiştim. Mikrofon uzatılan Yahudi halkından büyük çoğunluğu hala bu fikre inanılıyor. Yöneticilerin hırslarından kaynaklanan dünyaya hükmetme arzusu kadar, Hitler’in yaşattığı soykırıma rağmen, halkın genelinin de içinde bulunduğumuz yüzyılda böyle düşünmesi akıl almaz geliyor.
İzlediğimiz birçok ırkçı karşıtı filmde insanın ne kadar zalimleşebileceğini görmüştüm. Çocukluğumda sadece filmlerde yaşandığını zannettiğim zulümlerin birçoğunun yaşanmış ve yaşanmakta olduğunu öğrenmek çok acı...
“Ben ağlamıyordum, ama tutamıyordum kendimi de. Ben ağlamıyordum, ama yer durmuyordu ve ben ağlıyordum sonra.”
Yazarın Döşeğimde Ölürken ve Ses ve Öfke romanlarındaki anlatım tarzı, gergin ama meraklı bir okuru türetiyor. Karmaşıklığın içinde saklı öz meseleleri bulmak, onları her biri derinlikli kahramanların yaşamları ve karakterleri arasından çıkarmak dikkatli okura düşüyor. William Faulkner uygulanması zor olan bilinç akışı tekniğini başarıyla uygulayan isimlerden. Her ne kadar Faulkner’ın bipolar hastası olduğu ve hastalığının bilinç akışı tekniğini uygulamasında kendisine kolaylık sağladığı söylentiler arasında yer alsa da, yazmanın sorunsuz insan eylemi olmadığı da bir gerçektir belki.
Faulkner yazın dünyası kadar iç dünyası da karmaşık ve kendine özgü bir yazar. Bir söyleşide “Söyleşilerden hoşlanmama sebebim bazen kişisel sorulara karşı öfkeli tepkiler veriyor gibi görünmemdir. Sorular kitaplarım hakkındaysa, onları yanıtlamaya çalışırım. Ama sorular benim hakkımdaysa, belki yanıtlarım ya da belki yanıtlamam, ama yanıtlasam bile, aynı soru ileride başka bir gün sorulduğunda yanıtım farklı olabilir” sözleriyle yazdıklarının önüne geçmeyi istemeyen bir yazar olduğunu ve şahsi hayatının özel kalması gerektiğini her zamanki gibi derinlikli olarak-anlatmıştır.
İyi bir romancı olmanın bir formülü olmadığı ve mümkün olsaydı bütün yazdıklarını tekrar tekrar baştan sona yazmak istediğini söyleyen yazarın yazarlık yolunda ilerleyenlere öğüt niteliğinde sözleri ise şöyle: “Yüzde doksan dokuz yetenek… Yüzde doksan dokuz disiplin… Yüzde doksan dokuz çalışma. İyi bir romancı yaptığı şeyden asla tatmin olmamalıdır.”
"İyi bir yazar merhametsizdir."
Faulkner’ın yazarlığa bakış açısı bu. Merhametsiz olmak. Kırmızı Yaprakları okuduğunuzda, okurken gördüğünüz haksızlıkları dile getirmek için merhameti bir kenara bırakmak gerektiğini düşünüyorsunuz gerçekten. Ama sadece aktarıcı olduğunuz sürece. Faulkner’ın bir çok eserinde aynı anlatım tarzı var. Olaylar vahim. Hiç şüphesiz anlatıldığından, çok daha vahim. Fakat Faulkner anlatısıyla kült film izliyormuş hissini yakalıyorsunuz. Acı var ama acıklı değil.
Aynı hissi Güray Süngü öyküleri okurken de duyumsamak mümkün. Olay acıdır, ama gözyaşı yoktur. Yahut vardır ama onun adı gözyaşı değildir…
Salt gerçekliğin hayalidir yazılan. Salt gerçekliğin hayale dönüşmesiyle hayallemenin evrilmesidir belki de.
Güray Süngü öykülerinde de aynı dil hâkim. Görüyorum görmekte olduğumu fazladan acındırıcı kelimelerle örtmeden olay yerinden bildiriyorum, dercesine realist yaklaşım ile bizi kahramanın yanına taşıyor, tam da olayın yaşandığı yere.
Soğukkanlı görünen insanların yüzlerinde acıya dair çizgiler sözlerinde acıklı ifadeler olmadığında inandırıcı gelmez bazen. Yazınsal alanda ise doğru ifadeler seçilmediğinde, okuyucuyu etkilemek kolay olmaz. Ancak Faulkner ve Güray Süngü cümlelerle acılarını yansıtmayı başarmış.
Faulkner romanlarındaki bilinçakışı tekniği kadar olmasa da öykülerinde de ilk okunuşta anlaşılamayan imgeleriyle okuru düşünmeye zorluyor. Yalın bir anlatım gibi görünen anlatısı asla görünenden ibaret değil. Diyalogların arasına sakladığı cümleleri ayrıştırmaya ve çözümlemeye kalkıştığınızda, uzun metinlerle ancak ifade edebileceğiniz açıklamalara dönüşür.
Gerçekte yaşanmış ve yaşanmakta olan haksızlık ve zulümleri hayali kahramanları aracılığı ile kalıcı kılan bütün yazarlara minnet borçlu olduğumuzu düşünüyorum.
Hayatın zorluklarına rağmen yaşamakta olduğumuzun resmiyse öyküler, belki de görmekte olmalarına rağmen kalemle yaşamaya meyledenlerdir yazarlar.
Mississippi’de doğan William Faulkner, buradaki Güney (ABD) geleneğinden oldukça etkilendiği bir çocukluk geçirir. 1930’larda Avrupa’daki deneysel geleneği izleyen ilk Amerikan yazardır. ABD’li modernist yazarların atası kabul edilen Faulkner 1949 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. 10 Aralık 1950 yılında Stockholm, İsveç’te gerçekleştirilen ödül töreninde Nobel Edebiyat Ödülü özgün kabul konuşmasını yapar.
“Hanımefendiler ve beyefendiler,
Bu ödülün kişisel olarak bana değil, çalışmama, insan ruhunun çektiği acı ve döktüğü terden oluşan ve gururlanmak için değil, ama daha önce var olmayan ve malzemesi insan ruhu olan bir şeylerden oluşan bir hayatın çalışmasına verildiğini, yani bu ödülün bana sadece emanet edildiğini düşünüyorum.
Ödülün parasal kısmının, asıl nedenin amacı ve önemiyle eşit anlamda ithaf edilecek bir hedefe ulaşması zor olmayacak, ama bu özel anı bir doruk noktası olarak kullanarak, beni dinliyor olabilecek ve kendisini zaten aynı acı ve emeğe adamış olan ve içlerinden birinin bir gün, bu öğleden sonra benim durduğum yerde durması mümkün o genç kadın ve genç erkekler için de aynısını -överek de aynısını yapmayı- yapmayı isterim.
Günümüzün trajedisi genel ve evrensel bir fiziksel korku, bugüne dek öyle uzun bir süre canlı kalmış ki artık buna katlanabiliyoruz. Artık ruhsal sorunlar yok. Sadece bir soru var: Ne zaman bombalanacağım? Bu nedenden dolayı, bugün yazan genç erkek, genç kadın, kendisiyle çelişen insan yüreğinin sorunlarını unutmuş bulunmakta. Halbuki, bu çelişki tek başına iyi bir yazı yazdırabilir insana, çünkü acı çekerek ve ter dökerek üzerine yazmaya değer tek şey sadece budur.
Bunları yeniden öğrenmesi gerek. Kendisine her şeyin temelinde korkmak olduğunu öğretmesi gerek ve çalışırken; eski değerler ve yüreğindeki doğrular, kendisine, içinde sevgi ve onur ve acıma duygusu ve sabır ve merhamet dışında hiçbir şey barındırmayan eski evrensel doğrular olmaksızın, her hikayenin kısa ömürlü ve ölmeye mahkum olduğunu öğrettikten sonra, bunları sonsuza dek unutması gerek. Bunu yapana kadar lanetli bir hayatı yaşar. Sevgiye dair yazmaz, arzuya dair, kimsenin değerinden bir şey kaybetmediği yenilgilere, umut içermeyen zaferlere dair yazar ve en kötüsü de bunları acıma veya merhamet duymadan yazar. Acılarını, evrensel kemiklerin dışında, geride bir iz bırakmadan çeker. Yürekten değil, salgı bezlerinden yazar.
Bu şeyleri özgürlüğüne kavuşturana, yeniden öğrenene dek, insanlığın içinde yer alıyormuş ve insanlığın sonunu yazıyormuş gibi yazmayı sürdürecek. İnsanlığın sonunu kabul etmeyi reddediyorum.
İnsanlığın, basitçe, hala dayanacağı için, ölümsüz olduğunu söylemek yeterince kolay, kıyametin son çan sesi çaldığında ve batan son kızıl günde, hareketsiz duran o son önemsiz kayanın ardında o ses gücünü kaybettiğinde, işte o zaman bile, bir ses daha duyuluyor olacak: İnsanlığın cılız ve yorulmak bilmeyen sesi hâlâ konuşuyor.”
(Çeviri: Billur C. Yılmazyiğit)
William Faulkner söyleşisi (Kaynak: Sinem Kent)
https://www.edebiyathaber.net/william-faulkner-iyi-romanci-ahlak-disi-biridir/
Irkçılık hakkında: Amerika Birleşik Devletleri’nde XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında ırk ayırımını öngören ilk yasalar (Jim Crow Laws) çıkarılmaya başlandı. Bu yasalara yaygın bir şiddet dalgası da eşlik ediyordu. Irk ayırımına karşı yürütülen mücadelelerde siyahlar farklı kamplara ayrıldılar; siyah örgütlerin üç farklı görüş etrafında oluştuğu söylenebilir. Bunlardan siyah burjuvazinin çıkarlarını temsil eden grup (National Association for the Advancement of Coloured People [NAACP]) sadece yasal bir devrim istiyor ve son derece ılımlı bir tavır sergiliyordu. Liderliğini Martin Luther King’in yaptığı, “hemen özgürlük” (freedom now) sloganıyla ortaya çıkan ikinci siyah hareketi beyazlarla entegrasyonu savunuyordu. Gandi’nin sadık bir izleyicisi olan Protestan rahibi King mücadelede şiddet kullanılmasına karşı çıkmış, barışçıl eylemlerle ırkçı uygulamaları yenmeye çalışmıştır. Üçüncü hareketi, uzlaşmaz ve sert bir çizgi takip eden Siyah Müslümanlar Hareketi (Black Muslims) temsil ediyordu. 1930 yılında Wallace D. Fard (Wallace Fard Muhammed) tarafından kurulan bu hareketin başına daha sonra Elijah Muhammed geçmiş ve hareketi II. Dünya Savaşı’ndan sonra faal bir konuma getirmiştir. Aşırı tepkici davranan ve aslî kaynaklarla tarihî uygulamalardan çok farklı bir İslâm anlayışına sahip olan Elijah Muhammed, beyazların doğuştan birer şeytan olduğuna ve kendisinin Allah tarafından bu ırkı yok etmek üzere görevlendirildiğine inanıyordu. Buna göre boş bir eşitlik ve entegrasyon için mücadele etmektense sadece siyahlardan oluşan ayrı bir dünya kurmak ve bağımsız olmak daha gerçekçiydi (Fontette, s. 109-110). Samimiyetsizliği ve bozuk inancı bizzat kendi oğlu Wallace (Warith) Muhammed tarafından teşhir edilinceye kadar İslâm Milleti (The Nation of Islam) örgütüne mensup müslümanlar onun gayet disiplinli ve inanmış birer izleyicisi olarak kaldılar. Siyah Müslümanlar Hareketi’ne hapiste iken katılan Malcolm X (Mâlik eş-Şahbâz) 1952 yılında hapisten çıktıktan sonra kendisini bu harekete adamış, kısa zamanda ırkçılık mücadelesinin Amerika’daki en önemli liderlerinden biri olmuştur. Malcolm X, hareketten ayrıldığı 1964 yılına kadar Elijah Muhammed’in sadık bir izleyicisi idi. Mekke’ye yaptığı bir hac ziyaretinden sonra fikirlerini kökten gözden geçirmeye başladı. Hareketten ayrıldıktan sonra da bu siyah müslümanların meselelerini giderek yumuşayan bir üslûpla işlemeye devam etti. Siyah Müslümanlar Hareketi’nden ayrıldıktan sonra Harlem’de (New York) Müslüman Camii (Muslim Mosque) ve Afrikalı-Amerikalılar Birliği Derneği’ni (Afro-American Unity Organization) kuran Malcolm X, çalışmalarını 21 Şubat 1965’te öldürülünceye kadar bu kuruluşlar vasıtasıyla sürdürdü. Günümüz Amerika’sında ayırımcı yasalar ortadan kaldırılmış ve hukukî eşitlik sağlanmıştır. Ancak uygulamada hâlâ beyazlar arasında yer yer ırkçı ön yargılara rastlanmaktadır. Her ne kadar başlangıçta faşizm ile ırkçılık arasında birebir ilişki söz konusu değilse de bugün çeşitli Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan “yeni faşizm” hareketlerinin hepsi ırkçılığı vazgeçilmez bir ilke olarak ideolojilerine katmıştır.
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
William Faulkner’ın tek çocuk kitabı olan Dilek Ağacı’ndan bir cümle ile başlamak istedim. Faulkner’ın çocuk kitabı aracılığı ile bizlere ilettiği cümle, onun hayat felsefesini özetliyor kanımca. Faulkner Missisipi eyaletine göç etmiş İskoçya kökenli bir aileye mensuptur. Ailesi, yaşadığı bölgenin en köklü ailelerindendir. Eserlerinin konusunu Amerika birleşik devletlerinin en özgün bölgesi olan güney bölgesi oluşturur.
Kırmızı Yapraklar kitabı ile ABD de yaşanan ırkçı hadisenin hemen sonrasında karşılaştım ve okumak istedim. Kitabın çevirmeni Ülkü Tamer ve kitaptaki öyküler Tamer’in seçimlerinden oluşuyor.
Kırmızı Yapraklar beyaz adamın “kara derililer” üzerinde kurduğu baskıyı anlatan öykülerden oluşuyor.
"Beyazlar zencilere neden para verirler bilir misin? Çünkü başka beyazlar bando mızıkayla o parayı zenciden alacaktır ve zenci daha çok çalışmak zorunda kalacaktır."
Kırmızı Yapraklar’daki öyküler Ses ve Öfke kitabından izler taşıyor. Yazar yaşadığı yer olan Güney’de gördüklerini, şahit olduklarını, yaşananları kahramanları aracılığı ile ölümsüzleştiriyor.
Kitap ile aynı adı taşıyan Kırmızı Yapraklar öyküsünde, beyazların kara derililer hakkında yaptıkları diyalogların içinde kalıyorsunuz. Yaşandığını bildiğiniz ama yaşanmamasını istediğiniz olayların içinde buluyorsunuz kendinizi. En kötüsü de değiştiremeyeceğiniz olaylar olması. Dün de bu gün de…
“Zenciye ne yaptılar?” Diyor beyaz adam. Diğeri –o iş tamam, küçük bir yolculuğa çıktı.
Ve devam ediyor beyaz adamların, ölen(öldürülen) zenci hakkında yaptıkları yorumlar.
“Ölmek hoşlarına gitmiyor, sarılıyorlar (ölmemek için, öldürmeye kastedenlerin ellerine, ayaklarına), zorluk çıkartıyorlar, onursuzlar ve yabaniler. Güneşte çalışmayı, toprağa girmekten üstün görüyorlar.”
Kocası Jesus tarafından öldürülmekten korkan Nancy Quentin'in ailesinden yardım istiyor, 7-8 yaşında olan çocuklara sığınmaya çalışıyor. Bu yorgun zenci kadının akıbetini tahmin edebiliyoruz ancak çünkü Faulkner ustaca manevralarla sonlandırıyor öyküyü.
“Bizi görebiliyor musun? Nancy?” diye fısıldadı Caddy. Gözlerimizi de görebiliyor musun?”
“Bir zenciden başka bir şey değilim ben.” dedi Nancy. “Tanrı biliyor. Tanrı biliyor.”
Hendekten çıktık. Nancy’nin evini, açık kapıyı hala görebiliyorduk; ama kapısı açık, Nancy görünmüyordu, yorulmuştu çünkü.
“Bittim yorgunluktan” demişti. “Bir zenciyim ben. Benim suçum değil bu.”
Beyaz bir kadını taciz ettiği düşünüldüğü için yakalanan zenci Will Mayes hakkında beyazların ve beyazlarla işbirliği yapan Kızılderili’lerin aralarında geçen diyaloglardan anlıyoruz kara derili adamın başına neler geldiğini.
“Kanlı eylül alacakaranlığıyla yağmursuz altmış iki günün biçilmiş çayırlarında, kuru otlardan bir ateş gibi geçmişti o-söylenti mi hikâye mi neyse- Miss Minnie Cooper’la bir zenciye dair.”
“Beyaz bir kadına mı, yoksa bir zencinin sözüne mi inanacaksın? Seni Allah’ın belası zenci dostu…”
Yazarın vahşiliği ve vahşeti anlatırken, irite edici, korku ögelerinden uzak anlatım tarzı, Faulkner’ın ustalığını bize bir kez daha gösteriyor.
“Ateşi yanar tutması için kara insanlardan birini seninle birlikte yollarım.”
“Kara insanlardan hangisini?”
“Gemide kazandığım kadının kocasını.”
“Acılı bir hayatla hayatsızlık arasında bir seçim yapmamı söyleseler, hiç duraksamadan acılı hayatı seçerim.”
Faulkner, her ne kadar acılı bir hayatı seçmiş, yapıtlarındaki olgularla kendisini acı çeken insanlarla içselleştirmiş de olsa, soğukkanlı duruşunu yazın diline de aksettiriyor. Faulkner “her şeyin farkındayım ama gereksiz duygu sağaltımlarına hiç gerek yok” dercesine, yaşanan ve yaşanmakta olan olaylardan duyduğu rahatsızlıklarına rağmen bize akseden anlatı rahatlığını Kırmızı Yapraklar kitabında da gösteriyor.
Derisinin rengi siyahi olduğu için farklı ve sınıfsal ayrıma tabi tutulan insanların köleleştirildiği yıllardan bu güne geldiğimizde, genetik kodlamaların hala aktif olduğunu görüyoruz.
Geçtiğimiz günlerde ABD, Minneapolis'te yaşanan polis şiddetiyle çalkalandı. Gözaltına alındığı sırada yüzüstü yerde yatarken bir polisin diziyle boğazına baskı yaptığı Afro-Amerikalı George Floyd'un ölümü sonrasında çok şey yazıldı çok şey konuşuldu. Belki de ilk defa çığ gibi büyüyen protestolara şahit olduk.
İsrail’de bir sokak röportajı izlemiştim. Mikrofon uzatılan Yahudi halkından büyük çoğunluğu hala bu fikre inanılıyor. Yöneticilerin hırslarından kaynaklanan dünyaya hükmetme arzusu kadar, Hitler’in yaşattığı soykırıma rağmen, halkın genelinin de içinde bulunduğumuz yüzyılda böyle düşünmesi akıl almaz geliyor.
İzlediğimiz birçok ırkçı karşıtı filmde insanın ne kadar zalimleşebileceğini görmüştüm. Çocukluğumda sadece filmlerde yaşandığını zannettiğim zulümlerin birçoğunun yaşanmış ve yaşanmakta olduğunu öğrenmek çok acı...
“Ben ağlamıyordum, ama tutamıyordum kendimi de. Ben ağlamıyordum, ama yer durmuyordu ve ben ağlıyordum sonra.”
Yazarın Döşeğimde Ölürken ve Ses ve Öfke romanlarındaki anlatım tarzı, gergin ama meraklı bir okuru türetiyor. Karmaşıklığın içinde saklı öz meseleleri bulmak, onları her biri derinlikli kahramanların yaşamları ve karakterleri arasından çıkarmak dikkatli okura düşüyor. William Faulkner uygulanması zor olan bilinç akışı tekniğini başarıyla uygulayan isimlerden. Her ne kadar Faulkner’ın bipolar hastası olduğu ve hastalığının bilinç akışı tekniğini uygulamasında kendisine kolaylık sağladığı söylentiler arasında yer alsa da, yazmanın sorunsuz insan eylemi olmadığı da bir gerçektir belki.
Faulkner yazın dünyası kadar iç dünyası da karmaşık ve kendine özgü bir yazar. Bir söyleşide “Söyleşilerden hoşlanmama sebebim bazen kişisel sorulara karşı öfkeli tepkiler veriyor gibi görünmemdir. Sorular kitaplarım hakkındaysa, onları yanıtlamaya çalışırım. Ama sorular benim hakkımdaysa, belki yanıtlarım ya da belki yanıtlamam, ama yanıtlasam bile, aynı soru ileride başka bir gün sorulduğunda yanıtım farklı olabilir” sözleriyle yazdıklarının önüne geçmeyi istemeyen bir yazar olduğunu ve şahsi hayatının özel kalması gerektiğini her zamanki gibi derinlikli olarak-anlatmıştır.
İyi bir romancı olmanın bir formülü olmadığı ve mümkün olsaydı bütün yazdıklarını tekrar tekrar baştan sona yazmak istediğini söyleyen yazarın yazarlık yolunda ilerleyenlere öğüt niteliğinde sözleri ise şöyle: “Yüzde doksan dokuz yetenek… Yüzde doksan dokuz disiplin… Yüzde doksan dokuz çalışma. İyi bir romancı yaptığı şeyden asla tatmin olmamalıdır.”
"İyi bir yazar merhametsizdir."
Faulkner’ın yazarlığa bakış açısı bu. Merhametsiz olmak. Kırmızı Yaprakları okuduğunuzda, okurken gördüğünüz haksızlıkları dile getirmek için merhameti bir kenara bırakmak gerektiğini düşünüyorsunuz gerçekten. Ama sadece aktarıcı olduğunuz sürece. Faulkner’ın bir çok eserinde aynı anlatım tarzı var. Olaylar vahim. Hiç şüphesiz anlatıldığından, çok daha vahim. Fakat Faulkner anlatısıyla kült film izliyormuş hissini yakalıyorsunuz. Acı var ama acıklı değil.
Aynı hissi Güray Süngü öyküleri okurken de duyumsamak mümkün. Olay acıdır, ama gözyaşı yoktur. Yahut vardır ama onun adı gözyaşı değildir…
Salt gerçekliğin hayalidir yazılan. Salt gerçekliğin hayale dönüşmesiyle hayallemenin evrilmesidir belki de.
Güray Süngü öykülerinde de aynı dil hâkim. Görüyorum görmekte olduğumu fazladan acındırıcı kelimelerle örtmeden olay yerinden bildiriyorum, dercesine realist yaklaşım ile bizi kahramanın yanına taşıyor, tam da olayın yaşandığı yere.
Soğukkanlı görünen insanların yüzlerinde acıya dair çizgiler sözlerinde acıklı ifadeler olmadığında inandırıcı gelmez bazen. Yazınsal alanda ise doğru ifadeler seçilmediğinde, okuyucuyu etkilemek kolay olmaz. Ancak Faulkner ve Güray Süngü cümlelerle acılarını yansıtmayı başarmış.
Faulkner romanlarındaki bilinçakışı tekniği kadar olmasa da öykülerinde de ilk okunuşta anlaşılamayan imgeleriyle okuru düşünmeye zorluyor. Yalın bir anlatım gibi görünen anlatısı asla görünenden ibaret değil. Diyalogların arasına sakladığı cümleleri ayrıştırmaya ve çözümlemeye kalkıştığınızda, uzun metinlerle ancak ifade edebileceğiniz açıklamalara dönüşür.
Gerçekte yaşanmış ve yaşanmakta olan haksızlık ve zulümleri hayali kahramanları aracılığı ile kalıcı kılan bütün yazarlara minnet borçlu olduğumuzu düşünüyorum.
Hayatın zorluklarına rağmen yaşamakta olduğumuzun resmiyse öyküler, belki de görmekte olmalarına rağmen kalemle yaşamaya meyledenlerdir yazarlar.
Mississippi’de doğan William Faulkner, buradaki Güney (ABD) geleneğinden oldukça etkilendiği bir çocukluk geçirir. 1930’larda Avrupa’daki deneysel geleneği izleyen ilk Amerikan yazardır. ABD’li modernist yazarların atası kabul edilen Faulkner 1949 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. 10 Aralık 1950 yılında Stockholm, İsveç’te gerçekleştirilen ödül töreninde Nobel Edebiyat Ödülü özgün kabul konuşmasını yapar.
“Hanımefendiler ve beyefendiler,
Bu ödülün kişisel olarak bana değil, çalışmama, insan ruhunun çektiği acı ve döktüğü terden oluşan ve gururlanmak için değil, ama daha önce var olmayan ve malzemesi insan ruhu olan bir şeylerden oluşan bir hayatın çalışmasına verildiğini, yani bu ödülün bana sadece emanet edildiğini düşünüyorum.
Ödülün parasal kısmının, asıl nedenin amacı ve önemiyle eşit anlamda ithaf edilecek bir hedefe ulaşması zor olmayacak, ama bu özel anı bir doruk noktası olarak kullanarak, beni dinliyor olabilecek ve kendisini zaten aynı acı ve emeğe adamış olan ve içlerinden birinin bir gün, bu öğleden sonra benim durduğum yerde durması mümkün o genç kadın ve genç erkekler için de aynısını -överek de aynısını yapmayı- yapmayı isterim.
Günümüzün trajedisi genel ve evrensel bir fiziksel korku, bugüne dek öyle uzun bir süre canlı kalmış ki artık buna katlanabiliyoruz. Artık ruhsal sorunlar yok. Sadece bir soru var: Ne zaman bombalanacağım? Bu nedenden dolayı, bugün yazan genç erkek, genç kadın, kendisiyle çelişen insan yüreğinin sorunlarını unutmuş bulunmakta. Halbuki, bu çelişki tek başına iyi bir yazı yazdırabilir insana, çünkü acı çekerek ve ter dökerek üzerine yazmaya değer tek şey sadece budur.
Bunları yeniden öğrenmesi gerek. Kendisine her şeyin temelinde korkmak olduğunu öğretmesi gerek ve çalışırken; eski değerler ve yüreğindeki doğrular, kendisine, içinde sevgi ve onur ve acıma duygusu ve sabır ve merhamet dışında hiçbir şey barındırmayan eski evrensel doğrular olmaksızın, her hikayenin kısa ömürlü ve ölmeye mahkum olduğunu öğrettikten sonra, bunları sonsuza dek unutması gerek. Bunu yapana kadar lanetli bir hayatı yaşar. Sevgiye dair yazmaz, arzuya dair, kimsenin değerinden bir şey kaybetmediği yenilgilere, umut içermeyen zaferlere dair yazar ve en kötüsü de bunları acıma veya merhamet duymadan yazar. Acılarını, evrensel kemiklerin dışında, geride bir iz bırakmadan çeker. Yürekten değil, salgı bezlerinden yazar.
Bu şeyleri özgürlüğüne kavuşturana, yeniden öğrenene dek, insanlığın içinde yer alıyormuş ve insanlığın sonunu yazıyormuş gibi yazmayı sürdürecek. İnsanlığın sonunu kabul etmeyi reddediyorum.
İnsanlığın, basitçe, hala dayanacağı için, ölümsüz olduğunu söylemek yeterince kolay, kıyametin son çan sesi çaldığında ve batan son kızıl günde, hareketsiz duran o son önemsiz kayanın ardında o ses gücünü kaybettiğinde, işte o zaman bile, bir ses daha duyuluyor olacak: İnsanlığın cılız ve yorulmak bilmeyen sesi hâlâ konuşuyor.”
(Çeviri: Billur C. Yılmazyiğit)
William Faulkner söyleşisi (Kaynak: Sinem Kent)
https://www.edebiyathaber.net/william-faulkner-iyi-romanci-ahlak-disi-biridir/
Irkçılık hakkında: Amerika Birleşik Devletleri’nde XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında ırk ayırımını öngören ilk yasalar (Jim Crow Laws) çıkarılmaya başlandı. Bu yasalara yaygın bir şiddet dalgası da eşlik ediyordu. Irk ayırımına karşı yürütülen mücadelelerde siyahlar farklı kamplara ayrıldılar; siyah örgütlerin üç farklı görüş etrafında oluştuğu söylenebilir. Bunlardan siyah burjuvazinin çıkarlarını temsil eden grup (National Association for the Advancement of Coloured People [NAACP]) sadece yasal bir devrim istiyor ve son derece ılımlı bir tavır sergiliyordu. Liderliğini Martin Luther King’in yaptığı, “hemen özgürlük” (freedom now) sloganıyla ortaya çıkan ikinci siyah hareketi beyazlarla entegrasyonu savunuyordu. Gandi’nin sadık bir izleyicisi olan Protestan rahibi King mücadelede şiddet kullanılmasına karşı çıkmış, barışçıl eylemlerle ırkçı uygulamaları yenmeye çalışmıştır. Üçüncü hareketi, uzlaşmaz ve sert bir çizgi takip eden Siyah Müslümanlar Hareketi (Black Muslims) temsil ediyordu. 1930 yılında Wallace D. Fard (Wallace Fard Muhammed) tarafından kurulan bu hareketin başına daha sonra Elijah Muhammed geçmiş ve hareketi II. Dünya Savaşı’ndan sonra faal bir konuma getirmiştir. Aşırı tepkici davranan ve aslî kaynaklarla tarihî uygulamalardan çok farklı bir İslâm anlayışına sahip olan Elijah Muhammed, beyazların doğuştan birer şeytan olduğuna ve kendisinin Allah tarafından bu ırkı yok etmek üzere görevlendirildiğine inanıyordu. Buna göre boş bir eşitlik ve entegrasyon için mücadele etmektense sadece siyahlardan oluşan ayrı bir dünya kurmak ve bağımsız olmak daha gerçekçiydi (Fontette, s. 109-110). Samimiyetsizliği ve bozuk inancı bizzat kendi oğlu Wallace (Warith) Muhammed tarafından teşhir edilinceye kadar İslâm Milleti (The Nation of Islam) örgütüne mensup müslümanlar onun gayet disiplinli ve inanmış birer izleyicisi olarak kaldılar. Siyah Müslümanlar Hareketi’ne hapiste iken katılan Malcolm X (Mâlik eş-Şahbâz) 1952 yılında hapisten çıktıktan sonra kendisini bu harekete adamış, kısa zamanda ırkçılık mücadelesinin Amerika’daki en önemli liderlerinden biri olmuştur. Malcolm X, hareketten ayrıldığı 1964 yılına kadar Elijah Muhammed’in sadık bir izleyicisi idi. Mekke’ye yaptığı bir hac ziyaretinden sonra fikirlerini kökten gözden geçirmeye başladı. Hareketten ayrıldıktan sonra da bu siyah müslümanların meselelerini giderek yumuşayan bir üslûpla işlemeye devam etti. Siyah Müslümanlar Hareketi’nden ayrıldıktan sonra Harlem’de (New York) Müslüman Camii (Muslim Mosque) ve Afrikalı-Amerikalılar Birliği Derneği’ni (Afro-American Unity Organization) kuran Malcolm X, çalışmalarını 21 Şubat 1965’te öldürülünceye kadar bu kuruluşlar vasıtasıyla sürdürdü. Günümüz Amerika’sında ayırımcı yasalar ortadan kaldırılmış ve hukukî eşitlik sağlanmıştır. Ancak uygulamada hâlâ beyazlar arasında yer yer ırkçı ön yargılara rastlanmaktadır. Her ne kadar başlangıçta faşizm ile ırkçılık arasında birebir ilişki söz konusu değilse de bugün çeşitli Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan “yeni faşizm” hareketlerinin hepsi ırkçılığı vazgeçilmez bir ilke olarak ideolojilerine katmıştır.
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
17 Haziran 2020 Çarşamba
Gerilimli bir ilişkinin gündelik yaşamdaki yansıması
İnsanı, insanî özelliklerinden koparmadan realist bir biçimde anlatan kitaplar her zaman kalıcı olmuşlardır. Dünya ve Türk Edebiyatı’nda bu tür yazar ve romanlardan bolca vardır. Dostoyevski, Peyami Safa veya Kemal Tahir… İnsanın farklı yönlerine vurgu yapsalar da realizmden sapmadan, abartıya kaçmadan karakterlerini oluşturmaları hâlâ okunmalarının önemli sebeplerindendir. Macar Edebiyatı’nın önemli kadın yazarlarından Magda Szabo da Kapı romanında oluşturduğu Emerenc karakteriyle -bence- bu büyük ve kült karakter oluşturan yazarlar arasında yer almayı hak ediyor. Emerenc tıpkı Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u, Kemal Tahir’in Kelleci Memet’i, Balzac’ın Madam Bovary’si veya onlarca örneğini sayabileceğimiz karakterler gibi gerçektir, kanlı canlıdır ve ‘ünlü roman karakterleri’ arasında anılmayı hak eder.
Szabo’nun Kapı’sı otobiyografik roman özellikleri de taşıyor. Zaten başkahraman ve anlatıcı da yazarın kendisi Magda’dır. Aslında bu romanın bir tane başkahramanı yok. Anlatıcı olarak yazar, yazarın ve ailesinin yardımcısı olarak Emerenc ve hatta birçok olayda başrol oynayan evin köpeği Viola… Bu üçlünün merkezde yer aldığı roman bize gerçek bir hayattan ortalama yirmi yıllık bir kesit sunuyor, hiç abartısız, realist anlatımdan hiç sapmadan. Magda bir yazardır ve ünlü olma yolunda ilerlemektedir. Yeni taşındığı ve eskisinden daha büyük olan evine, ev işlerine ve kendisine yardımcı olmak üzere arkadaşlarının da önerisiyle Emerenc’i hizmetçi olarak almak ister. Fakat bu noktada Emerenc’in o çok ilginç ve baskın karakteri devreye girer. Emerenc, eğer kendisi isterse bir evde görev yapmaya başlayan biridir. Yani seçilmez, seçer diyebiliriz. Değişik, farklı, aykırı bir karakterdir Emerenc. Çok konuşmaz, asla hediye kabul etmez, çalışacağı ücreti kendi belirler ve oturduğu eve hiç kimseyi sokmaz. Misafirlerini bile odasının önündeki antrede ağırlar. Yazar böylece Emerenc üzerinden bir gizem ve merak duygusunu da tetikler: Acaba Emerenc’in köpek Viola’dan başkasının giremediği evinde ne vardır? Emerenc bütün mahalleliden ve Magda’dan ne saklamaktadır:
“…Marifetli tahsildar kuşkularında haklıydı, sonsuza dek kapalı o kapının ardında değerli eşyalar olabilirdi, toplama kamplarına sürülen mahkûmların hazineleri gibi…”
Magda ve Emerenc arasındaki ilişkinin bir yönünü bu gizemli ev bir yönünü de Emerenc’in karakteri oluşturur. Çünkü Magda yaklaşmaya çalıştıkça Emerenc’i kızdırır ve onu kendisine daha soğuk davranmaya hatta kendisini azarlamaya iter. Emerenc isterse biriyle konuşur çünkü. Bu kişinin işveren olmasının hiçbir önemi yoktur:
“Emerenc, ne yazık ki her bakımdan eksiksiz biriydi, öyle ki bazen çekingence telaffuz ettiğim övgü sözcükleri karşısında kendisine sürekli minnettarlık duyulmasından hoşnut olmadığını, ona övgüler yağdırmamıza gerek olmadığını söyler, çalışma veriminin değerini kendisinin de çok iyi bildiğini açıkça belirtmekten kaçınmayarak bezginlik verirdi.”
Kitap aslında rutin bir seyirde akıyor. Hatta zaman zaman okuru yorabilecek düzeyde günlük hayatın akışının anlatımına da dönebiliyor; ancak böyle zamanlarda yazar, bu durumu daha çok sürdürüp okuru sıkmak yerine, kitaba hareket getirecek bir olayla okuru tekrar kitabın içine çekmeyi başarıyor. Bunlara ben kitabın kırılma noktaları diyorum. Bu kitapta da birkaç yerde bu tür kırılmalardan bahsetmek mümkün. Emerenc’in evini ilk defa Magda’ya açması, Emerenc’in hastalığı ve sonrasındaki gelişmeler veya Magda ve eşinin Viola’yı sokakta bulup eve getirmesi ve köpek üzerinden gelişen Emerenc-Magda ilişkisi. Bunların hepsi ya kendi başına ya da olan olaydan sonraki gelişmeler açısından okuru kitaptan kopmaktan kurtarmış. Yani yazar kırılma noktalarını iyi kotarmış diyebilirim.
Yazarın Emerenc’le son derece gelgitli bir ilişkisi var. Genelde alttan alan ama zaman zaman da olsa sosyal statüsünün verdiği bir güvenle Emerenc’i ‘alt etmeye’ çalışan bir portre çiziyor bu ilişkide Magda:
“…Teşekkür bile etmeden boş tabağı önüne bıraktım ve yatak odasına döndüm. Bakışını arkamda hissetmiştim, şimdi de o benim derdimin ne olduğunu merak ediyordu ve ben bu durumdan memnundum. Zafer kazanmıştım, kibirle ve biraz da küçümseyerek Emerenc’in uyguladığı eve girme yasağının sırrını çözdüğümü düşünüyordum.”
Ama her zaman baskın olan Emerenc oluyor ve ayağına giden de anlatıcı Magda. Szabo çünkü kitabın adında olduğu gibi, ‘kapı’ imgesiyle bir duvar örüyor bu ilişkide. Kapı, Emerenc’i temsil ediyor, Emerenc’i Magda’dan ve dış dünyadan soyutluyor ve bu kapının açılması da son derece trajik olayların başlamasına sebep oluyor.
Kapı bir bakıma Emerenc karakterinin gizli geçmişinin yönlendirdiği bir romandır. Bu gizli geçmiş gün yüzüne çıktıkça, yani kapılar birer birer açıldıkça romanın katmanları da gün yüzüne çıkar. Başlardaki kapalılık romanın sonuna doğru açılır. Emerenc’in karakterini şekillendiren olaylar ve durumlar; onun sert, mesafeli ve kimseye minnet etmemesinin sebepleri de ortaya dökülür. Tabii bu biraz da bir ülkenin ya da Avrupa’nın siyasi gelişmeleriyle de alakalıdır. Yazarın arka planda ve kıta Avrupa’sının geçmişi üzerinden verdiği ipuçları da bazen Emerenc karakterini anlamamızı kolaylaştırır. Çünkü Emerenc birçok kötü şey görmüş ve yaşamıştır:
“…Ama yine de asılmaktan iyisi yoktu, temiz işti, zamanında Peşte’de yeterince idama tanık olmuştu, beyazlar iktidardayken beyazlar, kızıllar iktidara gelince de kızıllar asmıştı. Mahkûmların, uğruna asıldıkları renk ne olursa olsun, infazlardan önce yüzlerine okunan aşağılayıcı metinler de ipte sallanırken boşluğa tekme sallamaları da birbirinin aynıydı. Asılmak o kadar da kötü bir şey değildi, örneğin mermiyle ölmekten daha iyiydi çünkü kurşuna dizme eylemi her zaman başarılı olmayabilirdi, o zaman da henüz ölmeyen mahkûmun üzerine ateş açmak, sonunda yine de ölmediyse özel olarak yanına kadar gidip kafasına veya ensesine kurşun sıkmak gerekebiliyordu. Bu tür idamları da biliyordu, bunlardan da yeteri kadar görmüştü.”
Yazar kitabını siyasi göndermelere çok bulamamış aslında. İkinci Dünya Savaşı zamanlarında Avrupa’nın durumunu bu şekilde oluşturduğu birkaç pasajla anlatmaya çalışmış.
Magda Szabo, kitabın çevirmeni Hilmi Ortaç’ın deyimiyle, önemsiz gibi görünen gündelik olaylardan ve kişilerden yola çıkarak okuruna büyüleyen ortamlar yaratabiliyor. Fakat daha önce de değindiğim gibi bu gündelik olaylara bir merak ve heyecan duygusu da katabiliyor. Özellikle kitabın sonu, bu kitaba yakışacak bir vuruculukta. Sondaki duygusal gerilimin ve diyalogların örneğini pek az yazarda görebiliyoruz. Dostoyevski’de mesela.
2003 yılında yabancı roman dalında Fransa’nın saygın ödüllerinden olan Femina’yı Kapı eseriyle kazanan Magda Szabo yirminci yüzyılın en iyi yazarlardan biri bana göre. Saf edebiyat okumak isteyen birçok kişi yolunu Szabo’ya da çevirmeli.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Szabo’nun Kapı’sı otobiyografik roman özellikleri de taşıyor. Zaten başkahraman ve anlatıcı da yazarın kendisi Magda’dır. Aslında bu romanın bir tane başkahramanı yok. Anlatıcı olarak yazar, yazarın ve ailesinin yardımcısı olarak Emerenc ve hatta birçok olayda başrol oynayan evin köpeği Viola… Bu üçlünün merkezde yer aldığı roman bize gerçek bir hayattan ortalama yirmi yıllık bir kesit sunuyor, hiç abartısız, realist anlatımdan hiç sapmadan. Magda bir yazardır ve ünlü olma yolunda ilerlemektedir. Yeni taşındığı ve eskisinden daha büyük olan evine, ev işlerine ve kendisine yardımcı olmak üzere arkadaşlarının da önerisiyle Emerenc’i hizmetçi olarak almak ister. Fakat bu noktada Emerenc’in o çok ilginç ve baskın karakteri devreye girer. Emerenc, eğer kendisi isterse bir evde görev yapmaya başlayan biridir. Yani seçilmez, seçer diyebiliriz. Değişik, farklı, aykırı bir karakterdir Emerenc. Çok konuşmaz, asla hediye kabul etmez, çalışacağı ücreti kendi belirler ve oturduğu eve hiç kimseyi sokmaz. Misafirlerini bile odasının önündeki antrede ağırlar. Yazar böylece Emerenc üzerinden bir gizem ve merak duygusunu da tetikler: Acaba Emerenc’in köpek Viola’dan başkasının giremediği evinde ne vardır? Emerenc bütün mahalleliden ve Magda’dan ne saklamaktadır:
“…Marifetli tahsildar kuşkularında haklıydı, sonsuza dek kapalı o kapının ardında değerli eşyalar olabilirdi, toplama kamplarına sürülen mahkûmların hazineleri gibi…”
Magda ve Emerenc arasındaki ilişkinin bir yönünü bu gizemli ev bir yönünü de Emerenc’in karakteri oluşturur. Çünkü Magda yaklaşmaya çalıştıkça Emerenc’i kızdırır ve onu kendisine daha soğuk davranmaya hatta kendisini azarlamaya iter. Emerenc isterse biriyle konuşur çünkü. Bu kişinin işveren olmasının hiçbir önemi yoktur:
“Emerenc, ne yazık ki her bakımdan eksiksiz biriydi, öyle ki bazen çekingence telaffuz ettiğim övgü sözcükleri karşısında kendisine sürekli minnettarlık duyulmasından hoşnut olmadığını, ona övgüler yağdırmamıza gerek olmadığını söyler, çalışma veriminin değerini kendisinin de çok iyi bildiğini açıkça belirtmekten kaçınmayarak bezginlik verirdi.”
Kitap aslında rutin bir seyirde akıyor. Hatta zaman zaman okuru yorabilecek düzeyde günlük hayatın akışının anlatımına da dönebiliyor; ancak böyle zamanlarda yazar, bu durumu daha çok sürdürüp okuru sıkmak yerine, kitaba hareket getirecek bir olayla okuru tekrar kitabın içine çekmeyi başarıyor. Bunlara ben kitabın kırılma noktaları diyorum. Bu kitapta da birkaç yerde bu tür kırılmalardan bahsetmek mümkün. Emerenc’in evini ilk defa Magda’ya açması, Emerenc’in hastalığı ve sonrasındaki gelişmeler veya Magda ve eşinin Viola’yı sokakta bulup eve getirmesi ve köpek üzerinden gelişen Emerenc-Magda ilişkisi. Bunların hepsi ya kendi başına ya da olan olaydan sonraki gelişmeler açısından okuru kitaptan kopmaktan kurtarmış. Yani yazar kırılma noktalarını iyi kotarmış diyebilirim.
Yazarın Emerenc’le son derece gelgitli bir ilişkisi var. Genelde alttan alan ama zaman zaman da olsa sosyal statüsünün verdiği bir güvenle Emerenc’i ‘alt etmeye’ çalışan bir portre çiziyor bu ilişkide Magda:
“…Teşekkür bile etmeden boş tabağı önüne bıraktım ve yatak odasına döndüm. Bakışını arkamda hissetmiştim, şimdi de o benim derdimin ne olduğunu merak ediyordu ve ben bu durumdan memnundum. Zafer kazanmıştım, kibirle ve biraz da küçümseyerek Emerenc’in uyguladığı eve girme yasağının sırrını çözdüğümü düşünüyordum.”
Ama her zaman baskın olan Emerenc oluyor ve ayağına giden de anlatıcı Magda. Szabo çünkü kitabın adında olduğu gibi, ‘kapı’ imgesiyle bir duvar örüyor bu ilişkide. Kapı, Emerenc’i temsil ediyor, Emerenc’i Magda’dan ve dış dünyadan soyutluyor ve bu kapının açılması da son derece trajik olayların başlamasına sebep oluyor.
Kapı bir bakıma Emerenc karakterinin gizli geçmişinin yönlendirdiği bir romandır. Bu gizli geçmiş gün yüzüne çıktıkça, yani kapılar birer birer açıldıkça romanın katmanları da gün yüzüne çıkar. Başlardaki kapalılık romanın sonuna doğru açılır. Emerenc’in karakterini şekillendiren olaylar ve durumlar; onun sert, mesafeli ve kimseye minnet etmemesinin sebepleri de ortaya dökülür. Tabii bu biraz da bir ülkenin ya da Avrupa’nın siyasi gelişmeleriyle de alakalıdır. Yazarın arka planda ve kıta Avrupa’sının geçmişi üzerinden verdiği ipuçları da bazen Emerenc karakterini anlamamızı kolaylaştırır. Çünkü Emerenc birçok kötü şey görmüş ve yaşamıştır:
“…Ama yine de asılmaktan iyisi yoktu, temiz işti, zamanında Peşte’de yeterince idama tanık olmuştu, beyazlar iktidardayken beyazlar, kızıllar iktidara gelince de kızıllar asmıştı. Mahkûmların, uğruna asıldıkları renk ne olursa olsun, infazlardan önce yüzlerine okunan aşağılayıcı metinler de ipte sallanırken boşluğa tekme sallamaları da birbirinin aynıydı. Asılmak o kadar da kötü bir şey değildi, örneğin mermiyle ölmekten daha iyiydi çünkü kurşuna dizme eylemi her zaman başarılı olmayabilirdi, o zaman da henüz ölmeyen mahkûmun üzerine ateş açmak, sonunda yine de ölmediyse özel olarak yanına kadar gidip kafasına veya ensesine kurşun sıkmak gerekebiliyordu. Bu tür idamları da biliyordu, bunlardan da yeteri kadar görmüştü.”
Yazar kitabını siyasi göndermelere çok bulamamış aslında. İkinci Dünya Savaşı zamanlarında Avrupa’nın durumunu bu şekilde oluşturduğu birkaç pasajla anlatmaya çalışmış.
Magda Szabo, kitabın çevirmeni Hilmi Ortaç’ın deyimiyle, önemsiz gibi görünen gündelik olaylardan ve kişilerden yola çıkarak okuruna büyüleyen ortamlar yaratabiliyor. Fakat daha önce de değindiğim gibi bu gündelik olaylara bir merak ve heyecan duygusu da katabiliyor. Özellikle kitabın sonu, bu kitaba yakışacak bir vuruculukta. Sondaki duygusal gerilimin ve diyalogların örneğini pek az yazarda görebiliyoruz. Dostoyevski’de mesela.
2003 yılında yabancı roman dalında Fransa’nın saygın ödüllerinden olan Femina’yı Kapı eseriyle kazanan Magda Szabo yirminci yüzyılın en iyi yazarlardan biri bana göre. Saf edebiyat okumak isteyen birçok kişi yolunu Szabo’ya da çevirmeli.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
16 Haziran 2020 Salı
Yabancılaşma ve yalnızlaşma arasında "normal" insanlar
Kitaplar da insanlar gibidir, onlarla tanışmadan önce haklarında çok şey öğreniriz. Bu öğrendiklerimiz onlara karşı olumlu veya olumsuz bir önyargı şeklinde kendini gösterir. Bu önyargı, insanlarla tanıştığımızda ya da kitapları okuduğumuzda edindiğimiz izlenimi ciddi derecede etkiler. Kitapların ticari birer nesne kabul edildiği günümüzde çeşitli çok satanlar listesinde yer almak, internet sitelerinde reklam vermek ve sosyal medyada çeşitli sebeplerle hakkında yorum yapılmış olmak kitapların satışını olumlu yönde etkiliyor. Çok satmanın edebi bir ölçüt olmadığını bildiğimden popüler kitaplara karşı biraz mesafeli olduğumu kabul etmeliyim.
Sally Rooney’nin Normal İnsanlar'ı ülkemizde ve dünyada ciddi bir ilgiyle karşılanmış ve hakkında olumlu-olumsuz pek çok değerlendirme yapılmış, “bestseller” listelerinde kendine yer bulmuş bir roman. Bütün bunlar kitabı büyük bir beklenti içinde okumama sebep oldu. İyi insanlar ve iyi kitapların birer kaldıraç görevi görmesi gerektiğini düşünürüm hep. Bizi kendisinden çok daha uzağa götürmeli, ilerletmeli. Normal İnsanlar, insan ilişkilerinin yüzeyselliği karşısında insanın ruhsal derinliğini gözler önüne seriyor. Y kuşağı olarak ifade edilen neslin; din, felsefe, ahlak, siyaset ve aile kavramlarına bakış açılarını işlerken bu gençlerin varoluş süreçlerindeki çalkantılarını da irdeliyor. Bu yönüyle roman, yeni bir şey söylemekten ziyade okuyucuyu kendi içsel gerçekliğiyle cesur bir yüzleşmeye davet ediyor.
Romanın başkahramanı Marianne adında bir genç kız. Roman, Marianne’in kişiliğini tamamlama serüveni olarak okunabilir. Romanın başında lise son sınıfta okuyan Marianne, ailesi ve arkadaşları tarafından sevilmeyen, kendini gerçekleştirememiş bir kızdır. Romanın sonuna gelindiğinde ise gerçek iyiliği yakaladığını öğreniyoruz. Marianne, bu süreçte pek çok ruhsal acıya katlanarak kendi varoluşunu tamamlıyor. Romanın diğer başkahramanı Connell dahi Marianne’in kendini tamamlama sürecinde bir figüran olarak öne çıkıyor. Sadece Marianne değil, romanın diğer kahramanları da roman boyunca ruhsal olarak belli olgunluğu yakalıyor. Roman, erkek egemen anlayışa bir eleştiri de getiriyor. Marianne ve Connell’in babaları yok, Marianne’in abisi silik bir karakter ve romandaki diğer erkek karakterler de olumsuz özellikleriyle öne çıkıyor. Marianne’in babası şiddete eğilimli bir adam ve annesinden uzun zaman önce ayrılmış. Marianne’in, erkeklerin kendisine şiddet uygulamasına izin vermesinde hatta bunu istemesinde babasının şiddet eğiliminin bir etkisi olabilir. Marianne de ruhunun bir yerinde erkek egemen ilişkiye teslim olmuş durumda.
Marianne, roman boyunca savruluyor ve her boşlukta Connell’a tutunuyor. Connell dışında bütün erkekler Marianne’e şiddet uyguluyor ve onu aşağılıyor. Connell’in annesi bir temizlik işçisi. Bu nedenle Connell işçi sınıfını temsil ediyor. Marianne’in diğer bütün sevgilileri zengin aile çocukları olmaları sebebiyle burjuva olarak kabul edilebilir. Marianne’in de sermaye olduğunu düşündüğümüzde romanı bir çeşit sermaye savaşı olarak da okuyabiliyoruz. Ancak bu sefer bu savaşı sermayenin kendisi veriyor. Her seferinde patronun hışmına uğrayıp işçi tarafından teselli edilse de işçiye ait olmayı bir türlü kabullenemiyor.
Roman, Avrupa toplumunun yozluğunu da gözler önüne seriyor. Aile kavramının ortadan kalktığı, etik değerlerin yok sayıldığı, tensel hazların ve günlük kaygıların yaşamın merkezine konduğu bir gençlikle karşılaşıyor okuyucu. Din, hayatlarında nerdeyse hiç yer edinmezken siyaset, sanat, edebiyat gibi konular sarhoş masalarının dedikodularını oluşturuyor sadece. Connell’in ağzından şunları söylüyor yazar: “Ortadoğu’yu bir ev partisinde konuşarak kurtaracak değiliz.”
Yazar, Connell üzerinden roman boyunca iki kez normal bir insanın bir anda şiddet ve cinnete yönelebileceğini sorguluyor. Özellikle Marianne’e karşı oldukça şefkatle davrandığı bir anda aklına ona vurma fikrinin gelmesi erkeklerdeki şiddetin insan ruhunun çok derininde, karşı konulması zor bir dürtü olduğunu düşündürüyor.
Marianne, bir itaat arayışı içinde. Sadece hoşuna giden şeylere değil, hoşuna gitmeyen şeylere de itaat etmek istiyor. Bu sayede varoluşunu gerçekleştirmeyi amaçlıyor ki Marianne’in sermayi temsil ettiğini düşündüğümüzde bu durum mantıklı görünüyor.
Normal İnsanlar, kahramanların birbirleriyle ilişkileri bakımından Kinyas ve Kayra ile Kumral Ada Mavi Tuna romanlarını hatırlatıyor. Roman kahramanlarının hepsinde ruhsal bir boşluk görülüyor. Aidiyet hissi roman boyunca neredeyse hiç görülmüyor. İnsanların bir araya geldikleri çeşitli etkinlikler dahi sahte. Bütün kahramanlar birbirlerine çeşitli sebeplerle katlanıyor. Ruhsal boşluklarını tensel hazlarla doldurmaya çalışıyorlar.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Sally Rooney’nin Normal İnsanlar'ı ülkemizde ve dünyada ciddi bir ilgiyle karşılanmış ve hakkında olumlu-olumsuz pek çok değerlendirme yapılmış, “bestseller” listelerinde kendine yer bulmuş bir roman. Bütün bunlar kitabı büyük bir beklenti içinde okumama sebep oldu. İyi insanlar ve iyi kitapların birer kaldıraç görevi görmesi gerektiğini düşünürüm hep. Bizi kendisinden çok daha uzağa götürmeli, ilerletmeli. Normal İnsanlar, insan ilişkilerinin yüzeyselliği karşısında insanın ruhsal derinliğini gözler önüne seriyor. Y kuşağı olarak ifade edilen neslin; din, felsefe, ahlak, siyaset ve aile kavramlarına bakış açılarını işlerken bu gençlerin varoluş süreçlerindeki çalkantılarını da irdeliyor. Bu yönüyle roman, yeni bir şey söylemekten ziyade okuyucuyu kendi içsel gerçekliğiyle cesur bir yüzleşmeye davet ediyor.
Romanın başkahramanı Marianne adında bir genç kız. Roman, Marianne’in kişiliğini tamamlama serüveni olarak okunabilir. Romanın başında lise son sınıfta okuyan Marianne, ailesi ve arkadaşları tarafından sevilmeyen, kendini gerçekleştirememiş bir kızdır. Romanın sonuna gelindiğinde ise gerçek iyiliği yakaladığını öğreniyoruz. Marianne, bu süreçte pek çok ruhsal acıya katlanarak kendi varoluşunu tamamlıyor. Romanın diğer başkahramanı Connell dahi Marianne’in kendini tamamlama sürecinde bir figüran olarak öne çıkıyor. Sadece Marianne değil, romanın diğer kahramanları da roman boyunca ruhsal olarak belli olgunluğu yakalıyor. Roman, erkek egemen anlayışa bir eleştiri de getiriyor. Marianne ve Connell’in babaları yok, Marianne’in abisi silik bir karakter ve romandaki diğer erkek karakterler de olumsuz özellikleriyle öne çıkıyor. Marianne’in babası şiddete eğilimli bir adam ve annesinden uzun zaman önce ayrılmış. Marianne’in, erkeklerin kendisine şiddet uygulamasına izin vermesinde hatta bunu istemesinde babasının şiddet eğiliminin bir etkisi olabilir. Marianne de ruhunun bir yerinde erkek egemen ilişkiye teslim olmuş durumda.
Marianne, roman boyunca savruluyor ve her boşlukta Connell’a tutunuyor. Connell dışında bütün erkekler Marianne’e şiddet uyguluyor ve onu aşağılıyor. Connell’in annesi bir temizlik işçisi. Bu nedenle Connell işçi sınıfını temsil ediyor. Marianne’in diğer bütün sevgilileri zengin aile çocukları olmaları sebebiyle burjuva olarak kabul edilebilir. Marianne’in de sermaye olduğunu düşündüğümüzde romanı bir çeşit sermaye savaşı olarak da okuyabiliyoruz. Ancak bu sefer bu savaşı sermayenin kendisi veriyor. Her seferinde patronun hışmına uğrayıp işçi tarafından teselli edilse de işçiye ait olmayı bir türlü kabullenemiyor.
Roman, Avrupa toplumunun yozluğunu da gözler önüne seriyor. Aile kavramının ortadan kalktığı, etik değerlerin yok sayıldığı, tensel hazların ve günlük kaygıların yaşamın merkezine konduğu bir gençlikle karşılaşıyor okuyucu. Din, hayatlarında nerdeyse hiç yer edinmezken siyaset, sanat, edebiyat gibi konular sarhoş masalarının dedikodularını oluşturuyor sadece. Connell’in ağzından şunları söylüyor yazar: “Ortadoğu’yu bir ev partisinde konuşarak kurtaracak değiliz.”
Yazar, Connell üzerinden roman boyunca iki kez normal bir insanın bir anda şiddet ve cinnete yönelebileceğini sorguluyor. Özellikle Marianne’e karşı oldukça şefkatle davrandığı bir anda aklına ona vurma fikrinin gelmesi erkeklerdeki şiddetin insan ruhunun çok derininde, karşı konulması zor bir dürtü olduğunu düşündürüyor.
Marianne, bir itaat arayışı içinde. Sadece hoşuna giden şeylere değil, hoşuna gitmeyen şeylere de itaat etmek istiyor. Bu sayede varoluşunu gerçekleştirmeyi amaçlıyor ki Marianne’in sermayi temsil ettiğini düşündüğümüzde bu durum mantıklı görünüyor.
Normal İnsanlar, kahramanların birbirleriyle ilişkileri bakımından Kinyas ve Kayra ile Kumral Ada Mavi Tuna romanlarını hatırlatıyor. Roman kahramanlarının hepsinde ruhsal bir boşluk görülüyor. Aidiyet hissi roman boyunca neredeyse hiç görülmüyor. İnsanların bir araya geldikleri çeşitli etkinlikler dahi sahte. Bütün kahramanlar birbirlerine çeşitli sebeplerle katlanıyor. Ruhsal boşluklarını tensel hazlarla doldurmaya çalışıyorlar.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Şiir insanları birleştirmez, onları ayırır*
“Terleyecek kan yürek kağıda boncuk boncuk,
Ve şiir bitince rahme düşen her çocuk
şair olacak!"
- Süleyman Çobanoğlu, Şiirler Çağla
Bir şiir kitabını alıp baştan sona okumayalı on yılı geçmiştir. Bir dönem sadece şiirle hemhâl olan biri için pek anlaşılabilir bir durum değil. Kendi adıma edebiyatı şiirle sınırlandırdığım o dönemler mısraların ciddi manada heyecanlandırdığı demlerdi. Dünyanın gerçekten değiştirilebileceği düşüncesinin sihrine bugün bile şaşırıyorum. Sonraları şiir adasından uzaklaştığımı fark eden bir ahbabım bunun sebebini sorduğunda -kısaca- ‘şiirin gerçeklikle örtüşmeyişi’ demiştim. Şiirin, idealden avuntuya dönüşmesi hâlâ düşündüğüm meselelerden. Öyle ki şiir hayat içerisinde nerede duruyor sorusu havada asılı duruyor. Mevzuyu Adornovari (T. W. Adorno, 1903-1969) bir abartıya bulayıp kişisel kaygıyla meşrebime yontarak mağduriyet hıncı devşirecek değilim fakat şiir bir şey vaat ediyorsa o şeyin ne realizmle ne de rasyonalizmle alakasının olmadığını açıkça söyleyebilirim. Dahası, ‘barbarlık’ şiire gelinceye kadar insanlığı kaç infaza uğratıyor saymak abes olur.
Bir yandan salt ütopya olduğunu düşündüğüm şiirin hayatın gerçekleriyle örtüşmediği hissine her gün biraz daha kâni olurken öte yandan şiir konusunda Cemil Meriç (1916-1987) kadar da katı düşünmüyorum. Sadece şiirin özü itibariyle hakikatin nabzını tutabilme ihtimalini zayıf görüyorum. Moderniteyle birlikte hayatın değişen dinamiklerinin bunun başlıca nedeni olabileceğine dair düşüncem elbette tartışmaya açık.
Cemil Meriç şiire meyilli toplumların duyguya ağırlık verdiklerini ve düşünmeyi gerektiren felsefe alanında yetersiz kaldıklarını iddia ediyor. Ona göre felsefe yani düşünce yerine hisse yönelik bu durum ilerlemeyi engelleyen ortamı doğuruyor. Doğu toplumlarında pek rastlanmayan (epistemolojik) ‘düşünme’ ilerlemenin temel dinamiğidir ve felsefeye yatkınlık Batı dünyasının başarısının neredeyse temel özelliğidir. Bu görüşün kökeni Antik Yunan felsefesine kadar gidiyor. Örneğin Platon, şairlerin mimesis (taklit) yoluyla gerçeği perdelediğini ileri sürüyor. Platoncu görüş, sanıyorum, romantizm temsilcileri dışında tüm zamanlarda destekçi bulmuştur. Bunun en bariz göstergesi, Platon’un (MÖ 4 veya 5. yy) şiir ve şair hakkındaki görüşlerinin benzerini Rousseau’ya ve (1712-1778) Hegel’e (1770-1831) kadar uzanan bir yol çizmesi diyebiliriz. Bu düşünceye göre şair gerçeği anlatmaz, kurgucudur. Okuma müptelası Cemil Meriç’in zihin dünyasının şekillenmesinde özellikle ilk dönem için Batılı filozofların ve dolayısıyla Batı felsefesinin payı büyük. Şiir ve şair ile ilgili kanaatinde bunun etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yazının başına dönersek, uzun yıllar sonra baştan sona okuduğum şiir kitabı Süleyman Çobanoğlu’nun geçen yıl Ötüken Neşriyat’tan çıkan Tamgalar’ı oldu. Çobanoğlu’nun Şiirler Çağla ile hafızamda ‘özge’ bir yeri var. Unutmak adlı şiirindeki “Hafıza mı, ölüm mü, hangisi daha kolay?” dizesi ara ara yankılanır zihnimde. Sadece anlamsal uzamı değil tınısı da içimi yumuşatır. Şiirin yapabileceği en uç noktanın bu olacağı kanaatindeyim. Şiir, hissi estetize edebilir en fazla, gerisi yanılsama.
Tamgalar, Süleyman Çobanoğlu’nun üçüncü şiir kitabı. Ötüken Neşriyat bir güzellik yapıp 2009’da yayınlanan Hudayinabit ve ilk baskısı 1997’de yapılan Şiirler Çağla’yı da Tamgalar ile birlikte edebiyat dünyasının sularına bırakmış oldu. Şair ve yayıncı üzerine düşeni yaptığına göre eğer yolu varsa, şiir yola buradan sonra okurla devam edecek denebilir.
Süleyman Çobanoğlu okuyucusu onun iki konuda hassas davrandığını ‘hassaten’ bilir. Bunlardan biri Türkçe yani dil, diğeri İslam yani dindir. Şair, Tamgalar ile bu ikiliye üçüncü bir halka eklemiş görünüyor. Anane, kültür ya da gelenek diyebileceğimiz bu olguyu en ‘öz’ anlatan kelime ‘töre’ olabilir. Buradaki üçüncü halkanın Çobanoğlu için yeni bir şey olmadığının da altını çizmek gerekiyor elbette. Önceki çalışmalarında bunun göstergeleri fazlasıyla mevcut. Yalnız, Tamgalar’da bu özellik biraz daha öne çıkmış izlenimi verdi bana. Bu sebepten Tamgalar’daki vurguyu ‘Türklük’ şeklinde yorumlayanlar da çıkabilir lakin bu tavrın anlamı daraltmaktan başka bir işe yaramayacağı kanaatindeyim. Tüm ‘özcü’ duruş sergileyen şairlerde olduğu gibi, aşırı yoruma maruz bırakıp kısıtlamak şiiri şiir olarak değerlendirmeye engel olacaktır.
Şiir konusunda teknik detaylara girmek niyetinde değilim. Zira vardığı nokta şiir bitti/bitmedi şeklinde kısır bir yer oluyor. Onun yerine gerçek şiir kendini her şartta belli eder deyip Tamgalar’da dikkatimi çeken birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Yukarıda değindiğim gibi, şair iki konuyu; dil ve dini şiirinin omurgası yapıyor. Önceki eserlerinde de bu durum göze çarpıyordu fakat Çobanoğlu’nun Tamgalar’da kullandığı dile ayrı bir özen gösterdiği hemen belli oluyor. Bugün günlük dilde pek yer bulamayan sözcükler bir hayli fazla. Türkçenin etkilendiği diller bir yana, öz varlığından örnekler bulunduğundan okurun eli iki de bir sözlüğe kayıyor. Eserdeki üslup gereği öncekileri göre anlatım epey kısaltmış fakat bu yönelim anlamı daraltmayarak derinleştirmiş diyebiliriz. Dilin yanı sıra ‘töre’ (gelenek, kültür) fazlaca yer alıyor şiirlerde. Bu bağlamda şair yörüklüğünün de verdiği ayrıcalığı ziyadesiyle kullanıyor. Eserde yer alan dinsel ögelerde efsane, destan, mitoloji ve pagan detaylar epeyce mevcut fakat ana damarı ilim ve irfanı bir araya getiren rivayete dayalı geleneksel İslam inancı oluşturuyor.
Tamgalar’ı okurken en çok hissettiğim şey yaşanmadan yazılamayacak ifadeler oldu. İsyan da şükür de, tıpkı insanın zatında olduğu gibi bir arada hatta aynı anda bulunuyor. Kimi politik tepki kimi ahlaki duyarlılık taşıyan öfke yüklü sözler satıhtan zihne çarparak dağılıyor. Yerleşik hayatın hayatı dumura uğratışı, kaybedilen değerlerin telafisizliğinin keyfiyeti düşüncelere salıyor okuru. Süleyman Çobanoğlu Tamgalar’la kadim bir kültürün içinden topladığı düş(ünce)lerden aidiyetini belli eden bir ‘iz’ bırakıyor okurun zihnine.
*Tamgalar, T. S. Eliot’tan (1888-1965) yapılan bu alıntıyla başlıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Ve şiir bitince rahme düşen her çocuk
şair olacak!"
- Süleyman Çobanoğlu, Şiirler Çağla
Bir şiir kitabını alıp baştan sona okumayalı on yılı geçmiştir. Bir dönem sadece şiirle hemhâl olan biri için pek anlaşılabilir bir durum değil. Kendi adıma edebiyatı şiirle sınırlandırdığım o dönemler mısraların ciddi manada heyecanlandırdığı demlerdi. Dünyanın gerçekten değiştirilebileceği düşüncesinin sihrine bugün bile şaşırıyorum. Sonraları şiir adasından uzaklaştığımı fark eden bir ahbabım bunun sebebini sorduğunda -kısaca- ‘şiirin gerçeklikle örtüşmeyişi’ demiştim. Şiirin, idealden avuntuya dönüşmesi hâlâ düşündüğüm meselelerden. Öyle ki şiir hayat içerisinde nerede duruyor sorusu havada asılı duruyor. Mevzuyu Adornovari (T. W. Adorno, 1903-1969) bir abartıya bulayıp kişisel kaygıyla meşrebime yontarak mağduriyet hıncı devşirecek değilim fakat şiir bir şey vaat ediyorsa o şeyin ne realizmle ne de rasyonalizmle alakasının olmadığını açıkça söyleyebilirim. Dahası, ‘barbarlık’ şiire gelinceye kadar insanlığı kaç infaza uğratıyor saymak abes olur.
Bir yandan salt ütopya olduğunu düşündüğüm şiirin hayatın gerçekleriyle örtüşmediği hissine her gün biraz daha kâni olurken öte yandan şiir konusunda Cemil Meriç (1916-1987) kadar da katı düşünmüyorum. Sadece şiirin özü itibariyle hakikatin nabzını tutabilme ihtimalini zayıf görüyorum. Moderniteyle birlikte hayatın değişen dinamiklerinin bunun başlıca nedeni olabileceğine dair düşüncem elbette tartışmaya açık.
Cemil Meriç şiire meyilli toplumların duyguya ağırlık verdiklerini ve düşünmeyi gerektiren felsefe alanında yetersiz kaldıklarını iddia ediyor. Ona göre felsefe yani düşünce yerine hisse yönelik bu durum ilerlemeyi engelleyen ortamı doğuruyor. Doğu toplumlarında pek rastlanmayan (epistemolojik) ‘düşünme’ ilerlemenin temel dinamiğidir ve felsefeye yatkınlık Batı dünyasının başarısının neredeyse temel özelliğidir. Bu görüşün kökeni Antik Yunan felsefesine kadar gidiyor. Örneğin Platon, şairlerin mimesis (taklit) yoluyla gerçeği perdelediğini ileri sürüyor. Platoncu görüş, sanıyorum, romantizm temsilcileri dışında tüm zamanlarda destekçi bulmuştur. Bunun en bariz göstergesi, Platon’un (MÖ 4 veya 5. yy) şiir ve şair hakkındaki görüşlerinin benzerini Rousseau’ya ve (1712-1778) Hegel’e (1770-1831) kadar uzanan bir yol çizmesi diyebiliriz. Bu düşünceye göre şair gerçeği anlatmaz, kurgucudur. Okuma müptelası Cemil Meriç’in zihin dünyasının şekillenmesinde özellikle ilk dönem için Batılı filozofların ve dolayısıyla Batı felsefesinin payı büyük. Şiir ve şair ile ilgili kanaatinde bunun etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yazının başına dönersek, uzun yıllar sonra baştan sona okuduğum şiir kitabı Süleyman Çobanoğlu’nun geçen yıl Ötüken Neşriyat’tan çıkan Tamgalar’ı oldu. Çobanoğlu’nun Şiirler Çağla ile hafızamda ‘özge’ bir yeri var. Unutmak adlı şiirindeki “Hafıza mı, ölüm mü, hangisi daha kolay?” dizesi ara ara yankılanır zihnimde. Sadece anlamsal uzamı değil tınısı da içimi yumuşatır. Şiirin yapabileceği en uç noktanın bu olacağı kanaatindeyim. Şiir, hissi estetize edebilir en fazla, gerisi yanılsama.
Tamgalar, Süleyman Çobanoğlu’nun üçüncü şiir kitabı. Ötüken Neşriyat bir güzellik yapıp 2009’da yayınlanan Hudayinabit ve ilk baskısı 1997’de yapılan Şiirler Çağla’yı da Tamgalar ile birlikte edebiyat dünyasının sularına bırakmış oldu. Şair ve yayıncı üzerine düşeni yaptığına göre eğer yolu varsa, şiir yola buradan sonra okurla devam edecek denebilir.
Süleyman Çobanoğlu okuyucusu onun iki konuda hassas davrandığını ‘hassaten’ bilir. Bunlardan biri Türkçe yani dil, diğeri İslam yani dindir. Şair, Tamgalar ile bu ikiliye üçüncü bir halka eklemiş görünüyor. Anane, kültür ya da gelenek diyebileceğimiz bu olguyu en ‘öz’ anlatan kelime ‘töre’ olabilir. Buradaki üçüncü halkanın Çobanoğlu için yeni bir şey olmadığının da altını çizmek gerekiyor elbette. Önceki çalışmalarında bunun göstergeleri fazlasıyla mevcut. Yalnız, Tamgalar’da bu özellik biraz daha öne çıkmış izlenimi verdi bana. Bu sebepten Tamgalar’daki vurguyu ‘Türklük’ şeklinde yorumlayanlar da çıkabilir lakin bu tavrın anlamı daraltmaktan başka bir işe yaramayacağı kanaatindeyim. Tüm ‘özcü’ duruş sergileyen şairlerde olduğu gibi, aşırı yoruma maruz bırakıp kısıtlamak şiiri şiir olarak değerlendirmeye engel olacaktır.
Şiir konusunda teknik detaylara girmek niyetinde değilim. Zira vardığı nokta şiir bitti/bitmedi şeklinde kısır bir yer oluyor. Onun yerine gerçek şiir kendini her şartta belli eder deyip Tamgalar’da dikkatimi çeken birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Yukarıda değindiğim gibi, şair iki konuyu; dil ve dini şiirinin omurgası yapıyor. Önceki eserlerinde de bu durum göze çarpıyordu fakat Çobanoğlu’nun Tamgalar’da kullandığı dile ayrı bir özen gösterdiği hemen belli oluyor. Bugün günlük dilde pek yer bulamayan sözcükler bir hayli fazla. Türkçenin etkilendiği diller bir yana, öz varlığından örnekler bulunduğundan okurun eli iki de bir sözlüğe kayıyor. Eserdeki üslup gereği öncekileri göre anlatım epey kısaltmış fakat bu yönelim anlamı daraltmayarak derinleştirmiş diyebiliriz. Dilin yanı sıra ‘töre’ (gelenek, kültür) fazlaca yer alıyor şiirlerde. Bu bağlamda şair yörüklüğünün de verdiği ayrıcalığı ziyadesiyle kullanıyor. Eserde yer alan dinsel ögelerde efsane, destan, mitoloji ve pagan detaylar epeyce mevcut fakat ana damarı ilim ve irfanı bir araya getiren rivayete dayalı geleneksel İslam inancı oluşturuyor.
Tamgalar’ı okurken en çok hissettiğim şey yaşanmadan yazılamayacak ifadeler oldu. İsyan da şükür de, tıpkı insanın zatında olduğu gibi bir arada hatta aynı anda bulunuyor. Kimi politik tepki kimi ahlaki duyarlılık taşıyan öfke yüklü sözler satıhtan zihne çarparak dağılıyor. Yerleşik hayatın hayatı dumura uğratışı, kaybedilen değerlerin telafisizliğinin keyfiyeti düşüncelere salıyor okuru. Süleyman Çobanoğlu Tamgalar’la kadim bir kültürün içinden topladığı düş(ünce)lerden aidiyetini belli eden bir ‘iz’ bırakıyor okurun zihnine.
*Tamgalar, T. S. Eliot’tan (1888-1965) yapılan bu alıntıyla başlıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
15 Haziran 2020 Pazartesi
Gerçeğin ipini bırakmadan gökyüzüne salıncak asmak
Şuayp Ebu Medyen hazretleri inzivaya çekilir. Cuma namazı dışında günlerini evinde geçirir. Bir sene geçer; evinin etrafı, kapısının önü, inzivasının bitip sohbetini dinlemeyi bekleyenlerle dolar. Israr sonucu kapıda belirir. Kalabalık heyecanlıdır. Biriken kıymetli sözcükleri beklemektedirler. Hazret çıkar ama bahçe duvarındaki bülbüller havalanır. “Şayet konuşmaya salahiyetli olsaydım, kuşlar benden kaçmazdı” der ve içeri girer. Bir yıl daha kalır. Bir yıl sonra kuşlar kaçmıyor hatta yenileri gelip konuyordur…
Menkıbenin hissesinden mülhem; hem insan hem hayvan hem nebatat ile sohbet şartının Allah’tan geçtiği üzerine şahitlik ederiz ki bu kitap, “…edep nezaket ve uslup meselesidir”!
Nehri tarif etmek için edebiyatı yetirenlere şair; mutluluğun resmini çizebilene ressam denmiş! Efsaneler ise hep haddini aşarak öğrenenlerden yükselmiş. En azından kendine karşı kendi haddini aşmak gerekiyor. Aksi halde maviyi tarif edemeyenden edebiyat, hüznü çizemeyenden ressam olmadığı gibi; kendi ötesini yaşayamayandan da insan olmuyor! İnsan için insanlıktan; insan için kendinden vazgeçmeden kendinden öteye geçen ve gerçeğinin ipini hiç bırakmadan gökyüzüne salıncak asıp yazan bir adam Ahmet Murat.
Başka bir menkıbeden hisse de Simurg üzerine:
Menzilinden vazgeçen kuşlardan birinin bahanesi şöyledir: “Ey Hüdüd ben ömür boyu çok çektim bu çektiklerim beni mahzun etti, iş bilmez etti. Çıkmaz benden bu menzil sevdasının hakkı.”. Ahmet Murat burada girer devreye; “ama sayın Hüdüd; biz düşündük ki maneviyat ve melankoli sever birbirini”! Bilge Hüdüd ise şöyle der: “Dünya durmuyor ki, sen niye durursun derdinin üzerinde?”. Devamında, hatırlamak derdinde isen sadece kötüyü hatırlamak iyinin de sahibine nankörlük olmaz mı manasında sorular ile bizim pek yakıştırdığımız melankoliyi tasavvuftan çekiverir. Ne güzel irtibat kurulur “ne dert baki ne gam” üzerine…
Kaderle barışık ahlaki yeterliliği tanımlarken kimi tarif ediyorsa, tarif ettiklerini kendisinde bulduğun kaç kişi okuyabilirsin ki? İtiraf ediyorum uzunca zamandır bunca birikimi, bunca kaygısız bir dilde, sade ve tevazu ile dillendiren bir kalem ile karşılaşmadım.
Bilmek kavramıyla demleri de ayrı bir keyif; “herkesin bildiği ama okumadığı” klasikler üzerinden Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini anlatırken, dizilerin kitaplarını hatırladım. Felsefesini, popüler kültür üzerinden yedirdiğini zanneden bu utanç tablosu, Tehlikeli Oyunlar gibi bir üstat işini dahi hallaç etmedi mi? Çok satıldı ama yine az okundu. Çokça kapak fotoğrafı çekildi sınır dışı menşei kahveler eşliğinde. Oğuz Atay ise yine az hükmündeydi oysa. “En nadiru ke’l –ma’dum”; azın hükmü yok olan gibidir!
Az olanda kalıp koruyabiliyoruz ya güzelim yalnızlığımızı. Çok olan, hatta en çok olan yanı azınlık olması olan Ahmet Murat okurken yalnızlık ve sadeliğinin bilinçli seçiminde, büyük büyük kulaçlarda özgürce seyrediyor zihin. Bütün biriktirdiklerimizin ortak hissi bu! Biraz felsefe retoriğiniz varsa; hele ki keyif te alıyorsanız, tanışmadan geçmeyin! Kitabın da dediği gibi, Leyleğe hacı muamelesi yapan insanların arasında büyümüş çocuklar olarak biz ne hacıları sevebildik ne leylekleri. Kuşlarla Sohbet edince hacı da görünürlüğünü yitiriyor leylek de. Yol kalıyor, aşk kalıyor geriye.
Müslüman hayatının istikamet kazanması yolunda imanın sanayiden, iradenin teknolojiden, tevekkülün duble yollardan daha belirleyici olduğunu söylerken kendine uğramıyor gibi başladığı sohbetler kendinden başka kimseyle derdi olmadığını gördüğün hikayelere dönüşüveriyor. İçini ve mahallesini temiz tutma derdinde söylemiş; ne güzel söylemiş:
İstanbul’dan gelenlerin dünyanın diğer yarısında büyü etkisi yarattığı toprakları anlatmış.
Coğrafyalar taşınmış diller değişmiş ama özde taşınan ruhun iklimi her daim İslam ile muhafaza edilmiş Türk coğrafyalarının çeşit çeşit tasavvuflar kokan topraklarını…
Sokrates’in kendisini öldürecek olan baldıran zehrini içmek için beklerken flütle öğrenmeye çalıştığı yeni ezgi gibi bir filozoflukla; “yarın kıyamet kopacak olsa ağaç dikin” diyen güzelin ümmeti olmayı içselleştirmiş umutla anlatmış.
Modernliğimiz yalnızlığımızı, yalnızlığımız geleneğimizi sömürürken; çağdışı bir primisivist gibi mağara adamlığında sığlaşmadan, derdinin, insan fıtratında bir yakışıklık olduğunun altını çize çize anlatmış.
Çünkü radyo dinleyenlerin televizyon izleyenlerden daha özgür olduğu gerçeği vardır. Böylece hayal gücün kadar geniş sınırların olur ki zenginlik budur. Ruhunun derinliklerindeki tabiatla dışarıdakini karşılaştırdığında yeni bir dil imkanı doğar bu sınırsızlıktan. Yunus’un su değirmeninden duyduğu sesi, inilti ve acı olarak duyması sonucu yazdığı “dertli dolap” nasıl açıklanabilir ki başka.
Hülasa:
Ahmet Murat manevi yorgunluğuna niyet ile çözüm buldurmuş mu bilmeyiz ama bize onun anladığı manada “Allah bereket versin” demek düştü.
Arketiplerin efendisi. Satır aralarından konuşabilmenin piri...
“Biz doğuluları konuşmayı severiz ama kendimizden bahsetmeyi değil” demiş.
Biz bahsettik; hakikat şahitliğine şahitlik olsun!
Hissettik ki:
Kuşlarla Sohbetin Şartları sadece yazılmış değil pratikte uygulanmış bir kitaptır Ahmet Murat’ın avlusunda…
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Menkıbenin hissesinden mülhem; hem insan hem hayvan hem nebatat ile sohbet şartının Allah’tan geçtiği üzerine şahitlik ederiz ki bu kitap, “…edep nezaket ve uslup meselesidir”!
Nehri tarif etmek için edebiyatı yetirenlere şair; mutluluğun resmini çizebilene ressam denmiş! Efsaneler ise hep haddini aşarak öğrenenlerden yükselmiş. En azından kendine karşı kendi haddini aşmak gerekiyor. Aksi halde maviyi tarif edemeyenden edebiyat, hüznü çizemeyenden ressam olmadığı gibi; kendi ötesini yaşayamayandan da insan olmuyor! İnsan için insanlıktan; insan için kendinden vazgeçmeden kendinden öteye geçen ve gerçeğinin ipini hiç bırakmadan gökyüzüne salıncak asıp yazan bir adam Ahmet Murat.
Başka bir menkıbeden hisse de Simurg üzerine:
Menzilinden vazgeçen kuşlardan birinin bahanesi şöyledir: “Ey Hüdüd ben ömür boyu çok çektim bu çektiklerim beni mahzun etti, iş bilmez etti. Çıkmaz benden bu menzil sevdasının hakkı.”. Ahmet Murat burada girer devreye; “ama sayın Hüdüd; biz düşündük ki maneviyat ve melankoli sever birbirini”! Bilge Hüdüd ise şöyle der: “Dünya durmuyor ki, sen niye durursun derdinin üzerinde?”. Devamında, hatırlamak derdinde isen sadece kötüyü hatırlamak iyinin de sahibine nankörlük olmaz mı manasında sorular ile bizim pek yakıştırdığımız melankoliyi tasavvuftan çekiverir. Ne güzel irtibat kurulur “ne dert baki ne gam” üzerine…
Kaderle barışık ahlaki yeterliliği tanımlarken kimi tarif ediyorsa, tarif ettiklerini kendisinde bulduğun kaç kişi okuyabilirsin ki? İtiraf ediyorum uzunca zamandır bunca birikimi, bunca kaygısız bir dilde, sade ve tevazu ile dillendiren bir kalem ile karşılaşmadım.
Bilmek kavramıyla demleri de ayrı bir keyif; “herkesin bildiği ama okumadığı” klasikler üzerinden Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini anlatırken, dizilerin kitaplarını hatırladım. Felsefesini, popüler kültür üzerinden yedirdiğini zanneden bu utanç tablosu, Tehlikeli Oyunlar gibi bir üstat işini dahi hallaç etmedi mi? Çok satıldı ama yine az okundu. Çokça kapak fotoğrafı çekildi sınır dışı menşei kahveler eşliğinde. Oğuz Atay ise yine az hükmündeydi oysa. “En nadiru ke’l –ma’dum”; azın hükmü yok olan gibidir!
Az olanda kalıp koruyabiliyoruz ya güzelim yalnızlığımızı. Çok olan, hatta en çok olan yanı azınlık olması olan Ahmet Murat okurken yalnızlık ve sadeliğinin bilinçli seçiminde, büyük büyük kulaçlarda özgürce seyrediyor zihin. Bütün biriktirdiklerimizin ortak hissi bu! Biraz felsefe retoriğiniz varsa; hele ki keyif te alıyorsanız, tanışmadan geçmeyin! Kitabın da dediği gibi, Leyleğe hacı muamelesi yapan insanların arasında büyümüş çocuklar olarak biz ne hacıları sevebildik ne leylekleri. Kuşlarla Sohbet edince hacı da görünürlüğünü yitiriyor leylek de. Yol kalıyor, aşk kalıyor geriye.
Müslüman hayatının istikamet kazanması yolunda imanın sanayiden, iradenin teknolojiden, tevekkülün duble yollardan daha belirleyici olduğunu söylerken kendine uğramıyor gibi başladığı sohbetler kendinden başka kimseyle derdi olmadığını gördüğün hikayelere dönüşüveriyor. İçini ve mahallesini temiz tutma derdinde söylemiş; ne güzel söylemiş:
İstanbul’dan gelenlerin dünyanın diğer yarısında büyü etkisi yarattığı toprakları anlatmış.
Coğrafyalar taşınmış diller değişmiş ama özde taşınan ruhun iklimi her daim İslam ile muhafaza edilmiş Türk coğrafyalarının çeşit çeşit tasavvuflar kokan topraklarını…
Sokrates’in kendisini öldürecek olan baldıran zehrini içmek için beklerken flütle öğrenmeye çalıştığı yeni ezgi gibi bir filozoflukla; “yarın kıyamet kopacak olsa ağaç dikin” diyen güzelin ümmeti olmayı içselleştirmiş umutla anlatmış.
Modernliğimiz yalnızlığımızı, yalnızlığımız geleneğimizi sömürürken; çağdışı bir primisivist gibi mağara adamlığında sığlaşmadan, derdinin, insan fıtratında bir yakışıklık olduğunun altını çize çize anlatmış.
Çünkü radyo dinleyenlerin televizyon izleyenlerden daha özgür olduğu gerçeği vardır. Böylece hayal gücün kadar geniş sınırların olur ki zenginlik budur. Ruhunun derinliklerindeki tabiatla dışarıdakini karşılaştırdığında yeni bir dil imkanı doğar bu sınırsızlıktan. Yunus’un su değirmeninden duyduğu sesi, inilti ve acı olarak duyması sonucu yazdığı “dertli dolap” nasıl açıklanabilir ki başka.
Hülasa:
Ahmet Murat manevi yorgunluğuna niyet ile çözüm buldurmuş mu bilmeyiz ama bize onun anladığı manada “Allah bereket versin” demek düştü.
Arketiplerin efendisi. Satır aralarından konuşabilmenin piri...
“Biz doğuluları konuşmayı severiz ama kendimizden bahsetmeyi değil” demiş.
Biz bahsettik; hakikat şahitliğine şahitlik olsun!
Hissettik ki:
Kuşlarla Sohbetin Şartları sadece yazılmış değil pratikte uygulanmış bir kitaptır Ahmet Murat’ın avlusunda…
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
10 Haziran 2020 Çarşamba
Soyluluğa değil meziyete saygı
Savaşların belki de tek olumlu yanı, insanın hem kendi ruh dehlizlerini hem de içinde yaşadığı toplumun ruh durumunu keşfetmeye imkân sunması. Galibiyetlerin ve mağlubiyetlerin çok ötesinde bir keşif bu. Geri çekilişler, pusular, siperler, kurşun yağmurları, donmalar, ezilmeler, açlık, sefalet...
23 Ocak 1783’te Fransa’nın Grenoble şehrinde doğan Stendhal, ömrü zorluklarla geçmiş bir yazar. Yedi yaşında annesini kaybetmesi ve ardından halasıyla yaşamaya başlaması, İtalya'ya asteğmen olarak gitmesi ve askerlikle kuramadığı bağ sebebiyle bir süre Paris'te avare bir hayat yaşaması, Marsilya'da ticaretle uğraşması, Napolyon'un zafer alayıyla Berlin'e gitmesi, 1810'da sürveyan olarak saraya sunulması, Polonya, Floransa, Roma, Napoli’yi gezdikten sonra yine Napolyon’un Büyük Ordusu’yla Moskova’ya gitmesi... İşte belki de kırılma anı burası. Çünkü Stendhal, Moskova’nın cayır cayır yanmasından ve Büyük Ordu’nun çekilişinden çok etkileniyor. 1834’te Légion d’honneur nişanı alana kadar devletin çeşitli hizmetlerinde bulunuyor. Avrupa'da o kadar vakit geçiriyor ki insanı anlamak ve toplumları değerlendirmek için edebiyata müracaat ediyor. 1840'tan sonra fazlasıyla yorulan bünyesi edebiyatla arasına giriyor. 22 Mart 1842’de felç geçirdikten bir gün sonra ölüyor.
Kendini dünyada bir yere koyamayıp bir yere ait hissedememiş bu önemli yazarın en büyüleyici kitaplarından biridir Kırmızı ve Siyah. O, halet-i ruhiyesini ve gözlem yeteneğini bu eseriyle dünyaya göstermiştir. Roman karakterine "Hiçbir partiden değilim. Beni mahveden de bu oldu. Benim bütün politikam şu: Müziği, resmi severim. Güzel bir kitap benim için bir olay kadar önemlidir." dedirtirken konuşan kendisidir. Henri Dubouchet’nin Kırmızı ve Siyah için yaptığı çizimler incelendiğinde görülecektir ki kelimelerle Napolyon sonrası Fransa'nın vaziyetini hem maddi hem de manevi anlamda ortaya sermiştir. "Hayatımın en güzel tesadüflerinden biridir" diyor Nietzsche, Stendhal için. Andre Gide ise Kırmızı ve Siyah'ı "kendi zamanının ötesinde bir roman" olarak değerlendiriyor. Madalyonun bir de tersi var. Victor Hugo mesela, "Dördüncü sayfadan öteye nasıl gidebildiniz?" diye sorar bir dostuna. Ölümünden sonra da "Stendhal yarına kalamaz, çünkü yazmanın ne olduğunu asla aklına getirmemiştir" der. Stendhal; süslü ve abartılı anlatımı Tahsin Yücel'in de belirttiği gibi hiç sevmez, hatta tiksinir. Yalın anlatımı her şeyin üzerinde tutar. Bir gerçeği anlatmayı bir iç çekişi anlatmaktan daha değerli bulur. Bu ifade Stendhal'in duygudan uzak, aşırı gerçekçi bir yazar olduğunu düşündürmemeli. Zira o, "psikolojik romanın kurucusu" olarak tanınıyorsa bunun esas sebebi Kırmızı ve Siyah'tır. Dolayısıyla dünya edebiyatının en önemli roman karakterlerinden Julien Sorel'dir.
Fransa'nın küçük bir kasabasında doğmuş, keresteci bir babanın oğludur Julien Sorel. Yaşadığı hayat karşısında itirazları vardır. Soylu, zengin bir yaşam arzular. Bu da onun türlü hırslara kapılmasını teşvik eder. Aldığı dini eğitim dahi ondan bu hırsı uzaklaştıramaz. Her ne kadar dini anlamda kendini geliştirmek istiyorsa da aklının bir ucunda da askerlik vardır. İşte kırmızıyla siyah arasındaki savruluşları da böyle başlar. Ya "siyah-cüppe" diyerek yaşamını kilise üzerine kuracaktır ya da "kırmızı-ordu" diyerek askerlik yolunu tutacaktır. Zihnindeki ve kalbindeki din bilgisi onu askerliğe uzaklaştırsa da Napolyon'a olan hayranlığı askerliği sürekli gündeminde tutar. Elbette bu ikilemde aşk da vardır. Hayatına birbirinden çok farklı iki kadın girer. Bu iki kadın da Sorel'in din ve askerlik, yani siyah ve kırmızı arasındaki geriliminin dışına aşkı ve evliliği koyar. Roman bu anlamda -yazıldığı dönem de düşünülürse- çok derin anlatımlara sahiptir. Bir misal verelim: "Modern evliliğin tuhaf yan ürünleri vardır. Eğer evlilikten önce aşk mevcut ise, evlilik denen birlikteliğin sıkıcılığı içinde kesinlikle solup gider. Özellikle de çalışmak zorunda kalmayacak kadar zengin olan eşlerde, dingin evlilik mutluluğuna yönelik temel nitelikli antipati oluşur. Sevda ve aşkların içine balıklama dalmaktansa, bunların yanından geçip gidenler, sadece hayal gücünden yoksun olan kadınlardır."
Kırmızı ve Siyah'ın en büyüleyici tarafı dünya klasikleri arasında belki de en rahat okunanı olmasıdır. Stendhal her ne kadar söylev tipi anlatımı sevmese de cümleleri insan ruhunun, yaşam bilgisinin derinliklerine iner. Kurgunun dışında sanki bir kurgu daha vardır ve işte orada Stendhal insanın ikiyüzlü tarafına işaret eder. Hem Sorel karakteriyle hem de kendi benliğiyle ikiyüzlülüğe karşı nefret kusar. Bir yanda çalışma zorluğu, diğer yanda kalbi güzel tutma şuuru insanların içindeki menfaatçi yaklaşımları bir bir döktürür ona. Sorel'e göre insanlar bir kalbi kırmadan ona dokunmayı bilmiyorlar. İktidara yakın durup köle olmayı, insan kalmaya tercih ediyorlar. Tanrı'nın varlığı üzerine inşa ettikleri ideolojilerle siyasiler insanların duygularıyla oynuyorlar. Sorel'in çok anlamlı bulduğum tavırlarından biri ise şu: Saygı, soyluluğa değildir. Saygı, meziyetleridir. Dolayısıyla insan, değerini davranışlarıyla, yaşama karşı olan tutumuyla kazanır. Burada çaba, emek ve vazgeçmeme -belki de tutku- çok önemli bir yerdedir Sorel'e göre. Bu yüzden de "Bir adamın değeri var mı, yok mu nasıl anlarız? Bütün isteklerine, bütün görüşlerine karşı zorluklar çıkarın. Gerçekten değerli bir insansa, zorlukların hepsini yenmesini bilecektir." der.
Romanın tüm çerçevesiyle gerçekliğe yaslanması karşısında Sorel'in bizzat Stendhal olduğunu düşünüyorum. Çünkü Napolyon'un yanında katıldığı savaşlar, gerçeği görme anlamında onu hiç beklemediği kadar geliştirmiş ve yaşı ilerledikçe de bu konuda daha fazla hassasiyet kazandırmıştır. Napolyon’un zaaflarını, ihtiraslarını yakından görmüş ve onlara yenik düşerek ülkeye monarşiyi geri getirişiyle toplumdaki sınıfların birbirinden geri dönüşü mümkün olmayacak derecede koptuğunu anlamıştır. "Fransa’da kibirden başka bir şey göremiyorum" der, O, yani hem Sorel hem de Stendhal, kibre bulaşmamak için ciddi bir mücadele içindedir: "Bu insanlara ruhumu sadece paraları karşılığında vermeye yönelik, mükemmel alışkanlığı ne zaman elde edeceğim? Eğer onların (ve böylece kendimin) saygısına erişmek istiyorsam, şunu anlamalarını sağlamalıyım: Zavallı biri olarak onların dünyevi mallarının kölesi olsam da, yüreğimle onların terbiyesiz kendini beğenmişliklerinin çok çok ötesinde, adeta bir tahtın üzerinde bulunuyorum. Onların aciz lütuf emarelerinden ya da küçümseyişlerinden, anlatılması olanaksız bir şekilde daha yüce bir konumdayım."
Bir adlî vakanın, psikolojiyi ve aşkı da yoğurarak sıra dışı bir siyasi romana nasıl dönüştüğünü görmek için Kırmızı ve Siyah olağanüstü imkanlar sunuyor. Üstelik Napolyon döneminde Fransa'yı, dönemin Avrupa'sını teferruatıyla hissetmek isteyen tarih severleri de tam kalbinden vuruyor. Stendhal'in bu romanı hâlâ dimdik ayakta, üstelik yazarın ruhu da Julien Sorel karakteriyle yanımızda. Çünkü: "Biz öldükten sonra belkide duygularımız bizimle birlikte ölmüyordur."
Son olarak Stendhal tüm okurlarına şu güzel öğüdü bırakıyor Kırmızı ve Siyah'la: "Hiç aldırış bile etmeyin; bir yol, iki yanındaki çitlerde diken var diye hemen güzelliğini kaybeder mi? Yolcu yoluna gider, dikenler de kötülükleriyle baş başa kalır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
23 Ocak 1783’te Fransa’nın Grenoble şehrinde doğan Stendhal, ömrü zorluklarla geçmiş bir yazar. Yedi yaşında annesini kaybetmesi ve ardından halasıyla yaşamaya başlaması, İtalya'ya asteğmen olarak gitmesi ve askerlikle kuramadığı bağ sebebiyle bir süre Paris'te avare bir hayat yaşaması, Marsilya'da ticaretle uğraşması, Napolyon'un zafer alayıyla Berlin'e gitmesi, 1810'da sürveyan olarak saraya sunulması, Polonya, Floransa, Roma, Napoli’yi gezdikten sonra yine Napolyon’un Büyük Ordusu’yla Moskova’ya gitmesi... İşte belki de kırılma anı burası. Çünkü Stendhal, Moskova’nın cayır cayır yanmasından ve Büyük Ordu’nun çekilişinden çok etkileniyor. 1834’te Légion d’honneur nişanı alana kadar devletin çeşitli hizmetlerinde bulunuyor. Avrupa'da o kadar vakit geçiriyor ki insanı anlamak ve toplumları değerlendirmek için edebiyata müracaat ediyor. 1840'tan sonra fazlasıyla yorulan bünyesi edebiyatla arasına giriyor. 22 Mart 1842’de felç geçirdikten bir gün sonra ölüyor.
Kendini dünyada bir yere koyamayıp bir yere ait hissedememiş bu önemli yazarın en büyüleyici kitaplarından biridir Kırmızı ve Siyah. O, halet-i ruhiyesini ve gözlem yeteneğini bu eseriyle dünyaya göstermiştir. Roman karakterine "Hiçbir partiden değilim. Beni mahveden de bu oldu. Benim bütün politikam şu: Müziği, resmi severim. Güzel bir kitap benim için bir olay kadar önemlidir." dedirtirken konuşan kendisidir. Henri Dubouchet’nin Kırmızı ve Siyah için yaptığı çizimler incelendiğinde görülecektir ki kelimelerle Napolyon sonrası Fransa'nın vaziyetini hem maddi hem de manevi anlamda ortaya sermiştir. "Hayatımın en güzel tesadüflerinden biridir" diyor Nietzsche, Stendhal için. Andre Gide ise Kırmızı ve Siyah'ı "kendi zamanının ötesinde bir roman" olarak değerlendiriyor. Madalyonun bir de tersi var. Victor Hugo mesela, "Dördüncü sayfadan öteye nasıl gidebildiniz?" diye sorar bir dostuna. Ölümünden sonra da "Stendhal yarına kalamaz, çünkü yazmanın ne olduğunu asla aklına getirmemiştir" der. Stendhal; süslü ve abartılı anlatımı Tahsin Yücel'in de belirttiği gibi hiç sevmez, hatta tiksinir. Yalın anlatımı her şeyin üzerinde tutar. Bir gerçeği anlatmayı bir iç çekişi anlatmaktan daha değerli bulur. Bu ifade Stendhal'in duygudan uzak, aşırı gerçekçi bir yazar olduğunu düşündürmemeli. Zira o, "psikolojik romanın kurucusu" olarak tanınıyorsa bunun esas sebebi Kırmızı ve Siyah'tır. Dolayısıyla dünya edebiyatının en önemli roman karakterlerinden Julien Sorel'dir.
Fransa'nın küçük bir kasabasında doğmuş, keresteci bir babanın oğludur Julien Sorel. Yaşadığı hayat karşısında itirazları vardır. Soylu, zengin bir yaşam arzular. Bu da onun türlü hırslara kapılmasını teşvik eder. Aldığı dini eğitim dahi ondan bu hırsı uzaklaştıramaz. Her ne kadar dini anlamda kendini geliştirmek istiyorsa da aklının bir ucunda da askerlik vardır. İşte kırmızıyla siyah arasındaki savruluşları da böyle başlar. Ya "siyah-cüppe" diyerek yaşamını kilise üzerine kuracaktır ya da "kırmızı-ordu" diyerek askerlik yolunu tutacaktır. Zihnindeki ve kalbindeki din bilgisi onu askerliğe uzaklaştırsa da Napolyon'a olan hayranlığı askerliği sürekli gündeminde tutar. Elbette bu ikilemde aşk da vardır. Hayatına birbirinden çok farklı iki kadın girer. Bu iki kadın da Sorel'in din ve askerlik, yani siyah ve kırmızı arasındaki geriliminin dışına aşkı ve evliliği koyar. Roman bu anlamda -yazıldığı dönem de düşünülürse- çok derin anlatımlara sahiptir. Bir misal verelim: "Modern evliliğin tuhaf yan ürünleri vardır. Eğer evlilikten önce aşk mevcut ise, evlilik denen birlikteliğin sıkıcılığı içinde kesinlikle solup gider. Özellikle de çalışmak zorunda kalmayacak kadar zengin olan eşlerde, dingin evlilik mutluluğuna yönelik temel nitelikli antipati oluşur. Sevda ve aşkların içine balıklama dalmaktansa, bunların yanından geçip gidenler, sadece hayal gücünden yoksun olan kadınlardır."
Romanın tüm çerçevesiyle gerçekliğe yaslanması karşısında Sorel'in bizzat Stendhal olduğunu düşünüyorum. Çünkü Napolyon'un yanında katıldığı savaşlar, gerçeği görme anlamında onu hiç beklemediği kadar geliştirmiş ve yaşı ilerledikçe de bu konuda daha fazla hassasiyet kazandırmıştır. Napolyon’un zaaflarını, ihtiraslarını yakından görmüş ve onlara yenik düşerek ülkeye monarşiyi geri getirişiyle toplumdaki sınıfların birbirinden geri dönüşü mümkün olmayacak derecede koptuğunu anlamıştır. "Fransa’da kibirden başka bir şey göremiyorum" der, O, yani hem Sorel hem de Stendhal, kibre bulaşmamak için ciddi bir mücadele içindedir: "Bu insanlara ruhumu sadece paraları karşılığında vermeye yönelik, mükemmel alışkanlığı ne zaman elde edeceğim? Eğer onların (ve böylece kendimin) saygısına erişmek istiyorsam, şunu anlamalarını sağlamalıyım: Zavallı biri olarak onların dünyevi mallarının kölesi olsam da, yüreğimle onların terbiyesiz kendini beğenmişliklerinin çok çok ötesinde, adeta bir tahtın üzerinde bulunuyorum. Onların aciz lütuf emarelerinden ya da küçümseyişlerinden, anlatılması olanaksız bir şekilde daha yüce bir konumdayım."
Bir adlî vakanın, psikolojiyi ve aşkı da yoğurarak sıra dışı bir siyasi romana nasıl dönüştüğünü görmek için Kırmızı ve Siyah olağanüstü imkanlar sunuyor. Üstelik Napolyon döneminde Fransa'yı, dönemin Avrupa'sını teferruatıyla hissetmek isteyen tarih severleri de tam kalbinden vuruyor. Stendhal'in bu romanı hâlâ dimdik ayakta, üstelik yazarın ruhu da Julien Sorel karakteriyle yanımızda. Çünkü: "Biz öldükten sonra belkide duygularımız bizimle birlikte ölmüyordur."
Son olarak Stendhal tüm okurlarına şu güzel öğüdü bırakıyor Kırmızı ve Siyah'la: "Hiç aldırış bile etmeyin; bir yol, iki yanındaki çitlerde diken var diye hemen güzelliğini kaybeder mi? Yolcu yoluna gider, dikenler de kötülükleriyle baş başa kalır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf