SAYFALAR

29 Haziran 2020 Pazartesi

Sessizliği dinlemek ya da sessizlikte dinlenmek

"Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum."
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

Bu yazıya başlamadan kısa bir süre önce mutfakta vakit geçiriyordum. Yemeğimi yedim, etrafı topladım, bir sigara yaktım. Çayın demlenmesini beklerken de Instagram'da ilgiyle takip ettiğim hesapların neler paylaştığına bakıyordum. Tamamen doğal ve ücretsiz bir sessizlik hâli. Zaten mutfak, özellikle şu zamanlarda babaların evdeki yalnızlığına ilaç olan yerlerden biri. 'Evdeki yalnızlığı' demem tuhaf kaçmasın. Doğan Cüceloğlu hocanın bir okuru yazmış, içinizi ne kadar sızlatıyorsa o kadar doğrudur: "Baba, evin en yalnızıdır. Gücü azalır ya da biterse dışlanır. Bu ülkede baba olmak, yalnız ölmeyi göze almaktır."

Konumuz sessizlik. Çünkü her yanımızdan gürültü yağıyor. Gündüz-gece fark etmeden yalnızca sokaklar değil evlerin içi de çatırdıyor. Mesela herkes birbirine bağırıyor. Kimse kimseyle yan yana oturup gökyüzünü seyretmiyor. Birileriyle birlikte olmak bizler için gürültüyü paylaşmak hâline geliyor. Bir dedikodunun içine düşmek de öyle, maç seyretmek ve hatta bir konsere gitmek de. Kimse sessizliğin o büyüleyici genişliğinden yararlanmak istemiyor. İlla bir psikiyatrist, bir ilahiyatçı ya da bir pazarlamacı yazdığında mı dikkatleri çekiyor burnumuzun dibindeki, gözümüzün önündeki sessizlik? Maalesef öyle. Zaman, Zygmunt Bauman'ın söylediği gibi 'akışkan' ve dolayısıyla Jean Baudrillard'ın tanımladığı gibi koskoca bir 'simülasyon'un içinde yaşayıp gidiyoruz.

Norveçli yazar Erling Kagge, sıra dışı bir adam. Yazarlık belki de son işi. Onun öncesinde dağcı, sanat koleksiyoncusu, avukat, yayıncı. Güney kutbunu yalnız başına keşfe çıkan ilk insan. Ayrıca 3 Kutup Noktası'nı (Kuzey, Güney ve Everest Dağı zirvesi) geçen ilk kâşif. Nezihat Bakar-Langeland'ın çevirdiği Gürültü Çağında Sessizlik kitabında dünyayı dışarıda bırakmayı nasıl öğrendiğini ve bu keyfi nasıl yaşamında bir pratik hâline getirdiğini anlatıyor. Mevzuya da çok güzel bir yerden giriyor. Üç kızını da 'dünyanın tüm sırlarının sessizlikte saklı olduğuna' ikna etme çabalarından biri için akşam yemeği yerken sohbete girişiyorlar. Neydi sessizlik diye soruyor Kagge. Soru ne kadar önemliyse alacağı cevaplar da çok önemliydi onun için. "Sessizliğin insanın dostu olabileceğine ve bunun sahip olmayı arzu ettikleri Louis Vuitton çantalarından çok daha değerli, lüks bir şey olduğunu açıklama fırsatını yakalamadan çok önce, çoktan, sessizliğin ne olduğuna dair hükümlerini vermişlerdi" diyor. Nedir o hüküm? Sessizlik, insanın sadece üzgünken sığınabileceği bir şey. Bunun dışında hiçbir değeri yok. Kızları böyle düşünüyordu Kagge'nin, kitabın sonuna doğru işlerin biraz değiştiğini görebiliyoruz.

Kitap, hem yalın anlatımıyla hem de insanı öğütlerle sıkmayan bir tavır takınması sebebiyle keyifle okunuyor. Araya konan resimler ve fotoğraflar insanı mola verip düşünmeye sevk ediyor. Yine kitabı bitirmek üzere olduğum bir gün, Kemal Sayar hocanın bir tweet'iyle karşılaştım. "Sessizlik, gürültü çağında şifadır. Her gün yarım saatimizi 'sessizliğin sesi'ni dinlemeye ayıralım. O kadar sessiz olalım ki 'yağmurun sesindeki müziği', 'duvardaki taşların sesi'ni  duyalım." diyordu hoca. Kagge de şöyle söylüyor: "Sessizlik, yapmakta olduğun şeyin derinlerine inmeyle ilgili bir şeydir. Bırak, her anın yeterince büyük olsun. Diğerleri ve başka şeyler vasıtasıyla yaşama hayatı. Dünyayı dışarıda bırak."

Hint felsefesine meraklı bir öğrenci, öğretmenine Brahman'ın, yani dünyanın ruhunun ne olduğunu sorar. Öğretmen soruyu duyduktan sonra sessiz kalır. Öğrenci iki üç kez daha sorusunu yineler. En sonunda öğretmen der ki: "Ben bunu sana şu an öğretiyorum ama sen dinlemiyorsun.". Bu hikâyenin farklı bir formu da var. "Bana Brahma'yı anlat" diyen öğrenciye verilen "Brahma ol ki Brahma'yı bilesin" cevabı gibi. Diğer yandan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye sorulan "Aşk nedir?" sorusuna hazretin verdiği "Ben ol da bil" cevabı da hatırlanıyor elbette. Tüm bunlarda, sessizliğin gerçek manada yaşandığında ne tür hikmetler açabileceğine dair bir anlatı var esasında. "Ya hayır söyleyin ya da susun" öğüdü de öyle değil mi? Hele ki şu çağda susmak, susabilmek, sessizlik içinde bir yolcu gibi yaşayabilmek ne büyük hüner. İşte Erling Kagge de "Herkesin sessizliği kendine özgüdür" diyerek anlatıyor dünyayı dışarıda bırakma çabalarını: "Bir sevgili olarak kimi zaman sessizliği özlerim. Konuşmaktan hoşlanırım ve de dinlemekten, ama benim tecrübelerime göre, gerçek bir yakınlık ancak bir süre konuşmadığımızda ortaya çıkar."

Mutfakla başladım mutfakla bitirmek isterim. Mutfakta tek başına bir şeylerle meşgul olmak kimilerine yeni yollar açabiliyor. "Birçok insan bana iyi tavsiyelerde bulundu. Ama bütün bunları düşünüp bir karara varma görevini, rahatsız edilmeden mutfakta yerine getirdim." diyor Kagge. Bulaşıkları yıkamak, tezgâhı düzenlemek, lavabo açmak yoğun bir sessizlik hâliyle beraber insanı rahatlatabiliyor: "Yaptığım sıradan olmayan tek şey, bulaşıkla meşgulken rahatsız edilmeksizin çok az sayıdaki kabul görmüş gerçekliğe soru işaretleri koymak olmuştur."

Ancak dışımızdaki sesleri kapatarak içimizdeki sesleri açabiliriz. Sessizliği iyi dinlemeliyiz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder