Bugün köşe yazarlarındaki ve köşe yazılarındaki seviye herkesin malumu. Bir yanda malayani dille hamaset genişletenler, öte yanda lüzumsuz derecede teskin edici ve pasif kılıcı üslupla adeta zaman geçirenler.
Böyle bir ortamda Âkif Emre'nin seviyesi, bakış açısı, özgünlüğü, gerçek sorunu kavrama ve doğrudan anlatma gayreti takdir edilesi. Kurulduğundan bu yana Yeni Şafak'taki köşe yazılarını takip edenler, onun durduğu yerden hiçbir taviz vermeyen bir zihin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirler. İlgi alanlarıyla, yaptığı röportajlarıyla ve belgeselleriyle, ülkemizin önemli 'yeni pencere açtıran' kalemlerinden biri olan Âkif Emre, Mart 2016'da Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Çizgisiz Defter'le mekânların ve zamanların izini sürüyor. Daha evvel gazetede yayımlanmış fakat dağınık hâldeki yazıların bir araya getirilmesiyle gayet hoş bir 'yol düşünceleri' kitabı ortaya çıkmış. Yazarın adımladığı yerler esasen her zaman kulak verdiğimiz, gözümüzün üzerinde olduğu yerler.
"Yol düşüncesi çeker insanı" derken aramanın, bulmanın, arayıp bulamamanın yahut aramadan bulmanın zevkini ve çilesini bir araya getiren bu yazıların sebeb-i gayreti 'önsöz yerine' şöyle özetlenmiş: "Yolda olmak, sonu olmayan bilinmeze doğru çıkılan yolcuğun her adımında harf harf, satır satır yazılması demektir. Yolculuk önümde açılan çizgisiz bir defterdir. Ve her yolculukta atılan ilk adım, alınan o ilk soluk bu çizgisiz defterin nelerle ve nasıl dolacağının bilinmezliği ile yeniden anlam kazanır. Defalarca gördüğümüz yerlere sefer ederken de ilk kez keşfedilmenin mahremiyetini, masumiyetini telkin eden ilk yolculuğa dönüşür..."
Endülüs denince hangimizin aklına o eşsiz medeniyet mirası gelmez ki? Düşünür dururuz hangileri yaşıyor, hangileri yok edildi, orada bizden birileri var mı hâlâ diye. Batı denince merak etmez miyiz Paris'in şehir tasarımını, Viyana'nın saraylarını ve müzelerini, Berlin'in sanat çehresini, Londra'nın parklarını ve bahçelerini, Hamburg'un denizle dostluğunu, Brüksel'in neden Ankara'yla kardeş şehir olduğunu?
Cahit Zarifoğlu, Beyrut'un gözyaşlarını neden Kudüs'ün yanına koymuştur da onun hâli karşısında "Müslümanlarsa uzakta / sanki başka / gelinmez bir dünyada" demiştir? Nerede Rumeli'ye dair bir şeyler görsek yahut işitsek gönlümüzü titretmez mi Selanik, Saraybosna, Üsküp ve Kosova? Denizlerde yeşermiş, Orta asya'nın Filistin'i olarak bilinen Patani bize ne kadar uzaktır. Hâfız-ı Şirâzî, Şeyh Sadi-i Şirâzî, Firdevsî, Şems-i Tebrîzî isimleri geçince bir yerlerde, İran coğrafyasının derinliklerine dalmaz mıyız? Şiirinden müziğine, tarihinden mimarisine dönüp dolaşmaz mıyız? Peki ya yitip giden Bağdat, nice diyarlara açılan sonsuzluğuyla Dicle, 330 km2 yüzölçümüne milyonlarca halkı toplamış Erbil, son fotoğraflarıyla yüreğimizi dağlayan Halep hiç tarihimizden ayrı konabilir mi?
1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethetmesinden 1882'deki İngiliz işgaline kadar aramızda olan Osmanlı Afrika'sı Sevakin, atlarıyla olduğu kadar gecekondularıyla da gözü gönlü açan Cezayir, kentleştikçe yüreğimizde ateşler yakan Medine, bir Kâdirî zikriyle coşup kabaran Nil ve "benim muhacirim" diyebileceğimiz insanlarımızın gidip geldikleri yerler...
Zannedilmesin ki kitabın sayfaları boyunca aheste, masum "gezi yazıları" var. Tam aksine, gezerken görünmeyenleri ya da görünse bile hiç üzerinde durulmayan meseleleri, vaziyetleri tarihe not olarak düşüyor Âkif Emre. Yazıların yazıldıkları tarih önemli fakat güncelliklerini hiç kaybetmemesi zaten Büyüyenay'ın yayın politikasındaki kalitenin de bir göstergesi.
2001 yılındaki bir yazısında "Saraybosna'ya gelenler için romantizm bitmeli artık. Geçmişten kopmadan bugünün, yarının gerçeklerini görmek, yüzleşmek, hayatı doğru okumak zorundayız" diyerek Türk insanının bir şeyleri fark etmesini istiyordu yazar. Nitekim romantizm hâlâ sürüyor. Mostar köprüsünün vazifesi, niteliği üzerine hiçbir şey bilmeden önünde fotoğraflar çekiliyor ve Srebrenitsa'dan beri -aslında çok daha öncesinden- batının değişmeyen zihniyeti hiç de sorgulanmıyor. O batı, bilhassa da ABD, hiç işine gelmeyen adam Aliya İzzetbegoviç'i 'kabul etmek' durumunda kalmıştı. Müdahale aynen devam ediyor. 2001'deki bir başka yazısında Âkif Emre, yine ABD'nin 'hiç istemediği' adamlardan Hasan Cengic'in izahını, yani batının korkunç zihniyetini aktarıyor: "Batı; Müslümanları kültürel bir çeşni, renk olarak kabul etmeye hazır ama siyasi bir güç olarak asla!"
Yazarın, ruhunu kaybetmiş ve gittikçe de karışan Balkan tekkeleri konusunda hem gördüklerini hem de tecrübeli şahıslardan dinlediklerini kendi süzgecinden geçirerek anlattığı yazısı çok önemli. 'Bazı güçlerin' Bektaşîliği ayrı bir din olarak İslâm'dan koparmak istemesiyle, Balkanlardaki Müslümanlar arasında Bektaşî olan-olmayan gibi bir sınıflaşma söz konusu. Ortak bir bilince ulaşılamaması durumu daha da korkutucu bir hâle getiriyor. Mimarî olarak, içindeki yaşayan atmosfer açısından yaşayan Balkan tekkelerinden Uşşakî Hayati Tekkesi için yazar "Ohri'deki bu tarihî tekke mescidi, türbesi ve zikirhanesiyle Anadolu'daki bir tekkeden farksız. Ne var ki Anadolu'da tekke diyebileceğimiz otantik mimarisini koruyan eser kaldı mı?" diye soruyor. Cevabı ise Prizren'deki tarihi bir tekkede çaylar yudumlanırken Kosovalı bir dostundan alıyor: "Burada tekkelerin binaları ayakta, dışı sağlam ama içi boş. Türkiye'de ise binalar yıkılsa da içini dolduran hâlâ canlı..."
Şehirlere modernleşerek kentlere dönüşünce, şehir ruhu yerini otomatik bir kent ruhuna bıraktı. Kısacası, yazarın diliyle şehirler helâk oldu. "Kapitalizmin kriziyle tanık olduğumuz modern şehirlerin helakı olgusu, maddi uygarlığın ve önerdiği toplum modelinin, siyasaların da çöküşünün habercisidir" diyor Âkif Emre. Medeniyetimizin ortaya koyduğu mimarî eserler hâlâ ilham verici niteliğe sahipken biz bunları değerlendirmek yerine Amerikanvari beton yığınları inşa ettik. Yazar özellikle Balkan topraklarında bu durumun kıyaslamasını yapıyor: "Mostarlıların barbarlara karşı direnmesi gibi, modern dönemde bir savaşla yıkılan bir İslâm şehrinin, Mostar'ın, yeniden eski görünümüne kazandırılmış olması bir ilktir ve bu da mimari ve kültürel direnişle mümkün olmuştur. Mostar Köprüsü başka şehirler için de bir umuttur. Şehirlerin ruhu şehirleri terk etmez."
Modern yıkımla birlikte en çok zarar gören yerler İslâm şehirleri oldu. Balkanlardan Anadolu topraklarına ve orta doğudan Afrika'ya kadar tüm İslâm şehirleri tahrip edilerek bir dönüşüme maruz kaldı. İki tür değişimden bahsediyor yazar. Birincisi Balkanlarda, Sovyet uygulamasında olduğu gibi Müslüman egemenliğinin kaybıyla ortaya çıkan radikal bir kimlik değişimi zorlaması. İkincisi ise ulus-devlet sürecinde pozitivist-ilerlemeci yaklaşımla şehirlerin geleneksel dokusunun tahrip edilerek modernleştirme baskısına boyun eğmesi. Yunanistan'da 1925 yılında çıkarılan bir kanunla Selanik gibi şehrin silületini oluşturan birçok minare yıkılmıştı, yazarın hatırlattığı gibi. Bu bir örnek. Diğeri ise çok daha tanıdık: "Batıcı seçkinler eliyle modernleş/tir/me projeleri, şehirlerin dokusunu büyük ölçüde tahrip ederek, seküler şehircilik anlayışı ile geleneksel şehir yapısı yeniden dizayn edildi. Bunun sonucu olarak tarihi şehirlerin yerine kimliksiz kaotik metropoller ortaya çıktı. Tarihin gördüğü en büyük tarihi yıkımlardan birinin İstanbul'da gerçekleşmiş olması seküler seçkinlerin bu modernleşme anlayışlarının bir uzantısıdır."
Mekanizmanın işleyişini izah eden yazılarıyla Âkif Emre okurlarına bambaşka pencerelerden yeni bir umut oluyor. Ağustos 2006'da kaleme aldığı "Bir Şişe Suda Ahlâk Dersi" başlıklı yazısı bir sualle bitiyor. Bu sual bana İsmet Özel'in Üç Mesele'sinin bitiş sualini hatırlattı. İsmail Kara'nın söylediği gibi İsmet Özel'in "Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı, Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız?" sorusu olduğu yerde duruyor. Oysa İsmet Özel, "Üzerinde anlaşmaya varmamız gereken ana konu budur" diyordu. Âkif Emre ise yazısını gayet açık bir sualle, şöyle bitirmiş: "Küresel kapitalizmin çıkar ilişkileri kendi ahlaki normlarını da beraberinde getirmektedir. Ekonomik ve finansal açıdan sisteme entegre olarak kendi ahlâkî ölçülerinizi savunmak ne kadar mümkün?"
"Medine'nin Kentleşmesi" başlıklı yazı hangimizin ruhuna dokunmaz ki... Kâbe'nin etrafına o yüksek binaları yapan zihinlerle İstanbul gibi nice kadim şehri istila eden zihinler aynı, birbirlerinden hiçbir farkları yok. Yazardan okuyalım: "Ortaya konan çözümlerin biçimi modern dünyanın "kutsal turizminin" gereklerini gözetiyor. Bütçeye göre, her şeyin otellere göre dizayn edildiği, kutsal olanla profanın adeta kol kola sokulduğu bir düzenleme... Elbette günümüz Medinesi ilk dönemin hayatını yansıtmaz; yine de şehir-kutsal-mekan ilişkisini koparan düzenlemelerin Medine'nin ruhuna aykırı olduğunu söylemeliyiz. Medine'nin kentleşmesi sorunu, Müslümanların yaşadığı derin şehir ve medeniyet krizinin bedeli çok ağır biçimde tezahür etmiş biçimidir."
Çizgisiz Defter'i şehir üzerine okumalar yapmak maksadıyla yorumlamak mümkün. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. İstifade ettiğim şeylerin başında geliyor şehir, mekan, insan ve zaman yorumları. Nitekim Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) tarafından, "şehir yazıları" ödülünü almış bir kitap Çizgisiz Defter.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
SAYFALAR
▼
30 Ocak 2017 Pazartesi
27 Ocak 2017 Cuma
Geçmiş fantezisinden gerçek tarihe uyanmak
Bir yanda yoksullar diğer yanda zenginler. Bir yanda ezilenler diğer yanda yükselenler. Bir yanda kaybedenler diğer yanda kazananlar. Bir yanda güzeller, diğer yanda çirkinler. İyiler ve kötüler. İşte küreselleşme denen sözde bütünleştirici anlayışın ortaya çıkardığı iki sınıf. Ortası yok. Bir de bunun algı tarafı var. Olaylara tek bir pencereden, süzgeç kullanmadan baktıran bir algı. Tahayyüle, tasavvura, tedbire yer yok. Her şey hemen olup bitiyor, bakılıp geçiliyor ve unutuluyor. Küresel çağda hafızaya, hatırlamaya yer yok. Küresel zihniyet anlamı, varoluşu, manayı reddediyor. İnsan kayboluyor.
Batı zihniyetinin dayattığı hakim kurgu bu yönde. Peki doğuda, hadi biraz daraltalım "muhafazakâr" olarak tanımlanan coğrafyada durum ne? Durum içler acısı. Daraltılmış bilinçler birbirini katlediyor. Sömürgeci, seküler ve sinsi planlar doğu coğrafyasını hem tehdit hem de taciz ediyor. Yeryüzü korkunç bir batı baskısı altında kıvranıyor. Vicdan, ahlak, merhamet, şefkat ve sevgi gibi kavramlar insan kalbinden uzaklaşıyor. Sağduyu, hoşgörü yanlış tanımlanıyor. Tevhid mazideki bir yapıymış gibi tanımlanıyor. Öte yandan tek bir ideali benimseyerek; soran, sorgulayan, şüphe eden yani akleden kalpler heba oluyor.
"Hepimizi kuşatan ve tehdit eden gelişmeleri büyük bir duyarsızlık içerisinde takip ediyoruz. Miâdını çoktan doldurmuş kimi tartışmaları sürdürüyoruz. Sorgulayıcı bir zihne sahip olmadığımız, sorgulama yetisi kazanamadığımız için yüzeyin ötesine geçemiyor, olayları ve gelişmeleri parça parça ele alıyoruz. Bütün gelişmelerden alelacele sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz. Hepimizi olumsuz yönde etkileyen geleneksel romantizmlerimiz hepimizi çok ciddi algılama yanlışlarına, hatalarına sevkediyor, çok abartılı ve tehlikeli beklentiler içerisine giriyoruz." [sf. 32]
"Başkalarının iradeleri tarafından kısıtlanmak, biçimlendirilmek, yönetilmek, itaatkârlığa ve teslimiyetçiliğe zorlanmak, konumlarını başkalarının kararları doğrultusunda tayin etmek İslamî cemaatleri, tasavvufî cemaatleri rahatsız etmiyor." [sf. 37]
Kişiler ululanırken adeta putlaştırılıyor. Cemaatler örgütleşiyor. Kaderci bir yaşama şekli yerleştiriliyor. Şehirler kentlere, evler konutlara dönüşüyor. Kalpler aydınlık birer sığınak olmaktan çıkıyor, daha çok mağara gibi karanlık, umutsuz bir yer hâlini alıyor. Devreye bu aldatıcı, şaibeli ve kapkara yaşamı yeniden yorumlamak kalıyor. Atasoy Müftüoğlu böyle bir isim: sorgulayan, eleştiren, yorumlayan, fikir üreten. Kimileri için bu karamsar, kötü, umutsuz bir tutum. Oysa itaat ve biat arasında gidip gelen mümin duruşunun şu sıralar en çok ihtiyaç duyacağı şey belki de bu: varoluşunu gözden geçirmek, belki de yeniden anlamlandırmak.
Küresel Çağda Kaybolmak, yarı yarıya eleştiren yarı yarıya çözüm üretmeye gayret eden makalelerden oluşuyor. Müftüoğlu üslubundan, düşünce yapısından, mütalaa anlayışından asla taviz vermiyor. Gerektiğinde keskin yazıyor, yüksek sesle konuşuyor. Özellikle inananları 'her ne olursa olsun' susmaya, sükunete, sakinliğe davet eden ve dolayısıyla pasifleştiren, silikleştiren ve uzun vadede yok eden zihniyete kendince savaş açıyor. "Hoşgörü" kavramını yeni baştan düşündürüyor. Onun tasavvufî oluşumlara(?) yönelik eleştirileri zaman zaman yanlış anlaşılıyor, daha doğrusu anlaşılmak istenmiyor. Çünkü o kesimin işine gelmiyor eleştiriler.
"Cihat ve içtihad, direniş ve muhalefet ruhunu öldüren, Ümmettin ve direniş mücadelelerinin yanında değil, müstekbirlerin yanında yer alan cemaat hareketlerinin, tevhidî bilince dayalı sorgulamalara tabi tutulmaları gerekirken, kutsallaştırılmaları anlaşılabilir bir durum değildir. Günümüzde hoşgörü temelinde sürdürdükleri İslâmi hizmetleri yüzyıllarca önce yaşamış kimi âlimlerin, âriflerin tasarrufları doğrultusunda yaptıklarına inananlar "insanlar için kendi çalıştıklarından başkası yoktur" ilahî hakikatini unutuyor." [sf. 63]
"Hayatımızı maskelerle sürdüremeyiz. Kendimiz olamadığımızda, kendimiz olmaktan çıkarıldığımızda, kendimiz için de bir yabancı hâline geleceğimizi unutmamalıyız. Sahte meşruiyet biçimlerine ihtiyaç duymamalıyız. Evde Müslüman, sokakta laik konumuna düşmemeliyiz. Koşullara göre değişen tak-çıkar kimliği, insanı kişiliksizliğe mahkum eder. Beğenilerimizin, tercihlerimizin reklam ve propaganda araçları yoluyla şekillenmesine izin vermemeliyiz. Popülizme dayalı ödünler vererek sayılar çoğaltılabilir, ancak nitelikleri çoğaltmak için özgün ve özgür bilinç yapılarına ihtiyaç vardır." [sf. 65]
Günümüzde insan, birey olarak var edilmeye çalışılıyor. Oysa insan, birey değildir, biriciktir. Kendi şahsının, ruhunun, kalbinin tekliğini bilmeli ve bu doğrultuda düşünmeli, tasavvur etmeli ve yaşamalıdır. Bu kişisel birlik, genel bir birliğe, tevhide ulaşma yolunda hakiki bir gayrettir. Kendini belirli kurumların, kuruluşların, şirketlerin, cephelerin, safların, sınıfların içine gömüp o yapıların varlığıyla var etmeye çalışanlar, bataklıkta yüzmeye çalıştıklarının farkında değillerdir. Atasoy Müftüoğlu buna dikkat çekiyor: "Ahlâkî ilkeleri, temelleri, sorumlulukları ihmal ederek, cemaat çıkarına tapınan unsurlar, ahlâki alanın dışında ne tür başarılar kazanırlarsa kazansınlar, bunların herhangi bir değeri olamaz. Kendilerini yalnızca bir mezhebin, cemaatin, hizbin ufkuna kapatanlar, özgür ve eleştirel düşünmeyi başaramazlar, kendi kendilerini hapsederler ve soluksuz kalırlar." [sf. 93]
Bu kitabı okuyan bir zihin, 'yolundan gidiyorum' dediği tüm fikirlerin, kişilerin ve ideallerin üzerinden yeniden düşünme yüksekliğine varmalı. Bunu yaparken Müslüman duruşundan asla taviz vermeyip yegane önderin Resul-i Ekrem (s.a.v) olduğunu unutmamalı. Aşırı duygusallık bizleri romantizme, o da lüzumsuz bir efkâra götürüyor. Bununla soluksuzca savaşılmalı. Biz hayallere değil, düşüncelere tutkun olmalıyız. Düşünmeliyiz, daima düşünmeli.
"Romantik bir tarih yaklaşımı, tarihin ve tarihsel kişiliklerin kutsallaştırılması sonucunu doğuruyor. Bu konuda eleştirel bir bilinçle hareket edilmelidir. Tarihe, geleneğe bağlılık ve saygı, tarihsel sapmaları sahiplenmek anlamına gelmemeli. Herhangi bir tarihsel kişiliğe, düşünür, âlim ya da ârif'e saygı duymakla dünyayı bu kişiliklerden ibaret bilmek aynı şey değildir." [sf. 128]
"Her şeyi bilen cemaat lideri anlayışı gerçekten çok büyük bir sapkınlık biçimidir. Putlaştırıcı hiçbir yaklaşım ve eğilime kesinlikle müsamaha edilemez. Varoluşumuzu erdemli, onurlu, bağımsız tanıklıklarla anlamlı kılabiliriz. Bilincin çöküşünü durdurabilmeliyiz." [sf. 128]
Ekim 2011'de Hece Yayınları tarafından neşredilen Küresel Çağda Kaybolmak, büyük resmi görebilme yetisi kazandırmak için yazılmış, bu niyetle ortaya çıkmış bir kitap gibi görünüyor. Okunuşu gayet kolay fakat idrak etmek için ciddi bir mesai istiyor. Atasoy Müftüoğlu her yazısında olduğu gibi bu kitabında insana düşünmek, akıl yürütmek, eleştirmek, sorgulamak, muhalefet edebilmek, tahayyül etmek gibi hayati yeteneklere sahip olduğunu hatırlatıyor. Koşullara göre hareket eden, her yeni koşulla birlikte değişen benliklerin, büyük bir kültürel ve ruhsal yokluk, yetersizlik içinde bulunduğunu hatırlatıyor. Son sözü ise şöyle söylüyor: "Herhangi bir alanda mücadele hâlinde olmamak, hiçlik içerisinde yaşamak anlamı taşır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Batı zihniyetinin dayattığı hakim kurgu bu yönde. Peki doğuda, hadi biraz daraltalım "muhafazakâr" olarak tanımlanan coğrafyada durum ne? Durum içler acısı. Daraltılmış bilinçler birbirini katlediyor. Sömürgeci, seküler ve sinsi planlar doğu coğrafyasını hem tehdit hem de taciz ediyor. Yeryüzü korkunç bir batı baskısı altında kıvranıyor. Vicdan, ahlak, merhamet, şefkat ve sevgi gibi kavramlar insan kalbinden uzaklaşıyor. Sağduyu, hoşgörü yanlış tanımlanıyor. Tevhid mazideki bir yapıymış gibi tanımlanıyor. Öte yandan tek bir ideali benimseyerek; soran, sorgulayan, şüphe eden yani akleden kalpler heba oluyor.
"Hepimizi kuşatan ve tehdit eden gelişmeleri büyük bir duyarsızlık içerisinde takip ediyoruz. Miâdını çoktan doldurmuş kimi tartışmaları sürdürüyoruz. Sorgulayıcı bir zihne sahip olmadığımız, sorgulama yetisi kazanamadığımız için yüzeyin ötesine geçemiyor, olayları ve gelişmeleri parça parça ele alıyoruz. Bütün gelişmelerden alelacele sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz. Hepimizi olumsuz yönde etkileyen geleneksel romantizmlerimiz hepimizi çok ciddi algılama yanlışlarına, hatalarına sevkediyor, çok abartılı ve tehlikeli beklentiler içerisine giriyoruz." [sf. 32]
"Başkalarının iradeleri tarafından kısıtlanmak, biçimlendirilmek, yönetilmek, itaatkârlığa ve teslimiyetçiliğe zorlanmak, konumlarını başkalarının kararları doğrultusunda tayin etmek İslamî cemaatleri, tasavvufî cemaatleri rahatsız etmiyor." [sf. 37]
Kişiler ululanırken adeta putlaştırılıyor. Cemaatler örgütleşiyor. Kaderci bir yaşama şekli yerleştiriliyor. Şehirler kentlere, evler konutlara dönüşüyor. Kalpler aydınlık birer sığınak olmaktan çıkıyor, daha çok mağara gibi karanlık, umutsuz bir yer hâlini alıyor. Devreye bu aldatıcı, şaibeli ve kapkara yaşamı yeniden yorumlamak kalıyor. Atasoy Müftüoğlu böyle bir isim: sorgulayan, eleştiren, yorumlayan, fikir üreten. Kimileri için bu karamsar, kötü, umutsuz bir tutum. Oysa itaat ve biat arasında gidip gelen mümin duruşunun şu sıralar en çok ihtiyaç duyacağı şey belki de bu: varoluşunu gözden geçirmek, belki de yeniden anlamlandırmak.
Küresel Çağda Kaybolmak, yarı yarıya eleştiren yarı yarıya çözüm üretmeye gayret eden makalelerden oluşuyor. Müftüoğlu üslubundan, düşünce yapısından, mütalaa anlayışından asla taviz vermiyor. Gerektiğinde keskin yazıyor, yüksek sesle konuşuyor. Özellikle inananları 'her ne olursa olsun' susmaya, sükunete, sakinliğe davet eden ve dolayısıyla pasifleştiren, silikleştiren ve uzun vadede yok eden zihniyete kendince savaş açıyor. "Hoşgörü" kavramını yeni baştan düşündürüyor. Onun tasavvufî oluşumlara(?) yönelik eleştirileri zaman zaman yanlış anlaşılıyor, daha doğrusu anlaşılmak istenmiyor. Çünkü o kesimin işine gelmiyor eleştiriler.
"Cihat ve içtihad, direniş ve muhalefet ruhunu öldüren, Ümmettin ve direniş mücadelelerinin yanında değil, müstekbirlerin yanında yer alan cemaat hareketlerinin, tevhidî bilince dayalı sorgulamalara tabi tutulmaları gerekirken, kutsallaştırılmaları anlaşılabilir bir durum değildir. Günümüzde hoşgörü temelinde sürdürdükleri İslâmi hizmetleri yüzyıllarca önce yaşamış kimi âlimlerin, âriflerin tasarrufları doğrultusunda yaptıklarına inananlar "insanlar için kendi çalıştıklarından başkası yoktur" ilahî hakikatini unutuyor." [sf. 63]
"Hayatımızı maskelerle sürdüremeyiz. Kendimiz olamadığımızda, kendimiz olmaktan çıkarıldığımızda, kendimiz için de bir yabancı hâline geleceğimizi unutmamalıyız. Sahte meşruiyet biçimlerine ihtiyaç duymamalıyız. Evde Müslüman, sokakta laik konumuna düşmemeliyiz. Koşullara göre değişen tak-çıkar kimliği, insanı kişiliksizliğe mahkum eder. Beğenilerimizin, tercihlerimizin reklam ve propaganda araçları yoluyla şekillenmesine izin vermemeliyiz. Popülizme dayalı ödünler vererek sayılar çoğaltılabilir, ancak nitelikleri çoğaltmak için özgün ve özgür bilinç yapılarına ihtiyaç vardır." [sf. 65]
Günümüzde insan, birey olarak var edilmeye çalışılıyor. Oysa insan, birey değildir, biriciktir. Kendi şahsının, ruhunun, kalbinin tekliğini bilmeli ve bu doğrultuda düşünmeli, tasavvur etmeli ve yaşamalıdır. Bu kişisel birlik, genel bir birliğe, tevhide ulaşma yolunda hakiki bir gayrettir. Kendini belirli kurumların, kuruluşların, şirketlerin, cephelerin, safların, sınıfların içine gömüp o yapıların varlığıyla var etmeye çalışanlar, bataklıkta yüzmeye çalıştıklarının farkında değillerdir. Atasoy Müftüoğlu buna dikkat çekiyor: "Ahlâkî ilkeleri, temelleri, sorumlulukları ihmal ederek, cemaat çıkarına tapınan unsurlar, ahlâki alanın dışında ne tür başarılar kazanırlarsa kazansınlar, bunların herhangi bir değeri olamaz. Kendilerini yalnızca bir mezhebin, cemaatin, hizbin ufkuna kapatanlar, özgür ve eleştirel düşünmeyi başaramazlar, kendi kendilerini hapsederler ve soluksuz kalırlar." [sf. 93]
Bu kitabı okuyan bir zihin, 'yolundan gidiyorum' dediği tüm fikirlerin, kişilerin ve ideallerin üzerinden yeniden düşünme yüksekliğine varmalı. Bunu yaparken Müslüman duruşundan asla taviz vermeyip yegane önderin Resul-i Ekrem (s.a.v) olduğunu unutmamalı. Aşırı duygusallık bizleri romantizme, o da lüzumsuz bir efkâra götürüyor. Bununla soluksuzca savaşılmalı. Biz hayallere değil, düşüncelere tutkun olmalıyız. Düşünmeliyiz, daima düşünmeli.
"Romantik bir tarih yaklaşımı, tarihin ve tarihsel kişiliklerin kutsallaştırılması sonucunu doğuruyor. Bu konuda eleştirel bir bilinçle hareket edilmelidir. Tarihe, geleneğe bağlılık ve saygı, tarihsel sapmaları sahiplenmek anlamına gelmemeli. Herhangi bir tarihsel kişiliğe, düşünür, âlim ya da ârif'e saygı duymakla dünyayı bu kişiliklerden ibaret bilmek aynı şey değildir." [sf. 128]
"Her şeyi bilen cemaat lideri anlayışı gerçekten çok büyük bir sapkınlık biçimidir. Putlaştırıcı hiçbir yaklaşım ve eğilime kesinlikle müsamaha edilemez. Varoluşumuzu erdemli, onurlu, bağımsız tanıklıklarla anlamlı kılabiliriz. Bilincin çöküşünü durdurabilmeliyiz." [sf. 128]
Ekim 2011'de Hece Yayınları tarafından neşredilen Küresel Çağda Kaybolmak, büyük resmi görebilme yetisi kazandırmak için yazılmış, bu niyetle ortaya çıkmış bir kitap gibi görünüyor. Okunuşu gayet kolay fakat idrak etmek için ciddi bir mesai istiyor. Atasoy Müftüoğlu her yazısında olduğu gibi bu kitabında insana düşünmek, akıl yürütmek, eleştirmek, sorgulamak, muhalefet edebilmek, tahayyül etmek gibi hayati yeteneklere sahip olduğunu hatırlatıyor. Koşullara göre hareket eden, her yeni koşulla birlikte değişen benliklerin, büyük bir kültürel ve ruhsal yokluk, yetersizlik içinde bulunduğunu hatırlatıyor. Son sözü ise şöyle söylüyor: "Herhangi bir alanda mücadele hâlinde olmamak, hiçlik içerisinde yaşamak anlamı taşır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
"Çılgın Gibi" bir aşk hikâyesi
Daha çok Fosforlu Cevriye’siyle ve Kara Kitap’ıyla tanıdığımız Suat Derviş’in Çılgın Gibi adlı romanı İthaki Yayınları tarafından okurun beğenisine sunuldu.
Unut(tur)ulmuş ve izleri silinmeye çalışılmış, bu yüzden de günümüz okuru tarafından pek bilinmeyen bir yazar Suat Derviş. 1903 doğumlu bir yazar olduğunu düşünürsek, Derviş’in yazdıklarını ‘cesur’ diye tanımlayabiliriz. Her dönemde benzer eserler ortaya çıkmıştır çıkmasına, ancak onun yaşadığı dönemlerde böylesi bir eser ortaya koymak oldukça cesaret isteyen bir işti.
“Hâlbuki şimdi, otuz beş senelik hayatında yapmadığı şeyi yapıyor, egzotik bir tango havası içinde dans ettiği bir erkeğin kolları arasına vücudunu ve bu vücudun bütün vaatlerini tereddütsüzce bırakıyordu. Hiç utanmadan… Tıpkı bu işe alışmış bir bar kızı gibi hiç çekinmeden… Ve içinde iffetinin en ufak bir isyanı, en küçük bir hicabın gölgesi yoktu. Bilakis, içinde kabahat işleyenlerin azabı değil, ibadet edenlerin huzur ve sükûnu vardı. İçinde ne bir nedamet, ne bir vicdan azabı, ne de başka bir düşünce vardı.”
Çeşmiahu Hanımefendi, Fazıl Bey, Seyfullah Efendi, Nazikter Kalfa, Kuyumcu Mardirosyan ve diğerleri… Bir devrin kapanış hikâyesindeki kahramanlardan bazıları… Yaşadıkları hem çok tanıdık hem çok yabancı. Saraylar, yalılar, savaş zenginleri ve arka fonda dönemin İstanbul’u… Celile ve Muhsin ise bu romanın başkahramanları…
“- Bu gece niçin öyle mahzunsunuz?
- Sana bu kadar yakın ve senden bu kadar uzak olduğum için.”
diye başlayan Çılgın Gibi günümüzde de yaşanan bir konuyu ele alıyor: ‘Aşk-ı memnu’.
Atmosfer oluşturmada ve dili kullanmakta mahir bir yazar olan Derviş, önce kahramanların yaşadığı hayatı anlatıyor. Anlatırken bizlere tutumlarının sebeplerini sezdiriyor, daha sonra da gerekçelerini… Davranışlarının neden kaynaklandığını anlayınca daha bir başka şekilde bakıyoruz onlara. Bir kadının neden bambaşka bir kadına dönüştüğünü, zamanla nasıl kendini bile tanıyamaz hale geldiğini ve ne uğruna onca yıllık evliliğini bitirdiğini, toplumsal normları niçin hiçe saydığını anlar gibi oluyoruz.
“Celile, Nişantaşı’ndaki eski bir sadrazam konağında hayata gözlerini açmıştı. Babası bu sadrazamın torunu olan bir hariciye memuruydu. Annesi Abdülhamid nazırlarından Veli Paşa’nın kızı…”
“Celile hayatının ancak dört beş senesini bu konakta geçirmişti ve bunun için, bu konaktaki hayata ait hatıralarından ancak pembe bir karyola, pembe cibinliğe işlenmiş mavi kuşlar, leylak kokan dantel ve ipekle süslücilgin-gibive saçlarının arasında küçük taştan yapılmış bir yıldız pırıldayan, yüzünü hiç hatırlamadığı halde dünyadaki kadınların en güzeli olduğunu bildiği bir kadından, annesinden ibaretti.”
Yazar, olayları anlatırken arada kişilerin tahlillerini yapıyor ve insanların o olay karşısında neden öyle davrandıklarını flaşbeklerle açıklıyor.
“O hiçbir zaman hayatın içine girmemişti. Yıkılan, çürüyen ve mahva mahkûm bir muhit olan yalıda, o körpe varlığı, hayatiyeti gelişen benliğiyle bu yıkılışa ait bir unsur olmaktan çok uzaktı.” diye anlatıyor Derviş, romanının kahramanını… Şöyle devam ediyor: “Onunla diğer insanlar arasında daima bir mesafe var gibiydi. Kimsenin hayatının içine girmiyor, kimsenin hayatını kendi hayatı olarak kabul etmiyor, her muhitte inanılmaz derecede o muhitten dışarı duruyor, hiçbir insanla kaynaşamıyordu.”
Celile başka bir kadın. Onu anlatmak için “mesafeli” en uygun sözcüklerden biri galiba.
“Yirmi beş yaşına kadar işte böyle amcasının, yengesinin ve onların çocuklarının arasında yaşadı. Ve günün birinde amcazadesi Refik’in bir mektep arkadaşı Ahmet’le tanıştı ve onunla evlendi.”
Çılgın Gibi, mahzun bir konuşmayla başlayan ve sorgulamalarla süren dramatik yapısıyla dikkat çekiyor: “Bu solgun kadın yüzü, ıstırap ve azap çekmiş bir mânâ taşıyan bu yüz hakikaten kendisine mi aitti?” Romanı okurken okumakla kalmıyorsunuz, gözünüzde de canlanıyor. Gayet akıcı ve sinematografik bir dili var Suat Derviş’in. Okur için bir kolaylık da sağlanmış kitapta: Yazarın zamanına ait bazı kelimelerin yanına bir yıldız işareti konmuş ve o kelimelerin bulunduğu sayfanın altında anlamları da eklenmiş.
Çılgın Gibi kronolojik bir roman değil. Gidiş gelişlerle örülü bir kurgusu var. Konu olarak yalnızca “aşk”ı ele almıyor elbet. Hem toplumsal hem bireysel çöküşleri, zor zamanlarda zengin olanların amaçlarına ulaşmak için kullandıkları yöntemleri, toplumsal statü uğruna nelerden vazgeçilebileceğini, gündelik yaşamdaki zengin-fakir ayrımını, kadın-erkek ilişkilerindeki “sadakat” kavramını da sorguluyor. Okurken her ne kadar yazarla birlikte çağına tanıklık etseniz de, günümüzde de geçebilirdi, diyorsunuz. Asıl hikâyesi tam da burada sanki Celile’nin:
“Ahmet susmuştu. Fakat sözü bir tılsım gibi bütün bu sihri çözmüştü. Artık ne rüya vardı, ne pırıltılı ve renkli ışıklar, ne de leylak kokusu.
-Bu mucizeyi siz yaptınız Muhsin Bey. O kotra gezintisi, geçen iki akşam sofrada o kadar geç kalışlar… Hep sizin mucizeniz. Benim merdümgiriz karımı hayata siz alıştırıyorsunuz.”
Çılgın Gibi’yi okumadan önce yazarı Suat Derviş’in hayatını okuyanlar, kitabın otobiyografik ögeler içerdiğini fark edecektir. “Her metin biraz otobiyografiktir.” yargısını pekiştiren bir kitapla karşı karşıyayız anlayacağınız.
Selim İleri 2006’da yazdığı bir yazıda şöyle diyor: “Günümüzün yoldan çıkmış ortamında bile has edebiyat okurlarının -kaç kişilerse- Çılgın Gibi’yi arayıp tarayıp ille bulacaklarına hâlâ inanıyorum. Suat Derviş’e ve eserlerine günümüz okurunun sahip çıkmasını gönülden diliyorum…”
İleri’nin bu dileğine katıldığımı belirtip romanın en vurucu cümleleriyle bitirmek istiyorum yazımı:
Muhsin: “Celile, senden korkuyorum.”
Celile: “Ben zararsız kadınım Muhsin; sen aşktan kork!”
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Unut(tur)ulmuş ve izleri silinmeye çalışılmış, bu yüzden de günümüz okuru tarafından pek bilinmeyen bir yazar Suat Derviş. 1903 doğumlu bir yazar olduğunu düşünürsek, Derviş’in yazdıklarını ‘cesur’ diye tanımlayabiliriz. Her dönemde benzer eserler ortaya çıkmıştır çıkmasına, ancak onun yaşadığı dönemlerde böylesi bir eser ortaya koymak oldukça cesaret isteyen bir işti.
“Hâlbuki şimdi, otuz beş senelik hayatında yapmadığı şeyi yapıyor, egzotik bir tango havası içinde dans ettiği bir erkeğin kolları arasına vücudunu ve bu vücudun bütün vaatlerini tereddütsüzce bırakıyordu. Hiç utanmadan… Tıpkı bu işe alışmış bir bar kızı gibi hiç çekinmeden… Ve içinde iffetinin en ufak bir isyanı, en küçük bir hicabın gölgesi yoktu. Bilakis, içinde kabahat işleyenlerin azabı değil, ibadet edenlerin huzur ve sükûnu vardı. İçinde ne bir nedamet, ne bir vicdan azabı, ne de başka bir düşünce vardı.”
Çeşmiahu Hanımefendi, Fazıl Bey, Seyfullah Efendi, Nazikter Kalfa, Kuyumcu Mardirosyan ve diğerleri… Bir devrin kapanış hikâyesindeki kahramanlardan bazıları… Yaşadıkları hem çok tanıdık hem çok yabancı. Saraylar, yalılar, savaş zenginleri ve arka fonda dönemin İstanbul’u… Celile ve Muhsin ise bu romanın başkahramanları…
“- Bu gece niçin öyle mahzunsunuz?
- Sana bu kadar yakın ve senden bu kadar uzak olduğum için.”
diye başlayan Çılgın Gibi günümüzde de yaşanan bir konuyu ele alıyor: ‘Aşk-ı memnu’.
Atmosfer oluşturmada ve dili kullanmakta mahir bir yazar olan Derviş, önce kahramanların yaşadığı hayatı anlatıyor. Anlatırken bizlere tutumlarının sebeplerini sezdiriyor, daha sonra da gerekçelerini… Davranışlarının neden kaynaklandığını anlayınca daha bir başka şekilde bakıyoruz onlara. Bir kadının neden bambaşka bir kadına dönüştüğünü, zamanla nasıl kendini bile tanıyamaz hale geldiğini ve ne uğruna onca yıllık evliliğini bitirdiğini, toplumsal normları niçin hiçe saydığını anlar gibi oluyoruz.
“Celile, Nişantaşı’ndaki eski bir sadrazam konağında hayata gözlerini açmıştı. Babası bu sadrazamın torunu olan bir hariciye memuruydu. Annesi Abdülhamid nazırlarından Veli Paşa’nın kızı…”
“Celile hayatının ancak dört beş senesini bu konakta geçirmişti ve bunun için, bu konaktaki hayata ait hatıralarından ancak pembe bir karyola, pembe cibinliğe işlenmiş mavi kuşlar, leylak kokan dantel ve ipekle süslücilgin-gibive saçlarının arasında küçük taştan yapılmış bir yıldız pırıldayan, yüzünü hiç hatırlamadığı halde dünyadaki kadınların en güzeli olduğunu bildiği bir kadından, annesinden ibaretti.”
Yazar, olayları anlatırken arada kişilerin tahlillerini yapıyor ve insanların o olay karşısında neden öyle davrandıklarını flaşbeklerle açıklıyor.
“O hiçbir zaman hayatın içine girmemişti. Yıkılan, çürüyen ve mahva mahkûm bir muhit olan yalıda, o körpe varlığı, hayatiyeti gelişen benliğiyle bu yıkılışa ait bir unsur olmaktan çok uzaktı.” diye anlatıyor Derviş, romanının kahramanını… Şöyle devam ediyor: “Onunla diğer insanlar arasında daima bir mesafe var gibiydi. Kimsenin hayatının içine girmiyor, kimsenin hayatını kendi hayatı olarak kabul etmiyor, her muhitte inanılmaz derecede o muhitten dışarı duruyor, hiçbir insanla kaynaşamıyordu.”
Celile başka bir kadın. Onu anlatmak için “mesafeli” en uygun sözcüklerden biri galiba.
“Yirmi beş yaşına kadar işte böyle amcasının, yengesinin ve onların çocuklarının arasında yaşadı. Ve günün birinde amcazadesi Refik’in bir mektep arkadaşı Ahmet’le tanıştı ve onunla evlendi.”
Çılgın Gibi, mahzun bir konuşmayla başlayan ve sorgulamalarla süren dramatik yapısıyla dikkat çekiyor: “Bu solgun kadın yüzü, ıstırap ve azap çekmiş bir mânâ taşıyan bu yüz hakikaten kendisine mi aitti?” Romanı okurken okumakla kalmıyorsunuz, gözünüzde de canlanıyor. Gayet akıcı ve sinematografik bir dili var Suat Derviş’in. Okur için bir kolaylık da sağlanmış kitapta: Yazarın zamanına ait bazı kelimelerin yanına bir yıldız işareti konmuş ve o kelimelerin bulunduğu sayfanın altında anlamları da eklenmiş.
Çılgın Gibi kronolojik bir roman değil. Gidiş gelişlerle örülü bir kurgusu var. Konu olarak yalnızca “aşk”ı ele almıyor elbet. Hem toplumsal hem bireysel çöküşleri, zor zamanlarda zengin olanların amaçlarına ulaşmak için kullandıkları yöntemleri, toplumsal statü uğruna nelerden vazgeçilebileceğini, gündelik yaşamdaki zengin-fakir ayrımını, kadın-erkek ilişkilerindeki “sadakat” kavramını da sorguluyor. Okurken her ne kadar yazarla birlikte çağına tanıklık etseniz de, günümüzde de geçebilirdi, diyorsunuz. Asıl hikâyesi tam da burada sanki Celile’nin:
“Ahmet susmuştu. Fakat sözü bir tılsım gibi bütün bu sihri çözmüştü. Artık ne rüya vardı, ne pırıltılı ve renkli ışıklar, ne de leylak kokusu.
-Bu mucizeyi siz yaptınız Muhsin Bey. O kotra gezintisi, geçen iki akşam sofrada o kadar geç kalışlar… Hep sizin mucizeniz. Benim merdümgiriz karımı hayata siz alıştırıyorsunuz.”
Çılgın Gibi’yi okumadan önce yazarı Suat Derviş’in hayatını okuyanlar, kitabın otobiyografik ögeler içerdiğini fark edecektir. “Her metin biraz otobiyografiktir.” yargısını pekiştiren bir kitapla karşı karşıyayız anlayacağınız.
Selim İleri 2006’da yazdığı bir yazıda şöyle diyor: “Günümüzün yoldan çıkmış ortamında bile has edebiyat okurlarının -kaç kişilerse- Çılgın Gibi’yi arayıp tarayıp ille bulacaklarına hâlâ inanıyorum. Suat Derviş’e ve eserlerine günümüz okurunun sahip çıkmasını gönülden diliyorum…”
İleri’nin bu dileğine katıldığımı belirtip romanın en vurucu cümleleriyle bitirmek istiyorum yazımı:
Muhsin: “Celile, senden korkuyorum.”
Celile: “Ben zararsız kadınım Muhsin; sen aşktan kork!”
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
26 Ocak 2017 Perşembe
Acının derinliği ölçülebilir mi?
Yaşam sürprizlerle doluydu ve bazen en sıradan mekanlar, heyecan verici maceraların başlangıcı olabiliyordu.
Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu, ismini görür görmez arka kapağını dahi okumadan satın aldığım kitaplardan. Bugüne dek beni hiç yanıltmayan bu içgüdüsel yaklaşımım bir kez daha haklılığıma cila çekti ve harika bir kitap okumama vesile oldu.
Roman 41 yaşındaki Fransız yazar Romain Puértolas’ın kaleminden elimize ulaşıyor, ama okunuşu esnasında kendinizi bir çeşit Aamir Khan senaryosunun Monty Python tipi sürrealleştirilmiş sahneleri arasında gezinirken buluyorsunuz. Kitapta Racastan’lı Hint Fakiri Ajatashatru Lavash Patel’in allem edip kullem edip kandırdığı küçük cemaatinden topladığı parayla Fransa’daki Ikea mağazasına çivili yatak almaya gidişi ile başlayan olaylar dizisi konu ediliyor.
Eğer hikayenin basit bir gidiş-dönüşten ibaret olacağını sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Zira yazar karakterini ustalıkla birbirine bağladığı trajikomik geçişlerle neredeyse tüm Avrupa’da dolaştırıyor. Hatta Kaddafi sonrası Libya’nın içinde bulunduğu fotoğrafı kendine özgü perspektifiyle çekme biçimi hikayede en etkileyici bulduğum noktaydı. Yolculuk aslında Hint Fakiri’nin bir yazara dönüşmesini, aşkı bulmasını, hayatı sorgulamasını acılarının derinliğini ölçme becerisi kazanmasını da anlatıyor. Peki acıların derinliğini ölçmek gerçekten mümkün mü? Yazar bu sorunun cevabını metninin son sayfalarında eleştirdiklerini çok yaralamadan yanıtlamaya çalışıyor.
Anlatıda Hint Fakiri’nin içine sıkıştığı Ikea dolabı ana imge olmakla beraber simgelerle çarpıtılmış üstü örtük onlarca gönderme var. Bunlardan en dikkat çekeniyse hiç kuşkusuz kapitalist toplumun reklamlar aracılığıyla yücelttiği metafetişizme doğru parmak sallanarak yapılıyor. Örneğin Hint Fakiri’nin gözleriyle yarattığı etki ‘Coca Cola bakışlı’ benzetmesiyle sunuluyor. Can Yayınları tarafından basımı gerçekleştirilen 237 sayfalık kitapta olaylar hızlı ama yormayacak bir ritimde ilerliyor. Ajatashatru’nun zoraki gittiği her ülke için başlıklar açıp orada yaşananları kısaca anlatan yazar finalde tüm ülkeler ve karakterler için yarattığı soru işaretlerini sımsıcak parantezler açarak yanıtlıyor.
"Yürek dediğin, biraz da büyükçe bir dolap gibidir."
Fransa’da başlayıp yine orada noktalanan macerası boyuna Ajatashatru gayri resmi yollarla seyahat ederken tanıştığı türlü insandan çeşit çeşit maceralar dinliyor. Bu tanışıklıklar sayesinde kurulan köprüler üzerinden ise yoğun bir mültecilik, insan kaçakçılığı ve emek sömürüsü, daha doğrusu umut tüccarlığı eleştirisi yapılmaya başlanıyor. Yazar adeta kendi barış pankartını sırtına geçirip edebiyat dünyasının eleştiri sahasına iyimserliğiyle çıkıyor. Bir de böyle eleştirelim silah değil çiçek uzatalım mantığını güdüyor. Günümüz koşullarında zenginin daha zengin fakirin daha fakir hale getirilişi her fırsatta eğlenceli bir dille de olsa altında yatan acı gerçeklerle okurda farkındalık yaratabilmek adına ısrarla tekrar ediyor. Bu tekrarlar beni hiç rahatsız etmeyip aksine mutlu etmiş olsa bile 36 ülkede yayımlanıp 33 farklı dile çevrilen kitap bazı çıkar gruplarını fazlasıyla tedirgin etmiş olacak ki yazarı tehdit mektupları almış.
Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu göçmenlik konusuna dair bugüne dek okuduğum kitaplar arasında belki de en hassas yaklaşıma sahip olanı. Buna rağmen böylesi şiddetli tepkiler alması birilerinin gömülü kalmasını istediği ve hiç keşfedilmeyeceğini düşündüğü kirli gerçekleri yeniden gündeme getirdiği için olabilir diye düşünmeden edemiyorum.
"Neden kimileri şurada, kimileri ise burada doğuyordu ki? Neden kimileri hayatlarını yaşarken diğerlerinin ve daima aynı kişilerin, ancak susmaya ve ölmeye hakkı vardı?"
Aslında tam da kitabın özeti niteliğinde verdiğim alıntıda yazar umudunu hep taze tutan karakteri üzerinden eşitsizliklerin, gelir dağılımındaki bozulmanın ve sosyolojik açıdan yaratılan ırksal kaosun sonuçlarını anlatıyor. Kitapta; çingeneler, zenciler, Hintli, Afrikalı, Fransız, İngiliz… gibi pek çok etnik kökenden ve ülkeden insana yer veriliyor. Onlara atfedilen ‘kodlaştırılmış’ özellikler ise birer satırla bile olsa gayet net açıklanıyor. Ajatashatru yolculuğu sırasında en dibi de, en zirveyi de görme şansı yakalıyor. ‘Birini tükenmez kalemle de öldürmek mümkünken, neden uçakta çatalla seyahat etmenin yasak olduğunu pek anlayamıyordu. Business Class yolcularına, tepside sunulan yemeklerini seçkin bir şekilde yiyebilsinler diye hem de metal bıçaklar verilirken, uçak kabinine bıçak sokmanın neden yasak olduğunu pek anlayamıyordu. Aslında, birini parmaklarıyla öldürmek o kadar kolayken, tüm bu güvenlik önlemlerini anlayamıyordu. Bu mantıkla, bizleri uçağa almadan önce ellerimizi, bu tehlikeli silahları da kesmeleri gerekmez miydi? Ya da bizleri, bunca göz dikilen pilot kabininden yeterince uzakta hayvanlarla birlikte uçağın bagaj bölümünde yolcu ettirmeleri?’
Roman aynı zamanda hikaye içinde hikayenin de anlatımı. Hint Fakiri’nin bir türlü anlam veremediği uçuş güvenliği önlemlerini sorguladığı yolculuğu sırasında yazmaya başladığı kitabını ve onu nasıl bitireceğine karar veremeyişini de okuyoruz. Puértolas merakı canlı tutmayı gerçekten başarıyor. Heyecan unsurlarının düşüşe geçip, durum anlatılarının yoğunlaştığı noktalarda Fakir’in kendi kaleminden dökülen öyküsüne çekiliyoruz. Son olarak ise Ajatashatru’nun kalbine kendisini bulup nasıl bir insana dönüşeceğini kavrama aşamasında yazarın beş elektroşok akımı isabet ettirişi var ki okuru felsefi zevkin çok ince sınırlarında dolaştırıyor. Doğup büyüdüğü, medeniyetten uzak bölgede şartlar yüzünden dolandırıcı, yalancı, güvenilmez bir insan olmak zorunda kalan Ajatashatru kalbine isabet eden beşinci ve son elektroşok darbesinden sonra içine dokunabiliyor. Okur olarak bizlerse her darbenin ardından acaba sıradaki ne olacak diyerek hikayeyi tek solukta bitiriyoruz.
"Hayatında ilk kez birisi Ajatashatru’ya güveniyordu, öylesine, aşağılık bir strateji, adi bir dümen uydurmasına gerek kalmadan, sadece doğruyu söylediğinde. Bu ‘güzel ülkeler’ gerçekten de sürprizlerle dolu bir çikolata kutusuydu. Üstelik, karşılama komitesi de her zaman polislerden oluşmuyordu. Sıla özlemi bir an için uçup gidiverdi. Fakir’in, maceranın başından beri tam kalbine isabet eden dördüncü elektroşok akımı bu oldu. Ona yine yardım etmişleri. Peki onun birine yardım etme sırası ne zaman gelecekti?"
Ömrünün büyük bir bölümünde çalan, kandıran, göz boyayan Fakir maruz kaldığı elektroşoklar sayesinde içindeki ‘insan’ yanlarını tozdan arındırıyor. Acılarının karanlığı yüzünden görmekte zorlandığı iyilikleri acıdan aydınlanıp, acının anlamını öğrenip cisimleştirdikten sonra kucaklıyor. Aslında Fakir hikayenin sonunda özüyle buluşuyor. Kendisini kucaklıyor. Değiştirip değiştiremeyeceklerinin sınırlarını keşfediyor. Dolayısıyla kitap hem felsefi, hem sosyolojik hem de kusursuz bir politik-siyasal hiciv örneğine dönüşüyor. İnsanlık acılarının farklı kesitleriyle yeniden yüzleşmek isteyenlere sağlam dersler çıkartabilecekleri bir okumalık.
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu, ismini görür görmez arka kapağını dahi okumadan satın aldığım kitaplardan. Bugüne dek beni hiç yanıltmayan bu içgüdüsel yaklaşımım bir kez daha haklılığıma cila çekti ve harika bir kitap okumama vesile oldu.
Roman 41 yaşındaki Fransız yazar Romain Puértolas’ın kaleminden elimize ulaşıyor, ama okunuşu esnasında kendinizi bir çeşit Aamir Khan senaryosunun Monty Python tipi sürrealleştirilmiş sahneleri arasında gezinirken buluyorsunuz. Kitapta Racastan’lı Hint Fakiri Ajatashatru Lavash Patel’in allem edip kullem edip kandırdığı küçük cemaatinden topladığı parayla Fransa’daki Ikea mağazasına çivili yatak almaya gidişi ile başlayan olaylar dizisi konu ediliyor.
Eğer hikayenin basit bir gidiş-dönüşten ibaret olacağını sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Zira yazar karakterini ustalıkla birbirine bağladığı trajikomik geçişlerle neredeyse tüm Avrupa’da dolaştırıyor. Hatta Kaddafi sonrası Libya’nın içinde bulunduğu fotoğrafı kendine özgü perspektifiyle çekme biçimi hikayede en etkileyici bulduğum noktaydı. Yolculuk aslında Hint Fakiri’nin bir yazara dönüşmesini, aşkı bulmasını, hayatı sorgulamasını acılarının derinliğini ölçme becerisi kazanmasını da anlatıyor. Peki acıların derinliğini ölçmek gerçekten mümkün mü? Yazar bu sorunun cevabını metninin son sayfalarında eleştirdiklerini çok yaralamadan yanıtlamaya çalışıyor.
Anlatıda Hint Fakiri’nin içine sıkıştığı Ikea dolabı ana imge olmakla beraber simgelerle çarpıtılmış üstü örtük onlarca gönderme var. Bunlardan en dikkat çekeniyse hiç kuşkusuz kapitalist toplumun reklamlar aracılığıyla yücelttiği metafetişizme doğru parmak sallanarak yapılıyor. Örneğin Hint Fakiri’nin gözleriyle yarattığı etki ‘Coca Cola bakışlı’ benzetmesiyle sunuluyor. Can Yayınları tarafından basımı gerçekleştirilen 237 sayfalık kitapta olaylar hızlı ama yormayacak bir ritimde ilerliyor. Ajatashatru’nun zoraki gittiği her ülke için başlıklar açıp orada yaşananları kısaca anlatan yazar finalde tüm ülkeler ve karakterler için yarattığı soru işaretlerini sımsıcak parantezler açarak yanıtlıyor.
"Yürek dediğin, biraz da büyükçe bir dolap gibidir."
Fransa’da başlayıp yine orada noktalanan macerası boyuna Ajatashatru gayri resmi yollarla seyahat ederken tanıştığı türlü insandan çeşit çeşit maceralar dinliyor. Bu tanışıklıklar sayesinde kurulan köprüler üzerinden ise yoğun bir mültecilik, insan kaçakçılığı ve emek sömürüsü, daha doğrusu umut tüccarlığı eleştirisi yapılmaya başlanıyor. Yazar adeta kendi barış pankartını sırtına geçirip edebiyat dünyasının eleştiri sahasına iyimserliğiyle çıkıyor. Bir de böyle eleştirelim silah değil çiçek uzatalım mantığını güdüyor. Günümüz koşullarında zenginin daha zengin fakirin daha fakir hale getirilişi her fırsatta eğlenceli bir dille de olsa altında yatan acı gerçeklerle okurda farkındalık yaratabilmek adına ısrarla tekrar ediyor. Bu tekrarlar beni hiç rahatsız etmeyip aksine mutlu etmiş olsa bile 36 ülkede yayımlanıp 33 farklı dile çevrilen kitap bazı çıkar gruplarını fazlasıyla tedirgin etmiş olacak ki yazarı tehdit mektupları almış.
Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu göçmenlik konusuna dair bugüne dek okuduğum kitaplar arasında belki de en hassas yaklaşıma sahip olanı. Buna rağmen böylesi şiddetli tepkiler alması birilerinin gömülü kalmasını istediği ve hiç keşfedilmeyeceğini düşündüğü kirli gerçekleri yeniden gündeme getirdiği için olabilir diye düşünmeden edemiyorum.
"Neden kimileri şurada, kimileri ise burada doğuyordu ki? Neden kimileri hayatlarını yaşarken diğerlerinin ve daima aynı kişilerin, ancak susmaya ve ölmeye hakkı vardı?"
Aslında tam da kitabın özeti niteliğinde verdiğim alıntıda yazar umudunu hep taze tutan karakteri üzerinden eşitsizliklerin, gelir dağılımındaki bozulmanın ve sosyolojik açıdan yaratılan ırksal kaosun sonuçlarını anlatıyor. Kitapta; çingeneler, zenciler, Hintli, Afrikalı, Fransız, İngiliz… gibi pek çok etnik kökenden ve ülkeden insana yer veriliyor. Onlara atfedilen ‘kodlaştırılmış’ özellikler ise birer satırla bile olsa gayet net açıklanıyor. Ajatashatru yolculuğu sırasında en dibi de, en zirveyi de görme şansı yakalıyor. ‘Birini tükenmez kalemle de öldürmek mümkünken, neden uçakta çatalla seyahat etmenin yasak olduğunu pek anlayamıyordu. Business Class yolcularına, tepside sunulan yemeklerini seçkin bir şekilde yiyebilsinler diye hem de metal bıçaklar verilirken, uçak kabinine bıçak sokmanın neden yasak olduğunu pek anlayamıyordu. Aslında, birini parmaklarıyla öldürmek o kadar kolayken, tüm bu güvenlik önlemlerini anlayamıyordu. Bu mantıkla, bizleri uçağa almadan önce ellerimizi, bu tehlikeli silahları da kesmeleri gerekmez miydi? Ya da bizleri, bunca göz dikilen pilot kabininden yeterince uzakta hayvanlarla birlikte uçağın bagaj bölümünde yolcu ettirmeleri?’
Roman aynı zamanda hikaye içinde hikayenin de anlatımı. Hint Fakiri’nin bir türlü anlam veremediği uçuş güvenliği önlemlerini sorguladığı yolculuğu sırasında yazmaya başladığı kitabını ve onu nasıl bitireceğine karar veremeyişini de okuyoruz. Puértolas merakı canlı tutmayı gerçekten başarıyor. Heyecan unsurlarının düşüşe geçip, durum anlatılarının yoğunlaştığı noktalarda Fakir’in kendi kaleminden dökülen öyküsüne çekiliyoruz. Son olarak ise Ajatashatru’nun kalbine kendisini bulup nasıl bir insana dönüşeceğini kavrama aşamasında yazarın beş elektroşok akımı isabet ettirişi var ki okuru felsefi zevkin çok ince sınırlarında dolaştırıyor. Doğup büyüdüğü, medeniyetten uzak bölgede şartlar yüzünden dolandırıcı, yalancı, güvenilmez bir insan olmak zorunda kalan Ajatashatru kalbine isabet eden beşinci ve son elektroşok darbesinden sonra içine dokunabiliyor. Okur olarak bizlerse her darbenin ardından acaba sıradaki ne olacak diyerek hikayeyi tek solukta bitiriyoruz.
"Hayatında ilk kez birisi Ajatashatru’ya güveniyordu, öylesine, aşağılık bir strateji, adi bir dümen uydurmasına gerek kalmadan, sadece doğruyu söylediğinde. Bu ‘güzel ülkeler’ gerçekten de sürprizlerle dolu bir çikolata kutusuydu. Üstelik, karşılama komitesi de her zaman polislerden oluşmuyordu. Sıla özlemi bir an için uçup gidiverdi. Fakir’in, maceranın başından beri tam kalbine isabet eden dördüncü elektroşok akımı bu oldu. Ona yine yardım etmişleri. Peki onun birine yardım etme sırası ne zaman gelecekti?"
Ömrünün büyük bir bölümünde çalan, kandıran, göz boyayan Fakir maruz kaldığı elektroşoklar sayesinde içindeki ‘insan’ yanlarını tozdan arındırıyor. Acılarının karanlığı yüzünden görmekte zorlandığı iyilikleri acıdan aydınlanıp, acının anlamını öğrenip cisimleştirdikten sonra kucaklıyor. Aslında Fakir hikayenin sonunda özüyle buluşuyor. Kendisini kucaklıyor. Değiştirip değiştiremeyeceklerinin sınırlarını keşfediyor. Dolayısıyla kitap hem felsefi, hem sosyolojik hem de kusursuz bir politik-siyasal hiciv örneğine dönüşüyor. İnsanlık acılarının farklı kesitleriyle yeniden yüzleşmek isteyenlere sağlam dersler çıkartabilecekleri bir okumalık.
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
24 Ocak 2017 Salı
Güldüren, ağlatan, hayret ettiren tarihçimiz
Reşad Ekrem Koçu için en çok da tarihi sevdiren adam derler. Evet, tarihçiliği soğuk, sıkıcı metinlere hapsedilmiş bir olgu olmaktan çıkarıp, genelde başka tarih kitaplarının asık suratlı suretlerini, vakıalarını kendi kitaplarında, tarihi romanlarında adeta tebessüm ettirir. Tarihimizin, özellikle de Osmanlı tarihinin kıyıda köşede kalmış, dikkat çekmeyen ayrıntılarına projeksiyon tutar. Gâh güldüren, gâh ağlatan, gâh hayret ettiren… Bazen hayran hayran bakarız satırlara bazen de böyle şeyler olabilir mi diye şaşırırız.
Tekmili birden İstanbul’u anlatır, İstanbul anlatılır köşe bucak… Köy köy, semt semt, sokak sokak İstanbul… Yalnız zenginlikler, yalılar, saraylar, köşkler, bağlar, bahçeler anlatılmaz. Şehrin öteki yüzü de dile gelir. Garibanlar, berduşlar, ayyaşlar, dilenciler, çingeneler, bohçacılar, incik boncukçular, kabadayılar, gayrimüslim kantocular, destancılar, kayıkçılar, külhanbeyleri, dalkavuklar, çıraklar, kalfalar…
Tarihin güler yüzlü anlatıcısı, tarihi tek düze anlatımdan kurtaran tarihçi dedik Koçu’ya ama bu, tarihi gerçeklere aykırı, kurgucu, gerçeklerin uzağında bir profil akla getirmesin. Tarihle uğraşanların kahir ekseriyetine göre yazdıklarında gerçeklerin aksine bir durum yok. Gerçekleri kafasındaki kurgulara kurban etmiyor. Gerçekleri dile getirme konusunda çok titiz. Ayrıca Türkçeyi çok iyi kullanıyor. Türkçeye hâkim bir üslubu var. Şehrin öteki yüzünü anlatıyor fakat lakaytlık, gevezelik, saygısızlık kesinlikle yok. Murat Bardakçı’nın da ifade ettiği gibi şehrin diğer yüzünü, sokakları anlatırken orada olan bitenler konusunda okuyucuyu özendirmez, sadece nakleder. Anlatılarında yazı geleneğine saygı çerçevesinde hareket eder. Edebi sanatları, coşkun karakterini satırlara aksettirir ama tarihi gerçeklerin hilafında bilgilere rastlayamayız.
Bir dönem yolu üniversiteye düşse de bu akademik serüven uzun sürmemiş. Hayatının sonuna kadar liselerde öğretmenlik yapmış. Kitaplarından müteşekkil bir dünyası var. Çok çalışkan; yazı yazdığı dergi ve gazetelere yazılarını hep zamanında göndermiş. Onun İstanbul sevgisi ve yazıya tutkusunu tek başına, bin bir zorlukla hazırlayıp yayınladığı İstanbul Ansiklopedisi gösterir. Ansiklopediyi G maddesine kadar yayınlıyor. Aslında ansiklopediyi tamamlamış ama yayınlamak için para bulamadığından bu projesi akim kalmış. Gerçi ansiklopediyi tamamlayamamış deniyordu ama 2006 yılında Murat Bardakçı 70-80 koli içinde saklanan ansiklopedinin Koçu tarafından hazırlanan ama yayınlanamayan bölümlerine ulaşmış. Kalan bölümlerin yayınlanması için girişimler olmuş ama telifte anlaşılamadığı için bir türlü hayata geçirilememiş.
Reşad Ekrem Koçu’nun romanları hakkında İlber Ortaylı’ya kulak verdiğimizde şu değerlendirmeleri duyarız: “Üstadın romanları bizim bildiğimiz roman değildir, daha çok çeşni kazanmış bir vakayiname, hayat boyu okuyup hatmettiği Tayyarzade, Hançerli Hanım tipindeki 18. asır halk hikâyelerinin getirdiği bir üslup hâkimdir. İşte cılız tarihi roman edebiyatımızda, üstadı özgün ve lezzetli kılan niteliği de budur. Üstelik ‘Romancı tarihçiye sadık kalmak zorunda değil’ tümcesini, ‘Romancı cahil olup istediğini uydurur’ hükmüne çevirenlerin ortamında Reşad Ekrem, sağlam tarihi bilgisiyle nesillere tarihi sevdirip tarih öğreten biridir.”
Onun üslubu hakkında fikir vermesi maksadıyla Fatih Sultan Mehmed adlı kitabındaki “İstanbul’un Fethi” bölümünden bir pasajla yazımızı bitirelim: “Çanlar mütemadiyen çalıyor ve dakikalar geçerken, bir veya birkaç tanesi susuyordu. On beş dakika içinde yetmiş bin kadar Türk askeri girmiş bulunuyordu. Sultan Mehmed, Topkapı karşısında dikilmiş, büyük sancağın altında, at üzerinde bu muhteşem girişi seyrediyor ve sevincinden ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Şehrin müdafii İmparatoru Konstantin’e gelince on asırlık bir imparatorluğun son hükümdarına yakışan ulvi bir kahramanlıkla, kılıcı elinde ölmüştü. Şöyle ki, şehrin alındığını görünce bir Arap kısrağının üzerine atlamış, arkasında dört sadık silahşör Fransuva dö Tolet, Teofilos Paleologos ve İlliryalı Jan’la dörtnala Likos vadisinden sur boyunca şimale Edirnekapı’ya doğru çıkmıştı.”
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Tekmili birden İstanbul’u anlatır, İstanbul anlatılır köşe bucak… Köy köy, semt semt, sokak sokak İstanbul… Yalnız zenginlikler, yalılar, saraylar, köşkler, bağlar, bahçeler anlatılmaz. Şehrin öteki yüzü de dile gelir. Garibanlar, berduşlar, ayyaşlar, dilenciler, çingeneler, bohçacılar, incik boncukçular, kabadayılar, gayrimüslim kantocular, destancılar, kayıkçılar, külhanbeyleri, dalkavuklar, çıraklar, kalfalar…
Tarihin güler yüzlü anlatıcısı, tarihi tek düze anlatımdan kurtaran tarihçi dedik Koçu’ya ama bu, tarihi gerçeklere aykırı, kurgucu, gerçeklerin uzağında bir profil akla getirmesin. Tarihle uğraşanların kahir ekseriyetine göre yazdıklarında gerçeklerin aksine bir durum yok. Gerçekleri kafasındaki kurgulara kurban etmiyor. Gerçekleri dile getirme konusunda çok titiz. Ayrıca Türkçeyi çok iyi kullanıyor. Türkçeye hâkim bir üslubu var. Şehrin öteki yüzünü anlatıyor fakat lakaytlık, gevezelik, saygısızlık kesinlikle yok. Murat Bardakçı’nın da ifade ettiği gibi şehrin diğer yüzünü, sokakları anlatırken orada olan bitenler konusunda okuyucuyu özendirmez, sadece nakleder. Anlatılarında yazı geleneğine saygı çerçevesinde hareket eder. Edebi sanatları, coşkun karakterini satırlara aksettirir ama tarihi gerçeklerin hilafında bilgilere rastlayamayız.
Bir dönem yolu üniversiteye düşse de bu akademik serüven uzun sürmemiş. Hayatının sonuna kadar liselerde öğretmenlik yapmış. Kitaplarından müteşekkil bir dünyası var. Çok çalışkan; yazı yazdığı dergi ve gazetelere yazılarını hep zamanında göndermiş. Onun İstanbul sevgisi ve yazıya tutkusunu tek başına, bin bir zorlukla hazırlayıp yayınladığı İstanbul Ansiklopedisi gösterir. Ansiklopediyi G maddesine kadar yayınlıyor. Aslında ansiklopediyi tamamlamış ama yayınlamak için para bulamadığından bu projesi akim kalmış. Gerçi ansiklopediyi tamamlayamamış deniyordu ama 2006 yılında Murat Bardakçı 70-80 koli içinde saklanan ansiklopedinin Koçu tarafından hazırlanan ama yayınlanamayan bölümlerine ulaşmış. Kalan bölümlerin yayınlanması için girişimler olmuş ama telifte anlaşılamadığı için bir türlü hayata geçirilememiş.
Reşad Ekrem Koçu’nun romanları hakkında İlber Ortaylı’ya kulak verdiğimizde şu değerlendirmeleri duyarız: “Üstadın romanları bizim bildiğimiz roman değildir, daha çok çeşni kazanmış bir vakayiname, hayat boyu okuyup hatmettiği Tayyarzade, Hançerli Hanım tipindeki 18. asır halk hikâyelerinin getirdiği bir üslup hâkimdir. İşte cılız tarihi roman edebiyatımızda, üstadı özgün ve lezzetli kılan niteliği de budur. Üstelik ‘Romancı tarihçiye sadık kalmak zorunda değil’ tümcesini, ‘Romancı cahil olup istediğini uydurur’ hükmüne çevirenlerin ortamında Reşad Ekrem, sağlam tarihi bilgisiyle nesillere tarihi sevdirip tarih öğreten biridir.”
Onun üslubu hakkında fikir vermesi maksadıyla Fatih Sultan Mehmed adlı kitabındaki “İstanbul’un Fethi” bölümünden bir pasajla yazımızı bitirelim: “Çanlar mütemadiyen çalıyor ve dakikalar geçerken, bir veya birkaç tanesi susuyordu. On beş dakika içinde yetmiş bin kadar Türk askeri girmiş bulunuyordu. Sultan Mehmed, Topkapı karşısında dikilmiş, büyük sancağın altında, at üzerinde bu muhteşem girişi seyrediyor ve sevincinden ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Şehrin müdafii İmparatoru Konstantin’e gelince on asırlık bir imparatorluğun son hükümdarına yakışan ulvi bir kahramanlıkla, kılıcı elinde ölmüştü. Şöyle ki, şehrin alındığını görünce bir Arap kısrağının üzerine atlamış, arkasında dört sadık silahşör Fransuva dö Tolet, Teofilos Paleologos ve İlliryalı Jan’la dörtnala Likos vadisinden sur boyunca şimale Edirnekapı’ya doğru çıkmıştı.”
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Batının gözünü diktiği bir yer olarak Kenya
"Aslanlar kendi hikayelerini yazmadıkça, avcıların hikayelerini dinlemek zorundayız."
- Afrika atasözü
Kenya. 1980'de Muhammed Ali'nin siyasi bir girişim için gidip, Moskova Olimpiyatları’na katılmama yönünde ikna ettiği memleket. Neden Muhammed Ali böyle bir şey istemişti? Çünkü Sovyetler, Afganistan'ı işgali etmişti. O zamanlar dirençli Müslümanlar böyleydi. Kenetlenir, birbirlerinin dertlerine tek bir yumrukla karşı koymak isterdiler. Hepsi geride kaldı...
Atasoy Müftüoğlu, Firak adlı kitabında Asya ve Afrika topraklarındaki sürekli büyüyen toplumsal zaafların; batıyı ve batılı düşünce sistemlerini güçlü kılan şey olarak görür. Fakat yine de umutludur, "Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Allah'ın dilemesiyle zayıf bıraktırılmış toplumlardaki batı imajı giderek bütün çekiciliğini kaybetmektedir" der. Elbette umudumuz bu yönde fakat işleyen mekanizmaların perde arkasındaki geçmişini araştırırsak, umudun ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğunu da az çok kestirebiliriz. Görünen köy şöyle ki batı tesirini gittikçe arttırmıyor, artık doğrudan operasyon yaparak işgalden de öte bir zihniyet değişimine yol açıyor. Ne kiralıyor ne de medeniyet götürüyor. Tapuyu olduğu gibi alıp, çatışma kültürünü sonuna kadar kullanarak 'ilgili' diyarı hükümranlığı altına alıyor.
Afrika'da insanlar her geçen gün daha da köleleştiriliyor. Yüzümüze gözümüze sevimli çığlıklar atan markalar, dünyanın en yoksul halklarını korkunç ücretlerle çalıştırıyorlar. İşin en kötü tarafı ise insanların bu işleri yapmak zorunda oluşları. Öte yanda açlık, susuzluk, muhtaçlık ve elbette batının umursamazlığı. Peki ya biz? Bir zamanlar elimizin kolayca uzanabildiği bu kadim topraklar için neler yapabiliyoruz? Hiç değilse onları düşünebiliyoruz? Gelecek hayalleri kurarken onları da bu hayallerin içine alabiliyor muyuz? Tüm bunları yapmadan evvel, Afrika'nın kolonyalizm tarihindeki yerini, din ve sermaye ikilisinin Kenya'da nasıl bir müstemleke hâline getirdiğini biliyor muyuz? İşte Kaknüs Yayınları tarafından neşredilen kitabında Cafer Talha Şeker, Kenya'nın Müstemleke Tarihi'ni anlatıyor. 221 sayfalık kitapta harita, tablo ve resim bolluğu var. Bu hem kitabın okunuşunu kolaylaştırıyor hem de tarihi bilgilerin yanına coğrafi bilgileri de katarak hafızayı zenginleştiriyor.
Kitap, Prof. Dr. Mohamed Bakari'nin önsözüyle açılıyor. Kitabın mukaddime mahiyetinde olsa da tafsilatlı, tarafsız, ilmî ve iyi yazılmış akıcılta olduğunu belirtiyor. Daha sonra Şeker, mukaddime başlığıyla eserini kısaca tanıtıyor. 2013 yılında National Archives'in yayınlanmış ve yayımlanmamış arşiv kayıtlarını incelemesi neticesinde bu kitabın ortaya çıktığını söylüyor. Şu ifadeleri önemli: "Misyonerler Afrika'ya iki şey getirdiler: Medeniyet ve ihtilaf. Birincisi vahşi olan yerli halkın eski âdetlerini terk etmesine yol açtı. İnsan yiyen, ikizleri öldüren, beyaz renklileri şeytan veya tanrı zanneden, hastaları yakan ve daha pek çok vahşi âdetleri tatbik eden bazı yerli kabileler, misyonerlerin uzun vadeli ve sabırlı faaliyetleri sayesinde bu vahşi hayatı terk edip daha medeni bir seviyeye ulaştılar. Bunu çoğu Afrikalı da kabul etmektedir. Ancak Afrika'da Hristiyanlaştırılar yerliler zamanla teşkilatlanarak Afrika'nın Müslüman halkları ile hasım oldular. Batılı ülkeler tarafından Hristiyan oldukları için veya Batılı şirketlere ucuz insan kaynağı oluşturacakları için desteklendiler. Kuvvetlendiler ve Müslümanlar ile zıtlaşıp onlara saldırmaya başladılar. Bu düşmanlık bitmek bilmeyen ihtilafları beraberinde getirdi. Dolayısıyla Batılı misyonerlerin Afrika'nın Müslüman olmayan yerli halkına faydası olduğu gibi zararı da olmuştur."
Günümüze doğru geldiğimizde şunu hatırlatmak fayda var: Britanya ekonomisinin adeta göz bebeği konumundadır Kenya. Bilhassa petrol gibi yer altı kaynak arayışında önemli bir yer tutar. Müşterek menfaatleri vardır. 2012'de bir İngiliz şirketi tarafından Kenya'da petrol bulunmuş ve Kenya tarihindeki İngiliz nüfusu kısa sürede artmıştır. Çin'in de 2014'te Mombasa'yı Güney Sudan'a bağlayacak olan Doğu Afrika Demir Yolu Projesi'ni alarak enerji kaynaklarına yoğunlaşmasıyla ABD'nin de gözleri Kenya'ya çevrilmiştir. Obama'nın baba ocağıdır Kenya, zira 2015'te memleketine bir ziyareti olmuştur ABD başkanının. 19. yüzyılın sonlarından beri Afrika toprakları küresel sermayenin ve dünya kapitalist sisteminin ilgi odağı olmuş, bu topraklar 'yeni oyunların' merkezi hâline gelmiştir. Cafer Talha Şeker'in yorumuna göre Kenya, Afrika'daki stratejik önemini giderek artıracaktır.
İki kısımdan oluşan kitabın ilk kısmı Kenya tarihinde kabileleri, Arapları ve Sevahili milletini anlatıyor. Buradaki "Lizbon-Mombasa-Açe Hattında Osmanlı-Portekiz Mücadelesi: 1498-1698" makalesi oldukça önemli. Kitabın ikinci kısmı oldukça uzun çünkü bütün mesele burada saklı. Kenya'da kolonyalizmin tarihini (1862-1962) anlatan bu kısımda genel bölüm başlıkları şöyle: A) Kenya'nın batılılaşması ve Hristiyanlaşmasına dair teorik nazariyeler. B) İlk misyonerler, kolonyalist yayılma ve İngiliz-Alman rekabeti: 1862-1895. C) İşgal, kolonyalist idare ve siyonist teşebbüsler: 1895-1914. D) İki dünya harbi arasında Kenya müstemlekesi. E) Kenya'nın bağımsızlığına doğru siyasi hareketler: 1945-1963.
Kitabın son makalesi Türkiye-Kenya münasebetleri üzerine. Burada özellikle 2014 yılıyla birlikte yeni hamleler görülmeye başlanıyor. Dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün iki ülke halkı arasındaki tarihi münasebete dikkat çekmesi, yine dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Kenya cumhurbaşkanı ile görüşmesi gibi konular var. Ticari adımların yanında güvenlik hususunda bazı adımların atıldığı görülüyor. Mesela Kenya polislerinin Türk polisi tarafından eğitilmesi ve Somali güvenlik meselesine dair işbirliği yapılması için imzalanan anlaşma gibi hususi meseleler var. En son olarak Aralık 2015'te T.C Başbakanlığının desteğiyle ve ORDAF'ın (Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği) katkılarıyla tertip edilen ilk "Türk-Afrika Düşünce Kuruluşları Zirvesi" de İstanbul'da gerçekleştirilmişti. Öte yandan Türkiye'nin yeni cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, Haziran 2016'da Kenya, Uganda ve Somali'yi ziyaret etmişti.
Kenya ve çevresiyle irtibatımız daimi olmalı. Orada olup bitenler takip edilmeli. Yeni imkânlar oluşturulmalı ve kollanmalı. Kaknüs Yayınları tarafından neşredilen Kenya'nın Müstemleke Tarihi, hem güncel olmasıyla hem de stratejik öneme haiz konuları irdelemesiyle civar topraklar hakkındaki fikirlerin yeniden gözden geçirilmesini sağlayabilecek nitelikte.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Afrika atasözü
Kenya. 1980'de Muhammed Ali'nin siyasi bir girişim için gidip, Moskova Olimpiyatları’na katılmama yönünde ikna ettiği memleket. Neden Muhammed Ali böyle bir şey istemişti? Çünkü Sovyetler, Afganistan'ı işgali etmişti. O zamanlar dirençli Müslümanlar böyleydi. Kenetlenir, birbirlerinin dertlerine tek bir yumrukla karşı koymak isterdiler. Hepsi geride kaldı...
Atasoy Müftüoğlu, Firak adlı kitabında Asya ve Afrika topraklarındaki sürekli büyüyen toplumsal zaafların; batıyı ve batılı düşünce sistemlerini güçlü kılan şey olarak görür. Fakat yine de umutludur, "Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Allah'ın dilemesiyle zayıf bıraktırılmış toplumlardaki batı imajı giderek bütün çekiciliğini kaybetmektedir" der. Elbette umudumuz bu yönde fakat işleyen mekanizmaların perde arkasındaki geçmişini araştırırsak, umudun ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğunu da az çok kestirebiliriz. Görünen köy şöyle ki batı tesirini gittikçe arttırmıyor, artık doğrudan operasyon yaparak işgalden de öte bir zihniyet değişimine yol açıyor. Ne kiralıyor ne de medeniyet götürüyor. Tapuyu olduğu gibi alıp, çatışma kültürünü sonuna kadar kullanarak 'ilgili' diyarı hükümranlığı altına alıyor.
Afrika'da insanlar her geçen gün daha da köleleştiriliyor. Yüzümüze gözümüze sevimli çığlıklar atan markalar, dünyanın en yoksul halklarını korkunç ücretlerle çalıştırıyorlar. İşin en kötü tarafı ise insanların bu işleri yapmak zorunda oluşları. Öte yanda açlık, susuzluk, muhtaçlık ve elbette batının umursamazlığı. Peki ya biz? Bir zamanlar elimizin kolayca uzanabildiği bu kadim topraklar için neler yapabiliyoruz? Hiç değilse onları düşünebiliyoruz? Gelecek hayalleri kurarken onları da bu hayallerin içine alabiliyor muyuz? Tüm bunları yapmadan evvel, Afrika'nın kolonyalizm tarihindeki yerini, din ve sermaye ikilisinin Kenya'da nasıl bir müstemleke hâline getirdiğini biliyor muyuz? İşte Kaknüs Yayınları tarafından neşredilen kitabında Cafer Talha Şeker, Kenya'nın Müstemleke Tarihi'ni anlatıyor. 221 sayfalık kitapta harita, tablo ve resim bolluğu var. Bu hem kitabın okunuşunu kolaylaştırıyor hem de tarihi bilgilerin yanına coğrafi bilgileri de katarak hafızayı zenginleştiriyor.
Kitap, Prof. Dr. Mohamed Bakari'nin önsözüyle açılıyor. Kitabın mukaddime mahiyetinde olsa da tafsilatlı, tarafsız, ilmî ve iyi yazılmış akıcılta olduğunu belirtiyor. Daha sonra Şeker, mukaddime başlığıyla eserini kısaca tanıtıyor. 2013 yılında National Archives'in yayınlanmış ve yayımlanmamış arşiv kayıtlarını incelemesi neticesinde bu kitabın ortaya çıktığını söylüyor. Şu ifadeleri önemli: "Misyonerler Afrika'ya iki şey getirdiler: Medeniyet ve ihtilaf. Birincisi vahşi olan yerli halkın eski âdetlerini terk etmesine yol açtı. İnsan yiyen, ikizleri öldüren, beyaz renklileri şeytan veya tanrı zanneden, hastaları yakan ve daha pek çok vahşi âdetleri tatbik eden bazı yerli kabileler, misyonerlerin uzun vadeli ve sabırlı faaliyetleri sayesinde bu vahşi hayatı terk edip daha medeni bir seviyeye ulaştılar. Bunu çoğu Afrikalı da kabul etmektedir. Ancak Afrika'da Hristiyanlaştırılar yerliler zamanla teşkilatlanarak Afrika'nın Müslüman halkları ile hasım oldular. Batılı ülkeler tarafından Hristiyan oldukları için veya Batılı şirketlere ucuz insan kaynağı oluşturacakları için desteklendiler. Kuvvetlendiler ve Müslümanlar ile zıtlaşıp onlara saldırmaya başladılar. Bu düşmanlık bitmek bilmeyen ihtilafları beraberinde getirdi. Dolayısıyla Batılı misyonerlerin Afrika'nın Müslüman olmayan yerli halkına faydası olduğu gibi zararı da olmuştur."
Günümüze doğru geldiğimizde şunu hatırlatmak fayda var: Britanya ekonomisinin adeta göz bebeği konumundadır Kenya. Bilhassa petrol gibi yer altı kaynak arayışında önemli bir yer tutar. Müşterek menfaatleri vardır. 2012'de bir İngiliz şirketi tarafından Kenya'da petrol bulunmuş ve Kenya tarihindeki İngiliz nüfusu kısa sürede artmıştır. Çin'in de 2014'te Mombasa'yı Güney Sudan'a bağlayacak olan Doğu Afrika Demir Yolu Projesi'ni alarak enerji kaynaklarına yoğunlaşmasıyla ABD'nin de gözleri Kenya'ya çevrilmiştir. Obama'nın baba ocağıdır Kenya, zira 2015'te memleketine bir ziyareti olmuştur ABD başkanının. 19. yüzyılın sonlarından beri Afrika toprakları küresel sermayenin ve dünya kapitalist sisteminin ilgi odağı olmuş, bu topraklar 'yeni oyunların' merkezi hâline gelmiştir. Cafer Talha Şeker'in yorumuna göre Kenya, Afrika'daki stratejik önemini giderek artıracaktır.
İki kısımdan oluşan kitabın ilk kısmı Kenya tarihinde kabileleri, Arapları ve Sevahili milletini anlatıyor. Buradaki "Lizbon-Mombasa-Açe Hattında Osmanlı-Portekiz Mücadelesi: 1498-1698" makalesi oldukça önemli. Kitabın ikinci kısmı oldukça uzun çünkü bütün mesele burada saklı. Kenya'da kolonyalizmin tarihini (1862-1962) anlatan bu kısımda genel bölüm başlıkları şöyle: A) Kenya'nın batılılaşması ve Hristiyanlaşmasına dair teorik nazariyeler. B) İlk misyonerler, kolonyalist yayılma ve İngiliz-Alman rekabeti: 1862-1895. C) İşgal, kolonyalist idare ve siyonist teşebbüsler: 1895-1914. D) İki dünya harbi arasında Kenya müstemlekesi. E) Kenya'nın bağımsızlığına doğru siyasi hareketler: 1945-1963.
Kitabın son makalesi Türkiye-Kenya münasebetleri üzerine. Burada özellikle 2014 yılıyla birlikte yeni hamleler görülmeye başlanıyor. Dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün iki ülke halkı arasındaki tarihi münasebete dikkat çekmesi, yine dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Kenya cumhurbaşkanı ile görüşmesi gibi konular var. Ticari adımların yanında güvenlik hususunda bazı adımların atıldığı görülüyor. Mesela Kenya polislerinin Türk polisi tarafından eğitilmesi ve Somali güvenlik meselesine dair işbirliği yapılması için imzalanan anlaşma gibi hususi meseleler var. En son olarak Aralık 2015'te T.C Başbakanlığının desteğiyle ve ORDAF'ın (Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği) katkılarıyla tertip edilen ilk "Türk-Afrika Düşünce Kuruluşları Zirvesi" de İstanbul'da gerçekleştirilmişti. Öte yandan Türkiye'nin yeni cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, Haziran 2016'da Kenya, Uganda ve Somali'yi ziyaret etmişti.
Kenya ve çevresiyle irtibatımız daimi olmalı. Orada olup bitenler takip edilmeli. Yeni imkânlar oluşturulmalı ve kollanmalı. Kaknüs Yayınları tarafından neşredilen Kenya'nın Müstemleke Tarihi, hem güncel olmasıyla hem de stratejik öneme haiz konuları irdelemesiyle civar topraklar hakkındaki fikirlerin yeniden gözden geçirilmesini sağlayabilecek nitelikte.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
23 Ocak 2017 Pazartesi
Sadece geçinmek için değil, ‘insan’ olmak için çalışmanın önemi
“Geçimini mertçe kazanmaya çalış. Nefsini alçaklıktan koru ki, fakir olsan bile şerefli kalasın.”
- Hz. Ali (r.a.)
- “Hayatın ve mutluluğun en büyük şartı çalışmaktır.”
- Lev Tolstoy
Çalışmanın; sadece insanın yaşamını kazanmak için yaptığı fiziksel veya zihinsel faaliyetlerin toplamı olduğunu düşünmüyorum. Olayın bu yüzü var; ancak insanın daha üst bir mertebeye, daha ulvi bir duruma geçmesi için meşru yollardan gerçekleştirdiği faaliyetlerin de çalışma tanımının içinde yer almasını daha doğru buluyorum. Günümüzde pek çok insan, yaşamını kendi zihinsel veya fiziksel çabasıyla değil, başkalarının çabalarıyla kazanmaktadır. Ya da farklı deyimle başkalarının kazandıklarını kendi servetine katmaktadır. Toplumun birçok alanında görülen adaletsizliğin temel sebeplerinden biri budur. Haberlerde sık sık karşımıza çıkan, dünya servetinin yüzde ellisini altmışını sadece sınırlı sayıdaki insanın elinde bulundurmasının nedeni de budur.
Jules Romains, "Dirilen Şehir" romanında çalışmayla ilgili başarılı ve vurucu tespitlere yer veriyor. Fakat romana geçmeden önce bu romanın yazılmasının sebebi olan ‘ünanimizm’ kavramını yakından incelemek gerekiyor:
‘Ünanimizm’; en kısa tanımıyla ‘hep birden yaşama’ demek. Dirilen Şehir'in başında çevirmen Sabahattin Eyüboğlu’nun ‘ünanimizm’ hakkında çok detaylı bir incelemesi mevcut. Eyüboğlu bu incelemede ‘ünanimizm’den önce ortaya çıkan akımları ve ‘ünanimizm’e giden yolun nasıl ortaya çıktığını detaylı bir şekilde inceliyor. Bu akımın nerede nasıl doğduğunu, amaçlarını, bu akımın meydana getirdiği mevcut eserleri ve bu akımı ortaya çıkaran sanatçıların nasıl dağıldığını çok doyurucu bir şekilde okura veriyor: “..İşte bizde pek yankısı olmayan ‘ünanimizm’ de yirminci yüzyılın başında bu ikilik içinde yeni çeşit toplumculuk olarak doğdu. Asıl savunucusu ‘Jules Romains’ olmakla beraber bu akım bir grup içinde ve bu grubun topladığı belli bir yerde, Abbaye’de, bir çeşit tekkede gelişti. Yirminci yüzyıl başlarında bazı gençlerin bir araya gelerek bir ortak serüvene girişmeleri moda olmuştu. Eskiden şairlerin, ressamların tek başlarına atıldıkları yeniliklere şimdi artık dost toplulukları atılıyordu. 1906’da yedi kişilik bir grup Paris yakınında bahçeli büyük bir eski konağa yerleşip içinde matbaa kuruyorlar, kendilerinin, başkalarının kitaplarını kendileri dizip basıyorlar, Abbaye (Tekke) adını verdikleri bu konak birçok yazar ve sanatçıların uğrağı ve eserlerini gösterme yeri oluyor. Tekke herkesin emeğini bir araya getirmesiyle yaşıyor.”
Dirilen Şehir kitabının baskısı şu anda kitabevlerinde ve internet kitapçılarında mevcut değil. Bendeki baskısı 1961 yılında Ataç Kitabevi’nde neşredilmiş olup 61 sayfadır. Daha sonra 2000 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları yeni bir baskı yapmış fakat şu anda bu baskıyı da yeni olarak kitapçılarda bulamıyoruz. Bunlara rağmen sahaflarda çok kolay ve çok ucuza bulunabilecek bir kitap. Bu sebeple kitaba ulaşmanın zor olmayacağı kanaatindeyim. Bana bu kitabı merak ettiren şey kitapta geçen ve İsmet Özel’in hayat felsefesini yaptığı bir cümle oldu: “Tükettiği şeye karşılık hiçbir şey üretmeyen kişi toplum hayatında bir asalaktır.”. Bu cümle kitabın da temelini oluşturuyor aslında.
Hiçbir şeyle ilgilenmeyen, politik, gündelik veya hayatın herhangi bir alanına ilgi duymayan, sanayi veya tarım üzerine hiçbir üretimin olmadığı, kahvelerde, evlerde, dükkanlarda tamamen ‘miskinlik’ üzerine bir hayat süren, yaşamlarını ailelerinden kalan servetle geçiren veya topraklarında insanları çalıştırarak sürdüren, burada çalışan insanların emeğiyle rahat rahat yaşayan bir kasabaya bir posta memurunun gelmesiyle başlıyor her şey. Bu posta memuru aynı zamanda kasabanın çehresini birkaç ayda değiştiriyor ve bazı zenginlerin rahatını kaçırıyor. Kasabada yaşamaya başladıktan bir süre sonra kasabadaki cansızlık ve hareketsizlikten rahatsız oluyor: “...Genç adam boşu boşuna aradı. İçinde faydalı bir iş yapıldığı anlaşılan, bereketli bir didinmenin belirtileriyle etraftaki bencil uyuşukluğu unutturan hiçbir köşe başı, hiçbir sokak bulamadı. Hiçbir şey yoktu, ne bir yaratıcı soluk, ne bir makine homurtusu, ne bir atölye gürültüsü… Havada insan çabasının çevresini saran titreşim ve sıcaklıktan eser yoktu. Mağazalar dışardan gelen malların kolayca harcanmasını sağlamaktan başka bir işe yaramıyordu. Kendi içinde bulduğu hazır doyurma araçları ile yetinen şehir onları daha geniş bir ticarete yöneltmiyordu. Şehrin yaratıcı hiçbir iş görmeden böyle her bulduğunu yutuşu aklı durduran bir yapı yaratıyordu…”.
Ve eski günlerdeki yaşamından aklına gelen yukarıda yazdığım sözü umumi tuvaletin duvarına yazıyor. Bu söz suya atılan küçük bir taş misali dalga dalga yayılarak bütün kasabanın zihin yapısını ve düşünme şeklini değiştiriyor. Bir evde zengin bir adam, kahvede oturan yaşlılar, pastacı ya da belediye başkanı; hepsi bu sözün peşinde bir şeyler yapma telaşına düşüyor ve kasaba birkaç ayda hareketli bir gündelik hayata kavuşuyor. Sonunda gelinen nokta ise okurların vicdani muhasebesine bırakılıyor.
Yazar; düşündüğü, istediği şeyleri çok başarılı aktarmış ve ‘ünanimizm’ etkisinde verilen bu eserle insanlara birçok mesaj vermiş aslında. Çalışmanın, ama sadece geçinmek için değil, ‘insan’ olmak için çalışmanın önemini direkt olarak veriyor okura. Hiç sağa sola sapmadan, gereksiz betimlemelere bulaşmadan, akıcı bir dille harika bir eser ortaya çıkarmış. Sabahattin Eyüboğlu'nun çevirisi de harika. Özellikle eserin başında bize ayrıntılı bir şekilde bu akımı tanıtması, bu akım etkisinde yazılan şiirlerden örnekler vermesi de kitabı okurken daha özenli düşünmemize olanak sağlamış. Kitabın içinde bazı çizimlerin de olması, yaşadığımız zamanlarda pek de göremeyeceğimiz bir kitap tarzı ortaya çıkarmış.
‘Ünanimizm’ akımının en önemli temsilcisi Jules Romain olarak gösteriliyor. En önemli eseri de bu kısacık kitap. Roman bile denemez, hatta resimler olmasa belki de 30-40 sayfalık bir hikaye kitabı bu. Ama bu kadar kısa olup, savunduğu şeyi bu kadar etkili verebilen çok kitap okumadım hayatımda. Tek eksik -bence biraz daha detaylı bir kasaba profili ve kasaba değiştikten –Romains’e göre dirildikten- sonra biraz daha uzun tutulmuş incelemeler olabilirdi. Rahatsız edici bir eksiklik olduğunu söyleyemem yine de.
Okurun bir saatini bile almayacak bu ilginç kitap, bazı kişilerin bütün hayatını etkileyebiliyormuş demek ki. Bu kitabın verdiği mesajdan ne kadar etkilenen olursa toplumun çehresi -genelde olumlu ama belki de biraz olumsuz- o kadar değişecektir diye düşünüyorum.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Hz. Ali (r.a.)
- “Hayatın ve mutluluğun en büyük şartı çalışmaktır.”
- Lev Tolstoy
Çalışmanın; sadece insanın yaşamını kazanmak için yaptığı fiziksel veya zihinsel faaliyetlerin toplamı olduğunu düşünmüyorum. Olayın bu yüzü var; ancak insanın daha üst bir mertebeye, daha ulvi bir duruma geçmesi için meşru yollardan gerçekleştirdiği faaliyetlerin de çalışma tanımının içinde yer almasını daha doğru buluyorum. Günümüzde pek çok insan, yaşamını kendi zihinsel veya fiziksel çabasıyla değil, başkalarının çabalarıyla kazanmaktadır. Ya da farklı deyimle başkalarının kazandıklarını kendi servetine katmaktadır. Toplumun birçok alanında görülen adaletsizliğin temel sebeplerinden biri budur. Haberlerde sık sık karşımıza çıkan, dünya servetinin yüzde ellisini altmışını sadece sınırlı sayıdaki insanın elinde bulundurmasının nedeni de budur.
Jules Romains, "Dirilen Şehir" romanında çalışmayla ilgili başarılı ve vurucu tespitlere yer veriyor. Fakat romana geçmeden önce bu romanın yazılmasının sebebi olan ‘ünanimizm’ kavramını yakından incelemek gerekiyor:
‘Ünanimizm’; en kısa tanımıyla ‘hep birden yaşama’ demek. Dirilen Şehir'in başında çevirmen Sabahattin Eyüboğlu’nun ‘ünanimizm’ hakkında çok detaylı bir incelemesi mevcut. Eyüboğlu bu incelemede ‘ünanimizm’den önce ortaya çıkan akımları ve ‘ünanimizm’e giden yolun nasıl ortaya çıktığını detaylı bir şekilde inceliyor. Bu akımın nerede nasıl doğduğunu, amaçlarını, bu akımın meydana getirdiği mevcut eserleri ve bu akımı ortaya çıkaran sanatçıların nasıl dağıldığını çok doyurucu bir şekilde okura veriyor: “..İşte bizde pek yankısı olmayan ‘ünanimizm’ de yirminci yüzyılın başında bu ikilik içinde yeni çeşit toplumculuk olarak doğdu. Asıl savunucusu ‘Jules Romains’ olmakla beraber bu akım bir grup içinde ve bu grubun topladığı belli bir yerde, Abbaye’de, bir çeşit tekkede gelişti. Yirminci yüzyıl başlarında bazı gençlerin bir araya gelerek bir ortak serüvene girişmeleri moda olmuştu. Eskiden şairlerin, ressamların tek başlarına atıldıkları yeniliklere şimdi artık dost toplulukları atılıyordu. 1906’da yedi kişilik bir grup Paris yakınında bahçeli büyük bir eski konağa yerleşip içinde matbaa kuruyorlar, kendilerinin, başkalarının kitaplarını kendileri dizip basıyorlar, Abbaye (Tekke) adını verdikleri bu konak birçok yazar ve sanatçıların uğrağı ve eserlerini gösterme yeri oluyor. Tekke herkesin emeğini bir araya getirmesiyle yaşıyor.”
Dirilen Şehir kitabının baskısı şu anda kitabevlerinde ve internet kitapçılarında mevcut değil. Bendeki baskısı 1961 yılında Ataç Kitabevi’nde neşredilmiş olup 61 sayfadır. Daha sonra 2000 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları yeni bir baskı yapmış fakat şu anda bu baskıyı da yeni olarak kitapçılarda bulamıyoruz. Bunlara rağmen sahaflarda çok kolay ve çok ucuza bulunabilecek bir kitap. Bu sebeple kitaba ulaşmanın zor olmayacağı kanaatindeyim. Bana bu kitabı merak ettiren şey kitapta geçen ve İsmet Özel’in hayat felsefesini yaptığı bir cümle oldu: “Tükettiği şeye karşılık hiçbir şey üretmeyen kişi toplum hayatında bir asalaktır.”. Bu cümle kitabın da temelini oluşturuyor aslında.
Hiçbir şeyle ilgilenmeyen, politik, gündelik veya hayatın herhangi bir alanına ilgi duymayan, sanayi veya tarım üzerine hiçbir üretimin olmadığı, kahvelerde, evlerde, dükkanlarda tamamen ‘miskinlik’ üzerine bir hayat süren, yaşamlarını ailelerinden kalan servetle geçiren veya topraklarında insanları çalıştırarak sürdüren, burada çalışan insanların emeğiyle rahat rahat yaşayan bir kasabaya bir posta memurunun gelmesiyle başlıyor her şey. Bu posta memuru aynı zamanda kasabanın çehresini birkaç ayda değiştiriyor ve bazı zenginlerin rahatını kaçırıyor. Kasabada yaşamaya başladıktan bir süre sonra kasabadaki cansızlık ve hareketsizlikten rahatsız oluyor: “...Genç adam boşu boşuna aradı. İçinde faydalı bir iş yapıldığı anlaşılan, bereketli bir didinmenin belirtileriyle etraftaki bencil uyuşukluğu unutturan hiçbir köşe başı, hiçbir sokak bulamadı. Hiçbir şey yoktu, ne bir yaratıcı soluk, ne bir makine homurtusu, ne bir atölye gürültüsü… Havada insan çabasının çevresini saran titreşim ve sıcaklıktan eser yoktu. Mağazalar dışardan gelen malların kolayca harcanmasını sağlamaktan başka bir işe yaramıyordu. Kendi içinde bulduğu hazır doyurma araçları ile yetinen şehir onları daha geniş bir ticarete yöneltmiyordu. Şehrin yaratıcı hiçbir iş görmeden böyle her bulduğunu yutuşu aklı durduran bir yapı yaratıyordu…”.
Ve eski günlerdeki yaşamından aklına gelen yukarıda yazdığım sözü umumi tuvaletin duvarına yazıyor. Bu söz suya atılan küçük bir taş misali dalga dalga yayılarak bütün kasabanın zihin yapısını ve düşünme şeklini değiştiriyor. Bir evde zengin bir adam, kahvede oturan yaşlılar, pastacı ya da belediye başkanı; hepsi bu sözün peşinde bir şeyler yapma telaşına düşüyor ve kasaba birkaç ayda hareketli bir gündelik hayata kavuşuyor. Sonunda gelinen nokta ise okurların vicdani muhasebesine bırakılıyor.
Yazar; düşündüğü, istediği şeyleri çok başarılı aktarmış ve ‘ünanimizm’ etkisinde verilen bu eserle insanlara birçok mesaj vermiş aslında. Çalışmanın, ama sadece geçinmek için değil, ‘insan’ olmak için çalışmanın önemini direkt olarak veriyor okura. Hiç sağa sola sapmadan, gereksiz betimlemelere bulaşmadan, akıcı bir dille harika bir eser ortaya çıkarmış. Sabahattin Eyüboğlu'nun çevirisi de harika. Özellikle eserin başında bize ayrıntılı bir şekilde bu akımı tanıtması, bu akım etkisinde yazılan şiirlerden örnekler vermesi de kitabı okurken daha özenli düşünmemize olanak sağlamış. Kitabın içinde bazı çizimlerin de olması, yaşadığımız zamanlarda pek de göremeyeceğimiz bir kitap tarzı ortaya çıkarmış.
‘Ünanimizm’ akımının en önemli temsilcisi Jules Romain olarak gösteriliyor. En önemli eseri de bu kısacık kitap. Roman bile denemez, hatta resimler olmasa belki de 30-40 sayfalık bir hikaye kitabı bu. Ama bu kadar kısa olup, savunduğu şeyi bu kadar etkili verebilen çok kitap okumadım hayatımda. Tek eksik -bence biraz daha detaylı bir kasaba profili ve kasaba değiştikten –Romains’e göre dirildikten- sonra biraz daha uzun tutulmuş incelemeler olabilirdi. Rahatsız edici bir eksiklik olduğunu söyleyemem yine de.
Okurun bir saatini bile almayacak bu ilginç kitap, bazı kişilerin bütün hayatını etkileyebiliyormuş demek ki. Bu kitabın verdiği mesajdan ne kadar etkilenen olursa toplumun çehresi -genelde olumlu ama belki de biraz olumsuz- o kadar değişecektir diye düşünüyorum.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
19 Ocak 2017 Perşembe
Büyük tarihçinin rehberliğinde coğrafî keşifler
Kimileri okur öğrenir, kimileri gezer öğrenir, kimileri de hem okuyup hem gezerek öğrenir... Uzun zamandır cevabı bulunamayan bir sorudur, çok gezenin mi çok okuyanın mı bildiği. Ülkemiz coğrafyasında gezip görülecek yerlerin azalması tefekkür kaybına da sebebiyet verdiğinden, insanları yine okumak kurtaracak gibi görünüyor. Yine de tefekkür için şartları zorlamak, akıntıya karşı koymak gerekiyor. Bunun için hem okuyup hem gezmek biraz lüks gibi görünse de bazı alışkanlıklardan fedakârlık yapılarak bu zevki tatmak mümkün. Hem okuma hem görme zevkini.
İlber Ortaylı, zevk sahibi bir tarihçimiz. Tercihlerini kendi yapmış, sürüyle gezmektense kurtlarla kapışmayı tercih etmiş, genç yaşlarından itibaren dünya işlerini fazla umursamadan yollara düşmüş. Bir küçük bavul, not defteri, gezi rehberleri ve elbette kitaplar. Çoğu zaman bir kitapla gidip yüz kitapla dönmüş. Buradan çıkan ilginç bir netice var: "Muhibban-ı kütüb" insanların nezdinde gezmek, yeni okumalar için bir keşif imkânı sunuyor. İşte, tarihçiliğinin yanına gururla seyyahlığını da yazmamız gereken Ortaylı hoca, 50 yıl boyunca arşınladığı memleketlere dair öz bilgilerle, meyve veren dallardan diğer meyve veren dallara atlayan üslubuyla; okuyucuyu koluna girmeye davet ediyor. 'Hem oku hem gez' diyor, bu dünya kimseye kalmaz.
Kronik Kitap tarafından neşredilen 280 sayfalık İlber Ortaylı Seyahatnamesi, Suriye'den başlıyor. Rotası şöyle: Ürdün, İsrail, İran, Azerbaycan, Rusya, Kırım, Özbekistan, Tuna, Bosna, Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Macaristan, Romanya, Eski Avusturya, Yunanistan, İtalya, Roma, Venedik, Malta, İspanya, Portekiz, Litvanya, Estonya, İsveç, Hindistan, Japonya, Singapur. Kitabın son sayfalarında ise "Müzeler Dünyasından" başlığıyla Louvre, British Museum ve Çarların Sarayı Ermitaj Müzesi üzerine yazılar yer alıyor.
İlber Ortaylı kitabını takdim ederken dil, tarih ve coğrafyanın beşeriyetin macerasını kavramak açısından son derece önemli dallar olduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyor: "Gezilerimiz sırasında bir ülkede asıl dikkat etmemiz ve bilmemiz gereken alan beşeri coğrafya ve tarihidir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya bize göre merkezdir. Fakat bu “bize göre”lik, tarihî olayların beşeri maceranın akışına bakarsak, insanın nesnel varlığına ve macerasına da yakındır. Türkiye gibi önemli bir coğrafyayı ve tarih alanını öğrenmek için onun kuzeyindeki Güney Rusya ve Kafkasya, doğusundaki İran ve Hindistan, güneyindeki Suriye, Filistin ve Mezopotamya’nın yanı sıra Balkanları ve Akdeniz ülkelerini anlamak da kaçınılmazdır."
İlber hocanın Suriye üzerine notlarında, günümüze değinen yaklaşımları oldukça önemli. "Asıl önemlisi bizler Türkiye tarihini öğrenirken Suriye-Lübnan- Filistin çizgisini ihmal edemeyiz. Buraları tanımayan, bilmeyen bir gençliğin, bırakınız uzak tarihi, çok yakındaki Türkiye tarihini bile anlayıp kavraması mümkün değildir." diyor hoca. Maalesef günümüzde coğrafi bilgi konusunda büyük sıkıntılar yaşıyoruz, harita bilmiyoruz. Sadece kendimizi merkeze alarak yaptığımız coğrafi yorumlar havada kalıyor, ayakları yere basmıyor. Bu da hem teorik hem de pratik açıdan kavram boşluğu oluşturuyor. Oysa kavramları netleştiremeden, kendimizi açıklamamız da mümkün değil.
"Bizim diplomalılar tarih ve coğrafyada yavan" diyor Ortaylı, İran'ı anlatırken. Onun mukayeseli yaklaşımları, okuma genişliği sağlıyor: "Üst sınıf politikacıların arasında da sözü sohbeti yerinde insan bir hayli fazladır. Arşiv ve kütüphaneler düzgündür; ayrıca teessüfle bildirelim ki İran Hariciye Vezareti arşivlerinin düzeni ve neşriyatı bizim Dışişleri Arşivi ile mukayese kabul etmez. Demir-çelik, sanayi, mühendislik dallarında patlama yapan Türkiye’nin diplomalılarının tarih, coğrafya ve edebiyat dalındaki yavanlığı, maddi zenginliklerimizin geleceği için de bir tehlikedir. Zira kimliğini inşa edemeyen aydının toplumunu da nerelere götüreceği belli değildir."
Hocanın Tebriz detayı da oldukça mühim: "Türkçenin nelere kadir olduğunu Tebriz aydınları arasında anlıyorsunuz. Unuttuğumuz dil, unuttuğumuz müzik ve etrafa bakma sanatı Tebriz’de. Ara sıra Türkçe konuşulan dünyanın merkezlerini görmek lazım ama bakmayı ve dinlemeyi bilmek şartıyla."
Bizim yakın ve uzak coğrafya olarak tanımladığımız ülkelerle şehirler, hocaya göre bizimle doğrudan irtibatlı yerler. Dolayısıyla bakışımızı netleştirmeli, daha geniş bir perspektifle tarih okumaları yapmaktan çekinmemeliyiz. Diğer ülkeleri yalnız genel kültür icabı değil, kendi tarihimize ve geleceğimize katkı sunması açısından da öğrenmeliyiz. Hiç şüphe yok ki bu öğrenim, bizi daha farklı, daha çok boyutlu düşüncelere götürecek.
Unutmadan, Kronik Kitap tarafından neşredilen İlber Ortaylı Seyahatnamesi'nde, her okuyucuya özel bir kartpostal da var. Bu kartpostallar okuyucu da yeni yerler görme duygusunu harekete geçirecektir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
İlber Ortaylı, zevk sahibi bir tarihçimiz. Tercihlerini kendi yapmış, sürüyle gezmektense kurtlarla kapışmayı tercih etmiş, genç yaşlarından itibaren dünya işlerini fazla umursamadan yollara düşmüş. Bir küçük bavul, not defteri, gezi rehberleri ve elbette kitaplar. Çoğu zaman bir kitapla gidip yüz kitapla dönmüş. Buradan çıkan ilginç bir netice var: "Muhibban-ı kütüb" insanların nezdinde gezmek, yeni okumalar için bir keşif imkânı sunuyor. İşte, tarihçiliğinin yanına gururla seyyahlığını da yazmamız gereken Ortaylı hoca, 50 yıl boyunca arşınladığı memleketlere dair öz bilgilerle, meyve veren dallardan diğer meyve veren dallara atlayan üslubuyla; okuyucuyu koluna girmeye davet ediyor. 'Hem oku hem gez' diyor, bu dünya kimseye kalmaz.
Kronik Kitap tarafından neşredilen 280 sayfalık İlber Ortaylı Seyahatnamesi, Suriye'den başlıyor. Rotası şöyle: Ürdün, İsrail, İran, Azerbaycan, Rusya, Kırım, Özbekistan, Tuna, Bosna, Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Macaristan, Romanya, Eski Avusturya, Yunanistan, İtalya, Roma, Venedik, Malta, İspanya, Portekiz, Litvanya, Estonya, İsveç, Hindistan, Japonya, Singapur. Kitabın son sayfalarında ise "Müzeler Dünyasından" başlığıyla Louvre, British Museum ve Çarların Sarayı Ermitaj Müzesi üzerine yazılar yer alıyor.
İlber Ortaylı kitabını takdim ederken dil, tarih ve coğrafyanın beşeriyetin macerasını kavramak açısından son derece önemli dallar olduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyor: "Gezilerimiz sırasında bir ülkede asıl dikkat etmemiz ve bilmemiz gereken alan beşeri coğrafya ve tarihidir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya bize göre merkezdir. Fakat bu “bize göre”lik, tarihî olayların beşeri maceranın akışına bakarsak, insanın nesnel varlığına ve macerasına da yakındır. Türkiye gibi önemli bir coğrafyayı ve tarih alanını öğrenmek için onun kuzeyindeki Güney Rusya ve Kafkasya, doğusundaki İran ve Hindistan, güneyindeki Suriye, Filistin ve Mezopotamya’nın yanı sıra Balkanları ve Akdeniz ülkelerini anlamak da kaçınılmazdır."
İlber hocanın Suriye üzerine notlarında, günümüze değinen yaklaşımları oldukça önemli. "Asıl önemlisi bizler Türkiye tarihini öğrenirken Suriye-Lübnan- Filistin çizgisini ihmal edemeyiz. Buraları tanımayan, bilmeyen bir gençliğin, bırakınız uzak tarihi, çok yakındaki Türkiye tarihini bile anlayıp kavraması mümkün değildir." diyor hoca. Maalesef günümüzde coğrafi bilgi konusunda büyük sıkıntılar yaşıyoruz, harita bilmiyoruz. Sadece kendimizi merkeze alarak yaptığımız coğrafi yorumlar havada kalıyor, ayakları yere basmıyor. Bu da hem teorik hem de pratik açıdan kavram boşluğu oluşturuyor. Oysa kavramları netleştiremeden, kendimizi açıklamamız da mümkün değil.
"Bizim diplomalılar tarih ve coğrafyada yavan" diyor Ortaylı, İran'ı anlatırken. Onun mukayeseli yaklaşımları, okuma genişliği sağlıyor: "Üst sınıf politikacıların arasında da sözü sohbeti yerinde insan bir hayli fazladır. Arşiv ve kütüphaneler düzgündür; ayrıca teessüfle bildirelim ki İran Hariciye Vezareti arşivlerinin düzeni ve neşriyatı bizim Dışişleri Arşivi ile mukayese kabul etmez. Demir-çelik, sanayi, mühendislik dallarında patlama yapan Türkiye’nin diplomalılarının tarih, coğrafya ve edebiyat dalındaki yavanlığı, maddi zenginliklerimizin geleceği için de bir tehlikedir. Zira kimliğini inşa edemeyen aydının toplumunu da nerelere götüreceği belli değildir."
Hocanın Tebriz detayı da oldukça mühim: "Türkçenin nelere kadir olduğunu Tebriz aydınları arasında anlıyorsunuz. Unuttuğumuz dil, unuttuğumuz müzik ve etrafa bakma sanatı Tebriz’de. Ara sıra Türkçe konuşulan dünyanın merkezlerini görmek lazım ama bakmayı ve dinlemeyi bilmek şartıyla."
Bizim yakın ve uzak coğrafya olarak tanımladığımız ülkelerle şehirler, hocaya göre bizimle doğrudan irtibatlı yerler. Dolayısıyla bakışımızı netleştirmeli, daha geniş bir perspektifle tarih okumaları yapmaktan çekinmemeliyiz. Diğer ülkeleri yalnız genel kültür icabı değil, kendi tarihimize ve geleceğimize katkı sunması açısından da öğrenmeliyiz. Hiç şüphe yok ki bu öğrenim, bizi daha farklı, daha çok boyutlu düşüncelere götürecek.
Unutmadan, Kronik Kitap tarafından neşredilen İlber Ortaylı Seyahatnamesi'nde, her okuyucuya özel bir kartpostal da var. Bu kartpostallar okuyucu da yeni yerler görme duygusunu harekete geçirecektir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
18 Ocak 2017 Çarşamba
Gelenek ile modernlik arasına sıkışmış zihinlerimize sahici önermeler
Sadettin Ökten, sahici bir medeniyet tasavvuru peşinde. Aynı zamanda sahici sorular soruyor. Medeniyet üzerine düşünmenin, bir tasavvur arayışı içinde olmanın soru sormakla başlayacağının farkında. Doğru sorular sormak… Doğru soruların kılavuzluğunda uzun bir yolculuğa çıkmak…
Timaş Yayınları bünyesinde faaliyet gösteren Sufi Kitap tarafından yayınlanan Gelenek Sanat ve Medeniyet adlı kitap geleneksel kodların sanat alanındaki şifrelerini çözme gayretini yansıtıyor. Onun gayreti kadim medeniyetimize nostaljik bir bakışla yaklaşmanın ya da bir takım duyguları tatminin çok ötesinde. Artistik söylemler peşinde de değil. Ne idüğü belirsiz bir gelenek tanımı yaparak kendini dokunulmaz kılmak amacı da yok. Sahici bakışların ve gerçek tanımların peşinde. Emek harcıyor, kafa yoruyor. Ökten, bir medeniyetin anlaşılması için o medeniyetin sanat telakkisinin mutlaka anlaşılması gerektiğini söylüyor.
Bilindiği gibi biz Müslümanlar uzun bir dönemdir kendi medeniyet tasavvuruna yabancı bir halde yaşıyoruz. Batı kültür ve medeniyeti, üstünlüğünü ve egemenliğini ilan etmiş durumda. İster istemez Batı dışı toplumlarm da bu medeniyet tasavvurundan etkilenmekte. Kendi medeniyet tasavvurumuzu yaşayamıyoruz ama Ökten’in de ifade ettiği gibi kadim medeniyet tasavvurumuza ait nüveleri iç dünyamızda taşıyoruz. Bu da ister istemez insanı bir ikilemi yaşamanın ağırlığı ile karşı karşıya bırakıyor. İşte tam burada Sadettin Ökten, adı geçen kitabında yaşamakta olduğumuz meseleleri tarif etme ve bu meseleleri aşma gayretini yansıtıyor. Kadim medeniyetimizin sanat telakkisini tahlil etmeye çalışıyor.
Tarihimizle ve medeniyetimizle ilgili birçok araştırma ve çalışmada sanat yönü akim bırakıldı. Burayla ilgili ciddi mesailer harcanmadı. Oysa medeniyet anlayışları sanatıyla kendini ifade eder. Toplumun birer üyesi olan sanatçılar, içinde yer aldıkları medeniyetin kendi varlıklarındaki izlerini sanat vasıtasıyla açığa çıkarırlar. Sanat aynı zamanda toplumların moral dinamiği olarak yaşamın içinde yer alır. Zaman, mekân ve hayat anlamlı bir bütün olarak geleneğin içindeki sanatın yansımalarında kendini gösterir. Sadettin Ökten, Gelenek Sanat ve Medeniyet adlı kitabında özelde şiirin üzerinde durarak ve ebru, hat gibi geleneksel sanatlarımızı ele alarak meselelere yaklaşımını dillendiriyor.
Ökten, kitabında Yahya Kemal şiirleri üzerinden medeniyet tasavvuru ile ilgili unsurları belirginleştiriyor. Yahya Kemal’in şiirlerindeki remizlerin ve simgelerin arka planındaki duygusallığa hassasiyetle yaklaşıldığında bir bütünlüğün haber verildiği söyleniyor. Bu remizler eski ve büyük bir yapının yapı taşları ve fikri bütünlüğün vazgeçilmez öğeleri. Yazarın dediği gibi Yahya Kemal şiiri bir medeniyet tasavvuruna gönderme yapıyor. Bu medeniyet bizim özgün, kadim ve şu an eski diye nitelenen medeniyetimiz.
Medeniyet tasavvuru üç şeyi içine alır: Mekân, insan ve zaman. Sadettin Ökten’e göre Yahya Kemal’de mekân “Kendi Gök Kubbemiz”. Bu kubbe vatanımızı örter. Bütün medeniyet değerlerimiz bu kubbe altında yaşanmıştır. Şair bu gök kubbeden hareketle medeniyet değerlerine ulaşır. Medeniyet tasavvurunu hayata geçiren insanımız aynı zamanda yaşanan coğrafyayı vatan haline getirmiştir. Yahya Kemal’e göre biz kendimiz olarak yaşıyorsak ve medeniyetimize sahip çıkıyorsak yaşanan coğrafya vatan ve buranın üzerini örten gök kubbe bizim gök kubbemiz olur. Eğer kendimiz kalarak yaşayamıyorsak bu zamanlarda gök kubbe bizi maddi ve manevi olarak kuşatmaz. Bu aynı zamanda vatandan uzaklaşmak anlamına da gelir.
Yahya Kemal’in gök kubbesi aynı zamanda devleti işaret eder. Bizim eski devletimizi… Devlet dirliğin, düzenin, güven ve refahın sigortasıdır. Ona göre gök kubbeyi temsil eden devlet dört sütun üzerinde yükselir: Hakan, ilmiye, seyfiye ve kalemiye sınıfı… Bunlar onun şiirlerinde yer alır. “Selimname”, “Ali Emiri’ye Gazel”, “Akıncılar”, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Aziz İstanbul” gibi şiirler yukarıdaki perspektifle değerlendirilebilir.
Yahya Kemal’de zaman her daim maziyle beraberdir. Onun şiirlerinde zaman bazen dümdüz bazen de devri daim şeklinde geriye gidişler ve geriden gelişlerden müteşekkildir. Şiirlerinde bazen mazinin uzak ya da yakın derinliklerine yol alır. Maziye gidişte, oradan dönüşte kimi kez mekânlar ön plana çıkar. Mekân hatırlanan ve gönderme yapılan zamanı bütünler, tamamlar.
Yahya Kemal, “İstanbul şairi” olarak tanınır. Sadettin Ökten bu konuda şu değerlendirmede bulunuyor: “Yahya Kemal belki bir İstanbul’dan bahsetmektedir ancak o İstanbul, şairin yaşadığı çağda kendisine atfedilen İstanbul değildir. Onun resmettiği ve şiirle ifadelendirdiği İstanbul çok başka, çok daha geniş, şümullü ve derin muhtevalı, mücerret bir kavram olarak insanımızı tarihi macerası içinde yorumlayan, bu yorum sırasında zaman ve mekân unsurlarını ustalıkla kullanan bir İstanbul’dur.”
Gelenek Sanat ve Medeniyet, birbirinden değerli denemeleri içinde barındırıyor. “Geleneğin Devamı ve Zenginleşmesi”, “Geleneksel Türk El Sanatları Üzerine Bir Deneme”, “Toplum ve Sanat”, “Geleneğin Sanatı”, “Zevk-i Selim”, “Ebru ve Zaman”, “Geleneğin Neyi Eksik” gibi... Geleneğin bulanıklaştırıldığı, gelenekselliğin entelektüel bir gevezelik malzemesi kılındığı bu günlerde konu hakkında ciddi şeyler okumak için adı geçen kitap iyi bir tercih olacak. Gelenek ile modernlik arasına sıkışmış zihinlerimize sahici önermeler sunuyor Sadettin Ökten. Hepsinden önemlisi soru sormanın vazgeçilmezliğine işaret ediyor.
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Timaş Yayınları bünyesinde faaliyet gösteren Sufi Kitap tarafından yayınlanan Gelenek Sanat ve Medeniyet adlı kitap geleneksel kodların sanat alanındaki şifrelerini çözme gayretini yansıtıyor. Onun gayreti kadim medeniyetimize nostaljik bir bakışla yaklaşmanın ya da bir takım duyguları tatminin çok ötesinde. Artistik söylemler peşinde de değil. Ne idüğü belirsiz bir gelenek tanımı yaparak kendini dokunulmaz kılmak amacı da yok. Sahici bakışların ve gerçek tanımların peşinde. Emek harcıyor, kafa yoruyor. Ökten, bir medeniyetin anlaşılması için o medeniyetin sanat telakkisinin mutlaka anlaşılması gerektiğini söylüyor.
Bilindiği gibi biz Müslümanlar uzun bir dönemdir kendi medeniyet tasavvuruna yabancı bir halde yaşıyoruz. Batı kültür ve medeniyeti, üstünlüğünü ve egemenliğini ilan etmiş durumda. İster istemez Batı dışı toplumlarm da bu medeniyet tasavvurundan etkilenmekte. Kendi medeniyet tasavvurumuzu yaşayamıyoruz ama Ökten’in de ifade ettiği gibi kadim medeniyet tasavvurumuza ait nüveleri iç dünyamızda taşıyoruz. Bu da ister istemez insanı bir ikilemi yaşamanın ağırlığı ile karşı karşıya bırakıyor. İşte tam burada Sadettin Ökten, adı geçen kitabında yaşamakta olduğumuz meseleleri tarif etme ve bu meseleleri aşma gayretini yansıtıyor. Kadim medeniyetimizin sanat telakkisini tahlil etmeye çalışıyor.
Tarihimizle ve medeniyetimizle ilgili birçok araştırma ve çalışmada sanat yönü akim bırakıldı. Burayla ilgili ciddi mesailer harcanmadı. Oysa medeniyet anlayışları sanatıyla kendini ifade eder. Toplumun birer üyesi olan sanatçılar, içinde yer aldıkları medeniyetin kendi varlıklarındaki izlerini sanat vasıtasıyla açığa çıkarırlar. Sanat aynı zamanda toplumların moral dinamiği olarak yaşamın içinde yer alır. Zaman, mekân ve hayat anlamlı bir bütün olarak geleneğin içindeki sanatın yansımalarında kendini gösterir. Sadettin Ökten, Gelenek Sanat ve Medeniyet adlı kitabında özelde şiirin üzerinde durarak ve ebru, hat gibi geleneksel sanatlarımızı ele alarak meselelere yaklaşımını dillendiriyor.
Ökten, kitabında Yahya Kemal şiirleri üzerinden medeniyet tasavvuru ile ilgili unsurları belirginleştiriyor. Yahya Kemal’in şiirlerindeki remizlerin ve simgelerin arka planındaki duygusallığa hassasiyetle yaklaşıldığında bir bütünlüğün haber verildiği söyleniyor. Bu remizler eski ve büyük bir yapının yapı taşları ve fikri bütünlüğün vazgeçilmez öğeleri. Yazarın dediği gibi Yahya Kemal şiiri bir medeniyet tasavvuruna gönderme yapıyor. Bu medeniyet bizim özgün, kadim ve şu an eski diye nitelenen medeniyetimiz.
Medeniyet tasavvuru üç şeyi içine alır: Mekân, insan ve zaman. Sadettin Ökten’e göre Yahya Kemal’de mekân “Kendi Gök Kubbemiz”. Bu kubbe vatanımızı örter. Bütün medeniyet değerlerimiz bu kubbe altında yaşanmıştır. Şair bu gök kubbeden hareketle medeniyet değerlerine ulaşır. Medeniyet tasavvurunu hayata geçiren insanımız aynı zamanda yaşanan coğrafyayı vatan haline getirmiştir. Yahya Kemal’e göre biz kendimiz olarak yaşıyorsak ve medeniyetimize sahip çıkıyorsak yaşanan coğrafya vatan ve buranın üzerini örten gök kubbe bizim gök kubbemiz olur. Eğer kendimiz kalarak yaşayamıyorsak bu zamanlarda gök kubbe bizi maddi ve manevi olarak kuşatmaz. Bu aynı zamanda vatandan uzaklaşmak anlamına da gelir.
Yahya Kemal’in gök kubbesi aynı zamanda devleti işaret eder. Bizim eski devletimizi… Devlet dirliğin, düzenin, güven ve refahın sigortasıdır. Ona göre gök kubbeyi temsil eden devlet dört sütun üzerinde yükselir: Hakan, ilmiye, seyfiye ve kalemiye sınıfı… Bunlar onun şiirlerinde yer alır. “Selimname”, “Ali Emiri’ye Gazel”, “Akıncılar”, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Aziz İstanbul” gibi şiirler yukarıdaki perspektifle değerlendirilebilir.
Yahya Kemal’de zaman her daim maziyle beraberdir. Onun şiirlerinde zaman bazen dümdüz bazen de devri daim şeklinde geriye gidişler ve geriden gelişlerden müteşekkildir. Şiirlerinde bazen mazinin uzak ya da yakın derinliklerine yol alır. Maziye gidişte, oradan dönüşte kimi kez mekânlar ön plana çıkar. Mekân hatırlanan ve gönderme yapılan zamanı bütünler, tamamlar.
Yahya Kemal, “İstanbul şairi” olarak tanınır. Sadettin Ökten bu konuda şu değerlendirmede bulunuyor: “Yahya Kemal belki bir İstanbul’dan bahsetmektedir ancak o İstanbul, şairin yaşadığı çağda kendisine atfedilen İstanbul değildir. Onun resmettiği ve şiirle ifadelendirdiği İstanbul çok başka, çok daha geniş, şümullü ve derin muhtevalı, mücerret bir kavram olarak insanımızı tarihi macerası içinde yorumlayan, bu yorum sırasında zaman ve mekân unsurlarını ustalıkla kullanan bir İstanbul’dur.”
Gelenek Sanat ve Medeniyet, birbirinden değerli denemeleri içinde barındırıyor. “Geleneğin Devamı ve Zenginleşmesi”, “Geleneksel Türk El Sanatları Üzerine Bir Deneme”, “Toplum ve Sanat”, “Geleneğin Sanatı”, “Zevk-i Selim”, “Ebru ve Zaman”, “Geleneğin Neyi Eksik” gibi... Geleneğin bulanıklaştırıldığı, gelenekselliğin entelektüel bir gevezelik malzemesi kılındığı bu günlerde konu hakkında ciddi şeyler okumak için adı geçen kitap iyi bir tercih olacak. Gelenek ile modernlik arasına sıkışmış zihinlerimize sahici önermeler sunuyor Sadettin Ökten. Hepsinden önemlisi soru sormanın vazgeçilmezliğine işaret ediyor.
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
16 Ocak 2017 Pazartesi
Farklı zihinlerden ve farklı boyutlardan bir döneme bakış
"İttihatçılar vardı hilâl bıyıklıydılar
Sustasına basılmış birer çakıydılar."
- Attilâ İlhan
"Silindir gibi geçti tarih üzerimizden
Doğru, bir bir kayıtlardan silindik
Ama tarih, bir yandan, başımıza gelirken
Bir yandan bizler tarihi değiştirdik."
- Roni Margulies
Ülkemizde yıllardır değişmeyen bir şey varsa o da İttihat ve Terakki üzerine yazmanın, düşünmenin, eser üretmenin riskli oluşudur. İttihatçılara dair yapılacak müspet bir yorum başınızı fena hâlde derde sokabilir. Bu cesaret gerektiren yolun sonu masonluğa, dinsizliğe ve hainliğe dahi çıkabilir. Tüm bu seviyesizliğin programını oluşturanlar padişahları gönüllerinde birer puta çevirir, bir imparatorluğun sonunun gelmesinden üç beş kişiyi mes'ul tutar yahut bugünkü siyasi, iktisadî ve hatta edebî ne kadar sıkıntımız varsa topyekun İttihatçıların üzerine yıkar. Elbette günümüzün bol diriliş ruhlu popüler tarihçiliği ve her yerinden hamaset akan nostalji özleminden İttihat ve Terakki ekibi de nasibini alacaktır. Yok olan her şeyimiz "Talat, Cemâl, Enver üçlüsü" ve onların arkadaşlarına mâl edilir. Böylece hepimiz son iki yüz yıldır geçirmekte olduğumuz zihni felçlerin, bilinç sıkıntılarının ve yozlaşmış fikirlerimizin sorumluluğundan da kurtulmuş oluruz. Öyle mi? Öyle değil.
Tek bir tarihi kişi üzerine giden kitapların riski; bir cemiyeti, partiyi yahut devri anlatan kitapların riskiyle kıyaslandığında çok daha düşük kalır. Özellikle İttihat ve Terakki dönemine dair yaptığı titiz araştırmalarla tanınan Hakan Boz bu riski üstlenerek hem üç tarihi kişiliğin önderliğini yaptığı bir cemiyeti, hem yakın siyasi tarihimize damga vurmuş bir partiyi, hem de bir devri "Bayrak Kalpak Revolver: İttihat ve Terakki Cemiyeti" adıyla dosya hâline getirmiş. Son dönemin güzide düşünce dergilerinden İhtimal Dergisi'nin yayınevi ise basmış. 352 sayfalık bu kitapla bir araya gelen yazarlar şöyle: Orhan Koloğlu, H. Raşit Yılmaz, Erol Cihangir, İlyas Kara, Nevzat Artuç, A. Baran Dural, Mustafa Yiğit, Afşin Efkarlıoğlu, M. Emin Elmacı, H. Bahar Aşçı, R. Bülent Şenses, Erol Akcan, Ercan Uyanık, Oğuzhan Yücel, İkbal Vurucu ve Fahri Türk.
Önsözde Hakan Boz, "ideolojik yargıların bir kurbanı olan" İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin esasen Sina Akşin'in ifadesiyle cumhuriyetin fışkırdığı bir kaynak olarak görülmesi gerektiğini de vurgularken aslında bir savunma yapmıyor. Gayet haklı olarak Türk siyasi hayatına nice aktör ve fikir kazandırmış bu dönemin yeniden ama farklı biçimlerde yorumlanmasının Türk sosyal bilimine bir katkı sağlayabileceğini düşünüyor. Hatta önsözde okuduğumuza göre bu dönemin kaynak kitabını yazmış isimlerinden Feroz Ahmad'ın da aslında dosyada yer alacağını fakat yoğunluğu sebebiyle bunun mümkün olmadığını belirtmesi de hem heyecan hem üzüntü verici. Keşke kısmet olsaydı, okuyabilseydik. Lakin Prof. Dr. Feroz Ahmad kitabın arka kapağına düştüğünü notta önemli bir noktaya temas etmiş: "Derin analizlerin yer aldığı bu kitabıni yararlı ve akıcı bir şekilde modern Türkiye'nin temellerini anlamak isteyenlere yardımcı olacağını düşünüyorum."
II. Abdülhamit'in 32 yıllık saltanatıyla başlayan kitap bir kere okunmayı değil zaman zaman ilgilen konuya dair sakince okunmayı hak ediyor. Bu tip kitapların okuyucu tarafına göre pratik oluşunun sebebi de bu. Öte yandan bir kişi yahut cemiyete, döneme dair okumalar yaparken farklı zihinlerin fikirlerinden yararlanmak için de editoryal kitaplar daha makul oluyor. İzlenen yol elbet bir yere çıkıyor. "Bayrak Kalpak Revolver" yolunu izleyen okuyucular Enver'in Trablusgarp'taki rolünden Bâb-ı Âli'ye sefertasıyla giden bir başbakan olan Talat Paşa'ya; Cemal Paşa değerlendirmelerinden İttihat ve Terakki ideologu olarak Ziya Gökalp'e, cemiyetin Kürtler arasındaki ilişkisinden sosyoekonomik boyutlarıyla kapitülasyonların geldiği noktaya; İttihat ve Terakki'nin millî iktisat düşüncesinden Osmanlı ordusundaki ıslahatların 1883-1918 dönemine yansımalarına; dönemin paramiliter gençlik kuruluşlarından 1908-1918 arası eğitim reformlarına, Yeni Türkiye'deki tarih savaşlarından "Elveda Güzel Vatanım" kitabının eleştirisine dair çok boyutlu bir okuma yapabilecekler.
Netice-i kelam; İttihat ve Terakki döneminin farklı kaynaklardan ve farklı yazarlardan, fikir adamlarından yeni düşünceler ve önerilerle yeniden okunması gerekiyor. Tekrar tekrar yapılacak okumalar bizi daha farklı pencereler vasıtasıyla yeni yollara, yeni pratiklere açabilir. Hakan Boz'un editörlüğünde İhtimal Dergisi Yayınları'nca neşredilen "Bayrak Kalpak Revolver", bu amaçla ortaya çıkmış bir dosya-kitap. Okuyucusunun ve üzerine düşünen beyinlerin bol olmasını temenni ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Sustasına basılmış birer çakıydılar."
- Attilâ İlhan
"Silindir gibi geçti tarih üzerimizden
Doğru, bir bir kayıtlardan silindik
Ama tarih, bir yandan, başımıza gelirken
Bir yandan bizler tarihi değiştirdik."
- Roni Margulies
Ülkemizde yıllardır değişmeyen bir şey varsa o da İttihat ve Terakki üzerine yazmanın, düşünmenin, eser üretmenin riskli oluşudur. İttihatçılara dair yapılacak müspet bir yorum başınızı fena hâlde derde sokabilir. Bu cesaret gerektiren yolun sonu masonluğa, dinsizliğe ve hainliğe dahi çıkabilir. Tüm bu seviyesizliğin programını oluşturanlar padişahları gönüllerinde birer puta çevirir, bir imparatorluğun sonunun gelmesinden üç beş kişiyi mes'ul tutar yahut bugünkü siyasi, iktisadî ve hatta edebî ne kadar sıkıntımız varsa topyekun İttihatçıların üzerine yıkar. Elbette günümüzün bol diriliş ruhlu popüler tarihçiliği ve her yerinden hamaset akan nostalji özleminden İttihat ve Terakki ekibi de nasibini alacaktır. Yok olan her şeyimiz "Talat, Cemâl, Enver üçlüsü" ve onların arkadaşlarına mâl edilir. Böylece hepimiz son iki yüz yıldır geçirmekte olduğumuz zihni felçlerin, bilinç sıkıntılarının ve yozlaşmış fikirlerimizin sorumluluğundan da kurtulmuş oluruz. Öyle mi? Öyle değil.
Tek bir tarihi kişi üzerine giden kitapların riski; bir cemiyeti, partiyi yahut devri anlatan kitapların riskiyle kıyaslandığında çok daha düşük kalır. Özellikle İttihat ve Terakki dönemine dair yaptığı titiz araştırmalarla tanınan Hakan Boz bu riski üstlenerek hem üç tarihi kişiliğin önderliğini yaptığı bir cemiyeti, hem yakın siyasi tarihimize damga vurmuş bir partiyi, hem de bir devri "Bayrak Kalpak Revolver: İttihat ve Terakki Cemiyeti" adıyla dosya hâline getirmiş. Son dönemin güzide düşünce dergilerinden İhtimal Dergisi'nin yayınevi ise basmış. 352 sayfalık bu kitapla bir araya gelen yazarlar şöyle: Orhan Koloğlu, H. Raşit Yılmaz, Erol Cihangir, İlyas Kara, Nevzat Artuç, A. Baran Dural, Mustafa Yiğit, Afşin Efkarlıoğlu, M. Emin Elmacı, H. Bahar Aşçı, R. Bülent Şenses, Erol Akcan, Ercan Uyanık, Oğuzhan Yücel, İkbal Vurucu ve Fahri Türk.
Önsözde Hakan Boz, "ideolojik yargıların bir kurbanı olan" İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin esasen Sina Akşin'in ifadesiyle cumhuriyetin fışkırdığı bir kaynak olarak görülmesi gerektiğini de vurgularken aslında bir savunma yapmıyor. Gayet haklı olarak Türk siyasi hayatına nice aktör ve fikir kazandırmış bu dönemin yeniden ama farklı biçimlerde yorumlanmasının Türk sosyal bilimine bir katkı sağlayabileceğini düşünüyor. Hatta önsözde okuduğumuza göre bu dönemin kaynak kitabını yazmış isimlerinden Feroz Ahmad'ın da aslında dosyada yer alacağını fakat yoğunluğu sebebiyle bunun mümkün olmadığını belirtmesi de hem heyecan hem üzüntü verici. Keşke kısmet olsaydı, okuyabilseydik. Lakin Prof. Dr. Feroz Ahmad kitabın arka kapağına düştüğünü notta önemli bir noktaya temas etmiş: "Derin analizlerin yer aldığı bu kitabıni yararlı ve akıcı bir şekilde modern Türkiye'nin temellerini anlamak isteyenlere yardımcı olacağını düşünüyorum."
II. Abdülhamit'in 32 yıllık saltanatıyla başlayan kitap bir kere okunmayı değil zaman zaman ilgilen konuya dair sakince okunmayı hak ediyor. Bu tip kitapların okuyucu tarafına göre pratik oluşunun sebebi de bu. Öte yandan bir kişi yahut cemiyete, döneme dair okumalar yaparken farklı zihinlerin fikirlerinden yararlanmak için de editoryal kitaplar daha makul oluyor. İzlenen yol elbet bir yere çıkıyor. "Bayrak Kalpak Revolver" yolunu izleyen okuyucular Enver'in Trablusgarp'taki rolünden Bâb-ı Âli'ye sefertasıyla giden bir başbakan olan Talat Paşa'ya; Cemal Paşa değerlendirmelerinden İttihat ve Terakki ideologu olarak Ziya Gökalp'e, cemiyetin Kürtler arasındaki ilişkisinden sosyoekonomik boyutlarıyla kapitülasyonların geldiği noktaya; İttihat ve Terakki'nin millî iktisat düşüncesinden Osmanlı ordusundaki ıslahatların 1883-1918 dönemine yansımalarına; dönemin paramiliter gençlik kuruluşlarından 1908-1918 arası eğitim reformlarına, Yeni Türkiye'deki tarih savaşlarından "Elveda Güzel Vatanım" kitabının eleştirisine dair çok boyutlu bir okuma yapabilecekler.
Netice-i kelam; İttihat ve Terakki döneminin farklı kaynaklardan ve farklı yazarlardan, fikir adamlarından yeni düşünceler ve önerilerle yeniden okunması gerekiyor. Tekrar tekrar yapılacak okumalar bizi daha farklı pencereler vasıtasıyla yeni yollara, yeni pratiklere açabilir. Hakan Boz'un editörlüğünde İhtimal Dergisi Yayınları'nca neşredilen "Bayrak Kalpak Revolver", bu amaçla ortaya çıkmış bir dosya-kitap. Okuyucusunun ve üzerine düşünen beyinlerin bol olmasını temenni ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Özgürlüğün, onurlu duruşun simgesi: Muhammed Ali
İnsan, annesini, babasını, yerini, yurdunu, teninin rengini, ismini seçemiyor dünyaya gelirken. Kendini seçemiyor, belirleyemiyor. Hayat ne sürprizler hazırlayacak, nerelerde sevindirecek, üzecek, nerelerde teselli edecek bilemiyor. Yaşaya yaşaya, göre göre, anlaya anlaya kendini buluyor. Kendi amaçlarını, hedeflerini, çizgilerini belirliyor. Hayatın ona sundukları karşısında bir mücadelenin içine giriyor. Ya da savruluyor. Cassius Clay, bir siyahî olarak dünyaya gelmiş olmanın kendisine neler getireceğini bilmeden büyümüştü. Teninin renginin diğerlerinden farklı olduğunu anlamaya başladıkça dışlandığını gördü. Onu dışlayanlarla arasındaki fark, yalnızca ten rengi değildi. Cassius Clay, seven bir kalbe sahipti. İnsanları seviyor, sevgiyle bakıyordu. Kendisini ve diğer siyahîleri dışlayanlarla ten farkından daha koyu bir farkla ayrılıyordu, vicdan ve merhamet sahibi olmakla.
Tamer Korkmaz’ın kaleme aldığı Benim Adım Ne kitabı, Müslüman olduktan sonra Muhammed Ali olarak ismini değiştiren bir boksörün öyküsünü anlatıyor. Dünya ağır sıklet boks şampiyonunun yaşamı, roman tadında okura sunuluyor. Kitap, Muhammed Ali’nin hayatının mottosu hâline gelen o cümleyle açılıyor: “Kelebek gibi uçacak, arı gibi sokacaksın!”. Tamer Korkmaz, kendisine ait olan bir saatle Muhammed Ali’nin yaşamını ilişkilendirerek giriş yapıyor: “Uzun yıllardır çalışmıyor: Bir ‘Parkinson Hastası’ gibi sessiz!”. Daha bu sayfadan okuru meraklandırmayı başarıyor. Bu biyografik kitabın yazılma fikri, Hece Yayınları’nın sahibi Ömer Faruk Ergezen’den çıkmış. Korkmaz, Muhammed Ali’nin biyografisini yazmayı kendine vicdanî bir borç olarak nitelendiriyor.
Muhammed Ali, spor ile yaşamın gerçeklerini birleştirmeyi başarmış. Çıktığı her müsabakaya bir görev bilinciyle çıkmış. Ezilenlerin, horlananların hakkını almak, onları savunmak için kötülüğü savar gibi yumruklamış. Başarısını her maç öncesi dua ettiği Allah’tan bilmiş. Her maç öncesi kaçıncı rauntta maçı alacağına dair kehanette bulunan Muhammed Ali’nin rakibine mısralarla sataşacak kadar da şairliği vardır. Zaferle çıktığı bir maçın ardından başarısını soran gazetecilere verdiği şu cevap, onun alicenaplığını gösteriyor: “Bu bir boksörün zaferinden çok topluma karşı kazanılmış manevî bir zaferdir.”
İnsan yaptığı işle hemhâl olur, kılığı, kıyafeti, yaşantısı giderek yaptığı işin kisvesine bürünür. Bir dövüş sporcusunun kibar, anlayışlı, sade bir yaşam sürmesi, bencil olmaması ve en önemlisi de sevgi ile anılması dikkate değer bir şeydir. Muhammed Ali, yaşantısında, yumruklarını sevgiye dönüştürmüş, insanları incitmemeye çalışmış. “Ali’ye baktığımda sevgiyi görüyorum. Muhammed Ali, sevgiden ibarettir.”
Benim Adım Ne kitabı, bir insan özelinde Batı’nın İslâm’a ne gözle baktığını anlatıyor. Batı’nın İslâm’ı ve Müslümanları hazmedememesinin yeni bir şey olmadığını anlıyoruz. Batı’nın İslâm’ın anlaşılmasındaki en büyük engel olduğunun ayırdına varıyoruz bir kez daha. Hiçbir alanda Müslümanlara tahammülü olmayan Batı, Muhammed Ali’ye de ambargo koymuş, onun şampiyonluğunu gasp etmiş. Gazeteler, Ali’ye hakarette sınır tanımamış. Özgürlükten, sevgiden, saygıdan, barıştan en çok bahseden Batı, Müslümanların başarısı karşısında adeta bir yamyama dönüşüveriyor. Bu tavır evvelden de böyleydi, ne yazık ki bugün de böyle. Değişen, dönüşen, ilerleyen Batı, vahşi tavrını bir türlü değiştiremiyor. Muhammed Ali’nin zaferleri karşısında Batı, âdeta işini gücünü bırakıp dört koldan Ali’ye saldırmış, onu psikolojik olarak çökertmek istemiş. “Boksun mafyanın elinde olması, Siyah Müslümanların elinde olmasından daha iyidir.”
Sorgulayan, merak duyan insan, ömrü boyunca kendini arar, benliğini tanımaya çalışır. Varoluşunun anlamlı bir sebebi olduğunu bilir. Varoluşunu ezecek, çiğneyecek, gasp edecek ne varsa onunla mücadele eder. Var olmanın kendisine verilmiş bir hak ve emanet olduğunu düşünür. Cassius Clay iken Hristiyanlığı terk edip Muhammed Ali ismini alan boksör, kimliğini, kişiliğini, varlığını İslâm’la tanıştıktan sonra bulmuştur. İnsan istediğini seçmekte özgürdür, yeter ki onurunu kaybetmesin. Muhammed Ali, sözleriyle, yaptıklarıyla, başarıları ve başarısızlıklarıyla özgürlüğün, onurlu duruşun simgesi olmuştur. Irkçılığa karşı başkaldırmış, insanlar arasındaki tek farkın Allah’a olan bağlılıkta olduğunu göstermiştir. Müslüman siyah ya da beyaz değildir. Güzelliği dış görünüşünde değil, içinin dışına yansıdığı yerdedir. Müslüman, kaba, kırıcı, dökücü, zorba değildir. Muhammed Ali, ringe her çıkışında bunu göstermeye çalışmış, ringin dışındaki yaşamında da Beyaz Amerika düzeninin kirli zihniyetiyle mücadele etmiştir. “… öncelikle Siyah Müslüman değil, Müslüman! Müslüman olmasaydım, hayatım çok daha zor olurdu. Entegrasyona zorlanırdım, bir kurşuna kurban gidebilirdim, ölmüş bile olabilirdim!”
Benim Adım Ne, Müslüman olmanın insana verdiği değeri anlatıyor. Bir mücadelenin öyküsünü anlatan kitap, günümüzdeki İslâm algısına, Derin Amerika’nın kirli oyunlarına dair de ipuçları veriyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Tamer Korkmaz’ın kaleme aldığı Benim Adım Ne kitabı, Müslüman olduktan sonra Muhammed Ali olarak ismini değiştiren bir boksörün öyküsünü anlatıyor. Dünya ağır sıklet boks şampiyonunun yaşamı, roman tadında okura sunuluyor. Kitap, Muhammed Ali’nin hayatının mottosu hâline gelen o cümleyle açılıyor: “Kelebek gibi uçacak, arı gibi sokacaksın!”. Tamer Korkmaz, kendisine ait olan bir saatle Muhammed Ali’nin yaşamını ilişkilendirerek giriş yapıyor: “Uzun yıllardır çalışmıyor: Bir ‘Parkinson Hastası’ gibi sessiz!”. Daha bu sayfadan okuru meraklandırmayı başarıyor. Bu biyografik kitabın yazılma fikri, Hece Yayınları’nın sahibi Ömer Faruk Ergezen’den çıkmış. Korkmaz, Muhammed Ali’nin biyografisini yazmayı kendine vicdanî bir borç olarak nitelendiriyor.
Muhammed Ali, spor ile yaşamın gerçeklerini birleştirmeyi başarmış. Çıktığı her müsabakaya bir görev bilinciyle çıkmış. Ezilenlerin, horlananların hakkını almak, onları savunmak için kötülüğü savar gibi yumruklamış. Başarısını her maç öncesi dua ettiği Allah’tan bilmiş. Her maç öncesi kaçıncı rauntta maçı alacağına dair kehanette bulunan Muhammed Ali’nin rakibine mısralarla sataşacak kadar da şairliği vardır. Zaferle çıktığı bir maçın ardından başarısını soran gazetecilere verdiği şu cevap, onun alicenaplığını gösteriyor: “Bu bir boksörün zaferinden çok topluma karşı kazanılmış manevî bir zaferdir.”
İnsan yaptığı işle hemhâl olur, kılığı, kıyafeti, yaşantısı giderek yaptığı işin kisvesine bürünür. Bir dövüş sporcusunun kibar, anlayışlı, sade bir yaşam sürmesi, bencil olmaması ve en önemlisi de sevgi ile anılması dikkate değer bir şeydir. Muhammed Ali, yaşantısında, yumruklarını sevgiye dönüştürmüş, insanları incitmemeye çalışmış. “Ali’ye baktığımda sevgiyi görüyorum. Muhammed Ali, sevgiden ibarettir.”
Benim Adım Ne kitabı, bir insan özelinde Batı’nın İslâm’a ne gözle baktığını anlatıyor. Batı’nın İslâm’ı ve Müslümanları hazmedememesinin yeni bir şey olmadığını anlıyoruz. Batı’nın İslâm’ın anlaşılmasındaki en büyük engel olduğunun ayırdına varıyoruz bir kez daha. Hiçbir alanda Müslümanlara tahammülü olmayan Batı, Muhammed Ali’ye de ambargo koymuş, onun şampiyonluğunu gasp etmiş. Gazeteler, Ali’ye hakarette sınır tanımamış. Özgürlükten, sevgiden, saygıdan, barıştan en çok bahseden Batı, Müslümanların başarısı karşısında adeta bir yamyama dönüşüveriyor. Bu tavır evvelden de böyleydi, ne yazık ki bugün de böyle. Değişen, dönüşen, ilerleyen Batı, vahşi tavrını bir türlü değiştiremiyor. Muhammed Ali’nin zaferleri karşısında Batı, âdeta işini gücünü bırakıp dört koldan Ali’ye saldırmış, onu psikolojik olarak çökertmek istemiş. “Boksun mafyanın elinde olması, Siyah Müslümanların elinde olmasından daha iyidir.”
Sorgulayan, merak duyan insan, ömrü boyunca kendini arar, benliğini tanımaya çalışır. Varoluşunun anlamlı bir sebebi olduğunu bilir. Varoluşunu ezecek, çiğneyecek, gasp edecek ne varsa onunla mücadele eder. Var olmanın kendisine verilmiş bir hak ve emanet olduğunu düşünür. Cassius Clay iken Hristiyanlığı terk edip Muhammed Ali ismini alan boksör, kimliğini, kişiliğini, varlığını İslâm’la tanıştıktan sonra bulmuştur. İnsan istediğini seçmekte özgürdür, yeter ki onurunu kaybetmesin. Muhammed Ali, sözleriyle, yaptıklarıyla, başarıları ve başarısızlıklarıyla özgürlüğün, onurlu duruşun simgesi olmuştur. Irkçılığa karşı başkaldırmış, insanlar arasındaki tek farkın Allah’a olan bağlılıkta olduğunu göstermiştir. Müslüman siyah ya da beyaz değildir. Güzelliği dış görünüşünde değil, içinin dışına yansıdığı yerdedir. Müslüman, kaba, kırıcı, dökücü, zorba değildir. Muhammed Ali, ringe her çıkışında bunu göstermeye çalışmış, ringin dışındaki yaşamında da Beyaz Amerika düzeninin kirli zihniyetiyle mücadele etmiştir. “… öncelikle Siyah Müslüman değil, Müslüman! Müslüman olmasaydım, hayatım çok daha zor olurdu. Entegrasyona zorlanırdım, bir kurşuna kurban gidebilirdim, ölmüş bile olabilirdim!”
Benim Adım Ne, Müslüman olmanın insana verdiği değeri anlatıyor. Bir mücadelenin öyküsünü anlatan kitap, günümüzdeki İslâm algısına, Derin Amerika’nın kirli oyunlarına dair de ipuçları veriyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
14 Ocak 2017 Cumartesi
Tutkuyla geçen bir yılı okumak
"Futbol insanları birleştirir. Bu, her yerde böyledir; ama Dortmund'da uç noktada yaşanır. Bu da, bu kitapta harika bir biçimde açığa çıkıyor."
- Sebastian Kehl
Avrupa futboluna bir şekilde merak sarmış ve devamında yoğun biçimde ilgilenmiş herhangi bir futbol severin Borussia Dortmund'u es geçmesi mümkün değildir. Bu takım renkleriyle, formalarıyla, oyuncularıyla, stadıyla ama en önemlisi de taraftarıyla her zaman ilgi çekmiş fakat hiçbir zaman marka olmamış, endüstriyel futbol karşısında elinden geldiğince tutkuyu ön plana çıkarmış bir takım. Belki de bu yüzden kulüp denemiyor; takım, hatta ekip deniyor. Tutkunun renkleri, tutkunun taraftarları ve nihayet tutkunun takımı: Borussia Dortmund. Kısaca, BVB.
Efsane teknik direktörleri Jürgen Klopp'un Dortmund'daki son sezonu (2014-15) oldukça sıkıntılı geçmişti. Takım uzun bir süre küme düşme hattında ve yakınlarında bocalamış, Şampiyonlar Ligi'nde beklenilenden çok uzak bir performans göstermiş, Almanya Kupası finalinde ise Wolfsburg'a 3-1 yenilmişti. Borussia Dortmund, Bundesliga'da sezonu 46 puanla 7. sırada tamamlayabilmişti. Dolayısıyla bir sonraki sezonda Avrupa Ligi üçüncü ön eleme turuna katılma şansını kazanmakla avunmuştu. 2008-2015 yılları arasında Dortmund'da teknik direktörlük yapan Kloop, takımının başında toplam 318 maça çıktı; 179 galibiyet, 69 beraberlik, 70 mağlubiyet gördü. Kazanma ortalaması %56.3 olarak Liverpool'un başına geçti. Dortmund'dan önceki kariyerinde ise Mainz 05'i yönetmiş, %40.4 galibiyet ortalaması tutturmuştu. Kloop'un şimdilik kariyeri boyunca kazandığı kupalar şöyle: 2 Bundesliga şampiyonluğu (2010-11 ve 2011-12), 1 DFB Pokal şampiyonluğu (2011-12) ve 2 DFL-Supercup şampiyonluğu (2013 ve 2014). Bunların dışında 2011 ve 2012'de Almanya'da yılın teknik direktörü de seçildiğini belirtmek gerekir.
Neden bu kadar Klopp'u anlattım? Aslında uzun da değil, kariyer özeti. Kitap Klopp temelli olmasa da onun vedası çok yoğun biçimde hissediliyor. Moritz Rinke'nin editörlüğünde hazırlanan "Oyunu Okumak: Sarı-Siyah Bir Yıl", Almanya Yazarlar Milli Takımı'nın bir yıl boyunca tribünlerden Dortmund'a eşlik edişinin yazıya dökülmüş hâli. Hepsi farklı takımlara gönül vermiş yazarlar için benzersiz bir deneyim olsa gerek. Özellikle de böylesine hazin bir sezona denk geldiğini düşünürsek: Jürgen Klopp'un Borussia Dortmund'a vedası, büyük kaptan Sebastian Kehl'in futbola vedası, küme düşme korkusu ve tüm bunlara karşın BVB'nin o efsane tribünü Duvar'ın asla yılmaması, asla vazgeçmemesi, asla takımını yalnız bırakmaması. (You'll Never Walk Alone!)
İthaki Yayınları'nın neşrettiği bu kitabı okumak Dortmund'un bir futbol maçını izlercesine keyifli. Levent Konça'nın Almancadan titiz çevirisi ve Tim Dinter'in harika illüstrasyonları da eklenince maç bitsin istemiyorsunuz. Tan Morgül'ün sunuş yazısında söylediği gibi: "Kitapta, yazar Marius Hulpe pek güzel bir alegori yapıyor: "Borussia bir kadın olsaydı, 20'li yılların Berlin'indeki histerik kabare sanatçılarından biri olurdu; sabahları ölümüne kederli, akşamları gökyüzüne doğru hafifmeşrep çığlıklar atar halde." Bu güzel pası kaçırmıyor ve ben de kendimce devam ediyorum: Peki ya Borussia erkek olsaydı? Herhalde Zollern maden ocağında çalışan işçi, şair ve devrimci Eugène Pottier olurdu; sabahları ocağın karanlıklarında kömür tozuyla nefeslenen, akşamları Dortmund sokaklarında şiirlerini haykırır bir halde... Bu arada komünarlar (Dortmundlu oyuncular), Zafer Sütunu'nu (Bayern Münih) yıkıyor olurdu."
Kitabın sonsözünü ise oyunculardan Sebastian Kehl söylüyor. Futbolcuların eli kalem tutanını görmek hem bir okuyucu hem de bir futbol sever için tarifsiz. Öyle güzel betimlemeleri var ki emektar kaptanın, şaşmamak mümkün değil. Bunlardan biri şöyle: "Buraya, Dortmund'a, bu stada geldiğinizde, gözlerinizi Güney'e çevirdiğinizde, stadın sallanışını ve tutkuyu hissettiğinizde olan şey tam da budur. Gerçek aşk, size de bulaşabilir."
Kehl'in anlatımı karşısında şaşkınım. Tam da futbol sezonunun ara verdiği döneme denk gelen bu okumam beni neredeyse kahredecek. Çok özlediğimi hissediyorum, televizyonda maç özeti arar hâle düşüyorum. Derken çok sıkı bir paragraf daha geliyor: "Akılda kalan, insanlarla aranızdaki bağdır. Paylaşılan acılar ve sevinçlerdir. BVB, bir istatistik değil, bir duygudur. Bu olmasa, işin sportif kısmının da pek bir önemi olmazdı. Kimse farkına varmadıktan sonra, bir galibiyetin ne değeri olurdu ki? Ve işin sportif kısmı -oyun- bu yazılara vesile olsa da, bu kitabın odağında daima taraftarın, seyircinin, insanların hikâyeleri yer alıyor..."
Son olarak, kitapta 2015 sezonunda Dortmund'dan ayrılıp Paderborn'a transfer olan, dolayısıyla bu dramatik sezonu BVB formasıyla geçirmiş Oliver Kirch'in de Sıfır Noktası başlıklı güzel bir yazısı bulunuyor. Kitabın bitişinde editör Moritz Rinke'nin Jürgen Klopp'la yaptığı kısa söyleşi ise futbol tarihi için güzel notlar barındırıyor. Rinke, "Futboldan neler öğrenilebilir?" diye sormuş, Klopp ise şöyle yanıtlamış: "Futbolun zirvesinde, bahanelerin pek hükmü yoktur. Futbol son derece dürüsttür. Bu da şu anlama gelir: Her şeyi yaparsın ve bunun karşılığını mı alacağın, yoksa yanlış günde yanlış rakibe çattığın için canına mı okunacağı kesin değildir. Futbolcular, eleştiriyle çok iyi başa çıkabiliyor. Gündelik yaşamdaki insanlar sanırım öyle değil. Gazeteciler! Gazeteciler eleştiri yaparken sözlerini hiç sakınmaz, her şeyi yazabilir; ama sen içlerinden birine," Baksana, on beş yazını okudum ve hiç yazamadığın dikkatimi çekti" desen, çöker."
"Hayatım onsuz kesinlikle daha kolay ama asla bu kadar güzel olmayacak olan takımıma çok teşekkür ederim" diyerek kitabın bitiş düdüğünü çalıyor Rinke. Evet, tutkusuz belki daha kolay yaşanır ama tutkuyla daha güzel yaşanır. Futbol da en güzel tutkulardan biridir...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Sebastian Kehl
Avrupa futboluna bir şekilde merak sarmış ve devamında yoğun biçimde ilgilenmiş herhangi bir futbol severin Borussia Dortmund'u es geçmesi mümkün değildir. Bu takım renkleriyle, formalarıyla, oyuncularıyla, stadıyla ama en önemlisi de taraftarıyla her zaman ilgi çekmiş fakat hiçbir zaman marka olmamış, endüstriyel futbol karşısında elinden geldiğince tutkuyu ön plana çıkarmış bir takım. Belki de bu yüzden kulüp denemiyor; takım, hatta ekip deniyor. Tutkunun renkleri, tutkunun taraftarları ve nihayet tutkunun takımı: Borussia Dortmund. Kısaca, BVB.
Efsane teknik direktörleri Jürgen Klopp'un Dortmund'daki son sezonu (2014-15) oldukça sıkıntılı geçmişti. Takım uzun bir süre küme düşme hattında ve yakınlarında bocalamış, Şampiyonlar Ligi'nde beklenilenden çok uzak bir performans göstermiş, Almanya Kupası finalinde ise Wolfsburg'a 3-1 yenilmişti. Borussia Dortmund, Bundesliga'da sezonu 46 puanla 7. sırada tamamlayabilmişti. Dolayısıyla bir sonraki sezonda Avrupa Ligi üçüncü ön eleme turuna katılma şansını kazanmakla avunmuştu. 2008-2015 yılları arasında Dortmund'da teknik direktörlük yapan Kloop, takımının başında toplam 318 maça çıktı; 179 galibiyet, 69 beraberlik, 70 mağlubiyet gördü. Kazanma ortalaması %56.3 olarak Liverpool'un başına geçti. Dortmund'dan önceki kariyerinde ise Mainz 05'i yönetmiş, %40.4 galibiyet ortalaması tutturmuştu. Kloop'un şimdilik kariyeri boyunca kazandığı kupalar şöyle: 2 Bundesliga şampiyonluğu (2010-11 ve 2011-12), 1 DFB Pokal şampiyonluğu (2011-12) ve 2 DFL-Supercup şampiyonluğu (2013 ve 2014). Bunların dışında 2011 ve 2012'de Almanya'da yılın teknik direktörü de seçildiğini belirtmek gerekir.
Neden bu kadar Klopp'u anlattım? Aslında uzun da değil, kariyer özeti. Kitap Klopp temelli olmasa da onun vedası çok yoğun biçimde hissediliyor. Moritz Rinke'nin editörlüğünde hazırlanan "Oyunu Okumak: Sarı-Siyah Bir Yıl", Almanya Yazarlar Milli Takımı'nın bir yıl boyunca tribünlerden Dortmund'a eşlik edişinin yazıya dökülmüş hâli. Hepsi farklı takımlara gönül vermiş yazarlar için benzersiz bir deneyim olsa gerek. Özellikle de böylesine hazin bir sezona denk geldiğini düşünürsek: Jürgen Klopp'un Borussia Dortmund'a vedası, büyük kaptan Sebastian Kehl'in futbola vedası, küme düşme korkusu ve tüm bunlara karşın BVB'nin o efsane tribünü Duvar'ın asla yılmaması, asla vazgeçmemesi, asla takımını yalnız bırakmaması. (You'll Never Walk Alone!)
İthaki Yayınları'nın neşrettiği bu kitabı okumak Dortmund'un bir futbol maçını izlercesine keyifli. Levent Konça'nın Almancadan titiz çevirisi ve Tim Dinter'in harika illüstrasyonları da eklenince maç bitsin istemiyorsunuz. Tan Morgül'ün sunuş yazısında söylediği gibi: "Kitapta, yazar Marius Hulpe pek güzel bir alegori yapıyor: "Borussia bir kadın olsaydı, 20'li yılların Berlin'indeki histerik kabare sanatçılarından biri olurdu; sabahları ölümüne kederli, akşamları gökyüzüne doğru hafifmeşrep çığlıklar atar halde." Bu güzel pası kaçırmıyor ve ben de kendimce devam ediyorum: Peki ya Borussia erkek olsaydı? Herhalde Zollern maden ocağında çalışan işçi, şair ve devrimci Eugène Pottier olurdu; sabahları ocağın karanlıklarında kömür tozuyla nefeslenen, akşamları Dortmund sokaklarında şiirlerini haykırır bir halde... Bu arada komünarlar (Dortmundlu oyuncular), Zafer Sütunu'nu (Bayern Münih) yıkıyor olurdu."
Kitabın sonsözünü ise oyunculardan Sebastian Kehl söylüyor. Futbolcuların eli kalem tutanını görmek hem bir okuyucu hem de bir futbol sever için tarifsiz. Öyle güzel betimlemeleri var ki emektar kaptanın, şaşmamak mümkün değil. Bunlardan biri şöyle: "Buraya, Dortmund'a, bu stada geldiğinizde, gözlerinizi Güney'e çevirdiğinizde, stadın sallanışını ve tutkuyu hissettiğinizde olan şey tam da budur. Gerçek aşk, size de bulaşabilir."
Kehl'in anlatımı karşısında şaşkınım. Tam da futbol sezonunun ara verdiği döneme denk gelen bu okumam beni neredeyse kahredecek. Çok özlediğimi hissediyorum, televizyonda maç özeti arar hâle düşüyorum. Derken çok sıkı bir paragraf daha geliyor: "Akılda kalan, insanlarla aranızdaki bağdır. Paylaşılan acılar ve sevinçlerdir. BVB, bir istatistik değil, bir duygudur. Bu olmasa, işin sportif kısmının da pek bir önemi olmazdı. Kimse farkına varmadıktan sonra, bir galibiyetin ne değeri olurdu ki? Ve işin sportif kısmı -oyun- bu yazılara vesile olsa da, bu kitabın odağında daima taraftarın, seyircinin, insanların hikâyeleri yer alıyor..."
Son olarak, kitapta 2015 sezonunda Dortmund'dan ayrılıp Paderborn'a transfer olan, dolayısıyla bu dramatik sezonu BVB formasıyla geçirmiş Oliver Kirch'in de Sıfır Noktası başlıklı güzel bir yazısı bulunuyor. Kitabın bitişinde editör Moritz Rinke'nin Jürgen Klopp'la yaptığı kısa söyleşi ise futbol tarihi için güzel notlar barındırıyor. Rinke, "Futboldan neler öğrenilebilir?" diye sormuş, Klopp ise şöyle yanıtlamış: "Futbolun zirvesinde, bahanelerin pek hükmü yoktur. Futbol son derece dürüsttür. Bu da şu anlama gelir: Her şeyi yaparsın ve bunun karşılığını mı alacağın, yoksa yanlış günde yanlış rakibe çattığın için canına mı okunacağı kesin değildir. Futbolcular, eleştiriyle çok iyi başa çıkabiliyor. Gündelik yaşamdaki insanlar sanırım öyle değil. Gazeteciler! Gazeteciler eleştiri yaparken sözlerini hiç sakınmaz, her şeyi yazabilir; ama sen içlerinden birine," Baksana, on beş yazını okudum ve hiç yazamadığın dikkatimi çekti" desen, çöker."
"Hayatım onsuz kesinlikle daha kolay ama asla bu kadar güzel olmayacak olan takımıma çok teşekkür ederim" diyerek kitabın bitiş düdüğünü çalıyor Rinke. Evet, tutkusuz belki daha kolay yaşanır ama tutkuyla daha güzel yaşanır. Futbol da en güzel tutkulardan biridir...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
11 Ocak 2017 Çarşamba
Şimdi kalplerimizi dinleme zamanı
Kalbin sustuğu, gönül ritminin bozulduğu zamanlardayız. Bilgimizin ve bilincimizin merkezi kalp değil artık. Aklın, nefsin arzularına gem vuran kalple düşünmek uzun zamandır gündemimizde yok. Kuru aklın, sıradan realitenin, sıkıcı gerçekliğin boyunduruğu altındayız. Kalbin söylediklerine, gönül makamına kulaklarımızı kapattığımızdan yaşadığımız dünya adeta bir kötülük kampına dönmüş gibi. Herkesin kendi menfaatini düşündüğü, kişisel çıkarın tek gerçeklik olduğu, gemisini yürütenin kaptan olduğu, kimsenin kimseyi düşünmediği bir dünyada kötülükten başka ne egemen olabilir ki? Söylediklerimize muhatap bulamadıktan, muhataplar dikkate değer görülmedikten sonra neyin değeri kalır ki? Kalpten kalbe giden bütün yollar kapandıktan sonra…
Kalbin zamanı diyor Kemal Sayar, Timaş Yayınları'ndan çıkan Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı kitabında… Bu zamanı unuttuğumuzdan, kalbin zamanını yaşayamadığımızdan yağmurlar da, rüzgâr da kendi zamanlarını yitirdiler. Kalplerin kalplere değmediği, herkesin herkese yabancı olduğu bir gurbetteyiz adeta. Şehirler gönlümüzü ve ruhumuzu yoruyor. Hiç yaşamamış, çalışmamış yorgunlarız.
Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı günümüzün kasvetli havasını dağıtmak için okunması gereken kitaplardan. Kitabın ismi popüler akımları, moda trendleri hatırlatsa da içeriği hiç öyle değil. Modern zamanların insanı nesneleştiren, değersizleştiren, yalnızlaştıran mantalitesine karşı derin isyan var. Bireyciliğin, benmerkezciliğin canına okunuyor adeta. Kitabın yazarı önemli bir psikiyatr olan Kemal Sayar. Kemal Bey, psikiyatr olmasına rağmen modern psikiyatri kuramlarını eleştiren biri. Mekanik bir anlayışa sahip bir psikiyatr değil. Kendisi aynı zamanda bir şair. Sözün sağaltıcı etkisine inananlardan. Sözün şifa, sesin şifa olduğuna inananlardan. Bizlere, baştan sona kötülüğün, umutsuzluğun kol gezdiği dünyamıza ve insanlığa kalbin zamanını hatırlatıyor. Evet, karamsar tablonun varlığını inkâr etmiyor ama bu tabloya esareti de kabullenmiyor. İnsan için dinlemenin ve işitmenin vazgeçilmezliğini yeniden vurguluyor. Kalbin zamanını yaşamanın, kalbi dinlemenin ve oradan sadır olacak kelimelerin ruhumuza dokunmasının gerekliliği ifade ediliyor. İyiliğin peşinde ömür geçirmeye, ulu bir nazarla bakmak insana, insan için kolaylaştırmak…
Söz konusu kitap söyleşilerin bir araya getirilmesinden müteşekkil. Çeşitli zamanlarda çeşitli yayınlarda yer alan söyleşiler. Üç bölümden oluşuyor kitap: “Leyla’dan Geçme Faslı”, “Yaşama Ödevi”, “Kalpten Kalbe Bir Yol”. Yazar kitabında kadim bilginin izinde dünü ve bugünü yorumluyor. Aşkla ilgili düşüncelerini, yanılgılarımızı açıyor. Hüzünden bahsediyor, modern zamanlarda unutulmak istenen kadim değerlerin altını çiziyor. Unutulan ne varsa hepsi kelimelerin sırtına binerek yeniden sayfalara doğru dörtnal koşuyor. Sayfalardan zihnimize… Okudukça ne büyük bir geleneğin içinden geldiğimizi ve ne büyük bir mirasyedi olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Bir kez daha Batı karşısındaki komplekslerimizin bizi ne kadar hırpaladığını görüyoruz. Sahici aidiyetlerin yerine inşa edilen kibirli benliklerin, bencilliklerin esiri olmuşuz. Duygudan uzak, insanlıktan nasibini almamış bir çağdayız. Kemal Sayar’ın çokça altını çizdiği gibi iş hayatı olsun, özel hayat olsun içinde merhameti, şefkati barındırmıyor. Kurban olmamak için zalim olmayı seçiyoruz. Ayakta kalmak en büyük amacımız. Bu, başkalarının yıkılmasını gerektirse de… İncinmekten korkuyoruz. En çok neyi konuşuyorsak aslında hayatımızda en az olan o şey. Ölümle sağlıklı bir hesaplaşma yapamamışız. Ölümden korkuyoruz.
Kemal Sayar'a bazı söyleşilerde ise daha çok depresyonlar, travmalar, sosyopati, antisosyallik gibi daha teknik konular üzerine sorular soruluyor. Kemal Sayar, bu sorulara tek bir pencereden bakarak cevaplar vermiyor. Bilimin, kadim doğu ve batı bilgeliğinin ve bizim kültürümüzün içinden bakarak bir şeyler söylüyor. Ülkemiz için oluşacak ciddi tehlikelere dikkat çekiyor. Test ve tostla aptallaştırılan, merhamet duygusunu yitiren, adeta yarış atı gibi sınavlarda koşturulan çocuklarımızın trajedisine ve onları bekleyen tehlikelere dikkat çekiyor. Mutluluğun çok şeye sahip olmada değil, kanaatkârlıkta gizli olduğunu söylüyor. Özellikle bütün toplumun ruh sağlığını bozan televizyon üzerine altı çizilerek okunacak satırlar var.
Kitapta kelimelerin adeta raks ettiği bölümler de var. Bir şairin bir nesri şiir gibi yazacağını da görüyoruz. Bu kısımlarda Kemal Sayar’ın şiir kitapları ile ilgili sorular mevcut.
Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, modern psikiyatri kuramlarına muhalif olan, her dem insanın biricikliğini vurgulayan, sözün iksirine inanan psikiyatr ve şair Kemal Sayar’ın dikkatle okunması gereken söyleşilerinden oluşuyor. Sıcak bir üslup, ötekileştirmeyen bir bakış… Dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti, yarenliği depresyon ilaçlarından daha çok tavsiye eden bir insaniyetlik. İnsana değer verme… Kemal Bey günümüzdeki hoyratlaşmaya, merhametsizleşmeye karşı birbirimizi dinlememiz gerektiğini söylüyor. Merhametin, şefkatin, bizim geleneksel kodlarımızda var olduğunu… Modern gelişim kitaplarını, “Secret”ları okumak yerine Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı tanımamızın kaçınılmazlığını…
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Kalbin zamanı diyor Kemal Sayar, Timaş Yayınları'ndan çıkan Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı kitabında… Bu zamanı unuttuğumuzdan, kalbin zamanını yaşayamadığımızdan yağmurlar da, rüzgâr da kendi zamanlarını yitirdiler. Kalplerin kalplere değmediği, herkesin herkese yabancı olduğu bir gurbetteyiz adeta. Şehirler gönlümüzü ve ruhumuzu yoruyor. Hiç yaşamamış, çalışmamış yorgunlarız.
Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı günümüzün kasvetli havasını dağıtmak için okunması gereken kitaplardan. Kitabın ismi popüler akımları, moda trendleri hatırlatsa da içeriği hiç öyle değil. Modern zamanların insanı nesneleştiren, değersizleştiren, yalnızlaştıran mantalitesine karşı derin isyan var. Bireyciliğin, benmerkezciliğin canına okunuyor adeta. Kitabın yazarı önemli bir psikiyatr olan Kemal Sayar. Kemal Bey, psikiyatr olmasına rağmen modern psikiyatri kuramlarını eleştiren biri. Mekanik bir anlayışa sahip bir psikiyatr değil. Kendisi aynı zamanda bir şair. Sözün sağaltıcı etkisine inananlardan. Sözün şifa, sesin şifa olduğuna inananlardan. Bizlere, baştan sona kötülüğün, umutsuzluğun kol gezdiği dünyamıza ve insanlığa kalbin zamanını hatırlatıyor. Evet, karamsar tablonun varlığını inkâr etmiyor ama bu tabloya esareti de kabullenmiyor. İnsan için dinlemenin ve işitmenin vazgeçilmezliğini yeniden vurguluyor. Kalbin zamanını yaşamanın, kalbi dinlemenin ve oradan sadır olacak kelimelerin ruhumuza dokunmasının gerekliliği ifade ediliyor. İyiliğin peşinde ömür geçirmeye, ulu bir nazarla bakmak insana, insan için kolaylaştırmak…
Söz konusu kitap söyleşilerin bir araya getirilmesinden müteşekkil. Çeşitli zamanlarda çeşitli yayınlarda yer alan söyleşiler. Üç bölümden oluşuyor kitap: “Leyla’dan Geçme Faslı”, “Yaşama Ödevi”, “Kalpten Kalbe Bir Yol”. Yazar kitabında kadim bilginin izinde dünü ve bugünü yorumluyor. Aşkla ilgili düşüncelerini, yanılgılarımızı açıyor. Hüzünden bahsediyor, modern zamanlarda unutulmak istenen kadim değerlerin altını çiziyor. Unutulan ne varsa hepsi kelimelerin sırtına binerek yeniden sayfalara doğru dörtnal koşuyor. Sayfalardan zihnimize… Okudukça ne büyük bir geleneğin içinden geldiğimizi ve ne büyük bir mirasyedi olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Bir kez daha Batı karşısındaki komplekslerimizin bizi ne kadar hırpaladığını görüyoruz. Sahici aidiyetlerin yerine inşa edilen kibirli benliklerin, bencilliklerin esiri olmuşuz. Duygudan uzak, insanlıktan nasibini almamış bir çağdayız. Kemal Sayar’ın çokça altını çizdiği gibi iş hayatı olsun, özel hayat olsun içinde merhameti, şefkati barındırmıyor. Kurban olmamak için zalim olmayı seçiyoruz. Ayakta kalmak en büyük amacımız. Bu, başkalarının yıkılmasını gerektirse de… İncinmekten korkuyoruz. En çok neyi konuşuyorsak aslında hayatımızda en az olan o şey. Ölümle sağlıklı bir hesaplaşma yapamamışız. Ölümden korkuyoruz.
Kemal Sayar'a bazı söyleşilerde ise daha çok depresyonlar, travmalar, sosyopati, antisosyallik gibi daha teknik konular üzerine sorular soruluyor. Kemal Sayar, bu sorulara tek bir pencereden bakarak cevaplar vermiyor. Bilimin, kadim doğu ve batı bilgeliğinin ve bizim kültürümüzün içinden bakarak bir şeyler söylüyor. Ülkemiz için oluşacak ciddi tehlikelere dikkat çekiyor. Test ve tostla aptallaştırılan, merhamet duygusunu yitiren, adeta yarış atı gibi sınavlarda koşturulan çocuklarımızın trajedisine ve onları bekleyen tehlikelere dikkat çekiyor. Mutluluğun çok şeye sahip olmada değil, kanaatkârlıkta gizli olduğunu söylüyor. Özellikle bütün toplumun ruh sağlığını bozan televizyon üzerine altı çizilerek okunacak satırlar var.
Kitapta kelimelerin adeta raks ettiği bölümler de var. Bir şairin bir nesri şiir gibi yazacağını da görüyoruz. Bu kısımlarda Kemal Sayar’ın şiir kitapları ile ilgili sorular mevcut.
Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, modern psikiyatri kuramlarına muhalif olan, her dem insanın biricikliğini vurgulayan, sözün iksirine inanan psikiyatr ve şair Kemal Sayar’ın dikkatle okunması gereken söyleşilerinden oluşuyor. Sıcak bir üslup, ötekileştirmeyen bir bakış… Dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti, yarenliği depresyon ilaçlarından daha çok tavsiye eden bir insaniyetlik. İnsana değer verme… Kemal Bey günümüzdeki hoyratlaşmaya, merhametsizleşmeye karşı birbirimizi dinlememiz gerektiğini söylüyor. Merhametin, şefkatin, bizim geleneksel kodlarımızda var olduğunu… Modern gelişim kitaplarını, “Secret”ları okumak yerine Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı tanımamızın kaçınılmazlığını…
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Bütün klasik aşk hikâyeleri üç ciltte bir arada
Hikâyeler, inandığımız değerleri, gelenekleri, âdetleri, kahramanlıkları, acıları, mertlikleri ve aşkları bünyesinde ihtiva eden bir tür olarak sosyolojik bir vesikadır. Anadolu insanı, hikâyeyle anlatmış, hikâyeyle inanmış, hikâyeyle sevinmiş ve hikâyeyle üzülmüştür. Yüzü daima doğduğu topraklara dönük olan, yaşadığı toprağın hakkını vermek için elinden geleni yapan Anadolu insanı, derdini, tasasını doğrudan söylemek yerine hikâye etmeyi tercih etmiştir. Anadolu insanının elinde biriken çizgiler de yüzünde biriken çizgiler de hikâyenin izleridir. Her bir çizgi, doğrudan dile getirilemeyen bir derdin, mahcubiyetin, utangaçlığın hikâyesini anlatır. Anadolu insanı, insana ulaşmak, insana yakın olmak, düşmanlıkları bitirmek, sevdiğine kavuşmak için hikâyeye başvurmuş. İnsanlar, bir hikmeti olduğuna inandıkları olayları hikâye etmişler, kıssadan hisse alınmasını ummuşlar.
Günümüzde hikâye anlatıcıları olmasa da bu toprakların mahsulü olarak yine bu toprakların bağrında tütsüleniyor hikâyelerimiz. Çünkü hâlâ başkasının başına gelen acı bir olaydan ötürü hüzünlenen, “Onun derdine acıştım.” diyen, sevdiğinin oyalı mendilini saklayan, düşmana karşı mertçe direnen, başkasının malına, namusuna göz dikmeyi arsızlık sayan, komşusunun hâlini hatırını soran, nimetin kadrini bilen nice insanlarımız var. Hikâyelerimizi hatırlatan nice yüzler var. Hâlâ bir hikâyeyle sohbeti başlatan ya da bir hikâyeyle sohbetini hitama erdiren büyüklerimiz var. N. Ahmet Özalp, bu hikaye evrenine güzel bir katkıda bulunarak Aşk Gölünde Yüzen Canlar başlığıyla Türk insanının zihnine ve kalbine işleyen aşk hikâyelerini üç ciltte toplamış.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, geleneksel anlatılarda olduğu gibi hikâyelere bir döşemeyle giriş yapmış. Döşeme, Dede Korkut ile Yunus, Karacaoğlan ve Köroğlu’nun birer şiiri harmanlanarak yapılmış. Özalp, sunuş kısmında üç ciltlik kitabın hazırlanış aşamalarını anlatmış. Ortaya konan eser, en doğru, en yalın, çelişkilerden arındırılarak en anlaşılır biçimde okuyucuya sunulmuş. Kitaba alınan aşk hikâyelerinin değişik varyantlarının olması, üzerinde çalışılan eserin ne denli geniş ve meşakkatli bir yapıda olduğunu anlatmaya yetiyor. Çalışma aşamasında en geniş nüshadan en dar nüshaya kadar hiçbir nüsha es geçilmemiş. Eksiklikler ve fazlalıklar kontrol edilmiş. Parçadan bütüne, bütünden parçaya gidilerek hikâyelerin okuyucuya en sağlam şekilde ulaştırılması hedeflenmiş. Özalp, hazırladığı külliyata Yunus Emre’nin mısraından esinlenerek “Aşk Gölünde Yüzen Canlar” ismini vermiş. Kitabın alt başlığı ise, kitabın içeriğiyle mündemiç olarak “Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı” şeklinde tercih edilmiş. Özalp, aşk hikâyeleri külliyatı için şu değerlendirmeyi yapıyor: “Yüzlerce yıldır Türk halkının ‘gönül dünyasını dile getiren ölmez hikâyeler’in tümünü içeriyor.”
Hikâyelerde anlatılan aşk, uğruna ölünebilecek, candan geçilebilecek, varını variyetini feda edebilecek aşkın bir duygu olarak işlenir. Âşık baktığı her yerde maşukunu görür. Gittiği her yere sevdiğini de götürür. Ucunda ölüm varsa âşık seve seve o ölüme yürür. Bu uğurda yapılacak hiçbir şeyden gocunmaz ve yerinmez. Helalliğe, rızaya önem verilir. Sevenin sevdiğine hissettiği duygular masumdur, şehvetperestçe değildir. Anlatılan aşk hikâyelerinde mutlaka bir iyi taraf bir de kötü taraf vardır. İyi taraf sevenleri kavuşturmak için çabalarken, kötü taraf sevenleri ayırmak için her türlü hileyi ve namussuzluğu dener. Sonunda galip gelen hep iyilerdir. Bu bakımdan hikâyeler, o kadim hikâyeyi hatırlatır hep, kötülükle anılan Kâbil ile iyilikle anılan Hâbil’i.
Aşk hikâyelerinin sonu genelde mutlu sonla biter. Mutsuz bir şekilde sonlanan hikâyeler de aslında mutlu bitmiştir. Çünkü sevenler, ebedî yurtta kavuşmuşlar, vuslata ermişlerdir.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, aşk hikâyelerini anlatsa da dostluklarımızı, aile ilişkilerimizi, hayat anlayışımızı, yaşantımızı, türlü aşklarımızı sorgulatıyor. Dünya da insan içindir ahiret yurdu da. İnsan dünyada sevdiklerini ne uğurda seviyor, bu uğurda neleri göze alabiliyor? Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bu uğurda neler yaptığımızı, niyetimizi, ne alıp ne verdiğimizi, ne kazanıp ne kaybettiğimizi sorgulatıyor. Nasıl bir gelenekten, nasıl bir kültürden beslendiğimizin vesikası olan hikâyelerimiz, eğrilikten yana değil doğruluktan yana olanın kurtuluşa ereceğini söylüyor. Hikâyelerde gençlerin bir işe, uğraşa, sanata sevk edildiklerini görüyoruz. Bu da bizim beslendiğimiz ve yaslandığımız kültürün, gençlerini önemsediği savını destekliyor. Hikâyelerimiz, hiçbir ferdin bu dünyaya boşu boşuna gelmediğini, her insana düşen bir sorumluluğun olduğunu hatırlatıyor. Kula istemenin yaraştığını, Allah’ın gönülden isteyene icabet ettiğini, hikâyedeki samimi karakterler aracılığıyla bir kez daha anlıyoruz. İnsan malıyla ve aşkıyla zillete düşebileceği gibi varsıllığı ve yoksulluğuyla, sevdasıyla izzet ve ikrama erebilir. Hikâyelerdeki ana karakterler, bu durumun en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor. Nazım ve nesrin iç içe geçtiği hikâyeler, zihni yormuyor. Zihnimizdeki ve kalbimizdeki bulanıklığı gideriyor, tıkanıklığı açıyor. Bir nehir alanı oluşuyor içimizde kendi yaşamımıza dair.
Hikâyelerdeki kahramanlar, birbirileriyle özdeşleşmiş karakterlerdir. Ferhat deyince Şirin, Aslı deyince Kerem aklımıza geliveriyor. Hafızalarımıza, aşkları uğruna sarf ettikleriyle kazınan bu karakterlerin isimlerini, bebeklerimize en güzel isimler olarak verdik. En güzel aşk şarkıları/türküleri, ilhamını bu hikâyelerdeki karakterlerden aldı. Uzun uzun anlatılan hikâyeler, az sözle çok şey anlatabilme kabiliyetimizi geliştirdi. Mazmunlar keşfedildi hikâyelerimiz sayesinde. Anlatılagelen halk hikâyeleri deyimlerimizi, atasözlerimizi, manilerimizi, özdeyişlerimizi üretmemize vesile oldu. Bugün hâlâ hikâyelerimizin meyvesini yiyoruz. Hikâyelerimize yüz veren, onu okuyan, dinleyen azınlıkta bir kesim var. Bu kesimin ürettikleri ile hikâyelerimizden beslenmeyen, ona sırtını dönen, hatta yeri geldikçe küçümseyen zihniyetin ürettikleri arasında müthiş bir fark var. Yerli düşüncenin, yerli edebiyatın en önemli kaynağı olan hikâyelerimiz, tarihimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün mihenk taşıdır.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bütün klasik aşk hikâyelerini okura topluca sunmak suretiyle yayımcılık tarihimizde bir ilki gerçekleştirmiş. Özalp, hazırladığı külliyatın hem okur hem de aydınlar tarafından ilgi göreceğine inanıyor, biz de öyle umut ediyoruz.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Günümüzde hikâye anlatıcıları olmasa da bu toprakların mahsulü olarak yine bu toprakların bağrında tütsüleniyor hikâyelerimiz. Çünkü hâlâ başkasının başına gelen acı bir olaydan ötürü hüzünlenen, “Onun derdine acıştım.” diyen, sevdiğinin oyalı mendilini saklayan, düşmana karşı mertçe direnen, başkasının malına, namusuna göz dikmeyi arsızlık sayan, komşusunun hâlini hatırını soran, nimetin kadrini bilen nice insanlarımız var. Hikâyelerimizi hatırlatan nice yüzler var. Hâlâ bir hikâyeyle sohbeti başlatan ya da bir hikâyeyle sohbetini hitama erdiren büyüklerimiz var. N. Ahmet Özalp, bu hikaye evrenine güzel bir katkıda bulunarak Aşk Gölünde Yüzen Canlar başlığıyla Türk insanının zihnine ve kalbine işleyen aşk hikâyelerini üç ciltte toplamış.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, geleneksel anlatılarda olduğu gibi hikâyelere bir döşemeyle giriş yapmış. Döşeme, Dede Korkut ile Yunus, Karacaoğlan ve Köroğlu’nun birer şiiri harmanlanarak yapılmış. Özalp, sunuş kısmında üç ciltlik kitabın hazırlanış aşamalarını anlatmış. Ortaya konan eser, en doğru, en yalın, çelişkilerden arındırılarak en anlaşılır biçimde okuyucuya sunulmuş. Kitaba alınan aşk hikâyelerinin değişik varyantlarının olması, üzerinde çalışılan eserin ne denli geniş ve meşakkatli bir yapıda olduğunu anlatmaya yetiyor. Çalışma aşamasında en geniş nüshadan en dar nüshaya kadar hiçbir nüsha es geçilmemiş. Eksiklikler ve fazlalıklar kontrol edilmiş. Parçadan bütüne, bütünden parçaya gidilerek hikâyelerin okuyucuya en sağlam şekilde ulaştırılması hedeflenmiş. Özalp, hazırladığı külliyata Yunus Emre’nin mısraından esinlenerek “Aşk Gölünde Yüzen Canlar” ismini vermiş. Kitabın alt başlığı ise, kitabın içeriğiyle mündemiç olarak “Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı” şeklinde tercih edilmiş. Özalp, aşk hikâyeleri külliyatı için şu değerlendirmeyi yapıyor: “Yüzlerce yıldır Türk halkının ‘gönül dünyasını dile getiren ölmez hikâyeler’in tümünü içeriyor.”
Hikâyelerde anlatılan aşk, uğruna ölünebilecek, candan geçilebilecek, varını variyetini feda edebilecek aşkın bir duygu olarak işlenir. Âşık baktığı her yerde maşukunu görür. Gittiği her yere sevdiğini de götürür. Ucunda ölüm varsa âşık seve seve o ölüme yürür. Bu uğurda yapılacak hiçbir şeyden gocunmaz ve yerinmez. Helalliğe, rızaya önem verilir. Sevenin sevdiğine hissettiği duygular masumdur, şehvetperestçe değildir. Anlatılan aşk hikâyelerinde mutlaka bir iyi taraf bir de kötü taraf vardır. İyi taraf sevenleri kavuşturmak için çabalarken, kötü taraf sevenleri ayırmak için her türlü hileyi ve namussuzluğu dener. Sonunda galip gelen hep iyilerdir. Bu bakımdan hikâyeler, o kadim hikâyeyi hatırlatır hep, kötülükle anılan Kâbil ile iyilikle anılan Hâbil’i.
Aşk hikâyelerinin sonu genelde mutlu sonla biter. Mutsuz bir şekilde sonlanan hikâyeler de aslında mutlu bitmiştir. Çünkü sevenler, ebedî yurtta kavuşmuşlar, vuslata ermişlerdir.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, aşk hikâyelerini anlatsa da dostluklarımızı, aile ilişkilerimizi, hayat anlayışımızı, yaşantımızı, türlü aşklarımızı sorgulatıyor. Dünya da insan içindir ahiret yurdu da. İnsan dünyada sevdiklerini ne uğurda seviyor, bu uğurda neleri göze alabiliyor? Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bu uğurda neler yaptığımızı, niyetimizi, ne alıp ne verdiğimizi, ne kazanıp ne kaybettiğimizi sorgulatıyor. Nasıl bir gelenekten, nasıl bir kültürden beslendiğimizin vesikası olan hikâyelerimiz, eğrilikten yana değil doğruluktan yana olanın kurtuluşa ereceğini söylüyor. Hikâyelerde gençlerin bir işe, uğraşa, sanata sevk edildiklerini görüyoruz. Bu da bizim beslendiğimiz ve yaslandığımız kültürün, gençlerini önemsediği savını destekliyor. Hikâyelerimiz, hiçbir ferdin bu dünyaya boşu boşuna gelmediğini, her insana düşen bir sorumluluğun olduğunu hatırlatıyor. Kula istemenin yaraştığını, Allah’ın gönülden isteyene icabet ettiğini, hikâyedeki samimi karakterler aracılığıyla bir kez daha anlıyoruz. İnsan malıyla ve aşkıyla zillete düşebileceği gibi varsıllığı ve yoksulluğuyla, sevdasıyla izzet ve ikrama erebilir. Hikâyelerdeki ana karakterler, bu durumun en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor. Nazım ve nesrin iç içe geçtiği hikâyeler, zihni yormuyor. Zihnimizdeki ve kalbimizdeki bulanıklığı gideriyor, tıkanıklığı açıyor. Bir nehir alanı oluşuyor içimizde kendi yaşamımıza dair.
Hikâyelerdeki kahramanlar, birbirileriyle özdeşleşmiş karakterlerdir. Ferhat deyince Şirin, Aslı deyince Kerem aklımıza geliveriyor. Hafızalarımıza, aşkları uğruna sarf ettikleriyle kazınan bu karakterlerin isimlerini, bebeklerimize en güzel isimler olarak verdik. En güzel aşk şarkıları/türküleri, ilhamını bu hikâyelerdeki karakterlerden aldı. Uzun uzun anlatılan hikâyeler, az sözle çok şey anlatabilme kabiliyetimizi geliştirdi. Mazmunlar keşfedildi hikâyelerimiz sayesinde. Anlatılagelen halk hikâyeleri deyimlerimizi, atasözlerimizi, manilerimizi, özdeyişlerimizi üretmemize vesile oldu. Bugün hâlâ hikâyelerimizin meyvesini yiyoruz. Hikâyelerimize yüz veren, onu okuyan, dinleyen azınlıkta bir kesim var. Bu kesimin ürettikleri ile hikâyelerimizden beslenmeyen, ona sırtını dönen, hatta yeri geldikçe küçümseyen zihniyetin ürettikleri arasında müthiş bir fark var. Yerli düşüncenin, yerli edebiyatın en önemli kaynağı olan hikâyelerimiz, tarihimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün mihenk taşıdır.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bütün klasik aşk hikâyelerini okura topluca sunmak suretiyle yayımcılık tarihimizde bir ilki gerçekleştirmiş. Özalp, hazırladığı külliyatın hem okur hem de aydınlar tarafından ilgi göreceğine inanıyor, biz de öyle umut ediyoruz.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
6 Ocak 2017 Cuma
Koptuğumuz tüm yerlerimizin kederli ve ümitli dili
"İnsanın insana kattığı anlam dışında yaşamın hiçbir anlamı yoktur. İnsan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır."
- Erich Fromm
"Evlerimizi aydınlatmak, mısır tarlalarımızda büyümek, çocuklarımızın kalplerini doldurmak, terimizi silmek ve tarihimizi iyileştirmek için harekete geçtik. Hepsi bu kadar. Tüm istediğimiz bu. Ne daha fazla, ne de daha az."
- Subcomandante Marcos
Koptuğumuz tüm yerlerimizden birbirimize yeniden bağlanmalıyız. Anılarımız, düşlerimiz ve tarihimiz kalbimizde. Bir yakalasak, bir olacağız. "Yenildiğin an, teslim olduğun andır. Kimse ruhundaki direnci yenemez. Mayamızda bin yıllık bir tarih, çıkınımızda rüyalar var. Yenilmeyeceğiz." diyor Kemal Sayar. Öte yandan, 2 Ocak 2017'de bu dünyadan ayrılan John Berger de şöyle diyordu bir kitabında: "Güvensizliğin yaygın, toplumsal ıstırapların derin olduğu hayatlara güven veren bir sözcük vardı; sevgi."
Ercan Kesal, Cin Aynası'nda güvensizlikleri, ıstırapları anlatırken belki on, belki yüz tane hikâyeyi bir araya getiriyor. Aslında bu hikâyelerin hiçbiri birer hikâye değil, hepsi gerçek. Hepsi, Kesal'ın belleğindeki acıların ve umutların bir araya gelişiyle ortaya çıkmış metinler. "Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara" derken güzel bir öğüt verir. Neredeyse tüm anlattıkları birbirleriyle bağlantılıdır, birbirleriyle el ele. Kavuşmaları da bir ayrılıkları da bir öznelerinin. Hani gözümüzün içine baka baka uzaklaşır ya trenler ve sevdiklerimiz; işte Kesal'ın yazdıkları da öyle. Sayfalar biterken, içimizdekinin kara mı ak mı olduğuna karar veremeyiz. Karamsarlık da umut da iç içedir.
"İnsanın yaptığı işin sonunda başına geleceklerin bilincinde olması kendine saygı duymasından başka bir şey değilmiş meğer. Kendine saygısı olmayanın hiçbir şeye sayısı olmazmış, artık sadece bunu biliyorum."
Faşizmden, yoksulluktan, işkencelerden, katliamlardan, cinayetlerden, haksızlıktan, hukuksuzluktan, sevgisizlikten ve merhametsizlikten alacağı var Ercan Kesal'ın. Siyasî yazılarında da sinema yazılarında da; kısacası tüm hatıralarında bu alacaklarının peşine düşercesine yazmış denemelerini. Faşizm denen kötülüğü öyle güzel anlatıyor ki bir daha zihninizden hiç çıkmıyor. Önce Ergin Günçe'nin "Faşizmi çocuklar da anlayabilir" dizesiyle başlayan şiirini hatırlatıyor. Hani, "Dayak yemektir serseri bir babadan / karanlık odaya kapatılmaktır / hakkını istemekte direttiğin zaman" diye gider ya Günçe'nin şiiri, sanki onu iyicene açıyor yazar. Hem edebî hem de hayatî, dolayısıyla ebedî:
"Faşizm, çok uzaklarda bir yerde değildir. Sokağın ortasında, evlerimizin içinde ya da hiç çocuk olmamış bir takım adamların buz gibi kalplerinde, gezinir durur. Her gün arabanızla yanından geçip gittiğiniz bir evde yaşayan genç bir kadının, hiç istemediği ve zorla dayatılan bir evliliği artık taşıyamayıp, bebeğini sırtına sararak kendini ipe vermesidir faşizm. Bir ülkenin, ipin ucunda sallanan vicdanıdır yani. Ya da tecavüz edilerek öldürülen günahsız kızlarının hastane morgunda bekleyen cesedini bile almaktan korkan ana babaların çaresizliğidir."
Nazım Hikmet'le Kemal Tahir'in mektuplaşmaları, vefatına yakın günlerde Ahmet Uluçay'ı ziyareti, Tarkovski'nin sinemaya yüklediği o derin anlam, Subcomandante Marcos, Che Guevara, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Yılmaz Güney, psikolojinin babalarından Jung ve daha nice isimle gerek yakından gerekse uzaktan irtibatı var Ercan Kesal'ın. Dolayısıyla bu isimleri anlatırken onların dönemini öyle içli aktarıyor ki bazen bir dönem belgeseli, bazen de anılar nasıl kâğıda geçirilir, oyuncu nasıl oynamalıdır, sinema ve hayat nasıl yakınlaşmalıdır gibi sorulara kıymetli cevaplar bulabiliyor okuyucu. Mesela rüyalar, çok önemlidir Kesal için: "Hırsızların, eğer biz istemezsek çalamayacakları tek şey rüyalarımızdır. Dünyaya sahip olmak için düşlerimiz yeter. Dünyanın en büyük gezginlerinden James Colman bir kördü ve sorulduğunda, "Ben ayaklarımla görüyorum" diyordu. Düşlerimize ve kendimize inanmaktan vazgeçmeyelim."
Ciguli'den Metin Erksan'a, şair Behçet Aysan'dan bir başka şair Ahmet Erhan'a, Haneke'den Sait Faik'e, Kieslowski'den Neşet Ertaş'a, Galeano'dan Kusturica'ya; Lorca'dan Lütfi Akad'a sinema tutkusunu müzikle birleştirmiş, şiirle içine iyice anlam katmış, yaşam karşısında daima direnişin, dirençli olmanın yanında saf tutmuş, yürekli ve güzel yazan bir adam Ercan Kesal. Cin Aynası, İletişim Yayınları'ndan çıkmış, beş bölümden oluşan ve 286 sayfalık bir kitap. İster günlük deyin, ister deneme. Yalnız kitabın girizgâhında yazarın yaptığı açıklamayı asla unutmayın okurken:
"Yazdıklarıma yeniden dönüp baktığımda, metinlerin, anılarımın "billursu" halinden başka bir şey olmadığını görüyorum. Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum sanki. Anılarımızı yazmak içimdeki tortuları temizlerken, hayatım bir yandan yeni tortular biriktirmeye de devam ediyor, farkındayım! Geçmişle ilişkim özlemden daha çok keder. Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder. "En azından yazdım işte" demek için yazıyorum..."
Daima kederli ama çokça ümitli bir kitap Cin Aynası.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Erich Fromm
"Evlerimizi aydınlatmak, mısır tarlalarımızda büyümek, çocuklarımızın kalplerini doldurmak, terimizi silmek ve tarihimizi iyileştirmek için harekete geçtik. Hepsi bu kadar. Tüm istediğimiz bu. Ne daha fazla, ne de daha az."
- Subcomandante Marcos
Koptuğumuz tüm yerlerimizden birbirimize yeniden bağlanmalıyız. Anılarımız, düşlerimiz ve tarihimiz kalbimizde. Bir yakalasak, bir olacağız. "Yenildiğin an, teslim olduğun andır. Kimse ruhundaki direnci yenemez. Mayamızda bin yıllık bir tarih, çıkınımızda rüyalar var. Yenilmeyeceğiz." diyor Kemal Sayar. Öte yandan, 2 Ocak 2017'de bu dünyadan ayrılan John Berger de şöyle diyordu bir kitabında: "Güvensizliğin yaygın, toplumsal ıstırapların derin olduğu hayatlara güven veren bir sözcük vardı; sevgi."
Ercan Kesal, Cin Aynası'nda güvensizlikleri, ıstırapları anlatırken belki on, belki yüz tane hikâyeyi bir araya getiriyor. Aslında bu hikâyelerin hiçbiri birer hikâye değil, hepsi gerçek. Hepsi, Kesal'ın belleğindeki acıların ve umutların bir araya gelişiyle ortaya çıkmış metinler. "Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara" derken güzel bir öğüt verir. Neredeyse tüm anlattıkları birbirleriyle bağlantılıdır, birbirleriyle el ele. Kavuşmaları da bir ayrılıkları da bir öznelerinin. Hani gözümüzün içine baka baka uzaklaşır ya trenler ve sevdiklerimiz; işte Kesal'ın yazdıkları da öyle. Sayfalar biterken, içimizdekinin kara mı ak mı olduğuna karar veremeyiz. Karamsarlık da umut da iç içedir.
"İnsanın yaptığı işin sonunda başına geleceklerin bilincinde olması kendine saygı duymasından başka bir şey değilmiş meğer. Kendine saygısı olmayanın hiçbir şeye sayısı olmazmış, artık sadece bunu biliyorum."
Faşizmden, yoksulluktan, işkencelerden, katliamlardan, cinayetlerden, haksızlıktan, hukuksuzluktan, sevgisizlikten ve merhametsizlikten alacağı var Ercan Kesal'ın. Siyasî yazılarında da sinema yazılarında da; kısacası tüm hatıralarında bu alacaklarının peşine düşercesine yazmış denemelerini. Faşizm denen kötülüğü öyle güzel anlatıyor ki bir daha zihninizden hiç çıkmıyor. Önce Ergin Günçe'nin "Faşizmi çocuklar da anlayabilir" dizesiyle başlayan şiirini hatırlatıyor. Hani, "Dayak yemektir serseri bir babadan / karanlık odaya kapatılmaktır / hakkını istemekte direttiğin zaman" diye gider ya Günçe'nin şiiri, sanki onu iyicene açıyor yazar. Hem edebî hem de hayatî, dolayısıyla ebedî:
"Faşizm, çok uzaklarda bir yerde değildir. Sokağın ortasında, evlerimizin içinde ya da hiç çocuk olmamış bir takım adamların buz gibi kalplerinde, gezinir durur. Her gün arabanızla yanından geçip gittiğiniz bir evde yaşayan genç bir kadının, hiç istemediği ve zorla dayatılan bir evliliği artık taşıyamayıp, bebeğini sırtına sararak kendini ipe vermesidir faşizm. Bir ülkenin, ipin ucunda sallanan vicdanıdır yani. Ya da tecavüz edilerek öldürülen günahsız kızlarının hastane morgunda bekleyen cesedini bile almaktan korkan ana babaların çaresizliğidir."
Nazım Hikmet'le Kemal Tahir'in mektuplaşmaları, vefatına yakın günlerde Ahmet Uluçay'ı ziyareti, Tarkovski'nin sinemaya yüklediği o derin anlam, Subcomandante Marcos, Che Guevara, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Yılmaz Güney, psikolojinin babalarından Jung ve daha nice isimle gerek yakından gerekse uzaktan irtibatı var Ercan Kesal'ın. Dolayısıyla bu isimleri anlatırken onların dönemini öyle içli aktarıyor ki bazen bir dönem belgeseli, bazen de anılar nasıl kâğıda geçirilir, oyuncu nasıl oynamalıdır, sinema ve hayat nasıl yakınlaşmalıdır gibi sorulara kıymetli cevaplar bulabiliyor okuyucu. Mesela rüyalar, çok önemlidir Kesal için: "Hırsızların, eğer biz istemezsek çalamayacakları tek şey rüyalarımızdır. Dünyaya sahip olmak için düşlerimiz yeter. Dünyanın en büyük gezginlerinden James Colman bir kördü ve sorulduğunda, "Ben ayaklarımla görüyorum" diyordu. Düşlerimize ve kendimize inanmaktan vazgeçmeyelim."
Ciguli'den Metin Erksan'a, şair Behçet Aysan'dan bir başka şair Ahmet Erhan'a, Haneke'den Sait Faik'e, Kieslowski'den Neşet Ertaş'a, Galeano'dan Kusturica'ya; Lorca'dan Lütfi Akad'a sinema tutkusunu müzikle birleştirmiş, şiirle içine iyice anlam katmış, yaşam karşısında daima direnişin, dirençli olmanın yanında saf tutmuş, yürekli ve güzel yazan bir adam Ercan Kesal. Cin Aynası, İletişim Yayınları'ndan çıkmış, beş bölümden oluşan ve 286 sayfalık bir kitap. İster günlük deyin, ister deneme. Yalnız kitabın girizgâhında yazarın yaptığı açıklamayı asla unutmayın okurken:
"Yazdıklarıma yeniden dönüp baktığımda, metinlerin, anılarımın "billursu" halinden başka bir şey olmadığını görüyorum. Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum sanki. Anılarımızı yazmak içimdeki tortuları temizlerken, hayatım bir yandan yeni tortular biriktirmeye de devam ediyor, farkındayım! Geçmişle ilişkim özlemden daha çok keder. Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder. "En azından yazdım işte" demek için yazıyorum..."
Daima kederli ama çokça ümitli bir kitap Cin Aynası.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf