“Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için.”
Böyle başlıyor Hermann Hesse’nin son kitabı Ağaçlar. Varoluş yolculuğunda kendisine en büyük cümleleri ağaçların fısıldadığını söyleyen yazarın günlük niteliğinde okunabilecek bu kitabındaki satırlar, ağaçların kaynaklık ettiği bir ilham ormanı gibi âdeta…
Yazar Hesse’nin çeşit çeşit ağaçlarla yaptığı içsel konuşmaları kutsalı arayışın da bir sonucu. Bu sonuçta elbette kevni düzende görmek isteyenin muhakkak göreceği Tanrısal güç ve uyum da var. Ağaçlarla uğraşmanın kutsallığına güvendiğini dile getiren yazar, Tanrı’yı içinde hissettiğini ve bu hisse sonsuz güven duyduğunu ifade eder. Farklı türden ağaçların sahip olduğu özellikler sıralandığında bile Tanrı’yı hatırlamak mümkünken Hesse için daha fazla bir inanış söz konusudur. Poetik yaklaşımla desteklediği bakışını o kadar güçlü tutar ki kitabın arasına yerleştirdiği şiirlerle ağaçlarla olan yolculuğunu ve Tanrı’ya olan inancını süslemek ister.
Kitabı anlamlı kılan sadece yazarın ağaçlarla konuşması veya onlara şiirler adaması değil; evrendeki işleyişi ve hikmeti görme çabasıdır. Hareket, dinginlik, uyum, mücadelecilik, köksüz, güç, tutku, yeniden doğuş gibi başlıklarla ifade ettiği düşünceleri sadık bir mürid olduğunu ve hikmet arayışında kararlı olduğunu gösteriyor. Ağaçlardan aldığı derslerin yaşamda karşılığını bulduğunu ifade eden bu mürid, insanlardan uzakta ağaçlarla kurduğu yaşamının öğreticiliğine çok inanmaktadır.
Ağaçları birer vaize olarak kabul eden Hesse ağaçlara bakmayı ve onları görmeyi, sadece onlar hakkında konuşmak değil onlar gibi olmak şeklinde bir üst mertebeye taşır. Artık insanlara olan yaklaşımını ağaçlardan edindiği birikimle sağlayan yazar, “böyle öğrendiğim ben insanları ağaçlar ya da kayalar gibi görmeyi, onlar hakkında düşünmeyi, onları o sessiz çamlardan ne daha az saygıdeğer bulmayı ne de daha çok sevmeyi” diyecektir.
Doğayla iç içe olmanın en az iki kazanımı vardır. Biri, doğayı okuyabilmek diğeri de doğayla birlikte insanı okuyabilmek. Hesse bu ikisi için bir mertebe kaydetme çabasındadır. “Her gün yanımızdan geçip gidiyor dünya bereketi” derken sahip olduğu farkındalığı “ben görmemiş olsam da mucize gerçekleşmiştir” mütevazılığı ile besleyen; ağaçlardan öğrenmenin ömür boyu devam edeceğini bilen bir hâldir onunki.
Doğadan aldığı ilhamla üreten insanoğlu için var olan gizli bir tehlikeden de bahseder. Bu, çoğumuzun gözden kaçırdığı bir gerçektir: “Bu tür şeyleri izlemek, kendini doğanın akıldışı, girift, tuhaf biçimlerine vermek, benliğimizin bu varlıkları yaratan iradeyle uyum içinde olduğu duygusunu uyandırır bizde; bir süre sonra onları kendi fikirlerimiz, kendi eserlerimiz gibi görme hevesine kapılırız; bizimle doğa arasındaki sınırın muğlaklaşıp ortadan kalktığını görür, retinamızdaki imgelerin dışsal izlenimlerden mi yoksa içsel izlenimlerden mi kaynaklandığını bilmediğimiz bir ruh haline gireriz”. İnsanın kendini doğaya “kaptırıp” gördüğü ya da düşlediği arasındaki o ince çizgi, sınırları hatırlatmak için önemlidir. Hesse bu çizgiden dolayı insanın düşeceği aldatmacayı hatırlatsa da ileri gitmekten korkmaz. Hatta ona göre “dış dünya yıkılsaydı bile içimizden biri onu yeniden kurmaya muktedir olurdu, zira dağ ve nehir, ağaç ve yaprak, kök ve çiçek, doğadaki tüm varlıklar içimizde önceden şekillenmiştir, zira özü sonsuzluk olan, özünü bilmesek de çoğu zaman kendini bize sevme gücü ve yaratma gücü olarak hissettiren ruhtur onun kaynağı…”dır.
İnsanoğlunun burada sözü edilen ruhu ve özü kaybettiği, ona yabancılaştığı bir zaman diliminde, kendi elleriyle yıktığı o dış dünyayı yeniden inşa edebilmesi için ağaçların fısıldadıklarını duyması gerekiyor. Bu güç ve tutku, bu idrak ve iman onda mevcuttur.
Kitaptan bir şiirle bitirelim:
“Latif ve narin ne vardıysa içimde,
Hoyratça kırdı geçirdi dünya,
Memnunum, barışığım yine de,
Sabırla yeni yapraklar veririm
Yüzlerce kez kırılmış dallarımdan
Ve tüm acılara rağmen hâlâ
Aşığım ben bu divane dünyaya.”
Ayşenur Narboğa
aysenurnarboga@gmail.com
SAYFALAR
▼
26 Şubat 2019 Salı
25 Şubat 2019 Pazartesi
Zât olmanın sırrını keşfedenlerin aşkınlık yolları
"Allah doğru yolu seçenleri, daha derin bir doğru yol bilinciyle destekler."
- Meryem Suresi, 76. Ayet
"Beni bende deme bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeru
Nereye bakar isem dopdolusun
Seni nere koyam benden içeru."
- Yunus Emre
"Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?"
- İsmet Özel, Mataramda Tuzlu Su
Varoluş, sorgulama, sığınak. Modern zaman insanını çepeçevre kuşatan üç kelime. Sıralama değişebilir belki ama duraklar birbirinin tekrarı ve devamı şeklinde ilerliyor. Aklı baliğ olan birey, kendini önce toplumun bir parçası olarak buluyor. Kişiler arasında yer edinebiilmek için, kitleler tarafından kabul edilen kurallara riayet etmek zorunda hissediyor. Aileye bağlı taleplerin baskınlığıyla belirginleşen bu kurallar, zamanla bireyin zihinsel devinimini ve fiziksel hareketlerini kısıtlar duruma geliyor. Çünkü sorgulanmadan atılan adımlar, bireyin zihin dünyasındaki boşluğa yaptığı etkiyi artırmaya ve dünyadan sıkılmaya sebebiyet vermeye başlıyor. Toplumdaki yerini belirginleştirmeye çalışırken, benliğindeki yerin silikleşmeye başladığını fark ediyor. Bu noktada toplumun genel geçer kurallarını sorgulama ihtiyacı hissediyor ve bu sorgulayış onu, kabuğuna çekilip özündeki mânâya ulaştırmaya çalışan bir yola yönlendiriyor. Varoluşunun sebebine dair kendince nedenler aramaya başlıyor. Felsefenin, mitlerin ve dinlerin özünü oluşturan, manevi boşluğu doldurmaya çalışan içkin anlamı aramanın peşine düşüyor. Bu süreçte karşısına çıkan vesileler onu ihtidâya erdiriyor veya erdiremiyor. Eğer ihtidâya ermek nasip olmuşsa, kendisini bir sığınak gibi kapsayan hidayete vasıl olup, Allah’ın varlığını ve yaratılıştaki delâletini bulmaya bahaneler arayacağı manevi bir çırpınışa uyanıyor. Bu uyanış mühim, çünkü masivadan sıyrılıp mânâ aleminin kapılarının açılması tam burada başlıyor. Marx’ın toplumun afyonu diye nitelediği durum aslında bu uyanış. Daha sonra sorgulama ve arayış süreçleri devam ediyor. İnsanın yaratılış algoritmasındaki süreç işlemeye devam ediyor. Ayette bildirilen “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, kötülük ise kendi nefsinden. Biz seni insanlara elçi olarak gönderdik, şahit olarak Allah yeter.” (Nisa, 79) buyruğuyla, aslında yaratıcıyla arasındaki engelin kendi nefsi olduğunu fark ediyor. Elçi olarak gönderilen peygambere inen kitabın, aslında kendi kullanma kılavuzu olduğunu ve nevi şahsındaki tüm programların orada kayıtlı olduğunu keşfediyor. Sürecin başında, toplumun kendisini sıkan genel geçer yargıların, aslında bu kılavuza uymadığı için göğsünü darladığını bu kılavuz sayesinde irşad ediyor. “İnsanı en güzel biçimde yaratıp içine kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Secde, 9) ayetiyle bildirilen uzuvlarını, gerçek nurun sahibine ulaşma vazifesinin peşine düşüyor. Velhasıl, her insanın kendi seyr-i sülûku önce toplumdan, sonra kendinden, sonra nefsinden sıyrılmasıyla başlıyor. Belki net ifade edemedim ya da gereksiz uzattım ama benim kendimi yolda buluşum böyle olmuştu.
Burdaki kritik, benim yaşadığım mistik düşünceyi ihtidâ olarak betimlemiş ve bu düşünceyi derinleştirmek ve sürekli kılmak için çabalamaya girişmiş olmam. Yani geçici cezbe halime müptela oluşumu irdelemeye koyulmam. Pek tabii bu ibadet ve tefekküre yoğunlaşıp manevi şuurun yükselmesiyle mümkün ancak şimdilik konum bu değil. Okuduğum kitap; Hintli filozof Adi Şankara, Endülüslü mutasavvıf ve sûfî müellif Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Alman teolog Meister Eckhart’ın mistisizm üzerine yazdıkları kitapların, incelendikten sonra derlenip yeniden yorumlandığı bir doktora tezine dayanılarak yazılmış. 1994 yılında University of Kent at Canterbury’de Rıza Şah-Kazımî tarafından yazılan doktora tezinin bir bölümünde “Aşkınlığın İndirgenmesi Karşısında” adıyla bir zeyl konulmasına karar verilmiş. Daha sonra bu tez, karşılaştırmalı din ve mistisizm alanında önemli ama çok ihmal edilmiş bir konu olan aşkınlığın açıklığa kavuşturulmasına katkı sağlamak için kitaba dönüştürülmüş. Kitabın yazılış amacı olarak, aşkınlığın hem kendi özünde hem de manevi gerçekleştirmenin zirvesi olarak taşıdığı anlama ışık tutmaya ve aşkın gerçekleştirmeye ulaşılan manevi yolların somut boyutları irdelenmeye çalışılmış. Kitabın ana hatlarını belirleyen üç büyük düşünürün Hindu, Müslüman ve Hıristiyan inancına sahip olması sayesinde, kendi yaşadıkları gelenekler içerisinde algılan ve gerçekleşen nihâî manevî kazanımların derinlemesine anlaşılması hedeflenmiş. Kitabın önsözünde konu ile ilgili olarak şöyle bildiriliyor:
“Farklı mistiklerden alınan seçme pasajların yan yana getirilmesi sonucu açıklayıcı ve aydınlatıcı benzerlikler ortaya çıkabilir; ancak anlamlı bir karşılaştırma için bir temel olarak bakış açılarından her birinin kendi kavramları içinde incelenmesi unsuru eksiktir. Dahası bu metotta manevi bilinçle ilgili olarak aşkınlık fikrinin güçlü bir şekilde açıklanmasına dair bir çaba da söz konusu değildir. Bizim metodumuzda ise vurgu, bir fikir, kavram, düşünce veya ilke olarak aşkınlık bilinci ile manevi kazanımın somut biçimleri arasındaki hayatî bağ üzerinedir. Dolayısıyla bizim amacımız yeni veya şu ana kadar keşfedilmemiş bir malzeme ortaya çıkarmak değildir. Amacımız, bu üç mistiğin öğretilerinin en temel yönlerine yoğunlaşmak ve onları açıklığa kavuşturmaktır; zira bizim için asıl olan en yüksek metafizik doktrin ve en manevi gerçekleştirmedir."
Kitap dört bölümden oluşuyor. İlk üç bölümde filozofların temel öğretilerine dair incelemeler ve elde ede bulgulardan hem fikrî hem tecrübî düzlemde aşkına dair unsurlar yer alıyor ve her filozofun kendi öğretisi üç ana başlıkta inceleniyor. Birinci kısım olan “Aşkınlığın Fikrî Boyutları”nda; aşkın mutlaklığın filozof tarafından nasıl algılandığı, yaratıcıya çıkan yolların nasıl betimlendiği, nihâî hakikatin varlığı nasıl doldurulduğu, aşkın olan-olmayannın arasındaki ayrımların veya ilişkinin neler olduğu izah edilmeye çalışılmış. Gerçekleştirmenin somut yönleri ile ilgili olan sonraki iki kısmın perspektifi de bu bölüm de anlatılan kavramlar üzerine oturtulmuş ve anlaşılabilirliğin sağlanması amaçlanmış. İkinci kısımda olan “Manevî Yükseliş” başlığı altında, bilinç altında filizlenen aşkın gerçekliğin, bilince olan yükselişi ve aşkın gerçekleştirme kavramına atfedilen anlamın ne olduğu, aşılan şeyin özünde ne olduğu ve bunun nasıl gerçekleştiği; aşkınlık sürecinde veya oluş esnasında benliğin, aklın, ilâhi “Ötekî”sin ve ilâhî “Zât”ın rolünün ne olduğu anlatılmaya çalışılmış. Bilinç ile bilinçaltı arasındaki bağ, bu kısımda düğümleniyor. Üçüncü kısım olan “Varoluşsal Dönüş” başlığı altında, aşkın gerçekliğin meydana gelmesindne sonra gündelik hayata dair yansımaları ve hayatın “gerçekleştirmiş” kişiye has olan bilişsel ve varoluşsal yönleri sorgulanıyor. Normal bilinç ile varoluşsal dönüş bu kısımda değerlendiriliyor. Son kısımda ise, bu üç mistiğin öğretilerindeki benzerlikler ve farklılıklar hem kavramsal hem de manevi olarak değerlendiriliyor ve varoluşa dair savundukları tezler ortaya konuyor. Tam olarak kıyaslama denilemez ama aynı gerçekliklere dair farklı bakış açıları bu bölümde sunuluyor. “Dogma ve Ötesi”, “Mutlak Bir midir, Üç müdür?”, "Aşkın Gerçekleştirmede Fail Kimdir?” başlıkların yer aldığı bu kısım, kafamdaki sorgulamaları artırması nedeniyle kitabın en sevdiğim bölümü olmuştu. Üç filozofun da aşkın gerçekliğe dair kendilerine has örneklerle yaptığı izahatlerden ufak alıntılarla yazıyı bitirmek istiyorum.
Şankara varoluşsal dönüşü açıklarken şöyle bir kabulde bulunur: “Zihin, kendisini Zât’tan ayrı bir şey olarak tanımlaması bakımından gerçek ve “var” olmamasına rağmen, zihnin -algılayıcılığının Zât’ınkinden başkası olamayacağı gerçeğinden kaynaklanan- olumlu yönü, Zât’ın uzantısı olan bilince, âlemin görünen çoklukları algısal olarak kaydedildiğinde dahi, imkân verir.”. Dolayısıyla fenâfillah makamınındaki gibi “Her şey Brahman’dır.” der ve bundan başka yol olmayacağını, yani âlem çerçevesinde ve algı güçlerinin işlemesi bakımından “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid, 4) ayetinin sırrına vakıf olacağı bildirilir. Söz konusu kişi Zât’ı algı aracılığıyla değil, “her algı ile” bilir. Böylece manevî zincirin son halkası tamamlanmış olur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitli yansımaları olduğunu denizdeki dalgaların görünen kendisine görünen tarafıyla temsillendirir. “Görünen varlıklar âlemi Brahman olarak kavranır; zira bu âlem maddî sebebinden, ki Brahman’dır, ayrı olarak var olamaz. Köpük, dalga, çağıldama ve baloncuklar birbirlerinden farklıdır. Buna karşılık bunlardan her biri gerçekte suyun şeffaf, değişmiş halleridir ve dolayısıyla ilkece suya indirgenebilir. Tecrübe eden kişi ve tecrübe edilen şey karşılıklı olarak özdeş olmak zorunda değildir, ama ikisi Mutlak’tan farklı değildir." der.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî mânevî yükselişi sorgularken, en yüksek manevî kazanımın Allah’ın tecelli dairesinin ötesine geçemeyeceğini iddia eder. Yani ihtidâ şuuruna eren bir kul için, Allah’a çıkmayan bütün anlamlar masivadır. "Mutlak, Zât’ında mutlak olarak bilinemez olduğundan, insan için Mutlak’ı arayışındaki en yüksek imkan, belli bir ilâhî tecellînin müşahedesidir. Bu müşadede de nihâî olarak, bireyin ‘ayn-ı sabitesindeki güç veya isti'dâd belirlenir. Birisi Allah'ı görürse, gördüğü kendi ezelî istidâdının bir yönüdür. Bu, ilâhî sûretin birey seviyesine indirgenmesini gerektirmez, bilakis tam tersini gerektirir: Bir diğer ifadeyle bu durum, bireyi birey olmak bakımından mümkün olan en yüksek noktaya yükseltmek, yani bireyi, kendisinin özel mümkünlüğünün kaynağı veya özü olan 'ayn-ı sâbitesinin en yüksek içeriğini aslına en sadık şekilde yansıttığı seviyeye yükseltmek anlamına gelir.". Bu da bizi ister istemez tekrar ilâhî bilince götürmektedir; zira 'ayn-ı sâbite, zuhûr-ötesi bireyleşme imkanı olarak saf sübût/değişmezlik halinde ancak ilâhî bilinçte bulunur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, aynaya bakanın kendisini görmesi ancak aynanın yüzeyini görememesiyle temsillendirir. "Dahası 'ayn-ı sabitenin istidâdı da ilâhî tecellînin bir yönüdür. Allah'ı görmek kişinin kendi sûretini görmek demek ise, bu sûreti görmek de Allah'ı ya da İlâhî Zât'ın özünde var olan değişmez bir imkanı görmek demektir. Bir başka açıdan da, sûreti görmek, ilahî tecellînin objektif içeriği sayesinde - her ne kadar bu içerik kabın sübjektif kabiliyetine uygun olsa da- Allah'ı görmek demektir. Bu müşahede, ilâhî tabiatına rağmen, ancak nispeten aşkın bir seviyeye yerleştirilmektedir, çünkü özne nesneden ayrı olmaya devam etmektedir. Temsile göre, görüntü Hakk'ın aynasında görünmekte, ama aynanın yüzeyi, yani Hakk'ın kendisi görülememektedir. Gören özne yine de görülen nesneden başkadır/ayrıdır. Bu da, kişinin Allah'ı müşâhededen bireysel bilincin veya 'ayn-ı sâbitenin varlığı bağlamında konuştuğu müddetçe kişinin mutlak olarak aşkın olan bilince henüz ulaşamadığı anlamına gelmektedir.” der.
Meister Eckhart ise aşkın mutlak öğretisinde önce teslis inancını betimler, Tanrı, Baba ve Oğul’un nasıl üçlü teklikte biraraya geldiğini anlatır. “Tanrı’nın var olduğu yer” olan Varlık mertebesinde Söz konuşulur. Buna karşılık “Tanrı’nın var olmadığı yer” olan Varlık-Ötesi mertebede sessizlik, yani yokluk vardır. Bu yokluk, varlığın olumsuzlanması anlamında yokluk değil, Varlığın kendisi de dahil olmak üzere her şeyi aşan ve içeren Şey anlamında yokluktur.”. Sözcüklerle anlam arasındaki ilişki, gemiyi karada tutan kanca arasındaki ilişkiye benziyor benim için. En başta gemiyi karaya yaklaştıran yegâne şey kancanın kendisiyken, son raddede karayla gemi arasındaki tek engel o kanca oluveriyor. İnsanları birbirine yakın kılan şey önce kelimerken, sözleri aştıkça duygular yakınlaştırıyor ve kelimeler duvar örmeye başlıyor. Eckhart bu konuya şöyle bir yorum getiriyor: “Tanrı bir sözdür, söylenmemiş bir söz… Tanrı var olduğu yerde bu sözü söyler, var olmadığı yerde konuşmaz. Tanrı, söylenmiş ve söylenmemiş olandır. Baba bir konuşma işi, Oğul da iş başındaki konuşmadır. Sayı ve nicelik olmaksızın ayrımları kavrayabilen bir kimse için yüz, bir gibi olacaktır. İlâhî Zât’ta yüz tane şahıs olsa da, sayı ve nicelik olmaksızın ayrımda bulunabilecek kişi onları ancak bir olarak algılayacaktır… Bu kişi, üç şahsın bir Tanrı olduğunu bilir.”. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, altın ve bakırın birbiri içinde dağılması ve görünüş itibarıyla bunun farkedilmemesiyle temsillendirir. “Nasıl ki bakırın izleri altın içinde olabiliyor ve bu durum altının öz itibarı ile bakırın değerine nisbetle hiçbir değer kaybına uğramasını gerektirmiyorsa, Varlık da aynı şekilde Varlık Ötesi’ndedir. Bakır - yahut Varlık- altından -yahut Varlık Ötesi’nden-“ ayrı olduğu nöbette değersizleşmektedir -izâfîleşmektedir.” der.
Benim aşkın kavramı için, naçizane bir malzeme mühendisi olarak, kısıtlı dünya algıma göre yaptığım yorum ise şöyle; cebimizdeki 1 liralık maden paranın parlak gümüş olan iç halkasında %75 bakır - %25 nikel alaşımı varken, altın rengindeki dış halkanın içinde ise %75 bakır - %20 çinko -%5 nikel alaşımı bulunur. Pek tabii biizi ilgilendiren bu alaşımların oranı değil, elimizdeki cehverin iş gücündeki karşılığıdır. İlâhi varlık hem alaşımlardaki kimyasal bileşimin kusursuz bütünlüğüdür, ki manevi anlamda görünmeyen ama bilinen yüzdür, hem de maddi anlamdaki tecellinin görünen kısmıdır. Aslında maddenin her yüzünde bu tecellinin erimiş bir yüzü görülür ancak masivadan sıyrılmakla bu mümkündür. Zira Zât olmanın sırrını keşfeden insanların sanatındaki sır da bu eriyiğin eserlerindeki özdür. Yani eşyayı maddeden sıyrılıp manevi ruhuna kavuşturan şey, özünde saklı duran Zât’ın kelimelerle anlatılamayacak aşkınlığıdır.
Hepimizin özünde aramakla mükellef bir Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
- Meryem Suresi, 76. Ayet
"Beni bende deme bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeru
Nereye bakar isem dopdolusun
Seni nere koyam benden içeru."
- Yunus Emre
"Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?"
- İsmet Özel, Mataramda Tuzlu Su
Varoluş, sorgulama, sığınak. Modern zaman insanını çepeçevre kuşatan üç kelime. Sıralama değişebilir belki ama duraklar birbirinin tekrarı ve devamı şeklinde ilerliyor. Aklı baliğ olan birey, kendini önce toplumun bir parçası olarak buluyor. Kişiler arasında yer edinebiilmek için, kitleler tarafından kabul edilen kurallara riayet etmek zorunda hissediyor. Aileye bağlı taleplerin baskınlığıyla belirginleşen bu kurallar, zamanla bireyin zihinsel devinimini ve fiziksel hareketlerini kısıtlar duruma geliyor. Çünkü sorgulanmadan atılan adımlar, bireyin zihin dünyasındaki boşluğa yaptığı etkiyi artırmaya ve dünyadan sıkılmaya sebebiyet vermeye başlıyor. Toplumdaki yerini belirginleştirmeye çalışırken, benliğindeki yerin silikleşmeye başladığını fark ediyor. Bu noktada toplumun genel geçer kurallarını sorgulama ihtiyacı hissediyor ve bu sorgulayış onu, kabuğuna çekilip özündeki mânâya ulaştırmaya çalışan bir yola yönlendiriyor. Varoluşunun sebebine dair kendince nedenler aramaya başlıyor. Felsefenin, mitlerin ve dinlerin özünü oluşturan, manevi boşluğu doldurmaya çalışan içkin anlamı aramanın peşine düşüyor. Bu süreçte karşısına çıkan vesileler onu ihtidâya erdiriyor veya erdiremiyor. Eğer ihtidâya ermek nasip olmuşsa, kendisini bir sığınak gibi kapsayan hidayete vasıl olup, Allah’ın varlığını ve yaratılıştaki delâletini bulmaya bahaneler arayacağı manevi bir çırpınışa uyanıyor. Bu uyanış mühim, çünkü masivadan sıyrılıp mânâ aleminin kapılarının açılması tam burada başlıyor. Marx’ın toplumun afyonu diye nitelediği durum aslında bu uyanış. Daha sonra sorgulama ve arayış süreçleri devam ediyor. İnsanın yaratılış algoritmasındaki süreç işlemeye devam ediyor. Ayette bildirilen “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, kötülük ise kendi nefsinden. Biz seni insanlara elçi olarak gönderdik, şahit olarak Allah yeter.” (Nisa, 79) buyruğuyla, aslında yaratıcıyla arasındaki engelin kendi nefsi olduğunu fark ediyor. Elçi olarak gönderilen peygambere inen kitabın, aslında kendi kullanma kılavuzu olduğunu ve nevi şahsındaki tüm programların orada kayıtlı olduğunu keşfediyor. Sürecin başında, toplumun kendisini sıkan genel geçer yargıların, aslında bu kılavuza uymadığı için göğsünü darladığını bu kılavuz sayesinde irşad ediyor. “İnsanı en güzel biçimde yaratıp içine kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Secde, 9) ayetiyle bildirilen uzuvlarını, gerçek nurun sahibine ulaşma vazifesinin peşine düşüyor. Velhasıl, her insanın kendi seyr-i sülûku önce toplumdan, sonra kendinden, sonra nefsinden sıyrılmasıyla başlıyor. Belki net ifade edemedim ya da gereksiz uzattım ama benim kendimi yolda buluşum böyle olmuştu.
Burdaki kritik, benim yaşadığım mistik düşünceyi ihtidâ olarak betimlemiş ve bu düşünceyi derinleştirmek ve sürekli kılmak için çabalamaya girişmiş olmam. Yani geçici cezbe halime müptela oluşumu irdelemeye koyulmam. Pek tabii bu ibadet ve tefekküre yoğunlaşıp manevi şuurun yükselmesiyle mümkün ancak şimdilik konum bu değil. Okuduğum kitap; Hintli filozof Adi Şankara, Endülüslü mutasavvıf ve sûfî müellif Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Alman teolog Meister Eckhart’ın mistisizm üzerine yazdıkları kitapların, incelendikten sonra derlenip yeniden yorumlandığı bir doktora tezine dayanılarak yazılmış. 1994 yılında University of Kent at Canterbury’de Rıza Şah-Kazımî tarafından yazılan doktora tezinin bir bölümünde “Aşkınlığın İndirgenmesi Karşısında” adıyla bir zeyl konulmasına karar verilmiş. Daha sonra bu tez, karşılaştırmalı din ve mistisizm alanında önemli ama çok ihmal edilmiş bir konu olan aşkınlığın açıklığa kavuşturulmasına katkı sağlamak için kitaba dönüştürülmüş. Kitabın yazılış amacı olarak, aşkınlığın hem kendi özünde hem de manevi gerçekleştirmenin zirvesi olarak taşıdığı anlama ışık tutmaya ve aşkın gerçekleştirmeye ulaşılan manevi yolların somut boyutları irdelenmeye çalışılmış. Kitabın ana hatlarını belirleyen üç büyük düşünürün Hindu, Müslüman ve Hıristiyan inancına sahip olması sayesinde, kendi yaşadıkları gelenekler içerisinde algılan ve gerçekleşen nihâî manevî kazanımların derinlemesine anlaşılması hedeflenmiş. Kitabın önsözünde konu ile ilgili olarak şöyle bildiriliyor:
“Farklı mistiklerden alınan seçme pasajların yan yana getirilmesi sonucu açıklayıcı ve aydınlatıcı benzerlikler ortaya çıkabilir; ancak anlamlı bir karşılaştırma için bir temel olarak bakış açılarından her birinin kendi kavramları içinde incelenmesi unsuru eksiktir. Dahası bu metotta manevi bilinçle ilgili olarak aşkınlık fikrinin güçlü bir şekilde açıklanmasına dair bir çaba da söz konusu değildir. Bizim metodumuzda ise vurgu, bir fikir, kavram, düşünce veya ilke olarak aşkınlık bilinci ile manevi kazanımın somut biçimleri arasındaki hayatî bağ üzerinedir. Dolayısıyla bizim amacımız yeni veya şu ana kadar keşfedilmemiş bir malzeme ortaya çıkarmak değildir. Amacımız, bu üç mistiğin öğretilerinin en temel yönlerine yoğunlaşmak ve onları açıklığa kavuşturmaktır; zira bizim için asıl olan en yüksek metafizik doktrin ve en manevi gerçekleştirmedir."
Kitap dört bölümden oluşuyor. İlk üç bölümde filozofların temel öğretilerine dair incelemeler ve elde ede bulgulardan hem fikrî hem tecrübî düzlemde aşkına dair unsurlar yer alıyor ve her filozofun kendi öğretisi üç ana başlıkta inceleniyor. Birinci kısım olan “Aşkınlığın Fikrî Boyutları”nda; aşkın mutlaklığın filozof tarafından nasıl algılandığı, yaratıcıya çıkan yolların nasıl betimlendiği, nihâî hakikatin varlığı nasıl doldurulduğu, aşkın olan-olmayannın arasındaki ayrımların veya ilişkinin neler olduğu izah edilmeye çalışılmış. Gerçekleştirmenin somut yönleri ile ilgili olan sonraki iki kısmın perspektifi de bu bölüm de anlatılan kavramlar üzerine oturtulmuş ve anlaşılabilirliğin sağlanması amaçlanmış. İkinci kısımda olan “Manevî Yükseliş” başlığı altında, bilinç altında filizlenen aşkın gerçekliğin, bilince olan yükselişi ve aşkın gerçekleştirme kavramına atfedilen anlamın ne olduğu, aşılan şeyin özünde ne olduğu ve bunun nasıl gerçekleştiği; aşkınlık sürecinde veya oluş esnasında benliğin, aklın, ilâhi “Ötekî”sin ve ilâhî “Zât”ın rolünün ne olduğu anlatılmaya çalışılmış. Bilinç ile bilinçaltı arasındaki bağ, bu kısımda düğümleniyor. Üçüncü kısım olan “Varoluşsal Dönüş” başlığı altında, aşkın gerçekliğin meydana gelmesindne sonra gündelik hayata dair yansımaları ve hayatın “gerçekleştirmiş” kişiye has olan bilişsel ve varoluşsal yönleri sorgulanıyor. Normal bilinç ile varoluşsal dönüş bu kısımda değerlendiriliyor. Son kısımda ise, bu üç mistiğin öğretilerindeki benzerlikler ve farklılıklar hem kavramsal hem de manevi olarak değerlendiriliyor ve varoluşa dair savundukları tezler ortaya konuyor. Tam olarak kıyaslama denilemez ama aynı gerçekliklere dair farklı bakış açıları bu bölümde sunuluyor. “Dogma ve Ötesi”, “Mutlak Bir midir, Üç müdür?”, "Aşkın Gerçekleştirmede Fail Kimdir?” başlıkların yer aldığı bu kısım, kafamdaki sorgulamaları artırması nedeniyle kitabın en sevdiğim bölümü olmuştu. Üç filozofun da aşkın gerçekliğe dair kendilerine has örneklerle yaptığı izahatlerden ufak alıntılarla yazıyı bitirmek istiyorum.
Şankara varoluşsal dönüşü açıklarken şöyle bir kabulde bulunur: “Zihin, kendisini Zât’tan ayrı bir şey olarak tanımlaması bakımından gerçek ve “var” olmamasına rağmen, zihnin -algılayıcılığının Zât’ınkinden başkası olamayacağı gerçeğinden kaynaklanan- olumlu yönü, Zât’ın uzantısı olan bilince, âlemin görünen çoklukları algısal olarak kaydedildiğinde dahi, imkân verir.”. Dolayısıyla fenâfillah makamınındaki gibi “Her şey Brahman’dır.” der ve bundan başka yol olmayacağını, yani âlem çerçevesinde ve algı güçlerinin işlemesi bakımından “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (Hadid, 4) ayetinin sırrına vakıf olacağı bildirilir. Söz konusu kişi Zât’ı algı aracılığıyla değil, “her algı ile” bilir. Böylece manevî zincirin son halkası tamamlanmış olur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitli yansımaları olduğunu denizdeki dalgaların görünen kendisine görünen tarafıyla temsillendirir. “Görünen varlıklar âlemi Brahman olarak kavranır; zira bu âlem maddî sebebinden, ki Brahman’dır, ayrı olarak var olamaz. Köpük, dalga, çağıldama ve baloncuklar birbirlerinden farklıdır. Buna karşılık bunlardan her biri gerçekte suyun şeffaf, değişmiş halleridir ve dolayısıyla ilkece suya indirgenebilir. Tecrübe eden kişi ve tecrübe edilen şey karşılıklı olarak özdeş olmak zorunda değildir, ama ikisi Mutlak’tan farklı değildir." der.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî mânevî yükselişi sorgularken, en yüksek manevî kazanımın Allah’ın tecelli dairesinin ötesine geçemeyeceğini iddia eder. Yani ihtidâ şuuruna eren bir kul için, Allah’a çıkmayan bütün anlamlar masivadır. "Mutlak, Zât’ında mutlak olarak bilinemez olduğundan, insan için Mutlak’ı arayışındaki en yüksek imkan, belli bir ilâhî tecellînin müşahedesidir. Bu müşadede de nihâî olarak, bireyin ‘ayn-ı sabitesindeki güç veya isti'dâd belirlenir. Birisi Allah'ı görürse, gördüğü kendi ezelî istidâdının bir yönüdür. Bu, ilâhî sûretin birey seviyesine indirgenmesini gerektirmez, bilakis tam tersini gerektirir: Bir diğer ifadeyle bu durum, bireyi birey olmak bakımından mümkün olan en yüksek noktaya yükseltmek, yani bireyi, kendisinin özel mümkünlüğünün kaynağı veya özü olan 'ayn-ı sâbitesinin en yüksek içeriğini aslına en sadık şekilde yansıttığı seviyeye yükseltmek anlamına gelir.". Bu da bizi ister istemez tekrar ilâhî bilince götürmektedir; zira 'ayn-ı sâbite, zuhûr-ötesi bireyleşme imkanı olarak saf sübût/değişmezlik halinde ancak ilâhî bilinçte bulunur. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, aynaya bakanın kendisini görmesi ancak aynanın yüzeyini görememesiyle temsillendirir. "Dahası 'ayn-ı sabitenin istidâdı da ilâhî tecellînin bir yönüdür. Allah'ı görmek kişinin kendi sûretini görmek demek ise, bu sûreti görmek de Allah'ı ya da İlâhî Zât'ın özünde var olan değişmez bir imkanı görmek demektir. Bir başka açıdan da, sûreti görmek, ilahî tecellînin objektif içeriği sayesinde - her ne kadar bu içerik kabın sübjektif kabiliyetine uygun olsa da- Allah'ı görmek demektir. Bu müşahede, ilâhî tabiatına rağmen, ancak nispeten aşkın bir seviyeye yerleştirilmektedir, çünkü özne nesneden ayrı olmaya devam etmektedir. Temsile göre, görüntü Hakk'ın aynasında görünmekte, ama aynanın yüzeyi, yani Hakk'ın kendisi görülememektedir. Gören özne yine de görülen nesneden başkadır/ayrıdır. Bu da, kişinin Allah'ı müşâhededen bireysel bilincin veya 'ayn-ı sâbitenin varlığı bağlamında konuştuğu müddetçe kişinin mutlak olarak aşkın olan bilince henüz ulaşamadığı anlamına gelmektedir.” der.
Meister Eckhart ise aşkın mutlak öğretisinde önce teslis inancını betimler, Tanrı, Baba ve Oğul’un nasıl üçlü teklikte biraraya geldiğini anlatır. “Tanrı’nın var olduğu yer” olan Varlık mertebesinde Söz konuşulur. Buna karşılık “Tanrı’nın var olmadığı yer” olan Varlık-Ötesi mertebede sessizlik, yani yokluk vardır. Bu yokluk, varlığın olumsuzlanması anlamında yokluk değil, Varlığın kendisi de dahil olmak üzere her şeyi aşan ve içeren Şey anlamında yokluktur.”. Sözcüklerle anlam arasındaki ilişki, gemiyi karada tutan kanca arasındaki ilişkiye benziyor benim için. En başta gemiyi karaya yaklaştıran yegâne şey kancanın kendisiyken, son raddede karayla gemi arasındaki tek engel o kanca oluveriyor. İnsanları birbirine yakın kılan şey önce kelimerken, sözleri aştıkça duygular yakınlaştırıyor ve kelimeler duvar örmeye başlıyor. Eckhart bu konuya şöyle bir yorum getiriyor: “Tanrı bir sözdür, söylenmemiş bir söz… Tanrı var olduğu yerde bu sözü söyler, var olmadığı yerde konuşmaz. Tanrı, söylenmiş ve söylenmemiş olandır. Baba bir konuşma işi, Oğul da iş başındaki konuşmadır. Sayı ve nicelik olmaksızın ayrımları kavrayabilen bir kimse için yüz, bir gibi olacaktır. İlâhî Zât’ta yüz tane şahıs olsa da, sayı ve nicelik olmaksızın ayrımda bulunabilecek kişi onları ancak bir olarak algılayacaktır… Bu kişi, üç şahsın bir Tanrı olduğunu bilir.”. Maddi taraftan bakıldığında, varoluşun çeşitliliğini, altın ve bakırın birbiri içinde dağılması ve görünüş itibarıyla bunun farkedilmemesiyle temsillendirir. “Nasıl ki bakırın izleri altın içinde olabiliyor ve bu durum altının öz itibarı ile bakırın değerine nisbetle hiçbir değer kaybına uğramasını gerektirmiyorsa, Varlık da aynı şekilde Varlık Ötesi’ndedir. Bakır - yahut Varlık- altından -yahut Varlık Ötesi’nden-“ ayrı olduğu nöbette değersizleşmektedir -izâfîleşmektedir.” der.
Benim aşkın kavramı için, naçizane bir malzeme mühendisi olarak, kısıtlı dünya algıma göre yaptığım yorum ise şöyle; cebimizdeki 1 liralık maden paranın parlak gümüş olan iç halkasında %75 bakır - %25 nikel alaşımı varken, altın rengindeki dış halkanın içinde ise %75 bakır - %20 çinko -%5 nikel alaşımı bulunur. Pek tabii biizi ilgilendiren bu alaşımların oranı değil, elimizdeki cehverin iş gücündeki karşılığıdır. İlâhi varlık hem alaşımlardaki kimyasal bileşimin kusursuz bütünlüğüdür, ki manevi anlamda görünmeyen ama bilinen yüzdür, hem de maddi anlamdaki tecellinin görünen kısmıdır. Aslında maddenin her yüzünde bu tecellinin erimiş bir yüzü görülür ancak masivadan sıyrılmakla bu mümkündür. Zira Zât olmanın sırrını keşfeden insanların sanatındaki sır da bu eriyiğin eserlerindeki özdür. Yani eşyayı maddeden sıyrılıp manevi ruhuna kavuşturan şey, özünde saklı duran Zât’ın kelimelerle anlatılamayacak aşkınlığıdır.
Hepimizin özünde aramakla mükellef bir Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
Türkiye daha çok dindarlaşmadı, iyice sekülerleşti
Gerçek takardı gözlerine. Eğilir kasetlere bakar ve hep aynı şarkıyı çalardı;
"The temple's in ruins
The bankers get fat
The buffalo's gone
And the mountain top's flat
The trout in the streams are all hermaphrodites
You lean to the left but you vote to the right."
Akademiden dışlanma pahasına, akademik çalışmalarını, Alman İmparatorluğu için değil, bilimin kendisi için yapmaya devam edeceğini açıklayan Albert Einstein’e ve yeryüzünün farklı coğrafyalarında onunla aynı kültüre sahip akademisyenlere adanmış bu kitap; ODTÜ’lü bir felsefecinin sekülerleşme çalışmak istiyorum dediğinde “Ülke İran oldu ne sekülerleşmesi” diye reddedilen tez konusunun muhteşem dönüşü diyebilir miyiz?
Deriz!
Sosyal bilimler alanında, evren edindiği kitlenin dilinden uzaklaşmadan, yıllara dayanan titiz çalışmalar, istatistikler, röportajlar ile oya oya işlenen Volkan Ertit kitabı Sekülerleşme Teorisi, Liberte Yayınları'ndan çıktı.
Teoriye kazandırdığı evrensel kimlik ile sekülerleşme kavramının ne olduğu, ne olmadığını, “Hangimsin Sen Benim” şarkısı eşliğinde; Steve Bruce’nin klasik sekülerleşme teorisi ile bütünleyebilmiş bir yazarla yola çıkmanın keyfi ise bir başka.
Hristiyan çoğunluğun kiliseye gitme oranlarını ve inanç esaslarını merkeze alan Bruce’nin iç tutarlılığının da hakkını vererek kendi ülkesine uyarlayan Ertit, Müslümanların çoğunluğundaki toplumsal dönüşümü, pek tabi İslam’ın esasları ile ele alarak, dokunulmadan faraziliğin temizlenemeyeceği alanlarda, suya sabuna dokunduğunu göstermiş bize.
Sosyo-lojinin ideali değil mevcudu okuma zaruretini atlayıp, sosyal bilimler disiplininden uzak mecralarda “İslam düşmanlığı/takıntısı/seviciliği” şeklinde yorumlarla karşılık alır mı Ertit?
Mümkündür!
Çünkü o su-sabun yüzyıllardır, bu eleştiriler ile karşılaşılan alanların temizliğinde kullanılır!
Ertit, “Sevgili okur, ulaştığım sonuçları bağırmayan bir üslup ile seninle paylaşmak istedim. Ama zaman zaman heyecanıma yenik düştüğüm seni kolundan çekip ‘Allah aşkına şuradaki istatistik verilere bak’ dediğim anlar muhakkak olmuştur. Hoş gör beni (…) İtiraf etmeliyim ki; Türkiye batıdaki 60 yıllı devirmiş literatür karşısında emekleme aşamasında bu alanda ve senin her türlü eleştirine, itirazına, yorumuna ihtiyaç vardır” derken peşin peşin gökyüzü açar tepemize, kucağında taze bir kabulle.
İlk üç bölümde Durkheim’in dediği gibi önce kavramın tanımını ele alır. Ardından dinsizleşme, laikleşme, ahlaksızlaşma gibi kavramlarla karıştırılan sekülerleşmenin ne olmadığını belirler.
Bu bir sürecin adıdır artık!
“Kabe Arabın olsun. Çankaya bize yeter” dizeleri ile Kemalettin Kamu’nun neden seküler ol(a)madığını anlarız.
Laikliğin devlete ait olup insana ait neden olamayacağını; Laik devlet yapısını savunup, dini ritüellere sadık bireyin sosyal bilimler retoriğince tutarlılığını; devletin seküler olmasının ve bireyin laik olmasının mümkün olmadığını da anlarız.
Sekülerleşme nedir, ne değildir. Evrimsel süreci nasıl olmuştur, şekillenir. Beğenmeyen küçük oğluna almayıverir ama durum böyledir. Sayılarla ifade edilmiyor diye her yere çekiştirilen sosyal bilimler Volkan Ertit kitabında tam da olması gereken bilimselliktedir.
Besim F. Dellaloğlu’nun da güzelinden dediği gibi Türkiyeli sosyal bilimciler eğer mevcut sosyal bilimin müktesebatını fazla “Batılı” buluyorlarsa o kavram bagajına alternatif kavramlar üretmek zorundadırlar. Ya da başka işle iştigal edebilirler.
Kavramları keyfimize göre kullandığımız yerde, Türkiye tecrübesinde olduğu gibi, sosyal bilimler değil siyasetin alanında konuşan binlerce retoriksiz veya “Batılı” olmamak adına uydurma bir retorikle, “bana göre” üzerinden gri alanlar oluşur. Otuz kişilik grupların birbirini alkışladığı; çok aydın ama ışığı hiçbir yeri aydınlatmamış, diğer kalan insanları kaliteden almamakla suçlayan birleşmeler içinde; sosyal bilimlerin iyicene tadının kaçtığı günlerde, böyle eserlerin tok karnına bir drajesi, şifa dağıtmaktadır.
Çünkü Ertit, değerleri, kutsalları merkezine alarak değil analiz amaçlı bir okuma yapmış ve tüm dünyada kabul görmüş, genel-geçer ölçüleri uyarlamıştır. Kitabı ise; Sosyolojinin, dini, çalışma alanı olarak görmemesi; ilahiyatçıların ise doğmalarından bağımsız, sosyolojinin bilimsel açısını yani “loji” kısmını edinememesinden, Türkiye için kangren olmuş din-sosyolojisi için tadından yenmez olmuştur.
Kitap, dördüncü bölümden itibaren Sekülerleşme Teorisi’nin evrensel dinamiklerini; bilimsel gelişmelerin, kapitalizmin ve kentleşmenin etkisindeki sekülerleşme oranlarındaki artışın nedenlerini açar.
“Sekülerleşme Teorisi ilerici ya da sekülerist bir ideoloji değildir (…) başat unsuru ibadet etme oranları değildir…” diye ilerlettiği sekizinci bölümden sonra ise sekülerleşmenin ideoloji değil devam eden bir süreç; lokal değil evrensel karakterli olduğunu anlarız.
Dinin yok olması, ibadet etme şekil ve rakamları ile sekülerleşmeyi açıklamanın yeterli olmayacağı netleştikçe, sekülerleşmeyi pelesenk edinmiş birçoklarının kendi mahallelerinde sosyoloji okuduğu da ortaya çıkar.
Irklar, gelenekler de siliniyor der Ertit. Ve din harici kutsallar. Deizm sekülerleşmenin olsa olsa alt kümesi olur ki deist olunsa da seküler olunmaz; sekülerleşen bir dünyada yaşamaya devam ettiğini fark eder ya da fark edemeyebilirsin en çok.
1977’de Gümüşhane’nin Sünni köyünde bir öğretmenin; Benim alevi olduğuma inanmadılar (…) Onlara göre Aleviler boynuzlu ve kuyruklu canlılardı demesi; sekülerleşme sürecinin salt dinlere bağlamanın buzulların erimesine bağlamaktan bir parça daha uzak olduğu sonucuna ulaştırır bizi biraz zorlasak.
Son olarak; Dini Pazar Teorisi; Varoluşsal Güvenlik Teorisi; Dini Bireyselleşme Teorisi adı altındaki aynı süreci açıklama gayretini edinmiş diğer üç teorinin yıldızının neden parlamadığı; ardından, Ertit’in Doktora tezi ışığında Türkiye için Sekülerleşme Teorisi’nin, evlilik, eşcinsellik, İslami giyim modası gibi birçok pencereden okumaları yapılır.
“Teori olmadan pratik kördür; ancak pratiksiz bir teori sadece entelektüel bir oyundur.”
Kant’ın da altını çizdiği bu bilimsellik dengesinde sonuç bölümüne ulaşan Ertit, en çok karşılaştığı 28 sorunun cevabı ile veda eder ki sadece bu bölüm bile çok kitaptan çoktur.
"Volkan Ertit, ne bir İslamcı ne de Kemalisttir; o sadece bir sosyologtur." (Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu).
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
"The temple's in ruins
The bankers get fat
The buffalo's gone
And the mountain top's flat
The trout in the streams are all hermaphrodites
You lean to the left but you vote to the right."
Akademiden dışlanma pahasına, akademik çalışmalarını, Alman İmparatorluğu için değil, bilimin kendisi için yapmaya devam edeceğini açıklayan Albert Einstein’e ve yeryüzünün farklı coğrafyalarında onunla aynı kültüre sahip akademisyenlere adanmış bu kitap; ODTÜ’lü bir felsefecinin sekülerleşme çalışmak istiyorum dediğinde “Ülke İran oldu ne sekülerleşmesi” diye reddedilen tez konusunun muhteşem dönüşü diyebilir miyiz?
Deriz!
Sosyal bilimler alanında, evren edindiği kitlenin dilinden uzaklaşmadan, yıllara dayanan titiz çalışmalar, istatistikler, röportajlar ile oya oya işlenen Volkan Ertit kitabı Sekülerleşme Teorisi, Liberte Yayınları'ndan çıktı.
Teoriye kazandırdığı evrensel kimlik ile sekülerleşme kavramının ne olduğu, ne olmadığını, “Hangimsin Sen Benim” şarkısı eşliğinde; Steve Bruce’nin klasik sekülerleşme teorisi ile bütünleyebilmiş bir yazarla yola çıkmanın keyfi ise bir başka.
Hristiyan çoğunluğun kiliseye gitme oranlarını ve inanç esaslarını merkeze alan Bruce’nin iç tutarlılığının da hakkını vererek kendi ülkesine uyarlayan Ertit, Müslümanların çoğunluğundaki toplumsal dönüşümü, pek tabi İslam’ın esasları ile ele alarak, dokunulmadan faraziliğin temizlenemeyeceği alanlarda, suya sabuna dokunduğunu göstermiş bize.
Sosyo-lojinin ideali değil mevcudu okuma zaruretini atlayıp, sosyal bilimler disiplininden uzak mecralarda “İslam düşmanlığı/takıntısı/seviciliği” şeklinde yorumlarla karşılık alır mı Ertit?
Mümkündür!
Çünkü o su-sabun yüzyıllardır, bu eleştiriler ile karşılaşılan alanların temizliğinde kullanılır!
Ertit, “Sevgili okur, ulaştığım sonuçları bağırmayan bir üslup ile seninle paylaşmak istedim. Ama zaman zaman heyecanıma yenik düştüğüm seni kolundan çekip ‘Allah aşkına şuradaki istatistik verilere bak’ dediğim anlar muhakkak olmuştur. Hoş gör beni (…) İtiraf etmeliyim ki; Türkiye batıdaki 60 yıllı devirmiş literatür karşısında emekleme aşamasında bu alanda ve senin her türlü eleştirine, itirazına, yorumuna ihtiyaç vardır” derken peşin peşin gökyüzü açar tepemize, kucağında taze bir kabulle.
İlk üç bölümde Durkheim’in dediği gibi önce kavramın tanımını ele alır. Ardından dinsizleşme, laikleşme, ahlaksızlaşma gibi kavramlarla karıştırılan sekülerleşmenin ne olmadığını belirler.
Bu bir sürecin adıdır artık!
“Kabe Arabın olsun. Çankaya bize yeter” dizeleri ile Kemalettin Kamu’nun neden seküler ol(a)madığını anlarız.
Laikliğin devlete ait olup insana ait neden olamayacağını; Laik devlet yapısını savunup, dini ritüellere sadık bireyin sosyal bilimler retoriğince tutarlılığını; devletin seküler olmasının ve bireyin laik olmasının mümkün olmadığını da anlarız.
Sekülerleşme nedir, ne değildir. Evrimsel süreci nasıl olmuştur, şekillenir. Beğenmeyen küçük oğluna almayıverir ama durum böyledir. Sayılarla ifade edilmiyor diye her yere çekiştirilen sosyal bilimler Volkan Ertit kitabında tam da olması gereken bilimselliktedir.
Besim F. Dellaloğlu’nun da güzelinden dediği gibi Türkiyeli sosyal bilimciler eğer mevcut sosyal bilimin müktesebatını fazla “Batılı” buluyorlarsa o kavram bagajına alternatif kavramlar üretmek zorundadırlar. Ya da başka işle iştigal edebilirler.
Kavramları keyfimize göre kullandığımız yerde, Türkiye tecrübesinde olduğu gibi, sosyal bilimler değil siyasetin alanında konuşan binlerce retoriksiz veya “Batılı” olmamak adına uydurma bir retorikle, “bana göre” üzerinden gri alanlar oluşur. Otuz kişilik grupların birbirini alkışladığı; çok aydın ama ışığı hiçbir yeri aydınlatmamış, diğer kalan insanları kaliteden almamakla suçlayan birleşmeler içinde; sosyal bilimlerin iyicene tadının kaçtığı günlerde, böyle eserlerin tok karnına bir drajesi, şifa dağıtmaktadır.
Çünkü Ertit, değerleri, kutsalları merkezine alarak değil analiz amaçlı bir okuma yapmış ve tüm dünyada kabul görmüş, genel-geçer ölçüleri uyarlamıştır. Kitabı ise; Sosyolojinin, dini, çalışma alanı olarak görmemesi; ilahiyatçıların ise doğmalarından bağımsız, sosyolojinin bilimsel açısını yani “loji” kısmını edinememesinden, Türkiye için kangren olmuş din-sosyolojisi için tadından yenmez olmuştur.
Kitap, dördüncü bölümden itibaren Sekülerleşme Teorisi’nin evrensel dinamiklerini; bilimsel gelişmelerin, kapitalizmin ve kentleşmenin etkisindeki sekülerleşme oranlarındaki artışın nedenlerini açar.
“Sekülerleşme Teorisi ilerici ya da sekülerist bir ideoloji değildir (…) başat unsuru ibadet etme oranları değildir…” diye ilerlettiği sekizinci bölümden sonra ise sekülerleşmenin ideoloji değil devam eden bir süreç; lokal değil evrensel karakterli olduğunu anlarız.
Dinin yok olması, ibadet etme şekil ve rakamları ile sekülerleşmeyi açıklamanın yeterli olmayacağı netleştikçe, sekülerleşmeyi pelesenk edinmiş birçoklarının kendi mahallelerinde sosyoloji okuduğu da ortaya çıkar.
Irklar, gelenekler de siliniyor der Ertit. Ve din harici kutsallar. Deizm sekülerleşmenin olsa olsa alt kümesi olur ki deist olunsa da seküler olunmaz; sekülerleşen bir dünyada yaşamaya devam ettiğini fark eder ya da fark edemeyebilirsin en çok.
1977’de Gümüşhane’nin Sünni köyünde bir öğretmenin; Benim alevi olduğuma inanmadılar (…) Onlara göre Aleviler boynuzlu ve kuyruklu canlılardı demesi; sekülerleşme sürecinin salt dinlere bağlamanın buzulların erimesine bağlamaktan bir parça daha uzak olduğu sonucuna ulaştırır bizi biraz zorlasak.
Son olarak; Dini Pazar Teorisi; Varoluşsal Güvenlik Teorisi; Dini Bireyselleşme Teorisi adı altındaki aynı süreci açıklama gayretini edinmiş diğer üç teorinin yıldızının neden parlamadığı; ardından, Ertit’in Doktora tezi ışığında Türkiye için Sekülerleşme Teorisi’nin, evlilik, eşcinsellik, İslami giyim modası gibi birçok pencereden okumaları yapılır.
“Teori olmadan pratik kördür; ancak pratiksiz bir teori sadece entelektüel bir oyundur.”
Kant’ın da altını çizdiği bu bilimsellik dengesinde sonuç bölümüne ulaşan Ertit, en çok karşılaştığı 28 sorunun cevabı ile veda eder ki sadece bu bölüm bile çok kitaptan çoktur.
"Volkan Ertit, ne bir İslamcı ne de Kemalisttir; o sadece bir sosyologtur." (Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu).
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
22 Şubat 2019 Cuma
Medeniyetin kâğıt hâli
Her kitap bir kültür(ün) ürünüdür elbette lakin kültür yayıncılığı başka bir konudur. Özellikle ideolojik çizgide ya da popüler kültür üzerine yayın yapan kurumların kültür yayıncılığı yaptığını söylemek abes olacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, gerçek anlamda kültür yayıncılığı yapan yayınevlerinin azlığı dikkat çekiyor. Dergâh Yayınları’nı Türkiye’de bu alanda yayın yapan nitelikli yayınevleri arasında sayabiliriz. Bana göre Dergâh Yayınları’nı bu değerlendirmede öne çıkaran en belirgin özellik yerel değerleri önemseyen anlayışı. Yerel değerler diyorum zira ne yerli ve milli ne de muhafazakâr kavramlarının hem olanı hem de olması gerekeni yansıtmadığını düşünüyorum. Ayrıca kültürü bu tür kısıtlamalar ile açıklamanın faşizan bir anlayışın tezahürü olduğu kanaatindeyim. Özellikle Anadolu gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yapan ve uygarlıkların geçiş yolunda yer alan bir bölge için bunlar talihsiz birer tanımlama olur. Kültürel açıdan çok fazla etkileşime girmiş bir coğrafyaya böylesi sığ yaklaşmak cehalet ve/veya kastın ötesinde hakikati örtmek anlamına gelir.
Kültür demişken, 1950’li yıllarda edebi mecrada bulunmuş ve/veya kültürel faaliyetler içerisinde yer almış kişilerin farklı bir ‘nezaket’ üslubu oluyor. Günlük yaşantımızda çok karşılaşma ihtimalimiz olmasa da özellikle yazılı materyaller olmak üzere dönem sinemasında bu üslupla karşılaşabiliyoruz. Söz konusu üslubun iki farklı anlayışın yansıması olduğunu düşünüyorum. İlki, Osmanlı şehir kültürünün devamı diyebileceğimiz din ile ilişkisini koparmamış maneviyatçı Şark zihniyetidir. Diğeri ise Cumhuriyet ile birlikte daha belirgin hâle gelerek Avrupai görünümler arzeden modern-seküler kentli anlayışıdır. Kültür yayıncılığı örneği teşkil eden Kâğıt Medeniyeti adlı kitabın müellifi Mehmet Orhan Okay (1931-2017) daha çok ilk gruba girenlerden. Bu yanıyla Okay için ‘Osmanlı beyefendisi’ üslubunun haleflerinden diyebiliriz. Kâğıt Medeniyeti’nde bu nezih üslubu görüyoruz.
Kağıt Medeniyeti, Okay’ın gazete ve dergilerde yayınlanmış denemelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Denemelerin içeriğine göre üç bölüm hâlinde tasarlanarak bütünlük sağlanmaya çalışılmış. Çok kısa olan Kültür başlıklı ilk bölümde, Okay, kültür ve medeniyet kavramlarının hem toplumsal karşılığını belirmeye hem de kendisi için ne anlama geldiğini açıklamaya çalışıyor. Okay, Kâğıt Medeniyeti adlı ikinci bölümde her ne kadar tanımlamayı (Kâğıt Medeniyeti’ni) insanlığın geneli için yaptığını söylese de değerlendirmelerinin oldukça yerel kaldığı görülüyor. Bu bölümde toplum olarak okuma ve kitap kültürü açısından iç karartan ahvalimizi tarihsel bir analizle göstererek kültür bakımından kitabın ve okuryazarlığın önemi üzerinde duruyor. Üçüncü bölüme Teknoloji, Siyaset, Toplum başlığı verilmiş. Bu bölümdeki denemelerde yazın alanındaki değişim ve dönüşümlerin kültürel yansımaları ele alınıyor. Ekranın (bilgisayar) kâğıdın (kitabın) yerini alıp alamayacağı değerlendiriliyor. Okay sosyo-kültürel analizlerine yer yer siyasi eleştirilerini de ekleyerek meseleye geniş bir açıdan bakmayı deniyor.
Kâğıt Medeniyeti için eleştirel yönü baskın bir eser diyebiliriz. Yazılarında kültürel tekamül için elzem olan kavramlara değinen Okay, halk kültürü, milli kültür, popüler kültür gibi olguları değerlendiriyor. Sanat ve gerçek arasındaki ilişkinin anlamsal karşılığını göstermeye çalışıyor. Yazara göre modern hayatın getirdiği teknik ve teknolojik yenilikler kültürü yozlaştırmaktadır. Medya, teknoloji aracılığıyla mahremiyeti yok etmektedir. Toplumdaki hızlı değişim çalışma, dinlenme ve eğlenme vakitleri arasında bir dengesizliğe neden olmaktadır. Kapitalist düzenin kültürel faaliyetler kültürsüz bir kültürün oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu doğrultuda şekil alan kültürümüzde okuma olgusu sadece bir eğitim faaliyeti olarak değerlendirilmektedir. Okumak denildiğinde çoğunlukla ders kitabı okumak ya da ders çalışmak anlaşılmaktadır. Bu bir başarısızlıktır ve bu eğitim politikalarının başarısızlığının başlıca nedeni üstünkörü yapılan değişikliklere bağlanabilir. Bu başarısızlık iktidara geçen siyasi anlayışların plansız ve basiretsiz politikalarının neticesidir.
Kitapta, edebiyatçılara göndermede bulunan çok fazla anekdot yer alıyor. Bu ilgi çekici detayların yanı sıra yazı ve şiirlerden yapılan alıntılarla metin zenginleştirilmiş. Eleştirilerin nostaljik değinilerle yumuşatılması okumayı keyifli hâle getirirken mukayeseli anlatım meseleyi anlamayı kolaylaştırıyor. Hemen hemen her denemede Okay’ın düşünsel bir imbikten süzer gibi açığa çıkardığı veciz cümleler bulunuyor. Kağıt Medeniyeti bizde pek dikkate alınmasa da bir kültür eleştirisi girişimi olarak eleştiri kültürünün oluşmasına katkı sağlamaya yönelik değerli bir çalışma.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Kültür demişken, 1950’li yıllarda edebi mecrada bulunmuş ve/veya kültürel faaliyetler içerisinde yer almış kişilerin farklı bir ‘nezaket’ üslubu oluyor. Günlük yaşantımızda çok karşılaşma ihtimalimiz olmasa da özellikle yazılı materyaller olmak üzere dönem sinemasında bu üslupla karşılaşabiliyoruz. Söz konusu üslubun iki farklı anlayışın yansıması olduğunu düşünüyorum. İlki, Osmanlı şehir kültürünün devamı diyebileceğimiz din ile ilişkisini koparmamış maneviyatçı Şark zihniyetidir. Diğeri ise Cumhuriyet ile birlikte daha belirgin hâle gelerek Avrupai görünümler arzeden modern-seküler kentli anlayışıdır. Kültür yayıncılığı örneği teşkil eden Kâğıt Medeniyeti adlı kitabın müellifi Mehmet Orhan Okay (1931-2017) daha çok ilk gruba girenlerden. Bu yanıyla Okay için ‘Osmanlı beyefendisi’ üslubunun haleflerinden diyebiliriz. Kâğıt Medeniyeti’nde bu nezih üslubu görüyoruz.
Kağıt Medeniyeti, Okay’ın gazete ve dergilerde yayınlanmış denemelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Denemelerin içeriğine göre üç bölüm hâlinde tasarlanarak bütünlük sağlanmaya çalışılmış. Çok kısa olan Kültür başlıklı ilk bölümde, Okay, kültür ve medeniyet kavramlarının hem toplumsal karşılığını belirmeye hem de kendisi için ne anlama geldiğini açıklamaya çalışıyor. Okay, Kâğıt Medeniyeti adlı ikinci bölümde her ne kadar tanımlamayı (Kâğıt Medeniyeti’ni) insanlığın geneli için yaptığını söylese de değerlendirmelerinin oldukça yerel kaldığı görülüyor. Bu bölümde toplum olarak okuma ve kitap kültürü açısından iç karartan ahvalimizi tarihsel bir analizle göstererek kültür bakımından kitabın ve okuryazarlığın önemi üzerinde duruyor. Üçüncü bölüme Teknoloji, Siyaset, Toplum başlığı verilmiş. Bu bölümdeki denemelerde yazın alanındaki değişim ve dönüşümlerin kültürel yansımaları ele alınıyor. Ekranın (bilgisayar) kâğıdın (kitabın) yerini alıp alamayacağı değerlendiriliyor. Okay sosyo-kültürel analizlerine yer yer siyasi eleştirilerini de ekleyerek meseleye geniş bir açıdan bakmayı deniyor.
Kâğıt Medeniyeti için eleştirel yönü baskın bir eser diyebiliriz. Yazılarında kültürel tekamül için elzem olan kavramlara değinen Okay, halk kültürü, milli kültür, popüler kültür gibi olguları değerlendiriyor. Sanat ve gerçek arasındaki ilişkinin anlamsal karşılığını göstermeye çalışıyor. Yazara göre modern hayatın getirdiği teknik ve teknolojik yenilikler kültürü yozlaştırmaktadır. Medya, teknoloji aracılığıyla mahremiyeti yok etmektedir. Toplumdaki hızlı değişim çalışma, dinlenme ve eğlenme vakitleri arasında bir dengesizliğe neden olmaktadır. Kapitalist düzenin kültürel faaliyetler kültürsüz bir kültürün oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu doğrultuda şekil alan kültürümüzde okuma olgusu sadece bir eğitim faaliyeti olarak değerlendirilmektedir. Okumak denildiğinde çoğunlukla ders kitabı okumak ya da ders çalışmak anlaşılmaktadır. Bu bir başarısızlıktır ve bu eğitim politikalarının başarısızlığının başlıca nedeni üstünkörü yapılan değişikliklere bağlanabilir. Bu başarısızlık iktidara geçen siyasi anlayışların plansız ve basiretsiz politikalarının neticesidir.
Kitapta, edebiyatçılara göndermede bulunan çok fazla anekdot yer alıyor. Bu ilgi çekici detayların yanı sıra yazı ve şiirlerden yapılan alıntılarla metin zenginleştirilmiş. Eleştirilerin nostaljik değinilerle yumuşatılması okumayı keyifli hâle getirirken mukayeseli anlatım meseleyi anlamayı kolaylaştırıyor. Hemen hemen her denemede Okay’ın düşünsel bir imbikten süzer gibi açığa çıkardığı veciz cümleler bulunuyor. Kağıt Medeniyeti bizde pek dikkate alınmasa da bir kültür eleştirisi girişimi olarak eleştiri kültürünün oluşmasına katkı sağlamaya yönelik değerli bir çalışma.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
20 Şubat 2019 Çarşamba
Zaferden değil yola çıkmaktan sorumlu olmak
Bu yazımızda hocayı güzelleyecek değiliz çünkü hoca yaptıkları, ettikleri ve eyledikleri ile güzelliğin kendisi olduğunu gösteriyor/izhar ediyor. Çorbada tuzumuz bulunsun diyerek söze girsek ne haddimize demek de düşer. Onun için biz kıyısından köşesinden niyetimizi aşikar edelim: İsmail Kara’nın yazdığı son kitaba varabilmekti aslında bütün satırları yazılışının hikayesi: Zafer Değil Sefer. Saygıdeğer okur; hoca, yola çıkmakla doğrudan irtibatlı olarak, sorumluluk dairesini çizmiş daha adım atmadan kitabın sayfalarına. Bugünün insanının en büyük yanılgısını belki de…
İsmail Kara’yı okuyorsanız, biraz zahmete katlanıyor olmanız ve biraz anlamsızlıkların içinden anlama doğru bir süzülme yolculuğunuzun olacağını bilmeniz gerekir. Gerek kelime seçimleri ve dilin kullanılışı ve üslubu gerekse bilgiyi aktarırken doğrudan sizi ona götürmek yerine, bir daire tasavvuru tahayyül ederek, sizi içerilere davet etmesi ile karşı karşıya kalırsınız. Kavramların etrafındasınızdır mesela, yahut kişilerin çevresinde ama gezersiniz, kitaplar vardır, makaleler, kimi zaman fotoğraflar vardır kimi zaman ansiklopediler ve hoca bunların arasından satırlardan size merhaba der. İşte zahmet olarak rahmetin tam gelme yerlerindeyiz saygıdeğer okur. İsmail Kara’yı okumak aslında bir kitap olarak cismani satırlardan ibaret kısımlarla hem hal olmak değildir asla. Onunla yolculuklara çıkar, bahsettiği dönemi yaşar gibi okursunuz. O döneme dair isimlere ilişkin mutlaka o şahıslarla kalmayan şeyler de bulmanız kuvvetle muhtemeldir satır aralarında. Bir düz, liner çizgi takibi ile okumayı gerçekleştirmek pek mümkün değildir O’nun kitaplarında. Sadece okuyayım ve bitsin demek de öyle kezâ.
İsmail Kara’nın kitapları ile baş başa kaldığınızda aslında ilk baştan itibaren, metinle ve sayfalarla sınırlı bir kitaptan ibaret bir vak’a ile baş başa kalmadığınızı anlamışsınızdır. Metinden çok yaşantıların içindesinizdir sanki, o anı tekrar ve tekrar yaşamaktasınızdır. Aslında almış olduğunuz kitapla sadece kitap almış olmaktan ziyade bir yoldaş edinmişsinizdir ve kapağı çevirince bir yolculuk sizi beklemektedir. İlk sizi misafir eden sunuş kısmında kitap ismi ve bunun yanında neden yol ve yolculuk yahut neden zafer değil de sefer sorusunun cevabı yer almaktadır: “Zafer değil sefer” yahut “muvaffakiyet değil hareket” ifadeleri sonuca, hedefe ulaşıp ulaşmamaya bağlı ve bağımlı kılmadan yola koyulmayı, harekete geçmeyi, her halükarda insani sınırlar içinde (yolun tabiatı gerektiriyorsa insani sınırları da zorlayarak) yapılabilecekleri sonuna kadar yapmayı kuvvetli bir şekilde dile getiriyor olmalı. Çünkü seyr ü seferin, yolun ve hareketin bizzat kendisi sonucun, zaferin, muvaffakiyetin en azından bir parçası olmak itibariyle zaten baştan bir neticedir.”
Hemen devamında, yol’a ilişkin şu şekilde devam ediyor sunuş kısmı: “Bir de 'hiçbir yere ulaştırmayan' yol var. Yolun amacı kendisidir, kendindedir, başkasında, başka bir yerde değil. Yol başka bir şey için kat edilmez. Bu yola giren sadece yola girer, bu kâfidir. Ayrıca bir yere varıp varmaması bahse konu olmaz. Yol ile varılacak menzil birdiğerinin şümulü dahilindedir. Muhtemeldir ki yolcu tarike adım atmakla ulaşacağı yere bilkuvve ve (belki bilfiil de) ulaşmıştır ama bu müzakere mevzusu yapılmaz.”
Daha hemen giriş kısmında gerek dilsel anlamda, gerek kelimelerin ve terkiblerin tercihleri, kullanımları ve seçimleri anlamında adeta nehrin o akan deli-dolu durdurulamaz suları gibi geliyorum diyebilen bir metinle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliyoruz.
İçerik kısmına bir göz atacak olursak; toplam altı bölüm halinde bir içerik planlamasına gidildiği görülmektedir. Bu bölümler sırasıyla; Birkaç Adım, Birkaç Mesele, Birkaç Zat, Birkaç Kitap, Birkaç Mektup ve son olarak Birkaç Evrak olarak sınıflandırılmıştır.
İsmail Kara’nın deneme türü kitaplarını okurken insan şöyle bir havaya kapılabiliyor: Misalen bir şahsın varlığı söz konusu ise sanki onunla oturup konuşuyormuşçasına karşılıklı bir musahebenin varlığı söz konusu olabilmekte, yahut bir döneme ilişkin bir etraf tasviri söz konusu ise aniden kendinizi orada hissetmeniz, sanki orada imişçesine satırlar arasında kaybolmanız gerçekleşmektedir. Yazmakla-yaşamak, yazmakla-yaşatmak arasındaki o ince köprüyü, o sırrı bulmuş gibidir kitaplar. Yeni dünyalara açılır yeni insanlarla karşılaşır ve aslında size el atından eksikliğinizin ne büyük olduğunu, fakat bunu yaralayıcı bir tavırdan ziyade bir dost elinin sırtını sıvazlaması gibi gösterir. Bütün bir anlam dünyasına sahip olmanın ne demek olduğunu ve bütüncül bir dünya tasavvurunun neye tekabül edeceğine ilişkin olarak hocanın kitapları size bir yol tasavvuru sunabilir.
Kitabın ilk yazısı “Rahmeti Çağırmak İçin Yetmiş Bin Taş Okunup Üflendi…” adlı denemedir. Sizi yıllar öncesine doğru alıp giden, rahmetin, bereketin aslında neye tekabül edebileceğine ilişkin bir yazıyla karşı karşıyasınızdır. Kitabın son yazısı ise ne yazık ki acı bir hikayeye, elem verici bir ölüm haberine dairdir ve okuyanı istemsiz olarak dahi hüzünlendirir. Bir genç hocanın, “Malatya/Rafa/Adıyaman/Çelikkan dörtgeninde koşturup duran” bir hocanın hikayesidir insanı kendisinden alan, hüznü bağrına öyle oturtan, gece gece kitabın sonunun hüznüne yakışan ve hem kitaba vedanın hem de Azize Hoca’nın yasını insana ta derununda hissettiren bir deneme ile şimdilik hoca perdeyi kapatmaktadır. Ramazan için halk arasında meşhur bir deyim vardır; başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu da bir hüzne tabidir. Buna yakındır aslında az çok söylenenler. İşte Zafer Değil Sefer kitabı da tam olarak bu hâl üzre insanı alır, karşısına oturur, sonra başlar bir rahmet hikayesiyle ve veda eder bir genç öğretmenin hayalleriyle. Aramızdan gidişi belki de en çok dokundurduğudur. Böyle insanların veda edişi, hiç tanımamasına rağmen insanı nasıl mahzun edebilir diye insan gece boyu düşünür.
Kitabın içeriğine gelecek olursak, en çok geçen insanlardan birisi Rahmetli Nurettin Topçu Hoca’dır. İsmail Kara’nın son demlerine yetişebildiği hocasına ilişkin her kitabında az çok değinmeden geçemediği, okuyanlar için malumdur. Bu kitapta da hoca ile aralıklı karşılaşmalar, mektuplaşmalara şahit olunur. Kitapların kaderi olduğuna ve bu kaderlerinin kimi zaman insanlarla kesişmelerinin de bir kaderi olduğuna ve kitaplar insanın aslında bir kader arkadaşlığının olduğuna da şahit olursunuz satırlarda. Her şeye bir kader gözünden bakmanın ve zaman ve zeminle beraber bir kader arkadaşlığı yapmanın insanı nerelerden alıp nerelere götüreceğinin de şahidi olursunuz birden bire.
Yeri gelir bugüne yansıyan konuların, güncel meselelerin de içine girdiğini görürsünüz ki bu aslında İsmail Kara için bir istisnai durum teşkil eder. O güncel olandan ve gündem olandan mümkün mertebe sakınıp, en azından yazıları için bunu söylemek mümkündür, asli meseleleri daha başka yerlerde tarihte ve yaşanılan büyük kırıklıkların ve artçılarının izinde takip etme merakındadır. Kitabın içinden bir yazı ile örneklendirmek gerekirse hemen ikinci bölüm “birkaç mesele”nin ilk yazısını örnek nev’inden vermemiz mümkündür. “Kimin milletindensin? İstiklal Marşı’ndaki 'Millet' Üzerine Bir Deneme” yazısı millet, kavmiyet ve cins gibi meselelere ilişkin yakın tarihte ve bugün dahi üzerine çatışmaların ve anlaşmazlıkların bitmediği bir meseleye el atar. Sözlük iktibasları ile beraber kavramlara ışık tutma çabası içinde olan hoca son olarak Mehmet Akif merhum üzerinden bu denemesini devam ettirir. Kavramların da aslında bir yolculuk üzere olduklarını ve bu yolculuğun da zaman ve zemin içinde bir serencama dönüştüğünü, kavramların bağımsız olarak devre karşı değil, tam tersine devrin şartları içerisinde bir elbiseye büründüğüne tanıklık etmekteyiz. Kitap bu konuda bir çekinceye veya resmi söyleme bağlı kalmaksızın kendi hikayesinin içinde devinir durur.
Bazı kitapları okurken yeri gelir mekanlar gezer diyarlarda soluklanırsınız, yeri gelir misafir eder yeri gelir misafir olursunuz. Kullanılan dil ve üslup da aslında bu noktada mühim bir esas teşkil etmektedir. Zafer Değil Sefer ve İsmail Kara’nın diğer deneme kitapları aslında tam olarak bu tanımlamaların kapsamında yer alan bir kitaptır. Kimler misalen bizim misafirimiz olmaktadır Zafer Değil Sefer için? İlk göze çarpan isim elbette Nurettin Topçu merhumdur. Sonra bir Babanzade Ahmet Naim Beyefendi satırlar arasından bizlere merhaba demektedir, Hattat Hamit, Mehmet Akif, Turgut Cansever, Hüseyin Kazım Kadri bunlardan belki de bir çırpıda akla gelen isimlerdir. Bu isimlerle iltisak eden konularda aynı şekilde Hocanın üslubu için kendini ele veren meselelerden birisidir. Hoca bazen meseleleri, kişilerden yola çıkarak konularla rabt etmek yolunu tercih etmekte, bazen de konulardan kişilere gitmek suretiyle yazılarının kozasını örmektedir. Bu noktada kitapta bahsi geçen kişilere ilişkin olarak vasat düzeyinde dahi olsa bilgi sahibi olmanın anlamayı kolaylaştıracağı, yazıların mahiyetine vakıf olmada yardımcı olacağının ifade edilmesi gerekmektedir.
Zafer Değil Sefer aslında bir deneme kitabı ama düşünceyle olan bağlantısı bu noktada ön planda yer alıyor. Yer yer hocanın dokundurmaları ve ince ince işlenmiş muaheze satırları, yer yer siteme varan eseflenmeler ve kederlenmeler ile kitap sadece basit bir bilginin aktarımından ziyade bir duygu aktarımını da bunun içine katmaktadır.
Aslında kitap en başından belirttiğimiz üzre sizlerle oturup bir muhasebe ve musahebe etmek amacındadır. Sizlere davetkâr bir öneri olarak söyleyelim: Var mısınız zaferden değil seferden, imkanlardan sorumlu olarak yola çıkmaya niyetlenmeye saygıdeğer okur?
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
Belki derdimize çare bir öykü
Emin Gürdamur’un bizi kendine hayran bakan üslubuyla kaleme aldığı “Atları Uçuruma Sürmek” adlı kitabından sonra ikinci öykü kitabı “Herkesten Sonra Gelen” şubat ayında Ketebe’den çıktı. Toplamda on beş öyküden oluşan eser bir nefeste okunacak lezzette hikâyelerden oluşuyor.
Kitap okuma serüvenimin Muzaffer İzgü’nün bir gün okulumuza gelip kitaplarını imzalamasıyla başladığımı düşünürsem, okuma yolculuğum hikâyeyle başladı diyebilirim ve sadece beşinci sınıf öğrencisiydim. O gün bugündür kitabın ve öykünün peşindeyim. Bende öykünün niteliğiyle ilgili en başat kıstas hayatın içinden olmaklığıdır. Öykü eğer okuyucuyu yakalayacaksa buradan yakalayabilir bana kalırsa. Biçim ve kurmaca daha sonra gelir. Eğer bir dil başarısı söz konusuysa biçim ve kuram kısmı bile yazarı hiç ilgilendirmeyebilir. O iş biraz da edebiyat tarihçilerinin işidir gibi geliyor bana.
Emin Gürdamur öykülerini cazip kılan karakterlerinin tıpkı sokakta ya da aynada gördüğümüz kadar gerçek ve acı çeken insanlar olması. Ayfer Tunç’tan mülhem söylemek gerekirse toplumumuzdaki en büyük problemlerden birisi kendi meselelerimizle yüzleşemememiz. Bu öykülerde de karakterler genelde kendi gerçekliklerinden kaçan ya da bir boşlukta asılı yaşamayı tercih eden ama anlatıcı sayesinde bu hakikatle yüz yüze gelmek durumunda kalan kişiler. “Burhan” adlı öyküsünü okurken kendimi Freud’un koltuğunda oturmuş gibi hissettim çünkü itiraf ediyorum beni anlatıyordu. Öykü biterken nasıl oluyor da bir başka kişi benim meselemi benden daha iyi biliyor dedim ve içimdeki buz tutmuş göl, mahir bir kalem tarafında kırılmış oldu. İşte iyi öykü bunu yaptırmalı diye düşünüyorum.
Burhan'dan bir kesit: "Her şey ne kadar birbirine benziyor. Evden dışarı adım attığında apartmanları görüyorsun, bütün evler birbirine hizalanıyor. Doğrularla yanlışlar omuz omuza veriyor. Bir isim hatırlamaya çalışıyor sonra. Kimdi unuttum, diyor. Savaşan iki ordu uzaktan intihar eden tek bir ordu gibi görünür, demişti. Başını iki yana sallıyor. Eksik demiş. Daha uzağa gidince onun bir ordu değil, bir yalan olduğunu görürsün. Daha uzağa gidince yalan da anlamını yitirir."
Dersini şiirden almış öyküler yazıyor Emin Gürdamur. Tahminim o ki şiir seven ve yazmadan önce bolca şiir okuyan bir yazardan bahsediyorum. Esasında bu lirik dil eğer dozunu tutturamazsak çok da mayınlı bir arazidir ama Emin Gürdamur bu araziden neredeyse yara almadan çıkabiliyor.
Malum, insan derin bir varlık. En saklı yanlarımız da derinlerimizde. O derinliğe inemiyoruz çoğu zaman. Sevdiğimiz yazarlar ise o derinliklerde gezinip bizim bilinçaltımıza ötelediğimiz ruhumuzu ensesinden tutup gün yüzüne çıkartıyor. Böylece zavallı ruhlarımız fazlalıklarından arınıyor.
Herkesten Sonra Gelen'deki öyküler de ilk kitabındaki gibi genelde muğlak bir karakter üzerinden durum öyküleri tarzında giderken bu kitapta klasik Emin Gürdamur çizgisinin biraz dışında, karakterlerin daha ete kemiğe büründükleri, hacmen de daha uzun ve daha da derinlikli dört öyküyü (Yıkım İşleri A.Ş. , Şair ve Sinek, Burhan ve Cazu) burada mimlemek istiyorum. Zaten bana bu yazıyı yazdıran da o muhteşem dört öykü. Bana kalırsa kitabın adı bu dört öyküden biri olmalıydı. Yıkım İşleri A.Ş. özellikle çok yakışırdı diye düşünüyorum. Klasik çizgisinin dışında diyorum çünkü Emin Gürdamur öyküsüne getirebileceğim tek negatif eleştiri de anlatımdaki puslu havanın yer yer uzun sürmesi. Hem karakterde bir muğlaklık hem de anlatımda puslu hava olunca okuyucu hikâyeden kopacak gibi oluyor. Durum öykülerini bekleyen bir tehlike bu. Ancak yukarda isimlerini zikrettiğim dört öykü bu kusurdan tamamen arındırılmış, tadından yenmeyecek öyküler.
Burhan öyküsünden biraz bahsetmiştim. Burhan gözü yolda bir güvenlik görevlisi. Ona kalsa tazminatını alıp yerleşecek bir köy evine. Ama prangaları var, aynı zamanda da ölesi. O prangaları ve ölmeyi isteyişini o kadar ustalıkla anlatışı var ki yazarın “işte derdimize çare bir öykü” dedim içimden. Bir tutunamayan Burhan. Ama diyor anlatıcı o kadar da kötü değil. Ona bir doğum günü pastası hazırlıyor nöbet kulübesinin önündeki seyyar masada. Ama gelmiyor Burhan. Burhan’a ne olduğunu bilmiyoruz. Hayatımızdaki boşlukların mahir yazarı bu sefer bize bir boşluk bırakıyor. Adını Burhan koyduğu buhranlı karakteri üzerinden bize bir kaçış öyküsü anlatıyor Emin Gürdamur. Hep böyle değil midir zaten? Çoğunluk kaçmak ister. Kaçtığını sanar ama kaçamaz ya da aslında kaybolmuştur kaçarken.
Hem dil başarısı, hem de insanı ustalıkla masaya yatıran bir ruhbilimci edasıyla, okurken bir hazdan fazlasını vadediyor Emin Gürdamur. Yaralarımızı sağaltmaya, onlarla yüzleştirmeye çalışıyor. İkinci kitabıyla birlikte Türk öyküsündeki yerini böylece perçinlemiş oluyor zira ilk kitabını okuduğumda çıtayı çok yükselttiğini düşünmüştüm. Ne mutlu Türk öyküsüne ve biz okuyuculara.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Kitap okuma serüvenimin Muzaffer İzgü’nün bir gün okulumuza gelip kitaplarını imzalamasıyla başladığımı düşünürsem, okuma yolculuğum hikâyeyle başladı diyebilirim ve sadece beşinci sınıf öğrencisiydim. O gün bugündür kitabın ve öykünün peşindeyim. Bende öykünün niteliğiyle ilgili en başat kıstas hayatın içinden olmaklığıdır. Öykü eğer okuyucuyu yakalayacaksa buradan yakalayabilir bana kalırsa. Biçim ve kurmaca daha sonra gelir. Eğer bir dil başarısı söz konusuysa biçim ve kuram kısmı bile yazarı hiç ilgilendirmeyebilir. O iş biraz da edebiyat tarihçilerinin işidir gibi geliyor bana.
Emin Gürdamur öykülerini cazip kılan karakterlerinin tıpkı sokakta ya da aynada gördüğümüz kadar gerçek ve acı çeken insanlar olması. Ayfer Tunç’tan mülhem söylemek gerekirse toplumumuzdaki en büyük problemlerden birisi kendi meselelerimizle yüzleşemememiz. Bu öykülerde de karakterler genelde kendi gerçekliklerinden kaçan ya da bir boşlukta asılı yaşamayı tercih eden ama anlatıcı sayesinde bu hakikatle yüz yüze gelmek durumunda kalan kişiler. “Burhan” adlı öyküsünü okurken kendimi Freud’un koltuğunda oturmuş gibi hissettim çünkü itiraf ediyorum beni anlatıyordu. Öykü biterken nasıl oluyor da bir başka kişi benim meselemi benden daha iyi biliyor dedim ve içimdeki buz tutmuş göl, mahir bir kalem tarafında kırılmış oldu. İşte iyi öykü bunu yaptırmalı diye düşünüyorum.
Burhan'dan bir kesit: "Her şey ne kadar birbirine benziyor. Evden dışarı adım attığında apartmanları görüyorsun, bütün evler birbirine hizalanıyor. Doğrularla yanlışlar omuz omuza veriyor. Bir isim hatırlamaya çalışıyor sonra. Kimdi unuttum, diyor. Savaşan iki ordu uzaktan intihar eden tek bir ordu gibi görünür, demişti. Başını iki yana sallıyor. Eksik demiş. Daha uzağa gidince onun bir ordu değil, bir yalan olduğunu görürsün. Daha uzağa gidince yalan da anlamını yitirir."
Dersini şiirden almış öyküler yazıyor Emin Gürdamur. Tahminim o ki şiir seven ve yazmadan önce bolca şiir okuyan bir yazardan bahsediyorum. Esasında bu lirik dil eğer dozunu tutturamazsak çok da mayınlı bir arazidir ama Emin Gürdamur bu araziden neredeyse yara almadan çıkabiliyor.
Malum, insan derin bir varlık. En saklı yanlarımız da derinlerimizde. O derinliğe inemiyoruz çoğu zaman. Sevdiğimiz yazarlar ise o derinliklerde gezinip bizim bilinçaltımıza ötelediğimiz ruhumuzu ensesinden tutup gün yüzüne çıkartıyor. Böylece zavallı ruhlarımız fazlalıklarından arınıyor.
Herkesten Sonra Gelen'deki öyküler de ilk kitabındaki gibi genelde muğlak bir karakter üzerinden durum öyküleri tarzında giderken bu kitapta klasik Emin Gürdamur çizgisinin biraz dışında, karakterlerin daha ete kemiğe büründükleri, hacmen de daha uzun ve daha da derinlikli dört öyküyü (Yıkım İşleri A.Ş. , Şair ve Sinek, Burhan ve Cazu) burada mimlemek istiyorum. Zaten bana bu yazıyı yazdıran da o muhteşem dört öykü. Bana kalırsa kitabın adı bu dört öyküden biri olmalıydı. Yıkım İşleri A.Ş. özellikle çok yakışırdı diye düşünüyorum. Klasik çizgisinin dışında diyorum çünkü Emin Gürdamur öyküsüne getirebileceğim tek negatif eleştiri de anlatımdaki puslu havanın yer yer uzun sürmesi. Hem karakterde bir muğlaklık hem de anlatımda puslu hava olunca okuyucu hikâyeden kopacak gibi oluyor. Durum öykülerini bekleyen bir tehlike bu. Ancak yukarda isimlerini zikrettiğim dört öykü bu kusurdan tamamen arındırılmış, tadından yenmeyecek öyküler.
Burhan öyküsünden biraz bahsetmiştim. Burhan gözü yolda bir güvenlik görevlisi. Ona kalsa tazminatını alıp yerleşecek bir köy evine. Ama prangaları var, aynı zamanda da ölesi. O prangaları ve ölmeyi isteyişini o kadar ustalıkla anlatışı var ki yazarın “işte derdimize çare bir öykü” dedim içimden. Bir tutunamayan Burhan. Ama diyor anlatıcı o kadar da kötü değil. Ona bir doğum günü pastası hazırlıyor nöbet kulübesinin önündeki seyyar masada. Ama gelmiyor Burhan. Burhan’a ne olduğunu bilmiyoruz. Hayatımızdaki boşlukların mahir yazarı bu sefer bize bir boşluk bırakıyor. Adını Burhan koyduğu buhranlı karakteri üzerinden bize bir kaçış öyküsü anlatıyor Emin Gürdamur. Hep böyle değil midir zaten? Çoğunluk kaçmak ister. Kaçtığını sanar ama kaçamaz ya da aslında kaybolmuştur kaçarken.
Hem dil başarısı, hem de insanı ustalıkla masaya yatıran bir ruhbilimci edasıyla, okurken bir hazdan fazlasını vadediyor Emin Gürdamur. Yaralarımızı sağaltmaya, onlarla yüzleştirmeye çalışıyor. İkinci kitabıyla birlikte Türk öyküsündeki yerini böylece perçinlemiş oluyor zira ilk kitabını okuduğumda çıtayı çok yükselttiğini düşünmüştüm. Ne mutlu Türk öyküsüne ve biz okuyuculara.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
19 Şubat 2019 Salı
Faşizmin sıradanlığı
"Alman halkının ezici bir çoğunluğu Hitler'e inanıyordu - hatta Rusya'ya saldırdıktan ve korkulduğu gibi iki cephede de savaşmaya başladıktan, ABD savaşa girdikten, Stalingrad yenilgisinden, İtalya savaştan çekildikten ve Fransa çıkartmalarından sonra bile. Bu ezici çoğunluğa karşı, ulusal ve ahlaki felaketin tamamen farkında olan, sayısı bilinmeyen tek tek insanlar vardı; ara sıra tanıdık çıktıkları ve birbirlerine güvendikleri oluyordu, arkadaşlık kuruyor ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı, ama kimsenin isyan planları yaptığı veya isyana niyetlendiği yoktu.”
- Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı
Tarihçiler, ele aldıkları konuların gerçekle olan irtibatını vurgulamak için güzel bir anlatım kurmaktan vazgeçerler. Çoğu zaman bunu beceremediklerinden hiç uğraşmazlar bile. Ele aldıkları konu I. Dünya Savaşı'ysa, ona kitlenirler. Kroonolojik bir okuma. Evet belki genelleme yapıyorum ama maalesef durum bu. Şöyle su gibi giden, meselelerin sosyolojik ve psikolojik boyutlarını da okurken yaşayacağımız bir kitap çıkmaz kolay kolay tarihçilerden. Bu sebeple bir tarihçinin edebiyatla, sosyolojiyle, psikolojiyle olan irtibatı eserlerinin hem sarsıcılığı hem de kalıcılığı açısından önemlidir. Merhum Halil İnalcık da talebelerini bu konuda defalarca ikaz etmiştir. Tarihî bilgiye sadık kalmak, anlatımı güzelleştirmeye ve derinleştirmeye engel değildir.
Tarihi romanların bir çoğundaysa gerçekle bağ aramak için sayfalarca sabretmemiz gerekir. Bazen kuru ve yavan, bazense abartılı ve coşkulu bir anlatım peşinde gerçeği arar dururuz. "Acaba?" ile biter böyle kitaplar. Anlatılanlar ne kadar doğru, yazar tarihi ne kadar ciddiye alıyor, bu meselelerin arka yüzünde neler vardı ve hangileri saklandı diye düşünmemek mümkün olmaz bu tip romanlarda.
Peki otobiyografik bir kitaptan, yani anılardan neler bekleriz? Mümkün mertebe hedef küçültürüz. Göreceklerimiz yazarın anlattığı kadarıyla sınırlıdır. Sürprizler olacaktır illa ama gerilim, stres, tansiyon pek aranmaz. Genelde duygu bol, hüzün sık, şahsî yaralarla süslü metinler bekler bizi. Bunlar elbette eserin değerini düşürmez. Ama insanlar otobiyografik eser okumaktan da biraz bu sebepler yüzünden kaçarlar. Halbuki her metin, yazarının hayal ve düşünce dünyası etrafında sınırlı değil midir? Şiir bile öyle.
Çok uzattım ama Sebastian Haffner, bu uzatmaya değecek bir eser kaleme almış yıllar evvel. Oliver Pretzel, babasının yazdıklarına ancak 1999 yılında ulaşabilmiş, ölümünden sonra evi boşaltılırken. Eğitimli, sıradan bir Alman olan Haffner, 1938'de İngiltere'ye iltica ettikten sonra yazmaya başlamış eserlerini. Bir Alman'ın Hikâyesi, 1939'da yazılmış. Hitler Hakkında Değinmeler kitabı zamanında büyük ilgi görmüş. Yazdığı tarih kitapları, sıradan bir insanın meseleleri tüm basitliğiyle, yani doğallığıyla kavrayıp anlatmasına dayanıyor aslında. Bir Alman'ın Hikâyesi de bu yüzden daha ilk sayfalardan itibaren insanı sarsıyor. Okuyucu faşizmin ve Nazilerin bir ülkeyi, ardından da dünyayı 'bu kadar basit' yollarla nasıl etki altına alabildikleri karşısında ürperiyor. "İnsanlar katılmaya başladılar, önce korkudan, ama insan bir kere katılmaya başladıktan sonra artık bunu korkudan yapmak istemiyordu - bu alçakça ve pespaye bir şey olurdu, değil mi? Bu nedenle de parçası olunan şeyin gerektirdiği zihniyet bilahare tamamlanıyordu. İşte, nasyonal sosyalist devriminin zaferinin ruhsal temelini bu durum oluşturuyordu." diyor Haffner, bu bile yetiyor insana.
1933 seçimlerinde Nazilere karşı %56 oy çıkmıştı. Nazi devriminin tamamlanması için geriye kalan tek şey, halkın sahiden de güvendiği bu %56'lık oyu alan partilerin liderlerinin ihanet etmesiydi. Elbette o da gerçekleşti. Haffner'e göre Naziler bu ihaneti asla şova dönüştürmediler çünkü 'zaferin' değerinin düşmesini istemediler. "Bu ihanet" diyor yazar, "ilk bakışta izahı mümkün olmayan bir olgunun, korkaklardan ibaret olmadığı muhakkak olan bir büyük halkın direnç göstermeden bu yüz karası kepazeliğe teslim olmasının izahını mümkün kılar."
Haffner çocuk yaşlarındayken hemen hemen her çocukta olduğu gibi çevresinde olup biten hadiseler karşısında şaşkındır. 1914-1918, yani Birinci Dünya Savaşı'na dair gözlemlediği, aklında kalan şeylerde özellikle ekonomik krizin ve Sevr Antlaşması'nın büyük etkisi fark ediliyor. Sonrasında 1918 Devrimi, Alman Cumhuriyeti ve Nazilerin ayak sesleri geliyor. Özellikle 1923 yılı Haffner'in hem yaşantısına hem de Almanya'nın vaziyetine dair kritik ayrıntılar içeriyor.
Bu ayrıntıları tarihî bir roman gibi okumak hatadır, bunu söylemeli. Zaten kitabın da böyle bir gayreti yok. Olup biten her şey, tüm hissettirdikleriyle yazılmış. Samimiyetten başka bir amaç güdülmemiş. Ancak bu samimiyet öyle bir dozda ki insan kıyımının, zihin kıyımının, toplum kıyımının her detayı anlaşılabiliyor: "O günleri düşündüğümde başımı avuçlarımın içine almak ihtiyacı hissediyorum. Bugün hangisini kavramak daha güç bilmiyorum: bundan ancak on sene kadar evvel böyle bir şeyin Almanya’da var olmuş olması mı, yoksa on seneden kısa bir süre içinde bütün bunların böyle tamamen, ardında hiçbir iz bırakmadan silinip süpürülebilmiş, yok edilmiş olması mı?"
Kitabın sonunda Haffner'in oğlu Pretzel, Bir Alman'ın Hikâyesi'yle birlikte Nazilerin en sık kullandıkları "Biz hiçbir şey bilmiyorduk, verilen emirleri uyguluyorduk" cevabının da çürütülmüş olduğunu söylüyor. Bu kitapla birlikte Hannah Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı kitabı okunabilir, okunduysa yeniden okunabilir. Çünkü sıradanlık, şiddetin boyutunu hiç düşünülmeyecek kadar artırabiliyor. Unutulmaması gereken bir nokta da çocukluk yaşlarında karşılaşılan ve kafalara kazınan bazı 'mesaj'ların ileride nelere sebep olabileceği: "Kitlelerin ruhuyla çocuk ruhu, tepkileri açısından birbirine çok benzerdir. Kitleleri beslemenin ve harekete geçirmenin yöntemlerinin ne kadar çocukça olabileceğini tasavvur etmek bile zordur. Gerçek fikirlerin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama kabiliyetinin sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir. Birbirini takip eden on senede doğmuş bir neslin kafalarında oluşturulmuş ve dört sene boyunca bu beyinlere iyice mıhlanmış çocukça bir sanrı, yirmi sene sonra pekala ölümcül ciddiyette bir ‘dünya görüşü’ olarak büyük siyaset sahnesine geri dönebilir."
Nitekim öyle de olmuştur: "Nazizm’in kökü hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştur, zannedildiği gibi 'cephede yaşananlarda' değil. Nazizm’in gerçek nesli, savaşı gerçekliğinden hiç rahatsız olmadan, fiilen hiçbir zorlukla karşılaşmadan büyük bir oyun olarak yaşamış, 1900 ile 1910 arasındaki on yılda doğanlardır."
Hitler öncesi Almanya'da net biçimde görülen şey ciddi bir sorumluluktan kaçış ve suç ortaklığı olduğu. Haffner bu tamamlanmamış (ve tamamlansaydı Hitler ve sonraki sürecin detaylarını da öğrenebileceğimiz) kitabının sonunda tüm okuyuculara çok esaslı bir yük emanet ediyor. Bu emanetin adı da ahlak. Üstelik bunu göze sokmadan, ahlakçılık yapmadan gerçekleştiriyor. Kitabı okuduktan sonra anlatılanlar, hadiseler aklınızdan çıkabilir, unutabilirsiniz buna hiç itirazım yok diyor. "Ama hiç anlatmadığım ahlakın unutulmaması beni ciddi şekilde tatmin edecektir.” sözüyle diyeceğini demiş oluyor.
Galiba kitabın en ürküten yanı da yaşananların günümüz dünya siyasetiyle olan benzerliği. Göz göre göre olanlar ve bir yığın suçu yüklenenler ama hiçbir şeyin de farkında olmayanlar. Her yerde bu tip toplumlar yok mu? Yığınlar...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı
Tarihçiler, ele aldıkları konuların gerçekle olan irtibatını vurgulamak için güzel bir anlatım kurmaktan vazgeçerler. Çoğu zaman bunu beceremediklerinden hiç uğraşmazlar bile. Ele aldıkları konu I. Dünya Savaşı'ysa, ona kitlenirler. Kroonolojik bir okuma. Evet belki genelleme yapıyorum ama maalesef durum bu. Şöyle su gibi giden, meselelerin sosyolojik ve psikolojik boyutlarını da okurken yaşayacağımız bir kitap çıkmaz kolay kolay tarihçilerden. Bu sebeple bir tarihçinin edebiyatla, sosyolojiyle, psikolojiyle olan irtibatı eserlerinin hem sarsıcılığı hem de kalıcılığı açısından önemlidir. Merhum Halil İnalcık da talebelerini bu konuda defalarca ikaz etmiştir. Tarihî bilgiye sadık kalmak, anlatımı güzelleştirmeye ve derinleştirmeye engel değildir.
Tarihi romanların bir çoğundaysa gerçekle bağ aramak için sayfalarca sabretmemiz gerekir. Bazen kuru ve yavan, bazense abartılı ve coşkulu bir anlatım peşinde gerçeği arar dururuz. "Acaba?" ile biter böyle kitaplar. Anlatılanlar ne kadar doğru, yazar tarihi ne kadar ciddiye alıyor, bu meselelerin arka yüzünde neler vardı ve hangileri saklandı diye düşünmemek mümkün olmaz bu tip romanlarda.
Peki otobiyografik bir kitaptan, yani anılardan neler bekleriz? Mümkün mertebe hedef küçültürüz. Göreceklerimiz yazarın anlattığı kadarıyla sınırlıdır. Sürprizler olacaktır illa ama gerilim, stres, tansiyon pek aranmaz. Genelde duygu bol, hüzün sık, şahsî yaralarla süslü metinler bekler bizi. Bunlar elbette eserin değerini düşürmez. Ama insanlar otobiyografik eser okumaktan da biraz bu sebepler yüzünden kaçarlar. Halbuki her metin, yazarının hayal ve düşünce dünyası etrafında sınırlı değil midir? Şiir bile öyle.
Çok uzattım ama Sebastian Haffner, bu uzatmaya değecek bir eser kaleme almış yıllar evvel. Oliver Pretzel, babasının yazdıklarına ancak 1999 yılında ulaşabilmiş, ölümünden sonra evi boşaltılırken. Eğitimli, sıradan bir Alman olan Haffner, 1938'de İngiltere'ye iltica ettikten sonra yazmaya başlamış eserlerini. Bir Alman'ın Hikâyesi, 1939'da yazılmış. Hitler Hakkında Değinmeler kitabı zamanında büyük ilgi görmüş. Yazdığı tarih kitapları, sıradan bir insanın meseleleri tüm basitliğiyle, yani doğallığıyla kavrayıp anlatmasına dayanıyor aslında. Bir Alman'ın Hikâyesi de bu yüzden daha ilk sayfalardan itibaren insanı sarsıyor. Okuyucu faşizmin ve Nazilerin bir ülkeyi, ardından da dünyayı 'bu kadar basit' yollarla nasıl etki altına alabildikleri karşısında ürperiyor. "İnsanlar katılmaya başladılar, önce korkudan, ama insan bir kere katılmaya başladıktan sonra artık bunu korkudan yapmak istemiyordu - bu alçakça ve pespaye bir şey olurdu, değil mi? Bu nedenle de parçası olunan şeyin gerektirdiği zihniyet bilahare tamamlanıyordu. İşte, nasyonal sosyalist devriminin zaferinin ruhsal temelini bu durum oluşturuyordu." diyor Haffner, bu bile yetiyor insana.
1933 seçimlerinde Nazilere karşı %56 oy çıkmıştı. Nazi devriminin tamamlanması için geriye kalan tek şey, halkın sahiden de güvendiği bu %56'lık oyu alan partilerin liderlerinin ihanet etmesiydi. Elbette o da gerçekleşti. Haffner'e göre Naziler bu ihaneti asla şova dönüştürmediler çünkü 'zaferin' değerinin düşmesini istemediler. "Bu ihanet" diyor yazar, "ilk bakışta izahı mümkün olmayan bir olgunun, korkaklardan ibaret olmadığı muhakkak olan bir büyük halkın direnç göstermeden bu yüz karası kepazeliğe teslim olmasının izahını mümkün kılar."
Haffner çocuk yaşlarındayken hemen hemen her çocukta olduğu gibi çevresinde olup biten hadiseler karşısında şaşkındır. 1914-1918, yani Birinci Dünya Savaşı'na dair gözlemlediği, aklında kalan şeylerde özellikle ekonomik krizin ve Sevr Antlaşması'nın büyük etkisi fark ediliyor. Sonrasında 1918 Devrimi, Alman Cumhuriyeti ve Nazilerin ayak sesleri geliyor. Özellikle 1923 yılı Haffner'in hem yaşantısına hem de Almanya'nın vaziyetine dair kritik ayrıntılar içeriyor.
Bu ayrıntıları tarihî bir roman gibi okumak hatadır, bunu söylemeli. Zaten kitabın da böyle bir gayreti yok. Olup biten her şey, tüm hissettirdikleriyle yazılmış. Samimiyetten başka bir amaç güdülmemiş. Ancak bu samimiyet öyle bir dozda ki insan kıyımının, zihin kıyımının, toplum kıyımının her detayı anlaşılabiliyor: "O günleri düşündüğümde başımı avuçlarımın içine almak ihtiyacı hissediyorum. Bugün hangisini kavramak daha güç bilmiyorum: bundan ancak on sene kadar evvel böyle bir şeyin Almanya’da var olmuş olması mı, yoksa on seneden kısa bir süre içinde bütün bunların böyle tamamen, ardında hiçbir iz bırakmadan silinip süpürülebilmiş, yok edilmiş olması mı?"
Kitabın sonunda Haffner'in oğlu Pretzel, Bir Alman'ın Hikâyesi'yle birlikte Nazilerin en sık kullandıkları "Biz hiçbir şey bilmiyorduk, verilen emirleri uyguluyorduk" cevabının da çürütülmüş olduğunu söylüyor. Bu kitapla birlikte Hannah Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı kitabı okunabilir, okunduysa yeniden okunabilir. Çünkü sıradanlık, şiddetin boyutunu hiç düşünülmeyecek kadar artırabiliyor. Unutulmaması gereken bir nokta da çocukluk yaşlarında karşılaşılan ve kafalara kazınan bazı 'mesaj'ların ileride nelere sebep olabileceği: "Kitlelerin ruhuyla çocuk ruhu, tepkileri açısından birbirine çok benzerdir. Kitleleri beslemenin ve harekete geçirmenin yöntemlerinin ne kadar çocukça olabileceğini tasavvur etmek bile zordur. Gerçek fikirlerin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama kabiliyetinin sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir. Birbirini takip eden on senede doğmuş bir neslin kafalarında oluşturulmuş ve dört sene boyunca bu beyinlere iyice mıhlanmış çocukça bir sanrı, yirmi sene sonra pekala ölümcül ciddiyette bir ‘dünya görüşü’ olarak büyük siyaset sahnesine geri dönebilir."
Nitekim öyle de olmuştur: "Nazizm’in kökü hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştur, zannedildiği gibi 'cephede yaşananlarda' değil. Nazizm’in gerçek nesli, savaşı gerçekliğinden hiç rahatsız olmadan, fiilen hiçbir zorlukla karşılaşmadan büyük bir oyun olarak yaşamış, 1900 ile 1910 arasındaki on yılda doğanlardır."
Hiç de sinsi olmadan, göstere göstere gelen bir faşizm var ortada ve okuyucu da çoğu zaman "Böyle bir şey nasıl olabilir?" sorusuna cevap arıyor yazarıyla beraber. Şu cümleler bu soruya bir cevap niteliğinde şüphesiz: "1933 Mart’ında milyonlar hâlâ mücadeleye hazırdı... Tek bir örneği bile görülmedi direniş enerjisinin, mertliğin, sağlam duruşun. Var olan sadece panik, kaçış ve döneklikti."
Hitler öncesi Almanya'da net biçimde görülen şey ciddi bir sorumluluktan kaçış ve suç ortaklığı olduğu. Haffner bu tamamlanmamış (ve tamamlansaydı Hitler ve sonraki sürecin detaylarını da öğrenebileceğimiz) kitabının sonunda tüm okuyuculara çok esaslı bir yük emanet ediyor. Bu emanetin adı da ahlak. Üstelik bunu göze sokmadan, ahlakçılık yapmadan gerçekleştiriyor. Kitabı okuduktan sonra anlatılanlar, hadiseler aklınızdan çıkabilir, unutabilirsiniz buna hiç itirazım yok diyor. "Ama hiç anlatmadığım ahlakın unutulmaması beni ciddi şekilde tatmin edecektir.” sözüyle diyeceğini demiş oluyor.
Galiba kitabın en ürküten yanı da yaşananların günümüz dünya siyasetiyle olan benzerliği. Göz göre göre olanlar ve bir yığın suçu yüklenenler ama hiçbir şeyin de farkında olmayanlar. Her yerde bu tip toplumlar yok mu? Yığınlar...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
14 Şubat 2019 Perşembe
Freud, Gestapo, aşk ve bir delikanlı
Romanlarda tarihi kişiliklere bir kurgu içerisinde yer verilmesini seviyorum. Bu kişiler özellikle kendi alanımla ilgili olduğunda daha da dikkatimi çekiyor. Örneğin psikoterapist Irwin Yalom’un Nietzsche Ağladığında romanı benim için özel kitaplardan biridir. Tütüncü Çırağı’nı okuma sebebim ise, ne son dönemlerin en önemli Alman yazarlarından olan Robert Seethaler’in kaleminden çıkmış olması ne de kitap hakkında birçok olumlu yorum yapılmış olmasıydı. Tek sebebi, romanın kahramanlarından birinin psikoterapinin temeli psikanalitik psikolojinin babası olan Sigmund Freud’un olmasıydı.
“Salzkammergut şehri, 1937 yazının sonlarına doğru bir pazar sabahı güne alışılmadık, şiddetli bir fırtınayla uyandı. Bu fırtına, Franz Huchel’in o güne dek kendi hâlinde akıp giden huzurlu hayatında yaşanacak aynı şekilde ani, sonuçları bakımından ciddi, köklü bir değişimin habercisi gibiydi.”
Jaguar Kitap’tan geçtiğimiz ekim ayında yayımlanan Tütüncü Çırağı, başkahraman Franz’ın, Viyana’nın, Avrupa’nın ve Freud’un kişiliklerinin veya hayatlarının değişimini konu ediniyor ve 1937-1938 yıllarını kapsıyor. Hitler’in ve Nazilerin gücünü iyice hissettirmeye başladığı ve İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin işitildiği zamanları yani.
Yukarıdaki cümlelerle başlayan roman, Franz’ın değişiminin ilk habercisidir. Yaşadıkları köyde çıkan şiddetli fırtına sonucu Franz ve annesi Bayan Huchel’in yaşamlarını devam ettirmelerini sağlayan adamın ölmesiyle, annesi Franz’ı Viyana’ya, eski bir tanıdığı ve aynı zamanda tütün satıcısı olan Otto Trsnjek’in yanına çalışması için gönderir. Franz’ın hayatı bu noktadan sonra değişecektir. Köydeki hayatından tamamen farklı bir şehir hayatına başlayan Franz, ustasının da çabalarıyla işi öğrenmeye başlar. Oldukça da gayretlidir ve dükkâna gelen müşterileri ezberlemeye, ne alacaklarını aklında tutmaya çalışır. Dükkânın müşterilerinden biri de o zamanlar 80 yaşlarında bir Yahudi olan ve dükkânın karşı sokağında oturan Sigmund Freud’dur. Bu isme aşina olan Franz, onunla ilk karşılaşmasından sonra ondan kopmaz ve 17 yaşındaki bir delikanlıyla 80 yaşındaki ihtiyarın dostluğu başlar. Freud’un, Yahudi olduğu için mecburen Londra’ya taşınmasına kadar bu dostluk gerek Freud’un evinde gerek Viyana’nın şehir parkındaki gezintilerle devam eder.
Kitabın ikinci kolunu oluşturan kısım Freud’un Franz’a tavsiyelerinden biri olan, kendine bir kız bul öğüdüdür. Anezka adında bir kıza âşık olan Franz, tek taraflı olan ve ara ara görüşmelerle devam eden bu aşkı da sonuna kadar yaşayacaktır. Kitabın esas konusunu bu ilginç aşk hikâyesi oluşturur ancak kesinlikle basit bir aşk romanı diyemeyiz. Franz’ın etrafında dönen olayların oluşturduğu bütüncül bir kitaptır Tütüncü Çırağı. Bir taraftan Freud’la görüşmeler, bir yandan Anezka’yla karşılıksız bir ilişki, diğer taraftan Yahudilere karşı artan nefret Franz’ı kuşatan olaylardır ve bu olaylardan nasibini, tütüncü dükkânı da alır:
“Otto Trsnjek sabah saat tam altıda dükkânı açmaya geldiğinde tek kelime etmedi. Suskun bir şekilde etrafı, yani girişin üzerine yamuk bir şekilde karalanmış olan YAHUDİLER BURADAN ALIŞVERİŞ YAPIYOR yazısını, kovalarla dökülmüş pisliği, cam kırıklarını, kanı, tavuk kafalarını, tezgâhın üzerindeki kokmuş bağırsak yığınını ve camsız vitrinin köşesine iki büklüm vaziyette oturup gözlerini kaldırıma dikmiş olan çırağı Franz’ı inceledi.”
Kitabın esas konusu aşk olsa da arka planında Nazi şiddeti ve gestapo zulmü var fakat bu okuduğum diğer İkinci Dünya Savaşı zamanında geçen romanlardaki kadar şiddetli hissedilmiyor. Gestaponun şehri ele geçirişi, en önemli yerleri kendi merkezi olarak kullanması, sorgusuz sualsiz alınıp işkencede öldürülenler, tutuklamalar, en yakın komşusunu bile ihbar edenler var fakat bu durumu yazar çok şiddetli göstermemiş. Freud’un ayrıldığı zaman, Nazilerin şiddetinin zirvede olduğu zaman değil, yükselmeye başlayan zamandır. Belki de bu yüzden olayların başlangıcı olduğu için bu şiddetin tam anlamıyla aktarılmadığını söyleyebiliriz. Yazarın, Freud’un görüşleri olarak aktardığı Avrupa’nın durumu hakkındaki malumat da bunu destekler niteliktedir:
“Dünyada şu an olup bitenler bir tümör, bir ülser, yakında patlayıp içindekileri bütün Batı medeniyetinin üzerine boca edecek olan iltihaplanmış, kokuşmuş bir veba kabarcığından başka bir şey değil.”
Franz’ın kişiliğini iyi çizmiş yazar. Duygusal bir karakter olarak karşımıza çıkan Franz’ın psikolojisini başlarda çok net olmasa da sonraları daha net yansıtmış kitaba. Freud’u da yoğunlukla psikoterapi kimliğiyle değil, hayattan yorulmuş bir ihtiyar olarak görüyoruz daha çok. Eğer Freud’a, Franz’la ortak sahnelerde veya tek başına daha çok kısım ayrılsaydı kitap çok daha başarılı olurdu. Çünkü kitabın en ilgi çekici kısımları Freud’la Franz’ın konuşmalarıydı.
Oktay Değirmenci’nin başarılı çevirisiyle okuduğumuz Tütüncü Çırağı, bir dönem romanı sayılabilir. Fakat sadece dönem romanı diyemeyiz, bir değişim romanıdır. Franz’ın değişimi, Viyana’nın ve Avrupa’nın sosyal yapısının değişimi, hatta Freud’un değişimi. Eksikleri olsa da bu kadar sevilmeyi ve olumlu yorumlar almayı gerçekten hak edecek bir roman. Yazarın Türkçeye, Tütüncü Çırağı’ndan önce Bütün Bir Ömür adlı kitabı çevrilmişti. Sonrasında Tütüncü Çırağı da çok geçmeden dilimize kazandırıldı. Muhtemelen diğer kitapları da yakın zamanlarda dilimize kazandırılacaktır. Bunu hak ediyor çünkü.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
“Salzkammergut şehri, 1937 yazının sonlarına doğru bir pazar sabahı güne alışılmadık, şiddetli bir fırtınayla uyandı. Bu fırtına, Franz Huchel’in o güne dek kendi hâlinde akıp giden huzurlu hayatında yaşanacak aynı şekilde ani, sonuçları bakımından ciddi, köklü bir değişimin habercisi gibiydi.”
Jaguar Kitap’tan geçtiğimiz ekim ayında yayımlanan Tütüncü Çırağı, başkahraman Franz’ın, Viyana’nın, Avrupa’nın ve Freud’un kişiliklerinin veya hayatlarının değişimini konu ediniyor ve 1937-1938 yıllarını kapsıyor. Hitler’in ve Nazilerin gücünü iyice hissettirmeye başladığı ve İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin işitildiği zamanları yani.
Yukarıdaki cümlelerle başlayan roman, Franz’ın değişiminin ilk habercisidir. Yaşadıkları köyde çıkan şiddetli fırtına sonucu Franz ve annesi Bayan Huchel’in yaşamlarını devam ettirmelerini sağlayan adamın ölmesiyle, annesi Franz’ı Viyana’ya, eski bir tanıdığı ve aynı zamanda tütün satıcısı olan Otto Trsnjek’in yanına çalışması için gönderir. Franz’ın hayatı bu noktadan sonra değişecektir. Köydeki hayatından tamamen farklı bir şehir hayatına başlayan Franz, ustasının da çabalarıyla işi öğrenmeye başlar. Oldukça da gayretlidir ve dükkâna gelen müşterileri ezberlemeye, ne alacaklarını aklında tutmaya çalışır. Dükkânın müşterilerinden biri de o zamanlar 80 yaşlarında bir Yahudi olan ve dükkânın karşı sokağında oturan Sigmund Freud’dur. Bu isme aşina olan Franz, onunla ilk karşılaşmasından sonra ondan kopmaz ve 17 yaşındaki bir delikanlıyla 80 yaşındaki ihtiyarın dostluğu başlar. Freud’un, Yahudi olduğu için mecburen Londra’ya taşınmasına kadar bu dostluk gerek Freud’un evinde gerek Viyana’nın şehir parkındaki gezintilerle devam eder.
Kitabın ikinci kolunu oluşturan kısım Freud’un Franz’a tavsiyelerinden biri olan, kendine bir kız bul öğüdüdür. Anezka adında bir kıza âşık olan Franz, tek taraflı olan ve ara ara görüşmelerle devam eden bu aşkı da sonuna kadar yaşayacaktır. Kitabın esas konusunu bu ilginç aşk hikâyesi oluşturur ancak kesinlikle basit bir aşk romanı diyemeyiz. Franz’ın etrafında dönen olayların oluşturduğu bütüncül bir kitaptır Tütüncü Çırağı. Bir taraftan Freud’la görüşmeler, bir yandan Anezka’yla karşılıksız bir ilişki, diğer taraftan Yahudilere karşı artan nefret Franz’ı kuşatan olaylardır ve bu olaylardan nasibini, tütüncü dükkânı da alır:
“Otto Trsnjek sabah saat tam altıda dükkânı açmaya geldiğinde tek kelime etmedi. Suskun bir şekilde etrafı, yani girişin üzerine yamuk bir şekilde karalanmış olan YAHUDİLER BURADAN ALIŞVERİŞ YAPIYOR yazısını, kovalarla dökülmüş pisliği, cam kırıklarını, kanı, tavuk kafalarını, tezgâhın üzerindeki kokmuş bağırsak yığınını ve camsız vitrinin köşesine iki büklüm vaziyette oturup gözlerini kaldırıma dikmiş olan çırağı Franz’ı inceledi.”
Kitabın esas konusu aşk olsa da arka planında Nazi şiddeti ve gestapo zulmü var fakat bu okuduğum diğer İkinci Dünya Savaşı zamanında geçen romanlardaki kadar şiddetli hissedilmiyor. Gestaponun şehri ele geçirişi, en önemli yerleri kendi merkezi olarak kullanması, sorgusuz sualsiz alınıp işkencede öldürülenler, tutuklamalar, en yakın komşusunu bile ihbar edenler var fakat bu durumu yazar çok şiddetli göstermemiş. Freud’un ayrıldığı zaman, Nazilerin şiddetinin zirvede olduğu zaman değil, yükselmeye başlayan zamandır. Belki de bu yüzden olayların başlangıcı olduğu için bu şiddetin tam anlamıyla aktarılmadığını söyleyebiliriz. Yazarın, Freud’un görüşleri olarak aktardığı Avrupa’nın durumu hakkındaki malumat da bunu destekler niteliktedir:
“Dünyada şu an olup bitenler bir tümör, bir ülser, yakında patlayıp içindekileri bütün Batı medeniyetinin üzerine boca edecek olan iltihaplanmış, kokuşmuş bir veba kabarcığından başka bir şey değil.”
Franz’ın kişiliğini iyi çizmiş yazar. Duygusal bir karakter olarak karşımıza çıkan Franz’ın psikolojisini başlarda çok net olmasa da sonraları daha net yansıtmış kitaba. Freud’u da yoğunlukla psikoterapi kimliğiyle değil, hayattan yorulmuş bir ihtiyar olarak görüyoruz daha çok. Eğer Freud’a, Franz’la ortak sahnelerde veya tek başına daha çok kısım ayrılsaydı kitap çok daha başarılı olurdu. Çünkü kitabın en ilgi çekici kısımları Freud’la Franz’ın konuşmalarıydı.
Oktay Değirmenci’nin başarılı çevirisiyle okuduğumuz Tütüncü Çırağı, bir dönem romanı sayılabilir. Fakat sadece dönem romanı diyemeyiz, bir değişim romanıdır. Franz’ın değişimi, Viyana’nın ve Avrupa’nın sosyal yapısının değişimi, hatta Freud’un değişimi. Eksikleri olsa da bu kadar sevilmeyi ve olumlu yorumlar almayı gerçekten hak edecek bir roman. Yazarın Türkçeye, Tütüncü Çırağı’ndan önce Bütün Bir Ömür adlı kitabı çevrilmişti. Sonrasında Tütüncü Çırağı da çok geçmeden dilimize kazandırıldı. Muhtemelen diğer kitapları da yakın zamanlarda dilimize kazandırılacaktır. Bunu hak ediyor çünkü.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
12 Şubat 2019 Salı
Bitmemiş bir macera: Avrupa
Avrupa tam olarak neyi ifade ediyor? Özellikle Avrupalı olmayanlar için ne anlama gelir? Avrupa’nın, zihnimize kodlanan tarihsel strüktürün omurgasını oluşturmasını hem geçmişi anlama hem de geleceği görme açısından nasıl yorumlayabiliriz? Avrupa-merkezcilik, gıyabımızda içselleştirdiğimiz, determinist bir anlayışla kanıksadığımız ve farkında olmadan doğru kabul ettiğimiz bir olgu. Bu durum sadece bize özgü değil; küresel bir durum. Dolayısıyla, bu bir sorunsa eğer küresel bir sorun, yok değilse küresel bir ‘ne’dir?
Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Zygmunt Bauman’ın (1925-2017) Avrupa isimli kitabınını okurken Avrupa denen şeyin ne olduğunu tekrar tekrar sordum kendime. Atıf, alıntı ve yorumlamalarla olabildiğince zenginleştirilmiş bir metinle karşı karşıyayız. İçerikte tarihten ekonomiye, felsefeden sosyolojiye, siyasetten metafiziğe kadar birçok disiplinin izleri görülüyor. Evvela söylemek gerekir ki, Zygmunt Bauman ne yazsa hakkını vererek yazıyor. Okuyucuya da şevkle okumak ve nasiplenmek düşüyor. “Bitmemiş Bir Macera” alt başlığını taşıyan Avrupa bunun Türkçeye tercüme edilmiş son örneklerinden. Yüz altmış sayfalık kitabın çevirisi Akın Emre Pilgir tarafından yapılmış.
Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümü Avrupa İsimli Bir Macera başlığını taşıyor. Zygmunt Bauman bu bölümde Avrupa kelimesinin kökenini ele alarak giriş yapıyor. Batı medeniyetinin temelinde Hıristiyan ahlâkı, Roma hukuku ve Yunan felsefesi olduğu, ‘ilerlemenin’ bu sacayağı üzerinde meydana geldiği söylenir. Bu bağlamda, Avrupa isminin ortaya çıkmasında direkt Yunan kültürünün/mitolojisinin etkisi kendini gösteriyor. Açıkçası söylemeden geçemeyeceğim: Batı medeniyetine (Avrupa ismi haricinde) felsefi açıdan yaptığı katkı düşünüldüğünde ‘Yunan kibri’ denilen olguyu anlamlandırmak zor değil. Hele de bizim medeniyete katkımızla ulusal kibrimizi oranladığımızda Yunan kibrinin mütevazı kaldığı bile söylenebilir. Bu düşünceye sahip olmamın kesinlikle bir kompleks olmadığının da altını çizmek isterim.
Bauman gerek antik döneme gerekse ortaçağa ait mitolojik ve masalsı değinilere dayanarak Avrupalılık ruhunun macerayla özdeşleştiğini belirtiyor. Avrupalılık, savaşın, kendini ispatın ve kazanmanın özetlenmiş hâlidir. Efsanelerin içinden korku ve saygıyı çıkarak gerçek hayata katma çabasıdır. Avrupalılık ruhunun kendini böyle yansıttığını belirten Bauman, gerçeklerin çok daha farklı olduğunu söylüyor. Her ne kadar elit Avrupalı zihniyeti kabul etmese de, Avrupa tarihi bir barbarlık tarihidir. Saldırganlığın, ölümlerin, tecavüzlerin kök saldığı bu oluşum yayılmacı, yağmacı, zor kullanan, sınır tanımayan ve benmerkezci bir barbarlık ‘medeniyetidir’. Öte yandan Avrupalılık, diğer toplumların kendilerini onsuz düşünememesine sebep olan bir kültür üretimidir. Keşifler dönemi sadece coğrafyayla sınırlı kalmamıştır. Kültürü ve etkisini de keşfeden Avrupa, ‘üstün’ kültürünü diğer toplumlara ekmeyi ve yetiştirmeyi de keşfetmiştir. Keşfeden, zapteden, kontrol altında tutan benmerkezci anlayış tüm dünyanın Avrupalaşması anlamına gelmektedir ve bu doğal olarak huzursuzluğun da büyümesi demektir.
Bauman’a göre Avrupa’nın coğrafi keşifler sonrası yükselen kolonyal anlayışı artık geri tepmiştir. Bugün diğer coğrafyalardan Avrupa’ya olan gitme/göçme isteği bunun göstergesidir. Göçmenler Avrupa’nın onlardan çaldıklarını almaya gelmektedirler. Bunda Avrupa’nın yaymaya çalıştığı modernleşme paradigmasının da büyük etkisi vardır. Avrupa, öngördüğü ve/veya vaat ettiği şeyleri yapamamıştır. Diğer toplumlar Avrupa gibi olamamış, o seviyeye çıkamamıştır. Çünkü onların sömürerek zenginleşecekleri bir ‘ötekiler’i yoktur. Dolayısıyla, Avrupalaşamamakta kültürün yanı sıra sömürgeleştirilerek ekonomik kazanım elde edilecek oluşumdan yoksun olmak da etkilidir.
Bugün artık Avrupa gerilemektedir ve bunun esas nedeni nüfusunun yaşlanmasının yanında kazanımlarını korumak için kendini dışarıya kapatmasıdır. İşgücü olarak gerilemesi ve coğrafi sınırlarını tamamlaması çöküşün habercisidir. Çözüm içinse Avrupa’nın bu iki parametreyi yeniden ele alması gerekmektedir. Avrupa’nın bu güç kaybı diğer toplumlar için ümit olma vasfını da ortadan kaldırmaktadır. Zira diğer toplumlara sunduğu gelişme ve ilerleme menzilinden kendisi de uzaklaşmaktadır. Hayranlık dönemi hızla düşmanlığa evrilmektedir. Avrupa kazanımlarını paylaşarak ve ihraç ederek ümit olmayı vaat etmiştir. Oysa gelinen noktada güvenlik (daha doğrusu güvensizlik) ve ekonomik gerekçeleri öne sürerek içe kapanmaktadır. Güvensizlik ortamı bir yerden sonra yönetimlerce üretilen bir şey hâline gelmiştir. Ekonomik alanda ise neoliberal anlayış iktidarı sermayenin kontrolüne vermiştir. Sistemde etki ve güç alanını kaybeden devletin kendine meşruiyet oluşturacak ve güç devşirecek yöntemleri bulması gerekmektedir. Toplum, küresel terör, risk toplumu, potansiyel suçlu gibi kavramlarla paranoyaya sevk edilerek devlete mecbur kılınmaktadır. Bauman, Avrupa’nın Kantçı anlayış yerine Hobbesçu anlayışı tercih ettiğini belirtiyor. Aklı önceleyen Kantçı anlayışın “evrensel insanın birlikteliği” tarifinden ziyade güvenliği önceleyen Hobbesçu anlayışın “herkesin her şeye karşı savaşı” kabul görmektedir. Toplumsal bir varlık olan insanın güvenlik nedeniyle kabul ettiği ve yetkilerini devlete devrettiği toplumsal sözleşmenin devlet eliyle güvensizlik ortamı oluşturmada kullanılması meselenin ironik tarafıdır.
İmparatorluğun Gölgesinde başlıklı ikinci bölümünde Avrupa’nın ABD karşısındaki durum ve tutumu ele alınıyor. Zygmunt Bauman, Avrupa’nın daha önce başka bir kıta tarafından ‘fethedilme’ tehdidiyle hiç karşılaşmadığını fakat yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra yükselen ABD etkisinden de kurtulamadığını belirtiyor. ABD, klasik imparatorluğun modern şekilde revize edilmiş hâlidir ve tüm dünya üzerinde hegemonyasını kabul ettirmiştir. Artık Avrupa’nın ve Avrupalılık tanımının tarihsel misyonu etkisiz hâle gelmiştir. Bu bağlamda özgürlük ya da serbesti denilen şeyler aslında bir denetim ve kontrol mekanizmasıdır.
Dünyanın jandarması gibi davranan ABD, istediği zaman istediği yeri kontrolü altına alabilme şımarıklığına sahiptir. ABD’nin tavrının rasyonel hiçbir tarafı yoktur. Küresel terör savaş açmanın ya da yaptırımlarda bulunmanın meşruiyetini sağlamak amacıyla oluşturulmuş bir retoriktir. ABD uyduruk gerekçelerle toprakları işgal etmekte ve zenginliklerini sömürmektedir. En önemlisi bu işgaller klasik dönemdeki gibi değil, post-mekân (mekân ötesi) şeklinde yapılmaktadır. ABD kendi topraklarıyla alakası olmayan coğrafyalarda savaş çıkararak ve fakat sınırlarına dâhil etmeyerek işgal etmektedir. Daha ilginci ise, savaş alanının (fizikî toprağın) bir cezalandırma yöntemi olarak kaybedene bırakılmasıdır. Kaybeden hem ABD’nin isteklerini karşılarken hem de kendi toprağını imar etmeye mecbur bırakılmaktadır.
Bauman 1970’lerden sonraki süreci ulus devlet anlayışının çöktüğü ve ulus-ötesi oluşumların, bir başka deyişle uluslararası sermayenin iktidarı devraldığı dönem olarak değerlendiriyor. Bu iktidarın en önemli gücü küresel ekonomik faaliyetlerden/yaptırımlardan gelmektedir. Sermaye iktidarı ABD’nin küresel imparatorluğunun bir yansımasıdır ve dünyanın en ücra köşelerini bile etkilemektedir. ABD, gezegenin geri kalanını sömürerek ekonomisini ayakta tutmaktadır ve gücünü devşirdiği yalnızlık imparatorluğunu dünyaya karşı koyuş üzerine kurmuştur. Avrupalılık olgusunun yıllar önce dünyaya yaptığını şimdi Amerikalılık daha etkili şekilde yapmaktadır ve Avrupa bundan muaf değildir.
ABD karşısında güçsüz düşen Avrupa, içinde olduğu ahlâki çöküntü ile içe dönük güvensiz ve dışa dönük adaletsiz uygulamalarından dolayı prestijini kaybetmektedir. Sonuç itibariyle güç kaybeden Avrupa, ABD karşısında alternatif olmaktan uzaklaşmaktadır. Zamanında Avrupa’yı güçlü hâle getiren coğrafi keşiflerdir ve hemen arkasından yeni dünyayı boyunduruğu altına alan ‘fetihler’ başlamıştır. Avrupa yeraltı ve yerüstü zenginliklerini bedelsiz ithal ettiği sömürgelerine kültür ihraç etmiştir. Bugün ABD bunun bir benzerini küreselleşme üzerinden yerküreyi ‘fethederek’ yapmaktadır.
Avrupa’da Westphalia Anlaşması (1648) ile başlayan yapısal değişim (ulus anlayışı) yirminci yüzyıl ile yeni bir boyut kazanmıştır. Ulusçuluğun kısmen rafa kaldırıldığı İkinci Dünya Savaşı sonrası yükselişe geçen ‘sosyal adalet’ ve ‘refah toplumu’ anlayışı çok geçmeden neoliberal akımın ekonomik salvolarına maruz kalmış ve pasif hâle gelmiştir. Toplumu saran kaygı ve korkular sebebiyle çöken sosyal devlet anlayışı yerini güvenlikli devlet anlayışına bırakmıştır. İlk bakışta toplum içinmiş gibi görülen güvenlik olgusu gerçekte sermaye sahipleri ve güç odaklarının istikrarı içindir.
Modern anlayışın amacı zenginliği yaymak değil, mevcut zenginleri korumaktır. Özelleştirme adı altında yapılan uygulamaların geneli yerli sermayenin uluslarası dolaşıma açılarak mülksüzleştirilmesidir. Dış yatırım adı altında yapılan bu işlemlerle sıcak paranın kolayca giriş çıkışı sağlanarak savaş ekonomik alana çekilmektedir. Özelleştirme operasyonları ekonomik ‘vur-kaç’ eylemleridir. Mekân-ötesi savaşlarda olduğu gibi ekonomik savaşlarda da savaş alanının enkazını kaldırma/temizleme görevi mülksüzleştirilmiş yerlilere bırakılmaktadır.
Sosyal Devletten Güvenlik Devletine Geçiş başlıklı üçüncü bölümde, post-modern toplumun yaşadığı suni güvensizlikler ile bu güvensizlik ortamını bahane eden devlet ve sermayenin icraatleri değerlendiriliyor. Devlet eliyle oluşturulan korku endüstrisi sermaye tarafından da kullanılmaktadır. Büyük bir pazar hâline gelen güvenlik sistemleri devletin zaten daralmış y/etki alanını daha küçültmektedir. Bu aşamada devletlerin imdadına ‘küresel terör’ kavramı yetişmiştir.
Modernist zihin bireyselliği teşvik ederek alt zemini hazırlamıştır. Bireysellik güvensizliği tetikleyerek kaygı ve korkuyu arttırmaktadır. Zira bireysellik kırılganlık ve yetersizlik hissini beraberinde getirir. Akrabalık, komşuluk gibi doğal ve geleneksel bağlardan arındırılan birey için dernek, sendika gibi suni oluşumlar meydana getirilmiştir. Bu yapıların ortak noktası düşünsel plandaki ayrışmalardır ve kişi kültürel anlamda yalnız/ca bireydir. Modern hayat coşkusuyla bireyselleştirilen insanın kolektif hareketi daha başlamadan bastırılmıştır. Sonuç olarak bireyin güvenlik korkusu ve gelecek kaygısı yaşamasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. Sosyal devletin alandan çekilmesiyle birlikte onun yerini dini yapılar ve cemaatler geçmiştir fakat dinsel yaklaşımlar iktidar ve sermayenin de kullanım alanına girmektedir.
Sosyal politikalar açısından sıkıntı yaşayan Avrupa, coğrafi keşiflerden sonra olduğu gibi fazlalık olarak gördüğü nüfusunu bugün bir yerlere gönderememektedir. Hem yaşlanan hem de artan nüfusuyla başı derttedir. Bir anlamda safrasını atamayan kıta kendini zehirlemektedir. Diğer taraftan ucuz emek ihtiyacını ise dışarıdan sağlamaya çalışmaktadır. Talebi gören bir zamanların sömürge toplumları ‘ölümüne’ Avrupa’ya göç etmeye çalışmaktadır. Yolda ölenler bir yana taleplerine karşılık bulamayan insanların hayatlarını katlanılır kılmak için ‘anlamlı ölüm’ü seçmeleri ve şiddete meyletmeleri yadırganmamalıdır. Bu yolu onlara açan bir anlamda Avrupa’dır.
Dördüncü ve son bölüm Avrupa’nın Yaşamasına Elverişli Bir Dünyaya Doğru başlığını taşıyor. Bauman, Avrupa’nın Avrupalılık kimliğini korumak için güce ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Avrupalılık kimliği diğerlerinden üstün tutulan bir değerler bütünüdür ve kriterlerini de belirleyen Avrupa’dır. Avrupa’yı Avrupa yapan değerlerin başında ussallık, adalet, ve demokrasi gibi kavramlar gelmektedir. Fakat uygulamada paradoksal bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Avrupa, kendi içindekiler de dâhil marjinal olarak tanımladığı kişi, grup ya da toplumlara çifte standart uygulamaktadır. Zygmunt Bauman döndüncü bölümde baştan beri eleştirdiği konularda çözüm önerileri sunuyor. Birkaçını kısaca buraya aktarmak gerekirse; öncelikle uygulamadaki tezatlıkları gidermek için çözüm üretilmelidir. Ortak aidiyet, ortak hissiyat, ortak hareket edebilecek bir zemini oluşturmak için çalışılmalıdır. Farklı yönlere gittiği görülen iktidar ve siyaset kurumlarını bir araya getirilmelidir. Sermayeyle masaya oturarak yeni ve insaflı bir ekonomik model oluşturmak için çaba gösterilmelidir. Vatandaş olmadan demokrasinin ve devletin bir anlam ifade etmeyeceğinden devlet ve vatandaş arasındaki bağ olması gereken zemine çekilmelidir. En önemlisi, Avrupa artık maymun iştahını bırakıp küresel sorumluluğunu üzerine alarak gezegenin tamamı için ilkesel bir çerçeve hazırlamalıdır.
Zygmunt Bauman bir taraftan Avrupa’yı ve Avrupalılık olgusunu eleştirel bir bakışla ele alırken bir yandan da çözüm önerilerini sıralıyor. Ona göre, Avrupa neresidir ve Avrupalı kimdir soruları ötekileştirme, ayrıştırma ve yüceltme bağlamından çıkarılarak kültürel bir tanım ve zenginlik unsuru olarak cevaplandırılmalıdır. Bir zamanların kurtuluş formulü olan ulusçuluktan artık insancılığa geçmelidir. Bu, ulusçuluk öncesi hümanizm hareketine dönüş şeklinde de değerlendirilebilir. Avrupa, evvela her şeyi ben bilirim anlayışını terk ederek öğrenmeyi öğrenmelidir. Benmerkezciliği bırakarak diğer toplumları ve değerlerini dikkate almalıdır. Tüm olumsuzluklara rağmen Avrupa’nın oluşturduğu dilsel birikim dünyayı yorumlama ve ABD’nin yalnızlık imparatorluğuna karşı alternatif oluşturma konularında potansiyele sahiptir. Bu bağlamda Avrupa’nın Hobbesçuluk’tan Kantçılığa geçip geçmeyeceğini zaman gösterecektir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Zygmunt Bauman’ın (1925-2017) Avrupa isimli kitabınını okurken Avrupa denen şeyin ne olduğunu tekrar tekrar sordum kendime. Atıf, alıntı ve yorumlamalarla olabildiğince zenginleştirilmiş bir metinle karşı karşıyayız. İçerikte tarihten ekonomiye, felsefeden sosyolojiye, siyasetten metafiziğe kadar birçok disiplinin izleri görülüyor. Evvela söylemek gerekir ki, Zygmunt Bauman ne yazsa hakkını vererek yazıyor. Okuyucuya da şevkle okumak ve nasiplenmek düşüyor. “Bitmemiş Bir Macera” alt başlığını taşıyan Avrupa bunun Türkçeye tercüme edilmiş son örneklerinden. Yüz altmış sayfalık kitabın çevirisi Akın Emre Pilgir tarafından yapılmış.
Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümü Avrupa İsimli Bir Macera başlığını taşıyor. Zygmunt Bauman bu bölümde Avrupa kelimesinin kökenini ele alarak giriş yapıyor. Batı medeniyetinin temelinde Hıristiyan ahlâkı, Roma hukuku ve Yunan felsefesi olduğu, ‘ilerlemenin’ bu sacayağı üzerinde meydana geldiği söylenir. Bu bağlamda, Avrupa isminin ortaya çıkmasında direkt Yunan kültürünün/mitolojisinin etkisi kendini gösteriyor. Açıkçası söylemeden geçemeyeceğim: Batı medeniyetine (Avrupa ismi haricinde) felsefi açıdan yaptığı katkı düşünüldüğünde ‘Yunan kibri’ denilen olguyu anlamlandırmak zor değil. Hele de bizim medeniyete katkımızla ulusal kibrimizi oranladığımızda Yunan kibrinin mütevazı kaldığı bile söylenebilir. Bu düşünceye sahip olmamın kesinlikle bir kompleks olmadığının da altını çizmek isterim.
Bauman gerek antik döneme gerekse ortaçağa ait mitolojik ve masalsı değinilere dayanarak Avrupalılık ruhunun macerayla özdeşleştiğini belirtiyor. Avrupalılık, savaşın, kendini ispatın ve kazanmanın özetlenmiş hâlidir. Efsanelerin içinden korku ve saygıyı çıkarak gerçek hayata katma çabasıdır. Avrupalılık ruhunun kendini böyle yansıttığını belirten Bauman, gerçeklerin çok daha farklı olduğunu söylüyor. Her ne kadar elit Avrupalı zihniyeti kabul etmese de, Avrupa tarihi bir barbarlık tarihidir. Saldırganlığın, ölümlerin, tecavüzlerin kök saldığı bu oluşum yayılmacı, yağmacı, zor kullanan, sınır tanımayan ve benmerkezci bir barbarlık ‘medeniyetidir’. Öte yandan Avrupalılık, diğer toplumların kendilerini onsuz düşünememesine sebep olan bir kültür üretimidir. Keşifler dönemi sadece coğrafyayla sınırlı kalmamıştır. Kültürü ve etkisini de keşfeden Avrupa, ‘üstün’ kültürünü diğer toplumlara ekmeyi ve yetiştirmeyi de keşfetmiştir. Keşfeden, zapteden, kontrol altında tutan benmerkezci anlayış tüm dünyanın Avrupalaşması anlamına gelmektedir ve bu doğal olarak huzursuzluğun da büyümesi demektir.
Bauman’a göre Avrupa’nın coğrafi keşifler sonrası yükselen kolonyal anlayışı artık geri tepmiştir. Bugün diğer coğrafyalardan Avrupa’ya olan gitme/göçme isteği bunun göstergesidir. Göçmenler Avrupa’nın onlardan çaldıklarını almaya gelmektedirler. Bunda Avrupa’nın yaymaya çalıştığı modernleşme paradigmasının da büyük etkisi vardır. Avrupa, öngördüğü ve/veya vaat ettiği şeyleri yapamamıştır. Diğer toplumlar Avrupa gibi olamamış, o seviyeye çıkamamıştır. Çünkü onların sömürerek zenginleşecekleri bir ‘ötekiler’i yoktur. Dolayısıyla, Avrupalaşamamakta kültürün yanı sıra sömürgeleştirilerek ekonomik kazanım elde edilecek oluşumdan yoksun olmak da etkilidir.
Bugün artık Avrupa gerilemektedir ve bunun esas nedeni nüfusunun yaşlanmasının yanında kazanımlarını korumak için kendini dışarıya kapatmasıdır. İşgücü olarak gerilemesi ve coğrafi sınırlarını tamamlaması çöküşün habercisidir. Çözüm içinse Avrupa’nın bu iki parametreyi yeniden ele alması gerekmektedir. Avrupa’nın bu güç kaybı diğer toplumlar için ümit olma vasfını da ortadan kaldırmaktadır. Zira diğer toplumlara sunduğu gelişme ve ilerleme menzilinden kendisi de uzaklaşmaktadır. Hayranlık dönemi hızla düşmanlığa evrilmektedir. Avrupa kazanımlarını paylaşarak ve ihraç ederek ümit olmayı vaat etmiştir. Oysa gelinen noktada güvenlik (daha doğrusu güvensizlik) ve ekonomik gerekçeleri öne sürerek içe kapanmaktadır. Güvensizlik ortamı bir yerden sonra yönetimlerce üretilen bir şey hâline gelmiştir. Ekonomik alanda ise neoliberal anlayış iktidarı sermayenin kontrolüne vermiştir. Sistemde etki ve güç alanını kaybeden devletin kendine meşruiyet oluşturacak ve güç devşirecek yöntemleri bulması gerekmektedir. Toplum, küresel terör, risk toplumu, potansiyel suçlu gibi kavramlarla paranoyaya sevk edilerek devlete mecbur kılınmaktadır. Bauman, Avrupa’nın Kantçı anlayış yerine Hobbesçu anlayışı tercih ettiğini belirtiyor. Aklı önceleyen Kantçı anlayışın “evrensel insanın birlikteliği” tarifinden ziyade güvenliği önceleyen Hobbesçu anlayışın “herkesin her şeye karşı savaşı” kabul görmektedir. Toplumsal bir varlık olan insanın güvenlik nedeniyle kabul ettiği ve yetkilerini devlete devrettiği toplumsal sözleşmenin devlet eliyle güvensizlik ortamı oluşturmada kullanılması meselenin ironik tarafıdır.
İmparatorluğun Gölgesinde başlıklı ikinci bölümünde Avrupa’nın ABD karşısındaki durum ve tutumu ele alınıyor. Zygmunt Bauman, Avrupa’nın daha önce başka bir kıta tarafından ‘fethedilme’ tehdidiyle hiç karşılaşmadığını fakat yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra yükselen ABD etkisinden de kurtulamadığını belirtiyor. ABD, klasik imparatorluğun modern şekilde revize edilmiş hâlidir ve tüm dünya üzerinde hegemonyasını kabul ettirmiştir. Artık Avrupa’nın ve Avrupalılık tanımının tarihsel misyonu etkisiz hâle gelmiştir. Bu bağlamda özgürlük ya da serbesti denilen şeyler aslında bir denetim ve kontrol mekanizmasıdır.
Dünyanın jandarması gibi davranan ABD, istediği zaman istediği yeri kontrolü altına alabilme şımarıklığına sahiptir. ABD’nin tavrının rasyonel hiçbir tarafı yoktur. Küresel terör savaş açmanın ya da yaptırımlarda bulunmanın meşruiyetini sağlamak amacıyla oluşturulmuş bir retoriktir. ABD uyduruk gerekçelerle toprakları işgal etmekte ve zenginliklerini sömürmektedir. En önemlisi bu işgaller klasik dönemdeki gibi değil, post-mekân (mekân ötesi) şeklinde yapılmaktadır. ABD kendi topraklarıyla alakası olmayan coğrafyalarda savaş çıkararak ve fakat sınırlarına dâhil etmeyerek işgal etmektedir. Daha ilginci ise, savaş alanının (fizikî toprağın) bir cezalandırma yöntemi olarak kaybedene bırakılmasıdır. Kaybeden hem ABD’nin isteklerini karşılarken hem de kendi toprağını imar etmeye mecbur bırakılmaktadır.
Bauman 1970’lerden sonraki süreci ulus devlet anlayışının çöktüğü ve ulus-ötesi oluşumların, bir başka deyişle uluslararası sermayenin iktidarı devraldığı dönem olarak değerlendiriyor. Bu iktidarın en önemli gücü küresel ekonomik faaliyetlerden/yaptırımlardan gelmektedir. Sermaye iktidarı ABD’nin küresel imparatorluğunun bir yansımasıdır ve dünyanın en ücra köşelerini bile etkilemektedir. ABD, gezegenin geri kalanını sömürerek ekonomisini ayakta tutmaktadır ve gücünü devşirdiği yalnızlık imparatorluğunu dünyaya karşı koyuş üzerine kurmuştur. Avrupalılık olgusunun yıllar önce dünyaya yaptığını şimdi Amerikalılık daha etkili şekilde yapmaktadır ve Avrupa bundan muaf değildir.
ABD karşısında güçsüz düşen Avrupa, içinde olduğu ahlâki çöküntü ile içe dönük güvensiz ve dışa dönük adaletsiz uygulamalarından dolayı prestijini kaybetmektedir. Sonuç itibariyle güç kaybeden Avrupa, ABD karşısında alternatif olmaktan uzaklaşmaktadır. Zamanında Avrupa’yı güçlü hâle getiren coğrafi keşiflerdir ve hemen arkasından yeni dünyayı boyunduruğu altına alan ‘fetihler’ başlamıştır. Avrupa yeraltı ve yerüstü zenginliklerini bedelsiz ithal ettiği sömürgelerine kültür ihraç etmiştir. Bugün ABD bunun bir benzerini küreselleşme üzerinden yerküreyi ‘fethederek’ yapmaktadır.
Avrupa’da Westphalia Anlaşması (1648) ile başlayan yapısal değişim (ulus anlayışı) yirminci yüzyıl ile yeni bir boyut kazanmıştır. Ulusçuluğun kısmen rafa kaldırıldığı İkinci Dünya Savaşı sonrası yükselişe geçen ‘sosyal adalet’ ve ‘refah toplumu’ anlayışı çok geçmeden neoliberal akımın ekonomik salvolarına maruz kalmış ve pasif hâle gelmiştir. Toplumu saran kaygı ve korkular sebebiyle çöken sosyal devlet anlayışı yerini güvenlikli devlet anlayışına bırakmıştır. İlk bakışta toplum içinmiş gibi görülen güvenlik olgusu gerçekte sermaye sahipleri ve güç odaklarının istikrarı içindir.
Modern anlayışın amacı zenginliği yaymak değil, mevcut zenginleri korumaktır. Özelleştirme adı altında yapılan uygulamaların geneli yerli sermayenin uluslarası dolaşıma açılarak mülksüzleştirilmesidir. Dış yatırım adı altında yapılan bu işlemlerle sıcak paranın kolayca giriş çıkışı sağlanarak savaş ekonomik alana çekilmektedir. Özelleştirme operasyonları ekonomik ‘vur-kaç’ eylemleridir. Mekân-ötesi savaşlarda olduğu gibi ekonomik savaşlarda da savaş alanının enkazını kaldırma/temizleme görevi mülksüzleştirilmiş yerlilere bırakılmaktadır.
Sosyal Devletten Güvenlik Devletine Geçiş başlıklı üçüncü bölümde, post-modern toplumun yaşadığı suni güvensizlikler ile bu güvensizlik ortamını bahane eden devlet ve sermayenin icraatleri değerlendiriliyor. Devlet eliyle oluşturulan korku endüstrisi sermaye tarafından da kullanılmaktadır. Büyük bir pazar hâline gelen güvenlik sistemleri devletin zaten daralmış y/etki alanını daha küçültmektedir. Bu aşamada devletlerin imdadına ‘küresel terör’ kavramı yetişmiştir.
Modernist zihin bireyselliği teşvik ederek alt zemini hazırlamıştır. Bireysellik güvensizliği tetikleyerek kaygı ve korkuyu arttırmaktadır. Zira bireysellik kırılganlık ve yetersizlik hissini beraberinde getirir. Akrabalık, komşuluk gibi doğal ve geleneksel bağlardan arındırılan birey için dernek, sendika gibi suni oluşumlar meydana getirilmiştir. Bu yapıların ortak noktası düşünsel plandaki ayrışmalardır ve kişi kültürel anlamda yalnız/ca bireydir. Modern hayat coşkusuyla bireyselleştirilen insanın kolektif hareketi daha başlamadan bastırılmıştır. Sonuç olarak bireyin güvenlik korkusu ve gelecek kaygısı yaşamasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. Sosyal devletin alandan çekilmesiyle birlikte onun yerini dini yapılar ve cemaatler geçmiştir fakat dinsel yaklaşımlar iktidar ve sermayenin de kullanım alanına girmektedir.
Sosyal politikalar açısından sıkıntı yaşayan Avrupa, coğrafi keşiflerden sonra olduğu gibi fazlalık olarak gördüğü nüfusunu bugün bir yerlere gönderememektedir. Hem yaşlanan hem de artan nüfusuyla başı derttedir. Bir anlamda safrasını atamayan kıta kendini zehirlemektedir. Diğer taraftan ucuz emek ihtiyacını ise dışarıdan sağlamaya çalışmaktadır. Talebi gören bir zamanların sömürge toplumları ‘ölümüne’ Avrupa’ya göç etmeye çalışmaktadır. Yolda ölenler bir yana taleplerine karşılık bulamayan insanların hayatlarını katlanılır kılmak için ‘anlamlı ölüm’ü seçmeleri ve şiddete meyletmeleri yadırganmamalıdır. Bu yolu onlara açan bir anlamda Avrupa’dır.
Dördüncü ve son bölüm Avrupa’nın Yaşamasına Elverişli Bir Dünyaya Doğru başlığını taşıyor. Bauman, Avrupa’nın Avrupalılık kimliğini korumak için güce ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Avrupalılık kimliği diğerlerinden üstün tutulan bir değerler bütünüdür ve kriterlerini de belirleyen Avrupa’dır. Avrupa’yı Avrupa yapan değerlerin başında ussallık, adalet, ve demokrasi gibi kavramlar gelmektedir. Fakat uygulamada paradoksal bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Avrupa, kendi içindekiler de dâhil marjinal olarak tanımladığı kişi, grup ya da toplumlara çifte standart uygulamaktadır. Zygmunt Bauman döndüncü bölümde baştan beri eleştirdiği konularda çözüm önerileri sunuyor. Birkaçını kısaca buraya aktarmak gerekirse; öncelikle uygulamadaki tezatlıkları gidermek için çözüm üretilmelidir. Ortak aidiyet, ortak hissiyat, ortak hareket edebilecek bir zemini oluşturmak için çalışılmalıdır. Farklı yönlere gittiği görülen iktidar ve siyaset kurumlarını bir araya getirilmelidir. Sermayeyle masaya oturarak yeni ve insaflı bir ekonomik model oluşturmak için çaba gösterilmelidir. Vatandaş olmadan demokrasinin ve devletin bir anlam ifade etmeyeceğinden devlet ve vatandaş arasındaki bağ olması gereken zemine çekilmelidir. En önemlisi, Avrupa artık maymun iştahını bırakıp küresel sorumluluğunu üzerine alarak gezegenin tamamı için ilkesel bir çerçeve hazırlamalıdır.
Zygmunt Bauman bir taraftan Avrupa’yı ve Avrupalılık olgusunu eleştirel bir bakışla ele alırken bir yandan da çözüm önerilerini sıralıyor. Ona göre, Avrupa neresidir ve Avrupalı kimdir soruları ötekileştirme, ayrıştırma ve yüceltme bağlamından çıkarılarak kültürel bir tanım ve zenginlik unsuru olarak cevaplandırılmalıdır. Bir zamanların kurtuluş formulü olan ulusçuluktan artık insancılığa geçmelidir. Bu, ulusçuluk öncesi hümanizm hareketine dönüş şeklinde de değerlendirilebilir. Avrupa, evvela her şeyi ben bilirim anlayışını terk ederek öğrenmeyi öğrenmelidir. Benmerkezciliği bırakarak diğer toplumları ve değerlerini dikkate almalıdır. Tüm olumsuzluklara rağmen Avrupa’nın oluşturduğu dilsel birikim dünyayı yorumlama ve ABD’nin yalnızlık imparatorluğuna karşı alternatif oluşturma konularında potansiyele sahiptir. Bu bağlamda Avrupa’nın Hobbesçuluk’tan Kantçılığa geçip geçmeyeceğini zaman gösterecektir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
11 Şubat 2019 Pazartesi
Yusuf Akçura'nın mektuplarında zamanın ahvali
Tarihin seyr-ü seferinde çıkılan bir yolculuk. Rusya’yı, Balkanlar’ı, İstanbul’u ve daha bir çok yeri içine alan bir seyahatname. Gündeme ilişkin sorunların yanında, dış politika, meşrutiyet, iç çekişme ve çalkantılar, İstanbul’un ikinci meşrutiyet öncesi sırası ve sonrası ve daha nicesinin birinci ağızdan anlatılması. Bahsettiğimiz eser Yusuf Akçura’nın Darülhilâlef Mektupları, hazırlayan İsmail Türkoğlu, yayınevi Ötüken Neşriyat. Eser Yusuf Akçura’nın biyografisi ile başlayıp daha sonrasında 'Rusya-İngiliz dostluğu' ile günün dış politikasına ışık tutmakta, Balkanlarda olup biten gelişmeler mercek altına alınmakta, Genç Osmanlıların faaliyetleri incelenmekte ve yavaş yavaş kitabın en önemli içeriğini kapsayan meşrutiyete geçilmekte ve yazar İstanbul’a gelip meşrutiyetin canlı birinci ağızdan yaşananlarını, daha sonrasında ayaklanmaları gözler önüne sermektedir. Eserin en önemli özelliği birinci ağızdan o gün yaşanılanları dinleme imkanı bulabilme ve bu noktada yazarın mümkün mertebe olayları iyisiyle kötüsüyle aktarmasıdır. Kendi yorumları ile gelişen olaylara ışık tutmakta, bu noktada kavram karmaşalarının önüne geçilmesi için gerektiğinde yazar tarafından tanımlamalar ile meseleler aydınlatılmaya çalışılmaktadır.
Yusuf Akçura öncelikle meşrutiyet ile ilgili olarak aslında meşrutiyetin 1908’de ilan edilmediğini kayda geçmektedir, meşrutiyet 1876 senesinde ilan edilmiş olmakla birlikte eksik olanı "parlamentonun intihab ve içtimai fiilen icra kılınmaması" olarak ifade etmektedir. Kendi ifadesiyle: "1908 senesi Temmuzun 11’inde Devlet-i Osmaniye’de meşrutiyet ilan edildi, demek büyük bir hatadır. Devlet-i Osmaniye, 1876 senesi 23 Aralık gününden beri hukuken meşrutiyetli bir devlet olup Osmanlıların lisanı hukukunda "93 Kanunu" denilen Kanun-i Esasi resmen ilga olunmamıştır. Ancak 32 yıldan beri mezkûr kanunu birçok mevaddi ve ezcümle parlamentonun intihab ve içtimai filen icra kılınamıyordu. Bununla beraber, pek yakın bir zamana kadar, Kanun-u Esasi ile Mithat Paşa namına şerefsadır olan Ferman-ı Hümayun, resmi "Salname-i Devlet-i Aliye" ilk sayfasını tezyin eder ve meclis-i umumiye dağıtıldığı zamandan beri vaz’ olunan resmen "kavanin-i muvakkate" itibar oluna geliyordu… Lahzen 11 Temmuz iradesi ile Türkiye’de yeni bir usul idare ihdas olunmayıp, ancak mevcut Kanun-ı Esasi’nin en mühim maddesi olan Meclisi Mebusan’ın intihabatına başlanması emr olunuyor.". Daha sonrasında Akçura’nın darbelerle ilgili tarifi ve darbelere ilişkin görüşleri yer almaktadır. Darbeyi "hakk-ı hakimiyetin kaba kuvvete aşikar istinadıdır" der ve darbeyi "bir nevi anarşi" olarak tanımlar, arkasından "Anarşi ile devlet bir araya gelmez, anarşi devletin hatta fikri devletin zevali demektir. Binaenaleyh Devlet-i Meşruta-i Osmaniye’de ordunun siyaset müdahalesine dahi katiyyen meydan verilmemelidir" diyerek darbeye karşı duruşunu aktarmaktadır. Akçura Bey daha sonrasında milliyetçilik ile ilgili 'dar milliyetçiliğin' zararları ve olması gerekeni şöyle ifade eder: "Dar milliyetçilik insanı daima tenakuza sevk eder. Mesela Novoe Vremya’lı (milliyetçi rus gazetesi) bir milliyetçi "Rusya Ruslar içindir" deyip, gayri Rusların Ruslarla müsavi hukuka malik olmasını katiyyen reddettiği halde, Bulgar veya Sırpların Türkiye’de Türklerden, Hırvat veya Slavyanların Macaristan’da Macarlardan hukuken ufacık farklarını görürse kıyamet koparır!.. Eğer fikr-i milliyet bu dar çerçeveden kurtarılıp esbab-ı mütenevv-i tarihiye ile bir hudud dahiline sıkışmış muhtelif milletlerin münafîi, birbirlerinin izale-i milliyetlerine uğraşmakta değil, belki ünsiyet ve muhabbetle imtizaçlarına çalışmakta aransa, bu açık tenakuzlara düşülmezdi. Lakin iş yalnız tenakuz fikri ile de kalmaz! Dar milliyetçilik tesiriyle Dünya’da birçok insan kanı beyhude dökülür."
Yazarımız milliyetçilik bir çerçeve olarak ele almakta ve dar milliyetçilikle insan kanının dökülmesine gerek olmadığının 'ünsiyet' ve 'muhabbet' kelimelerinin burada milliyetçilik ile bağlantılandırılmasını ve bu kavramlar üzerinden bir tanımlama yapılmasını salık vermektedir. Burada es geçemeyeceğim en önemli noktalardan biriside dostluk ve o zaman şartlarında ve hatta bugün için devletler nezdinde dostluklar ile ilgili sorulan şu sorudur: "Tabiyet-i asliyeleri hüsn-ü muaşeretden ziyade rekabet ve husumet olan düvel-i muhtelifenin, esbab-ı mücbere ile dostluklar, ittifaklar teşkili az mı vakidir?". Bu soru dostluğun temelinin devletler arasında geçerli kıstasın zorlayıcı sebepler ile olduğu söz edilmekte, günümüze dönüp bakıldığında durum bundan pek farklı değildir ve bu konuda herhangi bir ilerleme sağlandığından söz edilmesi mümkün değildir. Birbirine husumeti olanların oluşan 'konjonktürel' duruma binaen yaptığı anlaşmalar, el sıkışmalar gözler önündedir ve Akçura Bey tarafından bu 1908 Temmuzunda dile getirilmiştir. Hasıl-ı değişen pek bir şey yoktur o zamandan bu zamana, aynı tas aynı hamam sözü de galiba bu durumlar için söylenmiş olmalıdır.
Daha sonrasında kitabın ilerleyen sayfalarında bir İstanbul manzarası, portresi göz önüne getirilmekte, ahvalin gidişatı az çok kestirilmeye çalışılmaktadır: "Evi zayıf ahşaptan, çok kötü bir şekilde inşa edilmiş; rüzgar vursa sallanıyor, kış gelse her köşeden soğuk giriyor, ev içinde gözle görülecek mobilya da yok, yemeği çoğunlukla aş evinde yiyorlar. Kadınların çoğu cahil, onun üstüne çok tembel. Sakız çiğneyip ya da dedikodu yapıp gün geçiriyorlar. Evin reisi yatsından sonra eve geliyor, şu zamana kadar işi varsa işinde, işi yoksa kahvehanede bulunur, ailesiyle oturup, konuşup onları da kendi derecesine getirmeye hiçbir zaman çalışmıyor, sabah olunca hızlıca evden kaçmaya çaba gösteriyor, çocukları mektebe gidip geliyorlar. Öyle olsa da İstanbullu, ailesini hiç düşünmüyor, desek doğru olmaz, onlara yiyecek içecek taşıyor, elbiseler alıyor, yıkılmaya yüz tutsa da evini de tamir ediyor. Ama İstanbullular içtimai hayatlarını, oturdukları şehri hiç düşünmüyorlar, asla kaygı duymuyorlar, evlerinin içinde ne kadar çer-çöp, eski eşyalar varsa çıkarıp sokağa döküyorlar, bazen çıkarmaya üşenip pencereden atıyorlar, bunun için İstanbul sokakları bulaşık suyu dökülen çukurlara benziyor. Çöpler birikip sokaklarda küçük tepecikler meydana getiriyor. Bazen yeni elbiseler giyip kokular sürünüp sokağa çıkan bir kişiyi, yağlı, sabunlu bulaşık suyu dökerek geri gönderiyorlar! İstanbul sokaklarının darlığı, bozukluğu, bütün dünyaca darbımesel olduğundan yazmıyorum da."
Görüldüğü üzere İstanbul’un ahvali, birinci ağızdan canlı gözlem yoluyla böyle aktarılıyor ve bu gidişatın devam ettiğini de az çok biliyoruz. Belki biraz daha makyajlı olabilir, kapatmış olabilir halimizi ama durum açıkça bundan ibarettir. Akçura Bey, lafını sözünü esirgemeden yazan bir insan, bu yüzden kitabın kimi yerlerinde de kendisine bu noktadan ötürü şikayetler geldiği ifade ediliyor. Şikayet noktası karamsar gibi görünmesi her şeyi olumsuz olarak algılaması, diğer mecmualar da durum daha iyi ifade ediliyor fakat sizde ne yazık ki olumsuz bir hava sezinleniyor diyenlere cevabı ise; ben gördüğümü yazıyorum, herhangi bir ekleme çıkarma yapmadan olabildiğince duruma uygun olarak ifade etmeye çalışıyorum diye cevap veriyor ki daha sonrasında olayların gelişme biçimi, birbiri ardına vuku bulan olaylar kendisini haklı çıkarmaktan geri durmuyor.
Bir durum değerlendirmesi yapan Yusuf Akçura, şimdi aktaracağımız pasajda da ahvali gözler önüne acı biçimde sermektedir: "Açıkça belirtiyorum, ben Avrupalıların sözlerini doğru bulmuyorum, bu fikirleri yazdığım sırada tamamen bitaraf olduklarına inanmıyorum, binaenaleyh şarkın ve bilhassa Devlet-i Osmaniye’nin istikbalini onlar kadar karanlık görmüyorum, görmek de istemiyorum lakin Devlet-i Aliye-i İran'daki Devlet-i Aliye-i Osmaniye'deki ilan-ı hürriyet ve meşrutiyetlerden, bazı gazetecilerimiz gibi- çok fazla bir şey de beklemiyorum- İngiltere’nin eski hariciye vekili Lord Lansdowne’in çoktan değil, Lordlar Kamarası’nda şark meşrutiyetlerinden bahsederken söylediği söz bana çok doğru gibi görünüyor: Yeni şişelere çok fazla eski şarap dolduruyorlar.". Yani sadece şişeler, çömlekler değişiyor içindeki şeyler, kişiler, düşünceler, duygular, terbiyeler, bilgiler hep evvelki gibi, dışından yeni görünse de, gerçekte "eski hamam, eski tas."
Daha sonrasında merkezi vilayetler ve diğer vilayetler ve ekonomi ile ilgili o zamanın perişan hali gözler önüne serilmekte ve devlet mekanizmasında yapılan yanlışlar vergilendirme sistemi ile ilgili hatalar gösterilmektedir. Merkezin sürekli aç olduğu çevresini sömürdüğü ama çevrenin de artık tükenmek üzere olduğu ve bu noktada üretimden mahrum olmanın zararları, ilim marifet öğrenmemenin eksikliği ve onun açtığı yaralar ele alınmaktadır. İktisat bir devletin olmazsa olmazlarındandır ve devlet eğer kaynakların tahsisinde başarılı davranamaz ise ne yazık ki bunun yankıları sosyal hayat ve siyasette de gün yüzüne çıkacaktır ki durumda bundan farklı olmamıştır. Sürekli çalkantı hali, her gün kalktığınızda değişen bir içtimai hayat ve bunun karşısında yer alan birey, bunun acı sonuçları olacaktır ve olmuştur ne yazık ki. Şimdi sözü yazarımıza bırakalım: "İstanbul’daki hazineden geçinenleri doyurmak için, hazineye büyük girdi lazım, bunun en çoğunu zavallı vilayetlerden, oradaki çiftçilerden, ziraatçilerden topluyorlar, payitaht imtiyazlı olmuş, orada yaşayanlar az vergi veriyorlarmış, ya da hiç vermiyorlarmış. Osmanlılar, burayı alınca, başarılı savaşlar yapıp, mal, ganimet çok yığıp, hazinelerini o mal ve ganimet ile doldurup Müslüman tebaalarının vergilerini şeriata göre düzenlemişler, onlardan çok ağır vergi almamışlar, ama zaferler bitip yenilmeye başlayınca mal ve ganimet azalmaya başladıktan sonra ve alelhusus bürokrasi makinesi, askeri, ordusu, Avrupai düzenlemeden sonra payitahtın, oradaki imtiyazlı, işe yaramaz kişilerin, vilayeti emmeleri daha da artmış. Merkez diğer bölgeleri eme eme kurutmuş, onlara ilim ve maarifet dağıtıp, iş öğretip, zenginlik yollarını göstermemiş, fakat emmiş de emmiş… Şimdi artık merkezde de bir şey yok, öteki taraftan vilayetlerin çoğunda da!"
Son nokta olarak bahse değer gördüğümüz mesele maariftir. Bilindiği üzere şu anda bile en büyük problem alanlarından birisi olarak bu alan gelmektedir Türkiye’de. Bu problemin bu zamana ait olmadığı, geçmişten bugüne devam eden bir problem olduğu Akçura’nın şu satırlarından anlaşılmaktadır: "Geçen hafta İstanbul’un türlü dereceden mekteplerini gezip dolaştım. İlk önce ibtidai mektepleri gezdim. Çoğu cami yanında eski, taş, soğuk binalar. Bir molla (hoca efendi) muallimlik yapıyor, genç, bir ya da iki öğrenci halfelik (kalfa efendi) yapıyor. Hocalar da, halfeler de tecvidli tecvitsiz Kur’an okuyabiliyorlar, ama halfelerin gazete okuyup anlaması çok az. Bunların çoğu fakat medresede yatan kişiler. Programlarına göre, muhtasar coğrafya, muhtasar tarih de okutmaları gerekiyor. Lakin hocalar, kalfalar kendilerinin bilmediği şeyi nasıl okutsunlar… Çok kötü yazılmış küçücük kitapları çocukların ellerine veriyorlar da: "İşte bu sayfadan şu sayfaya ezberle gel," diyorlar.
Çocuk anlamadığı Arapça sözlerle dolu kitap ibarelerini büyük meşakkate girip ezberliyor, hoca ya da kalfanın yanına gelip dersini dinlettiriyor. Hoca dersi dinlerken kitaptan kontrol ediyor; İstanbullu erkek ya da kız çocukları (çünkü birlikte okumuyorlar) 'ettehiyyat' okuyormuş gibi 'bahr'ın 'cebel'in tarifini okuyor ve işte buna coğrafya öğretme diyorlar!.. Mekteplerden birinde çocuğa "deniz nedir, biliyor musun?" diye sormuştum; "Bahr diye… bahr…" dedi de sonunu getiremedi. Soruyu kolaylaştırmak için bir başka türlü sordum, "Denizi gördüğün var mı?" "Var." "Nerede?" "Evimizden görünüyor" "O nasıl bir şeydir?" "Tuzlu su." "İşte," dedim ‘"tarif ettin, bitti.". Bir başka çocuğa dağı sordum, o "cebel diye kürre-i arzın mürtafi olan noktasına denilir" diye ezberden kitapta yazılan ibareyi okudu. "Aferin!" dedim, İstanbul’da dağ var mı?" "Yok efendim…" Halbuki bulunduğumuz mektep dağ başında idi."
Görüldüğü üzere eğitimin ahvali ortada ve buradan çıkanlar ülkenin çeşitli yerlerinde çeşitli görevler ifa edecekler. Bu halde mi, diye sormayınız.. Ne yazık ki durum bundan ibarettir.
Son kelam olarak Yusuf Akçura o zamanın ahvalini birinci ağızdan bizlere aktarmış, problemlere değinmiş, olanları ve olması gerekenleri yazmıştır. Bu kaynakları okuyarak yapılan hataları görmek ve daha sonrasında aynı hataya düşmemek adına gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Problem sadece tek alana hasredilmek yerine çok başlı bir sorunla karşı karşıya kalındığı anlaşılmalı ve çalışmalarda tek alan üzerinden ziyade maarif, iktisat, siyaset, toplum vesair olarak farklı alanlar üzerinden yürütülmelidir. Bu noktada hatıratın elimize ulaşmasında emeği geçen gerek yayınevinin çalışanları emek verenleri, gerek bu hatıratları toplayıp bugüne ulaşmasını sağlayan İsmail Türkoğlu Bey’e teşekkürler. Bu çalışmaları okuyup, değerlendirip, doğru anlayıp, ders alarak, daha sağlam adımlar atabilmemiz ve hataları tekerrür etmek yerine telafi edebilmemiz umuduyla.
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
Yusuf Akçura öncelikle meşrutiyet ile ilgili olarak aslında meşrutiyetin 1908’de ilan edilmediğini kayda geçmektedir, meşrutiyet 1876 senesinde ilan edilmiş olmakla birlikte eksik olanı "parlamentonun intihab ve içtimai fiilen icra kılınmaması" olarak ifade etmektedir. Kendi ifadesiyle: "1908 senesi Temmuzun 11’inde Devlet-i Osmaniye’de meşrutiyet ilan edildi, demek büyük bir hatadır. Devlet-i Osmaniye, 1876 senesi 23 Aralık gününden beri hukuken meşrutiyetli bir devlet olup Osmanlıların lisanı hukukunda "93 Kanunu" denilen Kanun-i Esasi resmen ilga olunmamıştır. Ancak 32 yıldan beri mezkûr kanunu birçok mevaddi ve ezcümle parlamentonun intihab ve içtimai filen icra kılınamıyordu. Bununla beraber, pek yakın bir zamana kadar, Kanun-u Esasi ile Mithat Paşa namına şerefsadır olan Ferman-ı Hümayun, resmi "Salname-i Devlet-i Aliye" ilk sayfasını tezyin eder ve meclis-i umumiye dağıtıldığı zamandan beri vaz’ olunan resmen "kavanin-i muvakkate" itibar oluna geliyordu… Lahzen 11 Temmuz iradesi ile Türkiye’de yeni bir usul idare ihdas olunmayıp, ancak mevcut Kanun-ı Esasi’nin en mühim maddesi olan Meclisi Mebusan’ın intihabatına başlanması emr olunuyor.". Daha sonrasında Akçura’nın darbelerle ilgili tarifi ve darbelere ilişkin görüşleri yer almaktadır. Darbeyi "hakk-ı hakimiyetin kaba kuvvete aşikar istinadıdır" der ve darbeyi "bir nevi anarşi" olarak tanımlar, arkasından "Anarşi ile devlet bir araya gelmez, anarşi devletin hatta fikri devletin zevali demektir. Binaenaleyh Devlet-i Meşruta-i Osmaniye’de ordunun siyaset müdahalesine dahi katiyyen meydan verilmemelidir" diyerek darbeye karşı duruşunu aktarmaktadır. Akçura Bey daha sonrasında milliyetçilik ile ilgili 'dar milliyetçiliğin' zararları ve olması gerekeni şöyle ifade eder: "Dar milliyetçilik insanı daima tenakuza sevk eder. Mesela Novoe Vremya’lı (milliyetçi rus gazetesi) bir milliyetçi "Rusya Ruslar içindir" deyip, gayri Rusların Ruslarla müsavi hukuka malik olmasını katiyyen reddettiği halde, Bulgar veya Sırpların Türkiye’de Türklerden, Hırvat veya Slavyanların Macaristan’da Macarlardan hukuken ufacık farklarını görürse kıyamet koparır!.. Eğer fikr-i milliyet bu dar çerçeveden kurtarılıp esbab-ı mütenevv-i tarihiye ile bir hudud dahiline sıkışmış muhtelif milletlerin münafîi, birbirlerinin izale-i milliyetlerine uğraşmakta değil, belki ünsiyet ve muhabbetle imtizaçlarına çalışmakta aransa, bu açık tenakuzlara düşülmezdi. Lakin iş yalnız tenakuz fikri ile de kalmaz! Dar milliyetçilik tesiriyle Dünya’da birçok insan kanı beyhude dökülür."
Yazarımız milliyetçilik bir çerçeve olarak ele almakta ve dar milliyetçilikle insan kanının dökülmesine gerek olmadığının 'ünsiyet' ve 'muhabbet' kelimelerinin burada milliyetçilik ile bağlantılandırılmasını ve bu kavramlar üzerinden bir tanımlama yapılmasını salık vermektedir. Burada es geçemeyeceğim en önemli noktalardan biriside dostluk ve o zaman şartlarında ve hatta bugün için devletler nezdinde dostluklar ile ilgili sorulan şu sorudur: "Tabiyet-i asliyeleri hüsn-ü muaşeretden ziyade rekabet ve husumet olan düvel-i muhtelifenin, esbab-ı mücbere ile dostluklar, ittifaklar teşkili az mı vakidir?". Bu soru dostluğun temelinin devletler arasında geçerli kıstasın zorlayıcı sebepler ile olduğu söz edilmekte, günümüze dönüp bakıldığında durum bundan pek farklı değildir ve bu konuda herhangi bir ilerleme sağlandığından söz edilmesi mümkün değildir. Birbirine husumeti olanların oluşan 'konjonktürel' duruma binaen yaptığı anlaşmalar, el sıkışmalar gözler önündedir ve Akçura Bey tarafından bu 1908 Temmuzunda dile getirilmiştir. Hasıl-ı değişen pek bir şey yoktur o zamandan bu zamana, aynı tas aynı hamam sözü de galiba bu durumlar için söylenmiş olmalıdır.
Daha sonrasında kitabın ilerleyen sayfalarında bir İstanbul manzarası, portresi göz önüne getirilmekte, ahvalin gidişatı az çok kestirilmeye çalışılmaktadır: "Evi zayıf ahşaptan, çok kötü bir şekilde inşa edilmiş; rüzgar vursa sallanıyor, kış gelse her köşeden soğuk giriyor, ev içinde gözle görülecek mobilya da yok, yemeği çoğunlukla aş evinde yiyorlar. Kadınların çoğu cahil, onun üstüne çok tembel. Sakız çiğneyip ya da dedikodu yapıp gün geçiriyorlar. Evin reisi yatsından sonra eve geliyor, şu zamana kadar işi varsa işinde, işi yoksa kahvehanede bulunur, ailesiyle oturup, konuşup onları da kendi derecesine getirmeye hiçbir zaman çalışmıyor, sabah olunca hızlıca evden kaçmaya çaba gösteriyor, çocukları mektebe gidip geliyorlar. Öyle olsa da İstanbullu, ailesini hiç düşünmüyor, desek doğru olmaz, onlara yiyecek içecek taşıyor, elbiseler alıyor, yıkılmaya yüz tutsa da evini de tamir ediyor. Ama İstanbullular içtimai hayatlarını, oturdukları şehri hiç düşünmüyorlar, asla kaygı duymuyorlar, evlerinin içinde ne kadar çer-çöp, eski eşyalar varsa çıkarıp sokağa döküyorlar, bazen çıkarmaya üşenip pencereden atıyorlar, bunun için İstanbul sokakları bulaşık suyu dökülen çukurlara benziyor. Çöpler birikip sokaklarda küçük tepecikler meydana getiriyor. Bazen yeni elbiseler giyip kokular sürünüp sokağa çıkan bir kişiyi, yağlı, sabunlu bulaşık suyu dökerek geri gönderiyorlar! İstanbul sokaklarının darlığı, bozukluğu, bütün dünyaca darbımesel olduğundan yazmıyorum da."
Görüldüğü üzere İstanbul’un ahvali, birinci ağızdan canlı gözlem yoluyla böyle aktarılıyor ve bu gidişatın devam ettiğini de az çok biliyoruz. Belki biraz daha makyajlı olabilir, kapatmış olabilir halimizi ama durum açıkça bundan ibarettir. Akçura Bey, lafını sözünü esirgemeden yazan bir insan, bu yüzden kitabın kimi yerlerinde de kendisine bu noktadan ötürü şikayetler geldiği ifade ediliyor. Şikayet noktası karamsar gibi görünmesi her şeyi olumsuz olarak algılaması, diğer mecmualar da durum daha iyi ifade ediliyor fakat sizde ne yazık ki olumsuz bir hava sezinleniyor diyenlere cevabı ise; ben gördüğümü yazıyorum, herhangi bir ekleme çıkarma yapmadan olabildiğince duruma uygun olarak ifade etmeye çalışıyorum diye cevap veriyor ki daha sonrasında olayların gelişme biçimi, birbiri ardına vuku bulan olaylar kendisini haklı çıkarmaktan geri durmuyor.
Bir durum değerlendirmesi yapan Yusuf Akçura, şimdi aktaracağımız pasajda da ahvali gözler önüne acı biçimde sermektedir: "Açıkça belirtiyorum, ben Avrupalıların sözlerini doğru bulmuyorum, bu fikirleri yazdığım sırada tamamen bitaraf olduklarına inanmıyorum, binaenaleyh şarkın ve bilhassa Devlet-i Osmaniye’nin istikbalini onlar kadar karanlık görmüyorum, görmek de istemiyorum lakin Devlet-i Aliye-i İran'daki Devlet-i Aliye-i Osmaniye'deki ilan-ı hürriyet ve meşrutiyetlerden, bazı gazetecilerimiz gibi- çok fazla bir şey de beklemiyorum- İngiltere’nin eski hariciye vekili Lord Lansdowne’in çoktan değil, Lordlar Kamarası’nda şark meşrutiyetlerinden bahsederken söylediği söz bana çok doğru gibi görünüyor: Yeni şişelere çok fazla eski şarap dolduruyorlar.". Yani sadece şişeler, çömlekler değişiyor içindeki şeyler, kişiler, düşünceler, duygular, terbiyeler, bilgiler hep evvelki gibi, dışından yeni görünse de, gerçekte "eski hamam, eski tas."
Daha sonrasında merkezi vilayetler ve diğer vilayetler ve ekonomi ile ilgili o zamanın perişan hali gözler önüne serilmekte ve devlet mekanizmasında yapılan yanlışlar vergilendirme sistemi ile ilgili hatalar gösterilmektedir. Merkezin sürekli aç olduğu çevresini sömürdüğü ama çevrenin de artık tükenmek üzere olduğu ve bu noktada üretimden mahrum olmanın zararları, ilim marifet öğrenmemenin eksikliği ve onun açtığı yaralar ele alınmaktadır. İktisat bir devletin olmazsa olmazlarındandır ve devlet eğer kaynakların tahsisinde başarılı davranamaz ise ne yazık ki bunun yankıları sosyal hayat ve siyasette de gün yüzüne çıkacaktır ki durumda bundan farklı olmamıştır. Sürekli çalkantı hali, her gün kalktığınızda değişen bir içtimai hayat ve bunun karşısında yer alan birey, bunun acı sonuçları olacaktır ve olmuştur ne yazık ki. Şimdi sözü yazarımıza bırakalım: "İstanbul’daki hazineden geçinenleri doyurmak için, hazineye büyük girdi lazım, bunun en çoğunu zavallı vilayetlerden, oradaki çiftçilerden, ziraatçilerden topluyorlar, payitaht imtiyazlı olmuş, orada yaşayanlar az vergi veriyorlarmış, ya da hiç vermiyorlarmış. Osmanlılar, burayı alınca, başarılı savaşlar yapıp, mal, ganimet çok yığıp, hazinelerini o mal ve ganimet ile doldurup Müslüman tebaalarının vergilerini şeriata göre düzenlemişler, onlardan çok ağır vergi almamışlar, ama zaferler bitip yenilmeye başlayınca mal ve ganimet azalmaya başladıktan sonra ve alelhusus bürokrasi makinesi, askeri, ordusu, Avrupai düzenlemeden sonra payitahtın, oradaki imtiyazlı, işe yaramaz kişilerin, vilayeti emmeleri daha da artmış. Merkez diğer bölgeleri eme eme kurutmuş, onlara ilim ve maarifet dağıtıp, iş öğretip, zenginlik yollarını göstermemiş, fakat emmiş de emmiş… Şimdi artık merkezde de bir şey yok, öteki taraftan vilayetlerin çoğunda da!"
Son nokta olarak bahse değer gördüğümüz mesele maariftir. Bilindiği üzere şu anda bile en büyük problem alanlarından birisi olarak bu alan gelmektedir Türkiye’de. Bu problemin bu zamana ait olmadığı, geçmişten bugüne devam eden bir problem olduğu Akçura’nın şu satırlarından anlaşılmaktadır: "Geçen hafta İstanbul’un türlü dereceden mekteplerini gezip dolaştım. İlk önce ibtidai mektepleri gezdim. Çoğu cami yanında eski, taş, soğuk binalar. Bir molla (hoca efendi) muallimlik yapıyor, genç, bir ya da iki öğrenci halfelik (kalfa efendi) yapıyor. Hocalar da, halfeler de tecvidli tecvitsiz Kur’an okuyabiliyorlar, ama halfelerin gazete okuyup anlaması çok az. Bunların çoğu fakat medresede yatan kişiler. Programlarına göre, muhtasar coğrafya, muhtasar tarih de okutmaları gerekiyor. Lakin hocalar, kalfalar kendilerinin bilmediği şeyi nasıl okutsunlar… Çok kötü yazılmış küçücük kitapları çocukların ellerine veriyorlar da: "İşte bu sayfadan şu sayfaya ezberle gel," diyorlar.
Çocuk anlamadığı Arapça sözlerle dolu kitap ibarelerini büyük meşakkate girip ezberliyor, hoca ya da kalfanın yanına gelip dersini dinlettiriyor. Hoca dersi dinlerken kitaptan kontrol ediyor; İstanbullu erkek ya da kız çocukları (çünkü birlikte okumuyorlar) 'ettehiyyat' okuyormuş gibi 'bahr'ın 'cebel'in tarifini okuyor ve işte buna coğrafya öğretme diyorlar!.. Mekteplerden birinde çocuğa "deniz nedir, biliyor musun?" diye sormuştum; "Bahr diye… bahr…" dedi de sonunu getiremedi. Soruyu kolaylaştırmak için bir başka türlü sordum, "Denizi gördüğün var mı?" "Var." "Nerede?" "Evimizden görünüyor" "O nasıl bir şeydir?" "Tuzlu su." "İşte," dedim ‘"tarif ettin, bitti.". Bir başka çocuğa dağı sordum, o "cebel diye kürre-i arzın mürtafi olan noktasına denilir" diye ezberden kitapta yazılan ibareyi okudu. "Aferin!" dedim, İstanbul’da dağ var mı?" "Yok efendim…" Halbuki bulunduğumuz mektep dağ başında idi."
Görüldüğü üzere eğitimin ahvali ortada ve buradan çıkanlar ülkenin çeşitli yerlerinde çeşitli görevler ifa edecekler. Bu halde mi, diye sormayınız.. Ne yazık ki durum bundan ibarettir.
Son kelam olarak Yusuf Akçura o zamanın ahvalini birinci ağızdan bizlere aktarmış, problemlere değinmiş, olanları ve olması gerekenleri yazmıştır. Bu kaynakları okuyarak yapılan hataları görmek ve daha sonrasında aynı hataya düşmemek adına gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Problem sadece tek alana hasredilmek yerine çok başlı bir sorunla karşı karşıya kalındığı anlaşılmalı ve çalışmalarda tek alan üzerinden ziyade maarif, iktisat, siyaset, toplum vesair olarak farklı alanlar üzerinden yürütülmelidir. Bu noktada hatıratın elimize ulaşmasında emeği geçen gerek yayınevinin çalışanları emek verenleri, gerek bu hatıratları toplayıp bugüne ulaşmasını sağlayan İsmail Türkoğlu Bey’e teşekkürler. Bu çalışmaları okuyup, değerlendirip, doğru anlayıp, ders alarak, daha sağlam adımlar atabilmemiz ve hataları tekerrür etmek yerine telafi edebilmemiz umuduyla.
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
Bir devin ve bir devrin rüyaları
Osmanlı Devleti’ne 33 yıl boyunca birçok vazifeyle hizmet etmesinin yanı sıra neşrettiği sayısız kıymetli eserle tam manasıyla bir 'Bir Eski Zaman Efendisi': İbnülemin Mahmut Kemal İnal. Onun hayatını buraya sığdırmak mümkün olmamakla birlikte, doğduğu yıl itibariyle (1870) memleketin siyasî ve fikrî ortamının en çetrefilli zamanlarında yaşadığını söylemek bile kafi.
Devlet ricalinden, ehl-i irfandan, şairlerden ve fikir adamlarından müteşekkil toplantıların yapıldığı evi bir nevi ilim meclisiydi. Bu mecliste söz elbette İbnülemin'e aitti ancak nadiren Hakkı Tarık Us'un, Mükrimin Halil Yınanç'ın ve eski Bâbıâli mensuplarından Hulusî Bey gibi kimselerin söze karıştığı da olurdu. Sorulmadıkça konuşmamak meclisin âdetiydi, yani haddini bilmek...
İbrahim Öztürkçü'nün hazırladığı İbnülemin'in Rüyaları, işte bu mümtaz şahsiyetin psikolojisini, irtibatta olduğu cemiyetleri ve dönemin türlü ortamlarını (edebî, siyasî, tasavvufî) tanımak için oldukça ilginç bir kitap. Şehir Üniversitesi Taha Toros Arşivi'nde bulunan ve kendisinin el yazısıyla yaklaşık 70 varaktan oluşan rüyalar, İbnülemin'in psikobiyografisi için kaynak teşkil ediyor. Her geçen gün psikobiyografi eserlerinin artmasındaki ve bu alanda ciddi çalışmalar yapılmasının sebebi ise belli: insanın ruh dünyasını tanımak. Öztürkçü'nün de belirttiği gibi bu kitap İbnülemin'in bilinçaltına yolculuk ve ona dair 'psikanalist' okuma yapmaya imkân sağlayan bir öneme sahip.
Kitabın girişinde rüya mevzusuna batıdan ve doğudan çeşitli örnekler verip yorumlar getiren Öztürkçü'nün şu yorumları, kitabı okuyacakların meseleye bakışına bir renk verebilir: "Freud, rüyaları, uykumuz sırasında oluşan akıldışı ruhsal faaliyetler olarak görmekte ve rüyaların ilâhî kaynaklı olmayıp sadece arzu tatmininden ibaret bilinçaltındaki düşüncelerin serbest olarak yüzeye çıktığı, insanların bu yolla ruhsal ve fiziksel olarak rahatlayıp tatmine ulaştığı bir olay şeklinde nitelendirmektedir. Bununla birlikte Freud'un nevroz teorisini geliştirip, psikanaliz tedavi yöntemini bulması, modern rüya yorumu sanatını ortaya çıkarması nedeniyle, bilim tarihinin en önde gelen isimlerinden biri olarak kabul görmüştür. Fakat rüyayı bir isteğin tatmini olarak anlamak, Freud'un en büyük yanlışlarından biri olup, onun düşünce dünyasını esir alan materyalist algısının bir yansımasıdır."
Bizim düşünce dünyamızda şüphe yok ki rüyalar çok büyük bir öneme sahiptir. Hem dünya hem de ahiret hayatına dair anlamlar aranır. Aile saadeti, meslekî gidişat, şahsî vaziyet ve akıbet... Rüya konusunda ehil olan kimselerden işte bu meseleler sebebiyle yorum istenir. Elbette bunlar yapılırken söz konusu rüyanın hayırlara çıkması için Allah'a niyaz edilir. Diğer yandan rüyalar, "nübüvettin kırkta biri" olarak kabul edildiği için kimselere anlatılmaz, mevzunun ehil zâtları rüyaların (ister iyi ister kötü görünen) herkesle paylaşılmaması gerektiğini telkin ederler. Bir de işin tasavvufî tarafı vardır. Orada rüyadan çok mana kelimesi kullanılır. Bir şeyh efendiye, yola (tarikat) ya da benzeri mevzulara dair mana gören kimseler bu manayı bir kâğıda yazıp tanıdıkları, hiç değilse eş-dost tarafından bilinen bir büyüğe götürürler. Ondan yorum rica ederler. Bu yorum bazen manayı görenin bir yola intisab etmesine delil teşkil eder, bazen de kısmetinin başka bir kapıda olduğuna. İbrahim Öztürkçü'nün belirttiğine göre İbnülemin Mahmut Kemal İnal rüyalarında daha çok hususlar dikkat çekiyor:
1. Sadâret, vezâret, nezâret, Mabeyn Başkâtipliği, Maarif Nazırlığı, Hilafet Başkâtipliği, feriklik, Meşihat mektupçuluğu, Divan-ı Hümayûn Beylikçiliği gibi rütbelerden birinin kendisine tevcih edilme beklentisiyle alakalı manalar sıktır.
2. Rüyaların görüldüğü vakitler genellikle sabah, sabaha yakın, sabah namazından sonra ve geceleyin gibi "evkât-ı mahsusa"lardır.
3. İbnülemin, kendi rüyaları dışında kendisinden iki yaş küçük biraderi Ahmed Tevfik Bey'in rüyalarını da bazen zikreder. Nitekim rüyalarda bulunan şahısların başında kardeşi gelir.
4. Rüyalarda görülen şahıslar arasında padişahlar ve devlet ricali başta olmak üzere dinî, ilmî, edebî şahsiyetler ve sanatkârlar yer almaktadır. Çok zengin bir listedir bu. Peygamber Efendimiz'den Hulefâ-yı Raşidîn'e, Ezvâc-ı Tâhirât'tan Ashâb-ı Kirâm'a, padişahlardan şehzadelere, şeyhler ve velilerden sadrazamlar ve paşalara, şeyhülislamlardan müsteşarlara, nâzırlardan mûsıkîşinaslara ve hattatlara kadar uzanan bir liste.
5. Her rüyada olduğu gibi şahıslar bazen kendi görevlerinin dışında farklı makamlarda yer alabilmektedir, suret ya da kılık-tip değiştirebilmektedir. Ölülerin diri, dirilerin ölü olması da bu türden bir örnektir. Bazı rüyaları vesilesiyle İbnülemin'in aile kökeninin Efendimize dayandığını, bazılarıyla da baba tarafından Hazreti Hüseyin neslinden geldiklerini öğrenebiliyoruz. Diğer yandan bağlı bulunduğu tasavvuf çevresini de görebiliyoruz. Bu anlamda İbnülemin hiç şaşırtmaz, o zaten maddî ve manevî cezbesiyle tipik bir nakşî dervişi gibidir ki Süleyman Nazif'in şu cümleleri onun her an infilak etmeye hazır ruh hâlini izah eder: "Boğaz'ın bir semtine batarya yerleştirseler, karşı tarafına Mahmut Kemâl Bey'i koysalar ve 'Ateş!" diye komut verseler, beş dakika içerisinde Mahmut Kemâl Bey, bataryayı susturur ve tarümar eder."
6. Rüyaların geçtiği mekanlar tıpkı rüyalara konuk olanlar gibi çeşit çeşit. Genellikle İbnülemin'in baba ocağı Sarı Konak'ı okuyoruz. Onun dışındaysa camiler, Topkapı Sarayı'nın Hırka-i Saâdet dairesi, tekkeler, dergâhlar, başka konaklar, devlet daireleri, şehirler-semtler, vapurlar, berber dükkânları, tiyatrolar yer alıyor rüyalarda.
7. Bir rüyasında Mustafa Paşa'nın kerimesi Mirhimâh yahut Mihrişâh Sultan'la evlendiğini ve hatta saltanat namzedi bir erkek çocuğu olduğunu görüyoruz. Bu da İbnülemin'in gönlünde kalan ukdeyi işaret ediyor.
8. Rüyalar genellikle güzel dualar eşliğinde bitiyor. Burada hem Türkçenin lezzetini hem de İbnülemin'in niyaz biçimindeki samimiliği görebiliyoruz. Yine bazı rüyaların sonunda da "teferruatı vardı ama unuttum" gibi ifadeler görüyoruz. Kimi rüyalarını uyanır uyanmaz yazsa da bazı rüyalarını unutmuş İbnülemin.
9. Vasiyete benzer isteklerle de karşılaşıyoruz İbnülemin'in rüyalarında. Öldükten sonra nereye defnedilebileceği gibi.
10. Şahıs İbnülemin olunca onun sevmediği yahut onu sevmeyen insanların da rüyalarda iç içe geçtiğini görmek mümkün. Gerçek hayatta pek hazzetmediği kimselerle mana âleminde de arası pek iyi değildir onun. Bu isimlerden bazıları şöyle: Babanzâde Ahmed Naim, Midhat Cemal, Ali Emirî, M. Zeki Pakalın, Osman Nuri Ergin ve Mehmed Âkif Ersoy. Bu son isim bizi epey şaşırtıyor, 1331 Rebîülâhiri'nin 23'üncü Salı sabahı rüyasında Âkif'in faziletine dair gazetelere düşen haberleri duyunca şu cevabı verir: "Âkif'in gazetelere yazılan faziletinden ve Âlemi-i İslâmiyet'e hizmetinden filandan bahsederek 'Musa Kazım vesâire gibi adamlar dururken ona öyle denilir mi?' meâlinde sözler söyledim."
Rüyaların bu genel özelliklerinden bahsettikten sonra Öztürkçü şu cümlelerle okuyucuyu rüyalarla baş başa bırakıyor: "Cemil Meriç'in ifadesiyle irfan medeniyetinin bakiyesi olarak cumhuriyet dönemini idrak eden nesil içerisinde İbnülemin, hafızasını kaybeden bir insanın hastalığına şifa bulmaya çalışan bir doktor gibidir. Tedavi şekli ise içinde yetiştiği medeniyetin hususiyetlerini kılık-kıyafetiyle ve şahsına münhasır mizacıyla Cumhuriyet'e intikal ettirmekten ibarettir."
Yazıyı bitirmeden evvel buraya kitaptan İbnülemin'in bir rüyasını olduğu gibi yazmak istiyorum. Bu rüya hem mevzusu itibariyle hem de gayba yönelik bir 'uyarı olduğu' ortaya çıkması (sahiden mi bilemeyiz, Allahuâlem) sebebiyle pek mühim ve ilginç. Buyursunlar:
"Meşin cüzdan gibi bir şey içinde yeni darb olmuş, tahminen seksen yüz kadar Osmanlı altını vardı. Cüzdan koynumdan yok oldu, galiba çaldılar. Bir müddet sonra altınların birkaçı eksik olarak cüzdan yine koynumda bulundu. Yanımda bulunanlara "İşte murâkabenin fevâidini murâkebe ettim, cüzdan yerine geldi" diyordum. Daha başka sözler ve haller oldu, unuttum. Büsbütün gâib olmaktansa bir miktarının eksik olmasına galiba memnun oluyordum. Bu da maişetimize ait zuhurâttır. Cenabı Rezzâk-ı Kerîm'e iltica ederim.
...
[Derkenar] 5 gün sonra içinde hayli para olduğu hâlde nefis cüzdanımı tramvayda çaldılar yahut düşürdüm. Bilmem bu o mudur?"
Rüyalarını yazarak şeyhine mektupla gönderen ve bu yolla irşad edilmeyi bekleyen Üsküplü Asiye Hatun'un Rüya Mektupları'ndan sonra (daha evvel Cemal Kafadar'ın Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken kitabında rastladığımız mektuplar) yine benzer ve lezzet bakımından hiç farkı olmayan bir kitap İbnülemin'in Rüyaları. Hazretin mana âleminden, o günlerin âlemine bir bakış...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Devlet ricalinden, ehl-i irfandan, şairlerden ve fikir adamlarından müteşekkil toplantıların yapıldığı evi bir nevi ilim meclisiydi. Bu mecliste söz elbette İbnülemin'e aitti ancak nadiren Hakkı Tarık Us'un, Mükrimin Halil Yınanç'ın ve eski Bâbıâli mensuplarından Hulusî Bey gibi kimselerin söze karıştığı da olurdu. Sorulmadıkça konuşmamak meclisin âdetiydi, yani haddini bilmek...
İbrahim Öztürkçü'nün hazırladığı İbnülemin'in Rüyaları, işte bu mümtaz şahsiyetin psikolojisini, irtibatta olduğu cemiyetleri ve dönemin türlü ortamlarını (edebî, siyasî, tasavvufî) tanımak için oldukça ilginç bir kitap. Şehir Üniversitesi Taha Toros Arşivi'nde bulunan ve kendisinin el yazısıyla yaklaşık 70 varaktan oluşan rüyalar, İbnülemin'in psikobiyografisi için kaynak teşkil ediyor. Her geçen gün psikobiyografi eserlerinin artmasındaki ve bu alanda ciddi çalışmalar yapılmasının sebebi ise belli: insanın ruh dünyasını tanımak. Öztürkçü'nün de belirttiği gibi bu kitap İbnülemin'in bilinçaltına yolculuk ve ona dair 'psikanalist' okuma yapmaya imkân sağlayan bir öneme sahip.
Kitabın girişinde rüya mevzusuna batıdan ve doğudan çeşitli örnekler verip yorumlar getiren Öztürkçü'nün şu yorumları, kitabı okuyacakların meseleye bakışına bir renk verebilir: "Freud, rüyaları, uykumuz sırasında oluşan akıldışı ruhsal faaliyetler olarak görmekte ve rüyaların ilâhî kaynaklı olmayıp sadece arzu tatmininden ibaret bilinçaltındaki düşüncelerin serbest olarak yüzeye çıktığı, insanların bu yolla ruhsal ve fiziksel olarak rahatlayıp tatmine ulaştığı bir olay şeklinde nitelendirmektedir. Bununla birlikte Freud'un nevroz teorisini geliştirip, psikanaliz tedavi yöntemini bulması, modern rüya yorumu sanatını ortaya çıkarması nedeniyle, bilim tarihinin en önde gelen isimlerinden biri olarak kabul görmüştür. Fakat rüyayı bir isteğin tatmini olarak anlamak, Freud'un en büyük yanlışlarından biri olup, onun düşünce dünyasını esir alan materyalist algısının bir yansımasıdır."
Bizim düşünce dünyamızda şüphe yok ki rüyalar çok büyük bir öneme sahiptir. Hem dünya hem de ahiret hayatına dair anlamlar aranır. Aile saadeti, meslekî gidişat, şahsî vaziyet ve akıbet... Rüya konusunda ehil olan kimselerden işte bu meseleler sebebiyle yorum istenir. Elbette bunlar yapılırken söz konusu rüyanın hayırlara çıkması için Allah'a niyaz edilir. Diğer yandan rüyalar, "nübüvettin kırkta biri" olarak kabul edildiği için kimselere anlatılmaz, mevzunun ehil zâtları rüyaların (ister iyi ister kötü görünen) herkesle paylaşılmaması gerektiğini telkin ederler. Bir de işin tasavvufî tarafı vardır. Orada rüyadan çok mana kelimesi kullanılır. Bir şeyh efendiye, yola (tarikat) ya da benzeri mevzulara dair mana gören kimseler bu manayı bir kâğıda yazıp tanıdıkları, hiç değilse eş-dost tarafından bilinen bir büyüğe götürürler. Ondan yorum rica ederler. Bu yorum bazen manayı görenin bir yola intisab etmesine delil teşkil eder, bazen de kısmetinin başka bir kapıda olduğuna. İbrahim Öztürkçü'nün belirttiğine göre İbnülemin Mahmut Kemal İnal rüyalarında daha çok hususlar dikkat çekiyor:
1. Sadâret, vezâret, nezâret, Mabeyn Başkâtipliği, Maarif Nazırlığı, Hilafet Başkâtipliği, feriklik, Meşihat mektupçuluğu, Divan-ı Hümayûn Beylikçiliği gibi rütbelerden birinin kendisine tevcih edilme beklentisiyle alakalı manalar sıktır.
2. Rüyaların görüldüğü vakitler genellikle sabah, sabaha yakın, sabah namazından sonra ve geceleyin gibi "evkât-ı mahsusa"lardır.
3. İbnülemin, kendi rüyaları dışında kendisinden iki yaş küçük biraderi Ahmed Tevfik Bey'in rüyalarını da bazen zikreder. Nitekim rüyalarda bulunan şahısların başında kardeşi gelir.
4. Rüyalarda görülen şahıslar arasında padişahlar ve devlet ricali başta olmak üzere dinî, ilmî, edebî şahsiyetler ve sanatkârlar yer almaktadır. Çok zengin bir listedir bu. Peygamber Efendimiz'den Hulefâ-yı Raşidîn'e, Ezvâc-ı Tâhirât'tan Ashâb-ı Kirâm'a, padişahlardan şehzadelere, şeyhler ve velilerden sadrazamlar ve paşalara, şeyhülislamlardan müsteşarlara, nâzırlardan mûsıkîşinaslara ve hattatlara kadar uzanan bir liste.
5. Her rüyada olduğu gibi şahıslar bazen kendi görevlerinin dışında farklı makamlarda yer alabilmektedir, suret ya da kılık-tip değiştirebilmektedir. Ölülerin diri, dirilerin ölü olması da bu türden bir örnektir. Bazı rüyaları vesilesiyle İbnülemin'in aile kökeninin Efendimize dayandığını, bazılarıyla da baba tarafından Hazreti Hüseyin neslinden geldiklerini öğrenebiliyoruz. Diğer yandan bağlı bulunduğu tasavvuf çevresini de görebiliyoruz. Bu anlamda İbnülemin hiç şaşırtmaz, o zaten maddî ve manevî cezbesiyle tipik bir nakşî dervişi gibidir ki Süleyman Nazif'in şu cümleleri onun her an infilak etmeye hazır ruh hâlini izah eder: "Boğaz'ın bir semtine batarya yerleştirseler, karşı tarafına Mahmut Kemâl Bey'i koysalar ve 'Ateş!" diye komut verseler, beş dakika içerisinde Mahmut Kemâl Bey, bataryayı susturur ve tarümar eder."
6. Rüyaların geçtiği mekanlar tıpkı rüyalara konuk olanlar gibi çeşit çeşit. Genellikle İbnülemin'in baba ocağı Sarı Konak'ı okuyoruz. Onun dışındaysa camiler, Topkapı Sarayı'nın Hırka-i Saâdet dairesi, tekkeler, dergâhlar, başka konaklar, devlet daireleri, şehirler-semtler, vapurlar, berber dükkânları, tiyatrolar yer alıyor rüyalarda.
7. Bir rüyasında Mustafa Paşa'nın kerimesi Mirhimâh yahut Mihrişâh Sultan'la evlendiğini ve hatta saltanat namzedi bir erkek çocuğu olduğunu görüyoruz. Bu da İbnülemin'in gönlünde kalan ukdeyi işaret ediyor.
8. Rüyalar genellikle güzel dualar eşliğinde bitiyor. Burada hem Türkçenin lezzetini hem de İbnülemin'in niyaz biçimindeki samimiliği görebiliyoruz. Yine bazı rüyaların sonunda da "teferruatı vardı ama unuttum" gibi ifadeler görüyoruz. Kimi rüyalarını uyanır uyanmaz yazsa da bazı rüyalarını unutmuş İbnülemin.
9. Vasiyete benzer isteklerle de karşılaşıyoruz İbnülemin'in rüyalarında. Öldükten sonra nereye defnedilebileceği gibi.
10. Şahıs İbnülemin olunca onun sevmediği yahut onu sevmeyen insanların da rüyalarda iç içe geçtiğini görmek mümkün. Gerçek hayatta pek hazzetmediği kimselerle mana âleminde de arası pek iyi değildir onun. Bu isimlerden bazıları şöyle: Babanzâde Ahmed Naim, Midhat Cemal, Ali Emirî, M. Zeki Pakalın, Osman Nuri Ergin ve Mehmed Âkif Ersoy. Bu son isim bizi epey şaşırtıyor, 1331 Rebîülâhiri'nin 23'üncü Salı sabahı rüyasında Âkif'in faziletine dair gazetelere düşen haberleri duyunca şu cevabı verir: "Âkif'in gazetelere yazılan faziletinden ve Âlemi-i İslâmiyet'e hizmetinden filandan bahsederek 'Musa Kazım vesâire gibi adamlar dururken ona öyle denilir mi?' meâlinde sözler söyledim."
Rüyaların bu genel özelliklerinden bahsettikten sonra Öztürkçü şu cümlelerle okuyucuyu rüyalarla baş başa bırakıyor: "Cemil Meriç'in ifadesiyle irfan medeniyetinin bakiyesi olarak cumhuriyet dönemini idrak eden nesil içerisinde İbnülemin, hafızasını kaybeden bir insanın hastalığına şifa bulmaya çalışan bir doktor gibidir. Tedavi şekli ise içinde yetiştiği medeniyetin hususiyetlerini kılık-kıyafetiyle ve şahsına münhasır mizacıyla Cumhuriyet'e intikal ettirmekten ibarettir."
Yazıyı bitirmeden evvel buraya kitaptan İbnülemin'in bir rüyasını olduğu gibi yazmak istiyorum. Bu rüya hem mevzusu itibariyle hem de gayba yönelik bir 'uyarı olduğu' ortaya çıkması (sahiden mi bilemeyiz, Allahuâlem) sebebiyle pek mühim ve ilginç. Buyursunlar:
"Meşin cüzdan gibi bir şey içinde yeni darb olmuş, tahminen seksen yüz kadar Osmanlı altını vardı. Cüzdan koynumdan yok oldu, galiba çaldılar. Bir müddet sonra altınların birkaçı eksik olarak cüzdan yine koynumda bulundu. Yanımda bulunanlara "İşte murâkabenin fevâidini murâkebe ettim, cüzdan yerine geldi" diyordum. Daha başka sözler ve haller oldu, unuttum. Büsbütün gâib olmaktansa bir miktarının eksik olmasına galiba memnun oluyordum. Bu da maişetimize ait zuhurâttır. Cenabı Rezzâk-ı Kerîm'e iltica ederim.
...
[Derkenar] 5 gün sonra içinde hayli para olduğu hâlde nefis cüzdanımı tramvayda çaldılar yahut düşürdüm. Bilmem bu o mudur?"
Rüyalarını yazarak şeyhine mektupla gönderen ve bu yolla irşad edilmeyi bekleyen Üsküplü Asiye Hatun'un Rüya Mektupları'ndan sonra (daha evvel Cemal Kafadar'ın Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken kitabında rastladığımız mektuplar) yine benzer ve lezzet bakımından hiç farkı olmayan bir kitap İbnülemin'in Rüyaları. Hazretin mana âleminden, o günlerin âlemine bir bakış...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf