SAYFALAR

7 Nisan 2017 Cuma

Ruhu ağrıyan bir adamın portresi

"Hepimiz bir şey bekleriz. Mesela ben, hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum, bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim, bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti."
- Andrei Tarkovsky

Umutla umutsuzluğun birleştiği anlarda hayat, birçok kez manik-depresif bir hal alabilir. Yaşanan olaylara duygu-durum bozukluğuyla bakmanın zorluğu, tam olarak umutla veya tam olarak umutsuzlukla bakmaktan daha zordur. Her an değişen ruh durumları, insanda mengeneye sıkışmış bir ruh ortaya çıkarır. Ruhsuzluğun getirdiği dinçlik veya hassaslığın getirdiği kırılganlıktan daha zordur bu tür durumları yaşamak. Hayatının büyük bir bölümünü bu şekilde geçiren bir insanın yaşama bakışı, elbette ki böyle olmayan bireylerden farklı olacaktır. İnsanı bu duruma getiren birçok sebep sayılabilir; terk eden bir baba, iki çocuğuyla ne yapacağını bilmeyen ve yüzü bundan sonra çok az gülecek bir anne, mülkiyetin ve eşyanın vermiş olduğu sıkışmışlık hissi, hayatın içinde tüm realistliğiyle duran “gündelik sözlerimiz arasında geçecek kadar kaba” ölüm, bekleyişler, arayışlar arayışlar ama bulamayışlar... Tarık TufanVe sen Kuş Olur Gidersin”de bunların kitabını, hikayesini yazıyor. Temelde olan bir hikaye ve yer yer denemelerle birleştirdiği yazılarıyla bir insanın yaşadığı ‘halleri’, duyguları veya hissizliği kalbinden hissederek kelimeleri sayfalara gönderiyor. Bir Tarık Tufan kitabı okurken gözümün önüne, elinde sigarasıyla uzaklara bakan, aklından bütün yenilgileri atmış ama ruhu ağrıyan bir adamın portresi geliyor. Bütün yenilgileri tatmış, acıları duymuş ama artık köze dönen ruhunun içinde yaşayan bir kaybetmiş (ya da kazanmış).

Ve Sen Kuş Olur Gidersin, Profil Kitap’tan yayımlanan bir roman. Ancak romandan yer yer farklı özellikler de gösterebiliyor. Özellikle başlarda sık sık, sonralarda ise daha az yer almakla beraber bazı bölümler yazarın bakış açısından ve asıl olaydan kopmadan bir deneme gibi sunulmuş okura. 125 sayfadan, 1 önsöz ve 25 bölümden oluşuyor. Okur, okumaya ilk başladığında bir deneme kitabı okuyor sanabilir kendini fakat sonrasında başkarakterin annesinin ölümüyle başlayan asıl olay, roman kısmını bize aktarıyor. 25 bölümün çok büyük kısmı başkarakterin bakış açısından anlatılıyor ancak 17. bölüm karakterin sevdiği kızın bakış açısıyla (Lola); 18. bölüm kardeşinin bakış açısıyla; 19. bölüm babasının bakış açısıyla ve 24. bölüm de kitabın sonlarında yanında işe girdiği kafesçi Muzaffer Amca’nın bakış açısıyla yazılmış. Bu şekildeki anlatım tarzı kitaba bir tempo katmış. Hatta yazar, kitabın ortasından sonra değil de, başlarda da bu yöntemi denese daha iyi olabilirdi. Annesinin bakış açısından da bir bölüm eklenebilirdi. Tarık Tufan, roman türünde yazdığı kitaplarında karakterlerinin psikolojik durumlarını başarılı bir şekilde detaylandıran bir yazar. “Hayal Meyal” kitabında da, “Şanzelize Düğün Salonu”nda da bu durumu görebiliyoruz. Bu kitapta da, babasının evi terk etmesiyle beraber başlayıp, annesinin ölümüyle devam eden süreçte karakterin yaşadığı psikolojik durumu ve yalnızlığı başarılı bir şekilde betimliyor yazar: “İnsanların yüz ifadelerine biraz dikkatli bakınca birçok şeyi gizlemenin, ya da en azından bir şey yokmuş gibi davranmanın zorunlu olduğunu düşündüm. Birçoğu ‘Bu herife nerden yakalandım?’ der gibi bakıyordu. Kimi, sıkılgan bir şekilde etrafına bakmayı tercih ederken kimisi de, ilgili görünmek için ben konuşurken başını sallayıp üzgün bir hal takınıyordu. Hiçbiri de ‘Bunları dinlemeye tahammülüm yok. Başının çaresine bak. Ne halin varsa gör’ türünden şeyler söyleme cesareti gösteremedi. Böyle düşündüklerini adım gibi biliyordum. Neden durup dinliyormuş gibi yapıyorlardı o zaman? Sanırım bana ihtiyaçları vardı o zamanlar. Henüz düşmemiştim ve tutunduğum yerde olmak için sahip olduğum birçok şeyi feda edebilecek insanlar tanıyordum.

Tarık Tufan’ın romanlarında her zaman gözümüze çarpan bir şey vardır: umutsuzluk ve daha da önemlisi bu umutsuzluğun içinde çırpınan bireyler. Mutlu insanlar, işleri yolunda giden karakterler pek bulunmaz yazarın kitaplarında. Arayışlar ve bulamayışlar, insanın içinde kopan fırtınalar, kavuşamamalar her zaman bolca bulunur. İnsanların iki yüzlülüğünü, kokuşmuşluğunu, sahte sevgilerin içinde kendini birilerine beğendirme çabalarındaki insanların zavallılığını, toplumda hiç konuşulmuyor gibi yapılan ama en çok konuşulan konuların insanlara verdiği hazzı yazar sanki otobiyografisini anlatır gibi aktarıyor okura. Bir bilgim yok ama ben bu kitabın tamamen olmasa bile kısmen otobiyografik ögeler barındırdığını düşünüyorum: “Düşüş hikayeleri gizliden gizliye hoşumuza gider. İflas etmiş iş adamları, geneleve düşmüş kadınlar, evden kaçmış gençler, terk edilmiş çocuklar, intihar etmiş adamlar sohbetlerimizin gizli keyifleridir. Herkes bildiği en hazin düşüş öyküsünü anlatmakla geniş sohbet ortamlarında ayrı bir statü elde eder. En acı hikayeyi biliyor olmak ayrıcalığıyla, ufak ayrıntılara girerek anlatır durur. Başkalarının düşüşleri, anlatılması en kolay hikayelerdir nasılsa. Gazeteleri okumaya üçüncü sayfadan başlamayı alışkanlık edinmiş bir toplumun bu gizli zevki, acıları her geçen gün biraz daha sömürüyor, kendileri için eğlenceye dönüştürüyor. Yeter ki başkalarının başından geçmiş olsun. Yeter ki kendi evlerine uğramamış olsun.

İnsan Tamamlanmamış Bir Cümledir
Yazarın her kitabında olduğu gibi bu kitabın dili de okuru kitabın içine çekiyor. Anlaşılır cümlelerle kitabını oluşturan yazar, süslü tasvirlerden genelde kaçınsa da bazen betimlemelerin yoğunluğu okumayı ağırlaştırıyor. Bunu Tufan’ın her kitabında gördüğümüz için yazarın tarzı olarak kabul edebiliriz; ancak benzetmeleri biraz daha az kullanması, kitabın akıcılığını daha da artırırdı. Öyküleyici anlatımın betimleyici anlatımla harmanlanmış hali de okur için artı bir özellik. Konu olarak da çok bilinen, toplumda her zaman karşılaştığımız bir olayı işleyen yazar bunu kendi tarzıyla ortaya koyunca okuması keyifli, ancak düşündürücü, insanın kalbine tesir eden bir kitap çıkmış ortaya. Özellikle babasının evi terk ettiği bölümü sanki yaşamış gibi işlemiş satırlarına. Kitapta tempo özellikle 31. sayfadan sonra artmaya başlıyor. Yukarıda da yazdığım gibi, o sayfaya kadar genellikle deneme tarzında giden kitap bundan sonra daha çok romana evriliyor.

Tarık Tufan yazar olmasaymış iyi bir sosyolog veya psikolog olabilirmiş. Bu ikisi farklı alanlar olsa da Tufan, ikisinden de ne kadar iyi anladığını bu kitabında net bir şekilde göstermiş. Zaten sosyoloji ve psikolojiden anlamadan roman yazılmaz ama Tufan’ın tespitleri bunları iyi bir şekilde bildiğini gösteriyor. İnsanın kendini tamamlama isteğiyle ilgili yazdığı şu satırların bunun kanıtı olduğu kanaatindeyim: “Hevesleri, beklentileri, erteledikleri, kursağında kalmış kelimeleri, kaçırılmış bakışları, gizledikleri, bitirilmemiş mektupları, susuşları ve istemsiz veda edişleriyle tamamlanmamış bir cümledir insan. Son anda binmekten vazgeçtiği bir otobüs, suskun kalınmış bir telefon araması, sinemada yanında duran boş koltuğa bakış… Tamamlanmamış bir cümledir insan. Yalnızlığıyla bile bir araya gelemeyecek kadar ıssız… Bütün bunlara rağmen hayat, yine de anlamlı bir cümle kurabilme isteğidir. İnsanın kendini tamamlayabilme isteği… Zaman içinde aşınmış, her şeye kırgın bir ruhun kendini onarabilme çabasıdır.

İnsan Hep Yarındır
Tarık Tufan’ın karakterleri kitaplarında bazen ya da her zaman bir bunalım halinde. Düşünceli, dalgın, her an kötü bir şey olabilecek korkusu ya da sorunlardan kaçmaya çabalayan bireylerin çıkmazları birçok kez karşımıza çıkıyor. Bu durumun ortaya çıkardığı ‘erteleme’, karakterlerde kendini gösteriyor. Fakat bu erteleme, tembellikten ziyade sorunları karşılama güçlerini kendilerinde bulamadıklarından kaynaklanıyor. Oldukça duyarlı olan bu bireylerin halini Tufan, kitabın sonlarında açıkça ortaya koyuyor. "İnsan Hep Yarındır" başlığıyla sunduğu bölümde karakterin ve kitapta esen havanın bir özetini çıkarıyor okura: “Yarın kelimesi bende büyülü çağrışımlar uyandırdı hayatım boyunca. Yaşadığım her günün acısını ve umudunu yarına erteledim. Ertesi gün olduğunda her şeyin yerli yerine oturacağına ilişkin bitimsiz beklentiler büyüttüm içimde. Nefes aldığım ölçüde yarınlar bitmiyordu. Bu kadar geniş bir yarının hiçbir zaman gelmeyeceğini elbette biliyordum. Buna rağmen bu duygu hiç eksilmedi dünyamdan. Yaralarım yarın iyileşecek! Oyuncağım yarın alınacak. … Yarın bugünden iyi olacak. Yarın bugünden iyi olabilir. Yarın ya da bugün… Bitimsiz yarınlar sayesinde gün boyu sırtımda taşıdığım yükleri bir kenara bırakıp uyuyabiliyordum.

Karakterin psikolojisinin sağlam bir şekilde okura aktarıldığı, olay örgüsünün düzgün verildiği iyi bir kitap Ve Sen Kuş Olur Gidersin. Tek eksiği, biraz kısa kalmış. 30-40 sayfa daha bu kalitede yazılabilseydi tam bir tamamlanmışlık olabilirdi.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder