Var olmak. Var olma bilincine sahip olmak.
Kâinatta yaşayan en önemli varlık olan insana her dem hakkı teslim edilmiştir hiç şüphesiz, gerek ilahi gerek beşeri varlıklar tarafından. İlahi kaynak tarafından bildirildiğine göre insan “ahsen-i takvim” üzere yaratılmıştır. Felsefi olarak ise düşünceye sahip olması göz önüne alınmıştır ve bu sebeple yüce bir varlık olarak benimsenmiştir.
Bütün mesele insan olmaktır.
Doğru yolda olan ve düşünen ya da kelâmi deyiş ile tefekkür eden varlık insan olma yolundadır. Medeniyetlerin metafizik temellerini üç unsur görüşü oluşturur. Tanrı, Evren ve insan üzerine düşünmek ile ancak oluşan medeniyetler gibi insan da epistemolojik ve ontolojik olarak kendisini konumlandırmalı.
Peki, insan olmak nedir?
Bence insan olmak; yolda olan, yolda olmaya çalışan varlıktır. Yani ‘var olma sancısı çeken’ varlık ancak insan olma yolundadır. “Bilgi insanın korkusunun fethidir” diyen İhsan Fazlıoğlu gibi önce bilgi diyorum. Epistemolojik olarak insan kendisini konumlandırmalı. Tabii insanın kendisini konumlandırırken ontolojik sancı çekmesi de kaçınılmaz olur.
Yolda olan insandır.
Bizim inancımızın metafizik görüşü hiç şüphesiz sadece gelecek tasavvuru ile sınırlı değildir. Hz. Ali’nin “Nereden? Nerede? Nereye?” bilgisine sahip olan bizler Elest Meclisi’nde verdiğimiz söz ile kendimizi konumlandırırız. Geldiğimiz özü koruma iddiasında ve inancında olan bizler, özü korumak ile mükellefiz aynı zamanda. Ancak insanın “nerede?”sorusunu her dem -bir kelime anlamı da unutan olan- hatırlaması gerekir. Yani yolda olan bizler mükellefiyetlerimiz ile yol alırız. Zira biliriz ve inanırız ki gelecekte üzerimize düşenlerin hesabını vermek zorundayız.
Yolda olanın sorusu vardır.
Soru sormak felsefede cevaptan önemlidir, fakat biliriz ki soru soran cevabı arayandır. Bu yüzden hakikat arayışında soru soran insan Tanrı, Evren ve İnsan hakkında yeni bir görüş ortaya koyar. Ancak bizim sorumuz ve yeni görüşümüz Kâinatın Rabbi olan Allah’ı anlamak ve iman etmek içindir.
Her dem yolda olan ve yola anlam katan olmak duası ile…
Nurettin Topçu’nun“Var Olmak”isimli kitabı, düşünce dünyasında yaşadığı ontolojik ve epistemolojik problemler üzerine yazılmıştır. Bu tarz bir fikir tartışmasını/sorularını okumak hepimiz için farklı bir serüven olacaktır.
Yunus Arslan
twitter.com/yunusarslan34
SAYFALAR
▼
30 Aralık 2016 Cuma
29 Aralık 2016 Perşembe
Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü
Sana bir ‘Çığlık’la yazacağım, o derin ‘Sis’e dalıp, uyuyan bir ‘Şehir’de. ‘Arka Bahçe’den, bir ‘Kanat’ takıp; bazen ‘Yeraltı’ndan, bazen ‘Uzak’tan, bazen ‘Pencere’den sesleneceğim. Onulmaz bir ‘Yara’yla, bir ‘Kuş Ölüsü’yle, deli bir ‘Zincir’le; ‘Oyun’u kendi içinde, o kitabı yazacağım. “Gramofonun önünde yalnızım. Günler eksiltmiş seni.” diyeceğim ben de yazar gibi.
İncecik biliyor musun ‘Evlerin Yüreği’, kâğıt gibi tıpkı, zar gibi… ‘Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü saklı içinde, tam on sekiz ayrı ses. Seslerin sahibi: Şenay Eroğlu Aksoy. Her bir öykünün ses rengi/ ahengi kendine has. Duru bir ses değil ama, çoğunlukla iç kıyıcı…
Kim bilir, ‘Çığlık’ta anlatılan ‘gırtlağı delik kadınlardan biri’ de benimdir. O yüzden kâğıda kaleme sarılmışımdır! Öyküde dendiği gibidir belki de: “Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı. ”
Mekânların ruhu/ hafızası vardır diye bilirdim. Ancak ‘Evlerin Yüreği’nden haberdar değildim. Bile isteye ‘saklı’ dedim başlıkta, ‘gizli’ demedim. ‘Evlerin Yüreği’nde Saklı Kadın… Başlığım da kırmızıydı! Mayıs’ın ortasın(d)a doğan tüm çocukların rengi değil midir lalenin teni? (Yolun yarısını geçtiğim şu günlerde, baharı duymuşken hele…) Doğduğum aydı o benim ve dahi lalenin kendi rengini doğurduğu ay…
Biliyor musun, ‘doğum günü’ yazım da saklı olacak burada bir yerlerde. Yeni yaşımın ilk gününden yazıyorum bu yazıyı. Sanki hayat, “Seninle başladı/ bugün/ ıtırlı bir mayıstı…” diye fısıldayacak bana. Dudaklarıma dökülecek sonra sözü. Ne çok yakışacak anlamını bulduğum her kelime, hazneme… “Uçuk sarı güneşler saçan kokuların içinde” -deyip- seslendin ya. Dilerim ki o da sana hep, “bir daha olmayacak” diye seslensin. Güneşin. “Bazen hayal hakikatten daha ıtırlıdır.” Öyle değil mi yoksa sevgili okur!
Aylardan mayıstı kitabı ilk elime aldığımda. Bahar bahçeydi her yanım. Yeni, tıpkı bahar gibi diri bir kitap okumak istemiştim. Elim, ondan ‘Evlerin Yüreği’ndeki öykülere uzanmıştı. Sadece elim mi; dilim, zihnim ve yüreğim de… İyi ki de uzanmış. Akan sadece zaman değildi ki öykülerde. Kadınlık. Issızlık. Yalnızlık. Yalınlık. Ve dahi nice hallerimiz…
Renk renk. Şekil şekil… “Bir bahçenin ortasındayım. Kollarım duvar dibindeki badem dalı, göğe doğru. Bahar geldi, çiçek açacak badem, çiçek açacağım. Uyanışın bedenime göllediği güdü hortlayacak.” diyen yazarın ‘iç ses’ini duyuyorum şimdi. O’nun sesiyle konuşuyorum: “İçim, beklenmeyen hayata gebe.”
Yazarın ‘Arka Bahçe’sinde oyalıyorum sözümü. “Sen, bildikçe tükenen, konuştukça eksilenim. Sus!” dese de o… Aldırmıyorum. Aldırmayacağım da. ‘Evlerin Yüreği’nde yazan kadın/lar var hep. ‘Çığlık’ atıyor/lar hayata. Şimdi, yine aynı ‘Çığlık’; yazarın attığı ve benim duyduğum. Anlattığı kadınlar: “Simge, Ilgın ve öbürleri… Aysel dışında hepimizin az çok mürekkep yalamışlığı var, işte bu yüzden sesimizi kaybettiğimizden beri küçük bir defter ve kalem taşıyoruz ceplerimizde.”
O, uzun süren, bir ömrün ardından damıtılmış, acı, yaz(g)ı var ya… Göz göz. Yara yara. Onulmaz. Can buluyor her bir karakteriyle yazarın zihninde. “O değilse, kimdi karanlığın içinde vurduğu her gece?” diye soruyor. On dokuz yaşına götürüyor beni. “Geçmiş bir mayıs masalıydı, aylardan haziran!” diyorum yazımın başlığını alıp. Kırmızı bu da! Kan. Kızıl. Ten. Beyaz. Söz. Siyah. Aşk. Yeşil… Dudağımda eprimiş kelimeler hep. Medet ummak mı yaşamdan bu? Hayır!
Sadece o eski yazısını anımsıyor ‘Evlerin Yüreği’ni okuyan bu okur.
“Yaşadığımız müddetçe, ‘hayat’ bizlere sunulan bir yıldız bahçesi olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak. Aylardan Mayıs’tı geçti, şimdi Haziran; yaz sıcağı, gölgesiz, karanlık… Sanki tüm dünyanın karanlığını içimize dolduruyoruz. Kendi cinnetimizi ve sayıklamalarımızı, başkalarının yazdığı yazıların başlığı yapıyoruz. Sadece, evet sadece ellerimizde kalan bir uçurtma serinliği ve yalnızlığın o yıkılmaz kalesi…”
Yazar, ‘Evlerin Yüreği’nde kimi zaman ‘Abis’ gibi gizemli kelimelerle sesleniyor, kimi zaman da bir ‘Yara’yla: “Avcumun ortasında; ömrümü baştan sona kuşatanmış incecik yol.” diyor, “Çatallara ayrılıyor bazı yerlerde, usulca uzuyor sıcak derimin üstünde. Düşünüyorum da insan isterse, usul uzayan yolları tam ortadan kesip, bitirebilir mi ömürleri?”
‘Abis’, kitaptaki bir öykünün adı. Anlamı içinde kendi derinliğini de barındırıyor: “Okyanusların çok derin yeri ve daha özel olarak güneş ışığının erişemediği kesim.” demekmiş. ‘Abis’te anlatılan, bir celladın öyküsü…
“Şimdi bir söz dönüp duruyor aklımın içinde, yüzler çekilip gitmiyor. Geçmiş, demirden, soğuk ayaklarıyla etimde yürüyor. Herkes yeniden can buluyor öldüğü yerde.”
Yaz(g)ımız… ‘Kuş Ölüsü’ndeki gibi: “Kadınlıkla ilgileri yokmuş gibi görünür ama kuytularımızda, etimizde gizlidir kadınlık, elbette o da bulacak kendini.”
Klasik -anlamda- giriş, gelişme ve sonuçlar beklemeyin ‘Evlerin Yüreği’nden. İç sesler de var, kendi kendine söylenme hali de… Daha çok ben öyküsel anlatım göze çarpıyor. Moderne ve postmoderne dair birçok ize rastlanıyor. (Oğuz Atay, Tezer Özlü ve Onat Kutlar’a ithafen yazılmış öykülerde özellikle.) Zaman zaman düşen bir ritme sahip olsa da, nitelikli bir ilk kitabın öyküleri bunlar.
Çığlık’tan bahsettim ‘gördünüz’, Arka Bahçe’den, Abis’ten ve Yara’dan… Diğerleri de en az bunlar kadar söz edilmeye değer. Şenay Eroğlu Aksoy, ‘Evlerin Yüreği’nden seslendi bize. Sessizce. Yazarak. Susarak. ‘Duyalım’ diye. Yapı Kredi Yayınları’ndan, öykülerin diliyle konuşmak isteyenlere.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
İncecik biliyor musun ‘Evlerin Yüreği’, kâğıt gibi tıpkı, zar gibi… ‘Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü saklı içinde, tam on sekiz ayrı ses. Seslerin sahibi: Şenay Eroğlu Aksoy. Her bir öykünün ses rengi/ ahengi kendine has. Duru bir ses değil ama, çoğunlukla iç kıyıcı…
Kim bilir, ‘Çığlık’ta anlatılan ‘gırtlağı delik kadınlardan biri’ de benimdir. O yüzden kâğıda kaleme sarılmışımdır! Öyküde dendiği gibidir belki de: “Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı. ”
Mekânların ruhu/ hafızası vardır diye bilirdim. Ancak ‘Evlerin Yüreği’nden haberdar değildim. Bile isteye ‘saklı’ dedim başlıkta, ‘gizli’ demedim. ‘Evlerin Yüreği’nde Saklı Kadın… Başlığım da kırmızıydı! Mayıs’ın ortasın(d)a doğan tüm çocukların rengi değil midir lalenin teni? (Yolun yarısını geçtiğim şu günlerde, baharı duymuşken hele…) Doğduğum aydı o benim ve dahi lalenin kendi rengini doğurduğu ay…
Biliyor musun, ‘doğum günü’ yazım da saklı olacak burada bir yerlerde. Yeni yaşımın ilk gününden yazıyorum bu yazıyı. Sanki hayat, “Seninle başladı/ bugün/ ıtırlı bir mayıstı…” diye fısıldayacak bana. Dudaklarıma dökülecek sonra sözü. Ne çok yakışacak anlamını bulduğum her kelime, hazneme… “Uçuk sarı güneşler saçan kokuların içinde” -deyip- seslendin ya. Dilerim ki o da sana hep, “bir daha olmayacak” diye seslensin. Güneşin. “Bazen hayal hakikatten daha ıtırlıdır.” Öyle değil mi yoksa sevgili okur!
Aylardan mayıstı kitabı ilk elime aldığımda. Bahar bahçeydi her yanım. Yeni, tıpkı bahar gibi diri bir kitap okumak istemiştim. Elim, ondan ‘Evlerin Yüreği’ndeki öykülere uzanmıştı. Sadece elim mi; dilim, zihnim ve yüreğim de… İyi ki de uzanmış. Akan sadece zaman değildi ki öykülerde. Kadınlık. Issızlık. Yalnızlık. Yalınlık. Ve dahi nice hallerimiz…
Renk renk. Şekil şekil… “Bir bahçenin ortasındayım. Kollarım duvar dibindeki badem dalı, göğe doğru. Bahar geldi, çiçek açacak badem, çiçek açacağım. Uyanışın bedenime göllediği güdü hortlayacak.” diyen yazarın ‘iç ses’ini duyuyorum şimdi. O’nun sesiyle konuşuyorum: “İçim, beklenmeyen hayata gebe.”
Yazarın ‘Arka Bahçe’sinde oyalıyorum sözümü. “Sen, bildikçe tükenen, konuştukça eksilenim. Sus!” dese de o… Aldırmıyorum. Aldırmayacağım da. ‘Evlerin Yüreği’nde yazan kadın/lar var hep. ‘Çığlık’ atıyor/lar hayata. Şimdi, yine aynı ‘Çığlık’; yazarın attığı ve benim duyduğum. Anlattığı kadınlar: “Simge, Ilgın ve öbürleri… Aysel dışında hepimizin az çok mürekkep yalamışlığı var, işte bu yüzden sesimizi kaybettiğimizden beri küçük bir defter ve kalem taşıyoruz ceplerimizde.”
O, uzun süren, bir ömrün ardından damıtılmış, acı, yaz(g)ı var ya… Göz göz. Yara yara. Onulmaz. Can buluyor her bir karakteriyle yazarın zihninde. “O değilse, kimdi karanlığın içinde vurduğu her gece?” diye soruyor. On dokuz yaşına götürüyor beni. “Geçmiş bir mayıs masalıydı, aylardan haziran!” diyorum yazımın başlığını alıp. Kırmızı bu da! Kan. Kızıl. Ten. Beyaz. Söz. Siyah. Aşk. Yeşil… Dudağımda eprimiş kelimeler hep. Medet ummak mı yaşamdan bu? Hayır!
Sadece o eski yazısını anımsıyor ‘Evlerin Yüreği’ni okuyan bu okur.
“Yaşadığımız müddetçe, ‘hayat’ bizlere sunulan bir yıldız bahçesi olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak. Aylardan Mayıs’tı geçti, şimdi Haziran; yaz sıcağı, gölgesiz, karanlık… Sanki tüm dünyanın karanlığını içimize dolduruyoruz. Kendi cinnetimizi ve sayıklamalarımızı, başkalarının yazdığı yazıların başlığı yapıyoruz. Sadece, evet sadece ellerimizde kalan bir uçurtma serinliği ve yalnızlığın o yıkılmaz kalesi…”
Yazar, ‘Evlerin Yüreği’nde kimi zaman ‘Abis’ gibi gizemli kelimelerle sesleniyor, kimi zaman da bir ‘Yara’yla: “Avcumun ortasında; ömrümü baştan sona kuşatanmış incecik yol.” diyor, “Çatallara ayrılıyor bazı yerlerde, usulca uzuyor sıcak derimin üstünde. Düşünüyorum da insan isterse, usul uzayan yolları tam ortadan kesip, bitirebilir mi ömürleri?”
‘Abis’, kitaptaki bir öykünün adı. Anlamı içinde kendi derinliğini de barındırıyor: “Okyanusların çok derin yeri ve daha özel olarak güneş ışığının erişemediği kesim.” demekmiş. ‘Abis’te anlatılan, bir celladın öyküsü…
“Şimdi bir söz dönüp duruyor aklımın içinde, yüzler çekilip gitmiyor. Geçmiş, demirden, soğuk ayaklarıyla etimde yürüyor. Herkes yeniden can buluyor öldüğü yerde.”
Yaz(g)ımız… ‘Kuş Ölüsü’ndeki gibi: “Kadınlıkla ilgileri yokmuş gibi görünür ama kuytularımızda, etimizde gizlidir kadınlık, elbette o da bulacak kendini.”
Klasik -anlamda- giriş, gelişme ve sonuçlar beklemeyin ‘Evlerin Yüreği’nden. İç sesler de var, kendi kendine söylenme hali de… Daha çok ben öyküsel anlatım göze çarpıyor. Moderne ve postmoderne dair birçok ize rastlanıyor. (Oğuz Atay, Tezer Özlü ve Onat Kutlar’a ithafen yazılmış öykülerde özellikle.) Zaman zaman düşen bir ritme sahip olsa da, nitelikli bir ilk kitabın öyküleri bunlar.
Çığlık’tan bahsettim ‘gördünüz’, Arka Bahçe’den, Abis’ten ve Yara’dan… Diğerleri de en az bunlar kadar söz edilmeye değer. Şenay Eroğlu Aksoy, ‘Evlerin Yüreği’nden seslendi bize. Sessizce. Yazarak. Susarak. ‘Duyalım’ diye. Yapı Kredi Yayınları’ndan, öykülerin diliyle konuşmak isteyenlere.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor
“Kalbine dikkat et, sevdiklerine dikkat et, sevmediklerine de…” diyor Necdet Subaşı Hoca; kalbin, sevginin, nefretin, dikkatin derin bir unutuluşa mahkûm edildiği modern zamanlarda. Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor aslında. Dikkate, sevgiye, insana… Nereye yöneldiğini ya da hangi rüzgârla savrulduğunu fark edemeyen zihinlere bir merkezi işaret ediyor, kalbi… Görselin, görüntünün içinde yitip gitmeye karşı sahici olana çağırıyor. Zamanın behrinde yaşanmış sımsıcak, samimi hayatlara çağırıyor hepimizi, samimiyete… Yok sayılan, görmezden gelinen, geçmişin karanlık dehlizlerine hapsedilen tarihi ve talihimizi çağırıyor şimdiki zamanlara. Sımsıcak kalemi ve samimi kelamıyla…
Subaşı’nın Zamanın Behrinde Ramazan, Yaz Dediler Ânı, Tedavüldeki Kitaplar & Kritik Öyküler adlı kitaplarını okuyunca söylemek istediklerim daha net anlaşılacak. Kişisel öyküsü etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor aynı zamanda. Evde yapılan, sade, gösterişsiz, riyasız iftarları anlatıyor. Yer sofrasını, Tanrı misafirlerini… Yemeklerin duayla herkesi doyurduğu zamanları… Kaderi kitaplardan ezberlenmiş cümlelerle çizilmiş kayıp kuşakları anlatıyor sonra. Maceraları kitap satırlarından akanları…
Yıllar boyu resmi ideoloji ve onun uzantısı akademyanın görmezden geldiği, hatta nefret ettiği İslam’ın sosyal yönü ve etkileriyle ilgili, ilintili birbirinden derin akademik çalışmaların sahibi Necdet Subaşı. Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın… Subaşı, “Din ve Toplum Arasındaki İlişkileri Anlam(landırm)ak Ya da Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları” adlı makalesinde, “İslam’ın kendine özgü sistematiği, değer inşası, toplumsal birikime yön vererek dönüşebilen geleneği hâlâ belirleyicidir. Gündelik hayatta var olan görüntülerin onu açıkça göz ardı eden çalışmalardan yola çıkılarak yorumlanabileceğini düşünmek pek rağbet görmemektedir.” diyerek İslam’ın toplumsal belirleyiciliğinin altını bir kez daha çiziyor.
Necdet Hoca, akademik bir ciddiyet içinde ama asla asık suratlı değil. Entelektüel ve aydın vasfı su götürmez ama halkına, kültürüne, içinden geldiği sosyo/ekonomik yapıya yabancılaşanlardan değil. Akademisyen yönü aydın çehresinden, aydın çehresi akademik yönünden seçilmez. Soğuk, asık suratlı hoca profilini yerle bir eden bir sıcaklığa ve samimiyete sahip. Güçlü bir edebiyat damarını akademik birikimle tahkim ediyor. Tabiî ki yapaylıktan uzak, içimizden biri gibi seslenen üslubuyla…
Türk modernleşmesi, çağdaş Türk düşüncesi, modernleşmenin topluma etkileri, din, Alevilik, kültürel farklılaşmalar, Diyanet, yurt dışındaki Türkler, gündelik hayat çalıştığı, ilgilendiği alanlardan bazıları. Bir imparatorluk bakiyesi olan, birçok farklı unsurun bir araya gelmesiyle oluşan Türkiye gerçeğini komplekssiz, hırslarına yenik düşmeden tanıma ve tanıtma gayretinde. İdeolojik bir kampın sınırlarında durarak başkalarını ötekileştirmeden tanımaya çalışıyor.
Modern Cumhuriyet, resmi ideoloji toplumu yeniden inşa ederken dini anlamlandırma aşamasında hem sosyal bilimler alanında hem de yaşam noktasında tedirginlik ve kafa karışıklığı içindeydi. Radikal modernleşme çabası içinde din negatif anlamda bile yeterince değerlendirilmeye tâbi tutulmadı. Dinin toplumsal bağlamı uzun süre görmezden gelindi. Din tartışmaları kısır laiklik ve laikleşme konuları etrafında dönüp durdu. Bu laiklik fetişizmi dini araştırmaları kısıtladı, fakirleştirdi. Bu durum Necdet Hoca’nın da altını çizdiği gibi velud bir alanın akim kalmasına sebep oldu. Düşünsel kısırlığın önemli nedenlerinden biri olarak bugüne kadar geldi. Böylelikle ne İslam tam anlamıyla anlaşıldı ne de doğru dürüst bir İslam eleştirisi ortaya çıktı.
Necdet Subaşı, Anadolu’nun, derin milletimizin sorunlarına, açmazlarına ciddi, sahici çözümler arayan bir gönül insanı. Tribünlere oynamak gibi bir gayesi yok. Bizi yakan ateşin yine bizim ateşimiz olduğunun farkında. Mezheplerin, meşreplerin birer savaş sebebi kılınmasının karşısında. “Bugün aklı başında herhangi bir Müslüman’ın gelenek içinde ortaya çıkmış en önemli kurumlardan birisi olan mezhep kavramını ulu orta eleştirmek, ulu orta reddetmek yerine bu durumun kendi sosyolojik tabiatı hakkında kafa yormasının daha yararlı, daha verimli olduğunu düşünüyorum.” diyerek enerjimizi boşa harcamamanın gerekliliğine işaret ediyor.
Yazımızı Mustafa Oral’ın sitemizde yayınlanan mülakatında Necdet Subaşı hakkında söyledikleriyle bitirelim. “Doğduğum yıl babam iş kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Bir kolunu ve bir gözünü kaybetmişti. Babam benim sağ kolumdu; ben sağ kolumu kaybetmiştim. Babam benim gören gözümdü; ben sağ gözümü kaybetmiştim. Bir körlük, bir çolaklık hüküm sürüyordu bende. Bize düşen, bundan sonra 'sol' gözü, 'sol' eli kullanmaktı. Kıbrıs’tan kalan karartmalar, ardından sağ elin ve sağ gözün kaybı hayatımı zorlaştırıyor, içimde gecelerin çoğalmasına neden oluyordu. Gittikçe içe kapanıyordum. Konuşmayı unutuyordum. On üç yaşındaydım. Bir gün Mevlânâ diyarından Necdet Subaşı isminde bir öğretmen kasabaya tayin oldu. Bana verdiği ilk şey Efendimizin hicretini anlatan 'Hicret' isimli bir kasetti. Onun ile yavaş yavaş sağ gözüm görmeye, sağ kolum uzamaya, kalbimin sağ tarafı tutmaya başladı. Onun etkisi ile namaza ve yazmaya hicret ettim.
On üç yaşındaydım. Ablam Şefika, Manisa’da açan bir karanfildi. Bana mesir macunu ayarında nesir ve şiir tohumları getirirdi yazları. Öğretmenimiz Necdet Subaşı kasabaya Mevlana’dan gül tohumları getirirdi. Avuç avuç üzerimize serperdi. O günlerde namaza başladım. O tohumlar bir gün sürgün verir umuduyla yazmaya başladım. Anlayacağınız yazmaya namazla birlikte başladım. Yazımız namazımızla yaşıttır.”
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Subaşı’nın Zamanın Behrinde Ramazan, Yaz Dediler Ânı, Tedavüldeki Kitaplar & Kritik Öyküler adlı kitaplarını okuyunca söylemek istediklerim daha net anlaşılacak. Kişisel öyküsü etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor aynı zamanda. Evde yapılan, sade, gösterişsiz, riyasız iftarları anlatıyor. Yer sofrasını, Tanrı misafirlerini… Yemeklerin duayla herkesi doyurduğu zamanları… Kaderi kitaplardan ezberlenmiş cümlelerle çizilmiş kayıp kuşakları anlatıyor sonra. Maceraları kitap satırlarından akanları…
Yıllar boyu resmi ideoloji ve onun uzantısı akademyanın görmezden geldiği, hatta nefret ettiği İslam’ın sosyal yönü ve etkileriyle ilgili, ilintili birbirinden derin akademik çalışmaların sahibi Necdet Subaşı. Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın… Subaşı, “Din ve Toplum Arasındaki İlişkileri Anlam(landırm)ak Ya da Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları” adlı makalesinde, “İslam’ın kendine özgü sistematiği, değer inşası, toplumsal birikime yön vererek dönüşebilen geleneği hâlâ belirleyicidir. Gündelik hayatta var olan görüntülerin onu açıkça göz ardı eden çalışmalardan yola çıkılarak yorumlanabileceğini düşünmek pek rağbet görmemektedir.” diyerek İslam’ın toplumsal belirleyiciliğinin altını bir kez daha çiziyor.
Necdet Hoca, akademik bir ciddiyet içinde ama asla asık suratlı değil. Entelektüel ve aydın vasfı su götürmez ama halkına, kültürüne, içinden geldiği sosyo/ekonomik yapıya yabancılaşanlardan değil. Akademisyen yönü aydın çehresinden, aydın çehresi akademik yönünden seçilmez. Soğuk, asık suratlı hoca profilini yerle bir eden bir sıcaklığa ve samimiyete sahip. Güçlü bir edebiyat damarını akademik birikimle tahkim ediyor. Tabiî ki yapaylıktan uzak, içimizden biri gibi seslenen üslubuyla…
Türk modernleşmesi, çağdaş Türk düşüncesi, modernleşmenin topluma etkileri, din, Alevilik, kültürel farklılaşmalar, Diyanet, yurt dışındaki Türkler, gündelik hayat çalıştığı, ilgilendiği alanlardan bazıları. Bir imparatorluk bakiyesi olan, birçok farklı unsurun bir araya gelmesiyle oluşan Türkiye gerçeğini komplekssiz, hırslarına yenik düşmeden tanıma ve tanıtma gayretinde. İdeolojik bir kampın sınırlarında durarak başkalarını ötekileştirmeden tanımaya çalışıyor.
Modern Cumhuriyet, resmi ideoloji toplumu yeniden inşa ederken dini anlamlandırma aşamasında hem sosyal bilimler alanında hem de yaşam noktasında tedirginlik ve kafa karışıklığı içindeydi. Radikal modernleşme çabası içinde din negatif anlamda bile yeterince değerlendirilmeye tâbi tutulmadı. Dinin toplumsal bağlamı uzun süre görmezden gelindi. Din tartışmaları kısır laiklik ve laikleşme konuları etrafında dönüp durdu. Bu laiklik fetişizmi dini araştırmaları kısıtladı, fakirleştirdi. Bu durum Necdet Hoca’nın da altını çizdiği gibi velud bir alanın akim kalmasına sebep oldu. Düşünsel kısırlığın önemli nedenlerinden biri olarak bugüne kadar geldi. Böylelikle ne İslam tam anlamıyla anlaşıldı ne de doğru dürüst bir İslam eleştirisi ortaya çıktı.
Necdet Subaşı, Anadolu’nun, derin milletimizin sorunlarına, açmazlarına ciddi, sahici çözümler arayan bir gönül insanı. Tribünlere oynamak gibi bir gayesi yok. Bizi yakan ateşin yine bizim ateşimiz olduğunun farkında. Mezheplerin, meşreplerin birer savaş sebebi kılınmasının karşısında. “Bugün aklı başında herhangi bir Müslüman’ın gelenek içinde ortaya çıkmış en önemli kurumlardan birisi olan mezhep kavramını ulu orta eleştirmek, ulu orta reddetmek yerine bu durumun kendi sosyolojik tabiatı hakkında kafa yormasının daha yararlı, daha verimli olduğunu düşünüyorum.” diyerek enerjimizi boşa harcamamanın gerekliliğine işaret ediyor.
Yazımızı Mustafa Oral’ın sitemizde yayınlanan mülakatında Necdet Subaşı hakkında söyledikleriyle bitirelim. “Doğduğum yıl babam iş kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Bir kolunu ve bir gözünü kaybetmişti. Babam benim sağ kolumdu; ben sağ kolumu kaybetmiştim. Babam benim gören gözümdü; ben sağ gözümü kaybetmiştim. Bir körlük, bir çolaklık hüküm sürüyordu bende. Bize düşen, bundan sonra 'sol' gözü, 'sol' eli kullanmaktı. Kıbrıs’tan kalan karartmalar, ardından sağ elin ve sağ gözün kaybı hayatımı zorlaştırıyor, içimde gecelerin çoğalmasına neden oluyordu. Gittikçe içe kapanıyordum. Konuşmayı unutuyordum. On üç yaşındaydım. Bir gün Mevlânâ diyarından Necdet Subaşı isminde bir öğretmen kasabaya tayin oldu. Bana verdiği ilk şey Efendimizin hicretini anlatan 'Hicret' isimli bir kasetti. Onun ile yavaş yavaş sağ gözüm görmeye, sağ kolum uzamaya, kalbimin sağ tarafı tutmaya başladı. Onun etkisi ile namaza ve yazmaya hicret ettim.
On üç yaşındaydım. Ablam Şefika, Manisa’da açan bir karanfildi. Bana mesir macunu ayarında nesir ve şiir tohumları getirirdi yazları. Öğretmenimiz Necdet Subaşı kasabaya Mevlana’dan gül tohumları getirirdi. Avuç avuç üzerimize serperdi. O günlerde namaza başladım. O tohumlar bir gün sürgün verir umuduyla yazmaya başladım. Anlayacağınız yazmaya namazla birlikte başladım. Yazımız namazımızla yaşıttır.”
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
26 Aralık 2016 Pazartesi
Başka bir İstanbul yok
"Hayali kafamda hükümler süren
Görmez gözlerime görün İstanbul."
- Âşık Veysel
Şehir bize kendimizi hatırlatır. Bu hatırlatıcılık vasfı İstanbul gibi kadim şehirlerde daha yoğun tebarüz eder. Batı Roma, Doğru Roma, Osmanlı medeniyetlerini bünyesinde eritip, kendince bir potaya sokmuş ve oradan tüm dünyaya mesaj yollamış bir şehirdir İstanbul. Nedir bu mesaj? Şudur: Medeniyet mirastır ve elden ele yaşatılır, yaşatılmak zorundadır.
İbrahim Zeyd Gerçik'in Büyüyenay Yayınları tarafında neşredilen 96 sayfalık "İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" adlı kitabı, kısa sürede İstanbul'un hassas noktalarını öğrenmek için oldukça ideal metinler içeriyor, bu vesileyle kitapçık da diyebiliriz. Eserini; "kendine, insana, tarihine, toprağına, medeniyetine, İstanbul'a dost olan; koruyan, güzelleştiren ve iyiyi diri kılmanın mücadelesini veren insanlara" adayan Gerçik, çok fazla romantizme girmeden nostaljik bir belgesel tadında ama şiirsel bir dille adımlıyor İstanbul'u. Evlerden, mahallelerden, hayvanlara ve çevreye gösterilen özenden bahsediyor. Tüm bunları yaparken düşüncesinden tarihî mirası asla çıkarmıyor. Camileri, medreseleri, külliyeleri, tekkeleri, türbeleri, mezarlıkları unutmuyor. Medeniyetin emanet ettiği içinden deniz geçen şehir İstanbul'u "ölümle barışık şehir" olarak ilan ediyor. Yazarın nezdinde varlığını sonsuzluğa adayanların şehri olan İstanbul'a dair söylenecek şeylerin gittikçe azaldığı zamanlardayız. Gün geçtikçe üzüldüğümüz ve hatta kahrolduğumuz şeyler fazlalaşıyor. En başta da çocuklar bundan nasibini alıyor:
"İstanbul bahçelerinden, çiçeklerinden geriye çok az şey kaldı. Çiçeklerin isimleri gitti, çocuklar çiçekler görmeden yaşadılar ve büyüdüler. Sayabileceğimiz çiçek isimleri bir kaçı geçmez oldu. Çiçeklerin görüntüleri, kokuları gitti, isimleri sokak tabelalarında asılı kaldı."
Malum, İstanbul'un ahşap evleri Bosna'dan Şam'a kadar tesir etmiş, üslubuyla vazgeçilmez olmuştur. Öyle ki bugün bile Saraybosna'daki yapılarla Bursa'daki yapıların benzerliği birçok sempozyumda konuşulmuş, üzerine tezler dahi yazılmıştır. Ahşap ev; sürekli yaşayan bir yapıya sahip. Esnek olduğu için aile nüfusuna göre şekil alabiliyor. Bahçesiyle iç açarken yazın ve kışın sağladığı ısı dengesiyle sağlığı da koruyor. Artık ahşap evler ya birer müze ya da metruk bir hâlde, yenilenmeyi bekliyor. Bu yenilenme de betonla oluyor. Soğuk, sevimsiz ve uhrevî değil dünyevî.
"Ahşap evler içinde yaşayan İstanbul insanının ilişkileri güven, saygıya ve mahremiyete dayanırdı. Bir mahalleye sonradan gelenler, ilk yerleşenlere saygı göstermek zorundaydı. Sonradan gelen onun manzarasını kapatamaz, evinin içine bakan bir pencere açamaz, bir balkon yapamaz ya da kapısına ulaşımı engelleyemezdi. Dolayısıyla evini ilk yapanla sonradan yapanlar arasında her zaman bir anlaşma, karşılıklı bir rıza olması gerekiyordu. Her ev bir özel dünyaydı. Mahremiyet temel esastı. Evlerin ses geçiren ince duvarlarından dolayı yüksek sesle konuşmak, tartışmak pek adet değildi. Dedikoduya fırsat vermeyecek biçimde yaşamak, hareket etmek ve konuşmak İstanbul halkına bu evlerin getirdiği bir alışkanlıktı."
Yazarın, 'boğazın yeşil tacı' olarak anlattığı Emirgan, ismini Emirgune Han'dan alıyor. Erivan Kalesi'ni Osmanlılara savaşmadan teslim ettiği için Sultan IV. Murad tarafından kendisine boğazdaki bir bölge verilmiş, o bölgeye de halk zamanla Emirgan demiştir. İstanbul yalnız Emirgan gibi yeşili bol ve denizle iç içe yerlerden oluşmuyor elbette. Tarihi eserleriyle ve mezarlarıyla daima yaşayan bir şehir özelliği taşıyor. Eskiden mezarlıklar evlerimize, dolayısıyla bize daha yakındı. Yürürken muhakkak sikkeli yahut serpuşlu bir mezar taşına rastlar, adını sanını bilmediğimiz o zata bir fatiha okurduk. Artık mezarlıklar bizden, biz mezarlıklardan uzaklaştık. Bu rızasız uzaklaşma, peşinden dünyaya daha çok bağlanmayı ve ölümü unutturmayı da getirdi.
"Ölüm yaşayanları korkutmaz, yaşanılan mekanı güzelleştirirdi. Ölüm, hayat kadar doğal olandı. Bir zıtlık, bir çatışma değildi. Hayat ve ölüm bir bütündü. İnsanlar ölümü hayatlarından koparmadıkları için, hayat daha bir anlamlı yaşanıyor, ilişkiler daha sağlam tutuluyordu. Çünkü perdenin ne zaman kapanacağı, oyunun ne zaman biteceği bilinmiyordu... İstanbul'da mezarlıklar yolların kenarlarında, camilerin bahçelerinde, bir çeşmenin yanı başındaydı... Bu bir ölü sevicilik değildi. Hayatla ölümün bütünlüğü, ölümü tevazuyla kabulleniş, ölümle çatışmama, ölümle savaşmamaydı. Ölümle savaşmak, ölümle çatışmak Yaratıcıyla savaşmaktı. Ölümle çatışmak hayatla çatışmaktı. Ölüler geçmiş, ölüler kökler, ölüler dostlardı."
Bu yüzden de 1874 yılında İstanbul'a gelen ve bu şehir üzerine en önemli eserlerden biri olan İstanbul'u yazan Edmondo de Amicis, Eyüp mezarlığını şöyle anlatmıştı: "Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı bu kadar zarafetle gözler önüne serilmez. Dudaklarda hem dua hem tebessüm uyandıran hüzün ve zarafet dolu bir kabristan, bir saray, bir bahçe, bir mabeddir bu."
Sirkeci, Bab-ı Ali Caddesinin başlangıcından itibaren gözümüze bir cadde adı çarpar: Klodfarer. Çemberlitaş'a kadar uzanan bu cadde, ismini İstiklâl Savaşı'nda Türklerden yana destek veren yazılar kaleme almış Fransız yazar Claude Farrère'den almıştır. Bir jest olarak, İstanbul'un bu en güzide caddelerinden birine yazarın adı verilmiştir. İbrahim Zeyd Gerçik, Claude Farrère'den bir İstanbul alıntısı yapar: "İstanbul, yalnız genişliği, zenginlikleri, ihtişamı ve kudreti ile büyük değildi. O, eski ve köklü bir medeniyetin verdiği kendine güvenle eski ve soylu ruhuyla, enerji ve cesaretiyle de gelişken, değişik ve büyüktü. Bütün bunlar içlerinde milyonların uyuduğu mezarlardan ve içlerinde hâlâ milyonların yaşamakta olduğu eski konaklardan sezinleniyordu."
Fransızların İstanbul'a düşkünlüğü bir hayli fazladır. Bu durum bazen kuşkulara sebep olsa da birçoğunun sevgisi samimidir. Birçok yayınevi tarafından neşredilen "İstanbul: Dünyanın En Güzel Şehri" kitabında Fransız şair, oyun yazarı, ressam ve sanat eleştirmeni Théophile Gautier şöyle der: "İstanbul bütün güzelliği ile bütün haşmeti ile Türk'e yaraşır. Zarf ile mazrufun bu kadar uygun düştüğü bir yer kürenin başka hiçbir tarafında görülemez."
"İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" özellikle gençlerin muhakkak ve acilen okuması gereken bir başlangıç kitabı. Bu yönüyle okullarda kısa İstanbul tarihi göreviyle bir rehberlik görevi bile üstlenebilir. Şiirsel anlatımıyla, yalın Türkçesiyle ve içindeki siyah-beyaz fotoğraflarıyla okuyanı hem düşündüren hem de hüzünlendiren bir kitap. En önemlisi de insanda kitabı bitirdikten sonra İstanbul için küçük de olsa bir şeyler yapma isteği uyandırıyor. Yazar, kitabı bitirirken şöyle sesleniyor: "İstanbul'a dostluk, Türk Milleti'ne dostluktur. İstanbul'u sevmek, bu şehri tanımak ve çocuklarına tanıtmaktır. İstanbul'u sevmek, bu şehirdeki medeniyete ve tarihe karşı sorumlu olmaktır. İstanbul atalarımız, İstanbul tarihimiz, İstanbul bizi var eden değerlerimiz. İstanbul'u sevmek; onunla harman olmak, onunla yoğrulmak, kendini onunla tanımlamaktır."
Şehir bize kendimizi hatırlatır, diyerek başlamıştım. Bir şehri tanımak bize kendimizi de yeni baştan tanıma imkânı sağlar. Her şehir tıpkı her insan gibi biriciktir çünkü ve bu biriciklik hâliyle buluşmak, sorumluluk duygusunu da artırır. Yükleneceğimiz bir yük, kenara çekeceğimiz bir taş, söyleyeceğimiz bir söz hem bize hem bu şehre çok şey kazandırır. Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.
İstanbul'u tanımadan sevmek hamasetten başka bir şey getirmez. Önce tanıyalım, iyice tanıyalım. Ve ona sahip çıkalım. Başka bir İstanbul yok.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Görmez gözlerime görün İstanbul."
- Âşık Veysel
Şehir bize kendimizi hatırlatır. Bu hatırlatıcılık vasfı İstanbul gibi kadim şehirlerde daha yoğun tebarüz eder. Batı Roma, Doğru Roma, Osmanlı medeniyetlerini bünyesinde eritip, kendince bir potaya sokmuş ve oradan tüm dünyaya mesaj yollamış bir şehirdir İstanbul. Nedir bu mesaj? Şudur: Medeniyet mirastır ve elden ele yaşatılır, yaşatılmak zorundadır.
İbrahim Zeyd Gerçik'in Büyüyenay Yayınları tarafında neşredilen 96 sayfalık "İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" adlı kitabı, kısa sürede İstanbul'un hassas noktalarını öğrenmek için oldukça ideal metinler içeriyor, bu vesileyle kitapçık da diyebiliriz. Eserini; "kendine, insana, tarihine, toprağına, medeniyetine, İstanbul'a dost olan; koruyan, güzelleştiren ve iyiyi diri kılmanın mücadelesini veren insanlara" adayan Gerçik, çok fazla romantizme girmeden nostaljik bir belgesel tadında ama şiirsel bir dille adımlıyor İstanbul'u. Evlerden, mahallelerden, hayvanlara ve çevreye gösterilen özenden bahsediyor. Tüm bunları yaparken düşüncesinden tarihî mirası asla çıkarmıyor. Camileri, medreseleri, külliyeleri, tekkeleri, türbeleri, mezarlıkları unutmuyor. Medeniyetin emanet ettiği içinden deniz geçen şehir İstanbul'u "ölümle barışık şehir" olarak ilan ediyor. Yazarın nezdinde varlığını sonsuzluğa adayanların şehri olan İstanbul'a dair söylenecek şeylerin gittikçe azaldığı zamanlardayız. Gün geçtikçe üzüldüğümüz ve hatta kahrolduğumuz şeyler fazlalaşıyor. En başta da çocuklar bundan nasibini alıyor:
"İstanbul bahçelerinden, çiçeklerinden geriye çok az şey kaldı. Çiçeklerin isimleri gitti, çocuklar çiçekler görmeden yaşadılar ve büyüdüler. Sayabileceğimiz çiçek isimleri bir kaçı geçmez oldu. Çiçeklerin görüntüleri, kokuları gitti, isimleri sokak tabelalarında asılı kaldı."
Malum, İstanbul'un ahşap evleri Bosna'dan Şam'a kadar tesir etmiş, üslubuyla vazgeçilmez olmuştur. Öyle ki bugün bile Saraybosna'daki yapılarla Bursa'daki yapıların benzerliği birçok sempozyumda konuşulmuş, üzerine tezler dahi yazılmıştır. Ahşap ev; sürekli yaşayan bir yapıya sahip. Esnek olduğu için aile nüfusuna göre şekil alabiliyor. Bahçesiyle iç açarken yazın ve kışın sağladığı ısı dengesiyle sağlığı da koruyor. Artık ahşap evler ya birer müze ya da metruk bir hâlde, yenilenmeyi bekliyor. Bu yenilenme de betonla oluyor. Soğuk, sevimsiz ve uhrevî değil dünyevî.
"Ahşap evler içinde yaşayan İstanbul insanının ilişkileri güven, saygıya ve mahremiyete dayanırdı. Bir mahalleye sonradan gelenler, ilk yerleşenlere saygı göstermek zorundaydı. Sonradan gelen onun manzarasını kapatamaz, evinin içine bakan bir pencere açamaz, bir balkon yapamaz ya da kapısına ulaşımı engelleyemezdi. Dolayısıyla evini ilk yapanla sonradan yapanlar arasında her zaman bir anlaşma, karşılıklı bir rıza olması gerekiyordu. Her ev bir özel dünyaydı. Mahremiyet temel esastı. Evlerin ses geçiren ince duvarlarından dolayı yüksek sesle konuşmak, tartışmak pek adet değildi. Dedikoduya fırsat vermeyecek biçimde yaşamak, hareket etmek ve konuşmak İstanbul halkına bu evlerin getirdiği bir alışkanlıktı."
Yazarın, 'boğazın yeşil tacı' olarak anlattığı Emirgan, ismini Emirgune Han'dan alıyor. Erivan Kalesi'ni Osmanlılara savaşmadan teslim ettiği için Sultan IV. Murad tarafından kendisine boğazdaki bir bölge verilmiş, o bölgeye de halk zamanla Emirgan demiştir. İstanbul yalnız Emirgan gibi yeşili bol ve denizle iç içe yerlerden oluşmuyor elbette. Tarihi eserleriyle ve mezarlarıyla daima yaşayan bir şehir özelliği taşıyor. Eskiden mezarlıklar evlerimize, dolayısıyla bize daha yakındı. Yürürken muhakkak sikkeli yahut serpuşlu bir mezar taşına rastlar, adını sanını bilmediğimiz o zata bir fatiha okurduk. Artık mezarlıklar bizden, biz mezarlıklardan uzaklaştık. Bu rızasız uzaklaşma, peşinden dünyaya daha çok bağlanmayı ve ölümü unutturmayı da getirdi.
"Ölüm yaşayanları korkutmaz, yaşanılan mekanı güzelleştirirdi. Ölüm, hayat kadar doğal olandı. Bir zıtlık, bir çatışma değildi. Hayat ve ölüm bir bütündü. İnsanlar ölümü hayatlarından koparmadıkları için, hayat daha bir anlamlı yaşanıyor, ilişkiler daha sağlam tutuluyordu. Çünkü perdenin ne zaman kapanacağı, oyunun ne zaman biteceği bilinmiyordu... İstanbul'da mezarlıklar yolların kenarlarında, camilerin bahçelerinde, bir çeşmenin yanı başındaydı... Bu bir ölü sevicilik değildi. Hayatla ölümün bütünlüğü, ölümü tevazuyla kabulleniş, ölümle çatışmama, ölümle savaşmamaydı. Ölümle savaşmak, ölümle çatışmak Yaratıcıyla savaşmaktı. Ölümle çatışmak hayatla çatışmaktı. Ölüler geçmiş, ölüler kökler, ölüler dostlardı."
Bu yüzden de 1874 yılında İstanbul'a gelen ve bu şehir üzerine en önemli eserlerden biri olan İstanbul'u yazan Edmondo de Amicis, Eyüp mezarlığını şöyle anlatmıştı: "Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı bu kadar zarafetle gözler önüne serilmez. Dudaklarda hem dua hem tebessüm uyandıran hüzün ve zarafet dolu bir kabristan, bir saray, bir bahçe, bir mabeddir bu."
Sirkeci, Bab-ı Ali Caddesinin başlangıcından itibaren gözümüze bir cadde adı çarpar: Klodfarer. Çemberlitaş'a kadar uzanan bu cadde, ismini İstiklâl Savaşı'nda Türklerden yana destek veren yazılar kaleme almış Fransız yazar Claude Farrère'den almıştır. Bir jest olarak, İstanbul'un bu en güzide caddelerinden birine yazarın adı verilmiştir. İbrahim Zeyd Gerçik, Claude Farrère'den bir İstanbul alıntısı yapar: "İstanbul, yalnız genişliği, zenginlikleri, ihtişamı ve kudreti ile büyük değildi. O, eski ve köklü bir medeniyetin verdiği kendine güvenle eski ve soylu ruhuyla, enerji ve cesaretiyle de gelişken, değişik ve büyüktü. Bütün bunlar içlerinde milyonların uyuduğu mezarlardan ve içlerinde hâlâ milyonların yaşamakta olduğu eski konaklardan sezinleniyordu."
Fransızların İstanbul'a düşkünlüğü bir hayli fazladır. Bu durum bazen kuşkulara sebep olsa da birçoğunun sevgisi samimidir. Birçok yayınevi tarafından neşredilen "İstanbul: Dünyanın En Güzel Şehri" kitabında Fransız şair, oyun yazarı, ressam ve sanat eleştirmeni Théophile Gautier şöyle der: "İstanbul bütün güzelliği ile bütün haşmeti ile Türk'e yaraşır. Zarf ile mazrufun bu kadar uygun düştüğü bir yer kürenin başka hiçbir tarafında görülemez."
"İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" özellikle gençlerin muhakkak ve acilen okuması gereken bir başlangıç kitabı. Bu yönüyle okullarda kısa İstanbul tarihi göreviyle bir rehberlik görevi bile üstlenebilir. Şiirsel anlatımıyla, yalın Türkçesiyle ve içindeki siyah-beyaz fotoğraflarıyla okuyanı hem düşündüren hem de hüzünlendiren bir kitap. En önemlisi de insanda kitabı bitirdikten sonra İstanbul için küçük de olsa bir şeyler yapma isteği uyandırıyor. Yazar, kitabı bitirirken şöyle sesleniyor: "İstanbul'a dostluk, Türk Milleti'ne dostluktur. İstanbul'u sevmek, bu şehri tanımak ve çocuklarına tanıtmaktır. İstanbul'u sevmek, bu şehirdeki medeniyete ve tarihe karşı sorumlu olmaktır. İstanbul atalarımız, İstanbul tarihimiz, İstanbul bizi var eden değerlerimiz. İstanbul'u sevmek; onunla harman olmak, onunla yoğrulmak, kendini onunla tanımlamaktır."
Şehir bize kendimizi hatırlatır, diyerek başlamıştım. Bir şehri tanımak bize kendimizi de yeni baştan tanıma imkânı sağlar. Her şehir tıpkı her insan gibi biriciktir çünkü ve bu biriciklik hâliyle buluşmak, sorumluluk duygusunu da artırır. Yükleneceğimiz bir yük, kenara çekeceğimiz bir taş, söyleyeceğimiz bir söz hem bize hem bu şehre çok şey kazandırır. Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.
İstanbul'u tanımadan sevmek hamasetten başka bir şey getirmez. Önce tanıyalım, iyice tanıyalım. Ve ona sahip çıkalım. Başka bir İstanbul yok.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
22 Aralık 2016 Perşembe
Futbolun tutku olduğu zamanlara ait öyküler
"Bir insanın nasıl olup da futbol sevmeyeceğini aklımız almıyordu; ama dünyanın her yerinde böyle yaratıklar vardı."
- Paul Watson, Ayağa Oyna Pohnpei
“Yalnızca falanca futbol takımının taraftarı değil, anılarımın taraftarıyım diyebilirim. Anılarının taraftarı olan birçok futbolsever gibi..."
- Necdet Özkazancı, Taşradan Futbol Hikâyeleri
Futbol, özellikle de 'bizim' bildiğimiz futbol afyon değil, aksine insanlığı, umudu, birlikteliği, paylaşmayı, hatırlamayı ve anlamlandırmayı diri tutan bir spordur. Hatta spordan daha ötesidir. Böyle diyerek futbolu ululadığım düşünülmesin zira şimdinin endüstriyel futboluna karşı çıkanlar, mahallenin ne olduğunu ve onun kaybını kederle yaşayanlar gayet iyi bilirler futbolun ne olduğunu. Yalnız Afrika'da değil, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuğu da bir ihtiyarı da tebessüm ettiren yegane şeydir meşin yuvarlak.
Al da At Dercesine adlı bu kitapta, 'bizim' dediğimiz kadronun futbol öyküleri bir araya gelmiş. Levent Cantek'in editörlüğünü yaptığı kitabın yazar kadrosu şöyle: Alper Atalan, Akif Kurtuluş, Mahir Ünsal Eriş, Yekta Kopan, Kıvanç Koçak, Ercan Kesal, Mustafa Çiftci, Necdet Dümelli (aynı zamanda kitabı yayına hazırlayan), Bülent Çallı, Emre Bayın, Ayla Karadağ, Giray Kemer, Işıl Kocaoğlan, Hakan Kulaçoğlu, Serhan Ergin, İlyas Barut, Can Belge, Murat Başekim, Bağış Erten.
161 sayfalık kitabın 'edebiyatçı gözüyle futbol' olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar öykülerden bazıları fazla edebiyatçı koksa da diğerlerine nazaran genç olan yazarlar sanırım hafızaları daha taze olduğundan, zihinlerindeki futbol anılarını birer öyküye dönüştürmüşler. O güzel günlerin, acıyla neşenin iç içe geçmişliğinin, âşıklarla meczupların bir araya gelişlerinin. Hiç aklımıza gelir miydi mahallenin en silik karakterinin bir futbol cambazı olabileceği mesela? Yahut evine bilgisayar girene kadar bütün mahalle maçlarında gol kralı olmuş o arkadaşımıza küsmüş olamaz mıyız? Babamız işten gelene kadar koşturduğumuz top, peşinden ayakları değil idealleri de sürüklememiş miydi? Balkondan sarkan o leziz sepetteki anne yemeğini mahalle takımına yeni giren arkadaşımızla bölüşmedik mi? Okulun serserisinin antrenmanlarda herkesi nasıl da motive eden bir lidere dönüştüğüne şahitlik etmedik mi?
"Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Adam yok diye oyuna sonradan girdi. Yarım saatte üç kez balgam söktü, dört gol attı. Birini hırsına yenilip çatala abandı. Birini ceza sahası- na yakın bir yerden, kalecinin boşluğuna denk getirdi. Di- ğer ikisi şiir gibiydi. Tüm takımı çalıma dizip kalenin dibinden, arkasından gelen gence pasladı. Cumhur Abi’ye yazdı- lar golü ama o tınmadı. Üçüncü golün karbon kopyasını balgam olup tükürdü demir baklavalara. “Dört” dedi içinden. Kalenin arkasından korner noktasına ağır koşu, oradan da santraya kimselere bakmadan. Alkışları duymadı, duymak istemedi. “Vayyy baba, sende neler varmış beee... Cumhur 8 Abi’me bak, ellilik Messi, yürüse yeter!” iltifatlarını da kulak arkası yaptı, maç sonunda tellendirmek için. Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Sıkıldı sonra. Sıkılmadı da bir şeyler bastı üstüne, yüreğine. Dört bir yandan üzerine düşen spotların yarattığı dört gölgenin sırrına kadem basarak kapıya yöneldi. Aktığı kanada uzun bir top geldi: “Cumhur Abi sendeee, yardır!” dendi. Ses susana kadar top döndü, döndü. Tellerde durdu. O zaman anlayabildi gençler Cumhur Abi’nin oyundan çıktığını."
Tam bir takımı sevmek üzereyken 'bizde oğullar, babalarının takımlarını tutarlar' yasasına gönülden bağlanmadık mı? Hem, kızlar da sevmez miydi futbol, yeri geldiğinde ipi saklambacı evciliği bırakıp kurmazlar mıydı bir kızlar takımı? Antrenörlük etmek istemez miydik komşu mahalle kızlarının kurduğu takıma? Sonra hepsinin abilerinden ayrı ayrı dayak yemez miydik yahut yüz görümlüğü niyetine haftalığımızın üçte birini kaptırmaz mıydık? Hepsinin cevabı 'evet' olmuştu 'bizim' bildiğimiz futbolda. Futbol tutkuydu, duruştu, hayattı bir zamanlar. İşte o zamanların öykülerini saklıyor Al da At Dercesine.
"Ben esasen Galatasaraylı olacaktım. Babam çeldi aklımı. "Galatasaraylı olursan takımın Ankara'da yılda iki sefer maç yapar ama Gençlerbirliği'ni tutarsan en az on altı, on yedi maç olur" dedi, "Hem insan kendi şehrinin takımı dururken niye başka takım tutsun?" Galatasaray kötü bir dönemden çıkmıştı ama kadro güzeldi; Tugay var, Bülent var, Hagi geliyor... Ama ben en çok Suat'ı severdim, sekiz numara giyerdi. Bizim mahalle maçlarında tişörtümün sırtına tükenmez kalemle sekiz yazmıştım, uzaktan okunmazdı. Babam öyle deyince, nasıl oldu anlamadım ama birden oldum Gençlerbirlikli."
Zannedilmesin ki öykülerde sadece mahalle ve çocukları anlatılıyor. Bu öykülerde semt kulübü başkanlarının şikâyetleri de var en samimisinden. Menajer hokkabazlıkları, futbolcu kaprisleri, ticaretten bir farkı kalmayan transfer stratejileri... Mesela kitaptaki öykülerden birinde kulüp başkanıyla röportaj yapılmış. Mizahı bol fakat gerçeğe de bir o kadar yakın. Bin bir zahmet ve zorluk içinde kulübe başkan sezon sonunda 'mecburiyetten' istifa edince "İstifanız çok sürpriz oldu" deniyor. "Şehrin çocuklarına veririz harçlığı, oynatırız zannettik. Fakat işler değişmiş..." diyen başkan bu değişiklikleri şöyle anlatıyor:
"Bakım bu transfer denen şey var ya, bir insanın kendi öz memleketindeki huzurunun bozulması için yeterli. Ben bu Anadolu kentinde sıfırdan iş kurmuş, iyi kötü sanayici olmuş, yirmiden fazla ülkeye ihracat yapmış bir insanım. Kulübü de bir yerlere taşıdım evelallah. Lakin aklımı oynattım, kimseye de yaranamadım. Herkes avanta peşinde, kimsenin futbol diye, takım diye, şehir diye bir derdi yok. Alemin gözü senin üzerinde, kulübün parasında. İşler kötü gitse de futbolcu satsak diye bekliyor hepsi aç kurt gibi. Arkadaşı, hısmı akrabası kalmıyor insanın bu işe bulaşınca. Kimseye güvenemiyorsun, kimseye sırtını dönemiyorsun. Şu başkanlık işinde 6 ayda gördüğüm, afedersiniz, puştluğu kırk yıllık ticaret hayatımda görmedim. Hele şu menajer denen tipler yok mu!"
Mahallelerden uzaklaşan futbol artık halı sahalara hapsolmuş durumda. Otoparklar, asfaltlar, yüksek apartmanlar ve 'güvenli' siteler bölüverdi oyunları. Öğrencisi de işçisi de harçlıklarından, maaşlarından muhakkak bir kısmını ayırıp ayda bir yahut birkaç kez ekibini topluyor, halı saha maçı yapıyor. Bu maçlar baklavasına, çorbasına yapıldığı gibi sadece spor ve eğlence amaçlı da olabiliyor. Lakin halı sahanın da kendine göre kuralları var. Öyküler arasında halı saha maçlarına atılmış bir sosyolojik bakış dahi var. Kavramlarıyla, içeriğiyle hem eğitici hem de öğretici. Mesela 'erken terhis'çi olan oyuncular kimlermiş bir bakalım:
"En arzulanmayanı da erken terhisçilerdir. Bunlar, gayriciddi tavırlarla üst üste goller yiyerek birinin gelip "Hadi çık kaleden" demesini bekleyen vatan hainleridir. Özünde, takımın kazanabilmesi için kendilerinin sahada olması gerektiğine inanırlar ve takım arkadaşının da böyle düşündüğünü sanır, yahut sanmak isterler. Bu tipler kaleye geçtikleri kısa süre içinde maç skorunda devalüatif değişimlere sebep oldukları için en sevilmeyenlerdir."
Bazı çocuklara sorun, onlar size söylerler hayata ve dostluğa anlam yükledikleri bu kimi zaman zarif, kimi zaman hırçın oyunun yalnız 'top peşinde koşmak'tan ibaret olmadığını. Zaten onların öyle hemen 'adam' olmakta gözleri yoktu. Önce çocukluklarını yaşamak ve yaşatmak istediler. Biraz da bunun için sürdüler rakip kaleye toplarını. Yenseler de yenilseler de fark etmezdi. Mahalleler rakip olabilirdi ama aynı semtin komşularıydı hepsi. Rekabet maç biter bitmez karabet oluverirdi...
Artık futbolun tutkusu işte böyle öykülerde, sayfalarda, anılarda kaldı. Pahalı biletlerde, akıllı statlarda, içi geçmiş tribünlerde, bol reklamlı formalarda neyin tutkusu kalırmış...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Paul Watson, Ayağa Oyna Pohnpei
“Yalnızca falanca futbol takımının taraftarı değil, anılarımın taraftarıyım diyebilirim. Anılarının taraftarı olan birçok futbolsever gibi..."
- Necdet Özkazancı, Taşradan Futbol Hikâyeleri
Futbol, özellikle de 'bizim' bildiğimiz futbol afyon değil, aksine insanlığı, umudu, birlikteliği, paylaşmayı, hatırlamayı ve anlamlandırmayı diri tutan bir spordur. Hatta spordan daha ötesidir. Böyle diyerek futbolu ululadığım düşünülmesin zira şimdinin endüstriyel futboluna karşı çıkanlar, mahallenin ne olduğunu ve onun kaybını kederle yaşayanlar gayet iyi bilirler futbolun ne olduğunu. Yalnız Afrika'da değil, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuğu da bir ihtiyarı da tebessüm ettiren yegane şeydir meşin yuvarlak.
Al da At Dercesine adlı bu kitapta, 'bizim' dediğimiz kadronun futbol öyküleri bir araya gelmiş. Levent Cantek'in editörlüğünü yaptığı kitabın yazar kadrosu şöyle: Alper Atalan, Akif Kurtuluş, Mahir Ünsal Eriş, Yekta Kopan, Kıvanç Koçak, Ercan Kesal, Mustafa Çiftci, Necdet Dümelli (aynı zamanda kitabı yayına hazırlayan), Bülent Çallı, Emre Bayın, Ayla Karadağ, Giray Kemer, Işıl Kocaoğlan, Hakan Kulaçoğlu, Serhan Ergin, İlyas Barut, Can Belge, Murat Başekim, Bağış Erten.
161 sayfalık kitabın 'edebiyatçı gözüyle futbol' olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar öykülerden bazıları fazla edebiyatçı koksa da diğerlerine nazaran genç olan yazarlar sanırım hafızaları daha taze olduğundan, zihinlerindeki futbol anılarını birer öyküye dönüştürmüşler. O güzel günlerin, acıyla neşenin iç içe geçmişliğinin, âşıklarla meczupların bir araya gelişlerinin. Hiç aklımıza gelir miydi mahallenin en silik karakterinin bir futbol cambazı olabileceği mesela? Yahut evine bilgisayar girene kadar bütün mahalle maçlarında gol kralı olmuş o arkadaşımıza küsmüş olamaz mıyız? Babamız işten gelene kadar koşturduğumuz top, peşinden ayakları değil idealleri de sürüklememiş miydi? Balkondan sarkan o leziz sepetteki anne yemeğini mahalle takımına yeni giren arkadaşımızla bölüşmedik mi? Okulun serserisinin antrenmanlarda herkesi nasıl da motive eden bir lidere dönüştüğüne şahitlik etmedik mi?
"Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Adam yok diye oyuna sonradan girdi. Yarım saatte üç kez balgam söktü, dört gol attı. Birini hırsına yenilip çatala abandı. Birini ceza sahası- na yakın bir yerden, kalecinin boşluğuna denk getirdi. Di- ğer ikisi şiir gibiydi. Tüm takımı çalıma dizip kalenin dibinden, arkasından gelen gence pasladı. Cumhur Abi’ye yazdı- lar golü ama o tınmadı. Üçüncü golün karbon kopyasını balgam olup tükürdü demir baklavalara. “Dört” dedi içinden. Kalenin arkasından korner noktasına ağır koşu, oradan da santraya kimselere bakmadan. Alkışları duymadı, duymak istemedi. “Vayyy baba, sende neler varmış beee... Cumhur 8 Abi’me bak, ellilik Messi, yürüse yeter!” iltifatlarını da kulak arkası yaptı, maç sonunda tellendirmek için. Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Sıkıldı sonra. Sıkılmadı da bir şeyler bastı üstüne, yüreğine. Dört bir yandan üzerine düşen spotların yarattığı dört gölgenin sırrına kadem basarak kapıya yöneldi. Aktığı kanada uzun bir top geldi: “Cumhur Abi sendeee, yardır!” dendi. Ses susana kadar top döndü, döndü. Tellerde durdu. O zaman anlayabildi gençler Cumhur Abi’nin oyundan çıktığını."
Tam bir takımı sevmek üzereyken 'bizde oğullar, babalarının takımlarını tutarlar' yasasına gönülden bağlanmadık mı? Hem, kızlar da sevmez miydi futbol, yeri geldiğinde ipi saklambacı evciliği bırakıp kurmazlar mıydı bir kızlar takımı? Antrenörlük etmek istemez miydik komşu mahalle kızlarının kurduğu takıma? Sonra hepsinin abilerinden ayrı ayrı dayak yemez miydik yahut yüz görümlüğü niyetine haftalığımızın üçte birini kaptırmaz mıydık? Hepsinin cevabı 'evet' olmuştu 'bizim' bildiğimiz futbolda. Futbol tutkuydu, duruştu, hayattı bir zamanlar. İşte o zamanların öykülerini saklıyor Al da At Dercesine.
"Ben esasen Galatasaraylı olacaktım. Babam çeldi aklımı. "Galatasaraylı olursan takımın Ankara'da yılda iki sefer maç yapar ama Gençlerbirliği'ni tutarsan en az on altı, on yedi maç olur" dedi, "Hem insan kendi şehrinin takımı dururken niye başka takım tutsun?" Galatasaray kötü bir dönemden çıkmıştı ama kadro güzeldi; Tugay var, Bülent var, Hagi geliyor... Ama ben en çok Suat'ı severdim, sekiz numara giyerdi. Bizim mahalle maçlarında tişörtümün sırtına tükenmez kalemle sekiz yazmıştım, uzaktan okunmazdı. Babam öyle deyince, nasıl oldu anlamadım ama birden oldum Gençlerbirlikli."
Zannedilmesin ki öykülerde sadece mahalle ve çocukları anlatılıyor. Bu öykülerde semt kulübü başkanlarının şikâyetleri de var en samimisinden. Menajer hokkabazlıkları, futbolcu kaprisleri, ticaretten bir farkı kalmayan transfer stratejileri... Mesela kitaptaki öykülerden birinde kulüp başkanıyla röportaj yapılmış. Mizahı bol fakat gerçeğe de bir o kadar yakın. Bin bir zahmet ve zorluk içinde kulübe başkan sezon sonunda 'mecburiyetten' istifa edince "İstifanız çok sürpriz oldu" deniyor. "Şehrin çocuklarına veririz harçlığı, oynatırız zannettik. Fakat işler değişmiş..." diyen başkan bu değişiklikleri şöyle anlatıyor:
"Bakım bu transfer denen şey var ya, bir insanın kendi öz memleketindeki huzurunun bozulması için yeterli. Ben bu Anadolu kentinde sıfırdan iş kurmuş, iyi kötü sanayici olmuş, yirmiden fazla ülkeye ihracat yapmış bir insanım. Kulübü de bir yerlere taşıdım evelallah. Lakin aklımı oynattım, kimseye de yaranamadım. Herkes avanta peşinde, kimsenin futbol diye, takım diye, şehir diye bir derdi yok. Alemin gözü senin üzerinde, kulübün parasında. İşler kötü gitse de futbolcu satsak diye bekliyor hepsi aç kurt gibi. Arkadaşı, hısmı akrabası kalmıyor insanın bu işe bulaşınca. Kimseye güvenemiyorsun, kimseye sırtını dönemiyorsun. Şu başkanlık işinde 6 ayda gördüğüm, afedersiniz, puştluğu kırk yıllık ticaret hayatımda görmedim. Hele şu menajer denen tipler yok mu!"
Mahallelerden uzaklaşan futbol artık halı sahalara hapsolmuş durumda. Otoparklar, asfaltlar, yüksek apartmanlar ve 'güvenli' siteler bölüverdi oyunları. Öğrencisi de işçisi de harçlıklarından, maaşlarından muhakkak bir kısmını ayırıp ayda bir yahut birkaç kez ekibini topluyor, halı saha maçı yapıyor. Bu maçlar baklavasına, çorbasına yapıldığı gibi sadece spor ve eğlence amaçlı da olabiliyor. Lakin halı sahanın da kendine göre kuralları var. Öyküler arasında halı saha maçlarına atılmış bir sosyolojik bakış dahi var. Kavramlarıyla, içeriğiyle hem eğitici hem de öğretici. Mesela 'erken terhis'çi olan oyuncular kimlermiş bir bakalım:
"En arzulanmayanı da erken terhisçilerdir. Bunlar, gayriciddi tavırlarla üst üste goller yiyerek birinin gelip "Hadi çık kaleden" demesini bekleyen vatan hainleridir. Özünde, takımın kazanabilmesi için kendilerinin sahada olması gerektiğine inanırlar ve takım arkadaşının da böyle düşündüğünü sanır, yahut sanmak isterler. Bu tipler kaleye geçtikleri kısa süre içinde maç skorunda devalüatif değişimlere sebep oldukları için en sevilmeyenlerdir."
Bazı çocuklara sorun, onlar size söylerler hayata ve dostluğa anlam yükledikleri bu kimi zaman zarif, kimi zaman hırçın oyunun yalnız 'top peşinde koşmak'tan ibaret olmadığını. Zaten onların öyle hemen 'adam' olmakta gözleri yoktu. Önce çocukluklarını yaşamak ve yaşatmak istediler. Biraz da bunun için sürdüler rakip kaleye toplarını. Yenseler de yenilseler de fark etmezdi. Mahalleler rakip olabilirdi ama aynı semtin komşularıydı hepsi. Rekabet maç biter bitmez karabet oluverirdi...
Artık futbolun tutkusu işte böyle öykülerde, sayfalarda, anılarda kaldı. Pahalı biletlerde, akıllı statlarda, içi geçmiş tribünlerde, bol reklamlı formalarda neyin tutkusu kalırmış...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
21 Aralık 2016 Çarşamba
Çevresinde olup bitene duyarlı şiirler
Nicedir şiirden konuşurken imgelerin birbirine benzediğinden dem vuruyoruz. Söyleyişin sıradanlaştığından ve de... Şöyle sizi sarsacak, hatta tokatlayacak şiir okumayalı kaç zaman oldu sahi! (İlgilisinedir sözüm, yanlış anlaşılmasın.) Şiirle ilgiliyseniz, yeni bir duyuş/söyleyiş arıyorsunuz. İyi şiirler okumak istiyorsunuz. Bu, hakkınız.
Kendi dilini kurmuş şairlerden şiir okumak elbet okur için önem taşıyor. Ancak gençlere de bu konuda şans tanımaktan yanadır düşüncem. Hece Yayınları, son dönemde genç şairleri daha bir önceliyor sanki. Art arda bastığı ilk şiir kitapları bunu gösteriyor. İşte bu kitaplardan biri -Hasan Özlen’in Kusursuz Talan’ı- “İlk-im”in bugünkü konuğu. "Nisyan iyi bildiğimiz bir şeydir kabul etmesek de / yoksa neden içimizde kırılmak bilmeyen putlar” diyen şairin şiirine kulak vermeli şimdi.
Sade bir dille anlatıyor Hasan Özlen anlatacağını, duru bir şiir anlayışıyla. "Kelebeğin Ölümü"ndeki gibi mesela: "Bir kelebek olmayı / ben mi seçtim/ konuşamadım belki ama / susuşlarımdan anlamalıydın / son nefeslerimi”.
“Yara” hepimize ait bir kelime olsa da, şairin dilinde başka bir s/imgeye dönüşüyor. “Sızı Sonrası”nda şair bize "insan yarasının rengiyle renklenir/ bunu en çok acıyı içenler bilir” diyor. “Şiirler yarım ne yapsak da susmaksa çoğuldur / deniz kıyıları mı altın çağdır gözden mi düşen / bir rüya bana uyandı ve dedi ki ikra” derken de çağın kelimeleri ile sanki kadim olanı imliyor. “Mükerrer Kanayış”la soruyor: “ey kaybolmuş kişi / yaşamak kaç yasak meyvedir”.
Merhameti, inceliği ve güzelliği hatırlatırken, aynı zamanda keskin bir çığlık da duyuluyor aralarda. “Kriminal İnceleme”deki gibi: "durdurmuyor iç kanamaları evlere dönmek bile/yaşamak tekrar edip duran bir intihar”. Çevresinde’olup bitene’ duyarlı, farkındalığı yüksek ve acıyı kendi üslubunca dile getirmeyi seçen bir şiirle karşılaşıyoruz Kusursuz Talan'ı okurken. Yolu bahtı açık olsun.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Kendi dilini kurmuş şairlerden şiir okumak elbet okur için önem taşıyor. Ancak gençlere de bu konuda şans tanımaktan yanadır düşüncem. Hece Yayınları, son dönemde genç şairleri daha bir önceliyor sanki. Art arda bastığı ilk şiir kitapları bunu gösteriyor. İşte bu kitaplardan biri -Hasan Özlen’in Kusursuz Talan’ı- “İlk-im”in bugünkü konuğu. "Nisyan iyi bildiğimiz bir şeydir kabul etmesek de / yoksa neden içimizde kırılmak bilmeyen putlar” diyen şairin şiirine kulak vermeli şimdi.
Sade bir dille anlatıyor Hasan Özlen anlatacağını, duru bir şiir anlayışıyla. "Kelebeğin Ölümü"ndeki gibi mesela: "Bir kelebek olmayı / ben mi seçtim/ konuşamadım belki ama / susuşlarımdan anlamalıydın / son nefeslerimi”.
“Yara” hepimize ait bir kelime olsa da, şairin dilinde başka bir s/imgeye dönüşüyor. “Sızı Sonrası”nda şair bize "insan yarasının rengiyle renklenir/ bunu en çok acıyı içenler bilir” diyor. “Şiirler yarım ne yapsak da susmaksa çoğuldur / deniz kıyıları mı altın çağdır gözden mi düşen / bir rüya bana uyandı ve dedi ki ikra” derken de çağın kelimeleri ile sanki kadim olanı imliyor. “Mükerrer Kanayış”la soruyor: “ey kaybolmuş kişi / yaşamak kaç yasak meyvedir”.
Merhameti, inceliği ve güzelliği hatırlatırken, aynı zamanda keskin bir çığlık da duyuluyor aralarda. “Kriminal İnceleme”deki gibi: "durdurmuyor iç kanamaları evlere dönmek bile/yaşamak tekrar edip duran bir intihar”. Çevresinde’olup bitene’ duyarlı, farkındalığı yüksek ve acıyı kendi üslubunca dile getirmeyi seçen bir şiirle karşılaşıyoruz Kusursuz Talan'ı okurken. Yolu bahtı açık olsun.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığını hissettiren hikayeler
İran deyince keşke aklıma çamurlu yollar gelmeseydi. İki arada kalmış garibanlar ve son yıllarda büyük bir sıçrama yaparak dramanın en iyi örneklerini veren ülke sinemasının anlatmaya yetişemediği acılar gelmeseydi aklıma. İran; Afganların ve Türkmenlerin berzahı aynı zamanda. Garipliğin boynunu büktüğü nice canın buralarda hayat mücadelesi verdiğini, maalesef televizyon haberleri bize göstermiyor. Çünkü haber merkezleri İran'ın nükleer planları ile ilgileniyor. Ülke hiç de dışarıdan göründüğü gibi değil. İçeriden ülkenin fotoğrafını çekenler sanatçılar oluyor.
Dikkat çekmek istediğim, insanların çektiği sıkıntıların neden siyasiler tarafından tartışılmadığı ya da haber merkezlerinin bu derde neden eğilmedikleri değil. İnsanın dünyaya gelirken yanında taşıdığı garibanlık her ülkede sarsar adamı. İnsanoğlu öteye bir şey götüremez, kefenin cebi yok derler. Öyledir. Ama dünyaya gelirken ayrılığın acısıyla gelmiştir insan. Niyazi Mısri Hazretleri, “gökte uçarken yere indirdiler/ çar anasır bendlerine vurdular/ nur iken adın niyazi koydular” beytiyle dillendirir.
Dünya insanı ağlatır. Dünyaya merhaba diyen bir bebek ilk nefesini aldığında, içine dünyadan bir pay düşmüştür. Arifler bunu “dünyayı içine alanlar ağlar” diyerek ifade ederler. Buradaysak sınanacağızdır. Asude olam diyen meydana gelmesin diye uyarmıştı Ziya Paşa. Bütün bunlara olan eyvallahımızla birlikte bir hüznü içimizde gizli gizli taşımaktır, dünyada olmak.
“Ay.. Gülcemal”, bütün bunların ve benim söylemediğim ayrılık acısının hikayesi. Kaybetmenin, iki kere kaybetmenin, en sevilenin göz önünden ağır ağır yitmesinin göğüsler dağlayan ateşinin koru. Büyük laflar etme derdine tutulmuş, Babil kulesinden ateş eden bir yazar değil Abdurrahman Deveci. Muhacerette, gurbetliğin hâlâ içinde bir yazar. Bunun için İlyar, arkadaşı Abay'ı anlatırken bir yaşanmışlığı hatırlar gibi konuşuyor. Yazıyor demedim, çünkü bunu hissettirmiyor. Zira aslolan kelamdır. Yazma eylemi ne kadar çok sohbete benzerse o kadar sahihtir bu sebepten.
Gülcemal, İlyar'ın gönlünü kaptırdığıdır. En iyi arkadaşı Abay'ın kızkardeşidir. İlyar ile Abay bir kavganın birbirine sıkı sıkıya bağladığı iki dosttur. Şehrin karanlığında pedal çeviren iki delikanlıdır. Hayat ikisini de erkenden mesuliyet sahibi kılmış, gençlik basamağını atlayarak çocukluktan adamlığa geçmişlerdir. Abay bir kamyon altında can verir. Bu ayrılıkla sarsılır İlyar. Hikaye başından beri İlyar, Abay'ın babası İdris Ağa ile konuşur ve Abay'ın gidişine birlikte ağlarlar.
Can arkadaşını kaybetmenin acısı daha dinmeden felek yeniden bir oyun oynar İlyar'a. Bağımsızlığına kavuşan Kazakistan, yurtdışındaki vatandaşlarını ülkeye geri çağırır. İran'da yaşayan İdris Ağa ve ailesi dönmek zorundadır. Yani İlyar için bir ayrılık daha peydah olmuştur. İdris Ağa ülkeyi terkederken İlyar hep yanındadır. Yüklerini hafifletmek adına zaten az olan eşyalarını birlikte satarlar ve kendi elleriyle İlyar, Gülcemal'i uzaklara yolcu eder. Yüreği Gülcemal'in ardından gider İlyar'ın. Sonraki hayatında sağsız bir sol, parmaksız bir el, dermansız bir ayak ve gözsüz bir başla yaşar gibidir İlyar. Yani eksiktir, nâtamamdır. Bu sebeple Ay... Gülcemal gözleri ağlamaktan kurumuş bir ananın hüznünü taşır sayfalarında. Hüzünle yoğrulmuş bir kitaptır. Âşığın yüreğinden çıkan bir ahdır. Ay... Gülcemal Büyüyenay Yayınları'nın çağdaş edebiyat serisinden Nisan ayında çıktı. Bugün İran sınırları içinde kalan Türkmen Sahra'nın önemli yazarlarından biri olan Abdurrahman Deveci tarafından kaleme alınan kitap, aynı ismi taşıyan hikayeyle birlikte yedi hikayeden oluşuyor. İnsanı ağlatan hikayeler. İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığını hissettiren hikayeler. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Dikkat çekmek istediğim, insanların çektiği sıkıntıların neden siyasiler tarafından tartışılmadığı ya da haber merkezlerinin bu derde neden eğilmedikleri değil. İnsanın dünyaya gelirken yanında taşıdığı garibanlık her ülkede sarsar adamı. İnsanoğlu öteye bir şey götüremez, kefenin cebi yok derler. Öyledir. Ama dünyaya gelirken ayrılığın acısıyla gelmiştir insan. Niyazi Mısri Hazretleri, “gökte uçarken yere indirdiler/ çar anasır bendlerine vurdular/ nur iken adın niyazi koydular” beytiyle dillendirir.
Dünya insanı ağlatır. Dünyaya merhaba diyen bir bebek ilk nefesini aldığında, içine dünyadan bir pay düşmüştür. Arifler bunu “dünyayı içine alanlar ağlar” diyerek ifade ederler. Buradaysak sınanacağızdır. Asude olam diyen meydana gelmesin diye uyarmıştı Ziya Paşa. Bütün bunlara olan eyvallahımızla birlikte bir hüznü içimizde gizli gizli taşımaktır, dünyada olmak.
“Ay.. Gülcemal”, bütün bunların ve benim söylemediğim ayrılık acısının hikayesi. Kaybetmenin, iki kere kaybetmenin, en sevilenin göz önünden ağır ağır yitmesinin göğüsler dağlayan ateşinin koru. Büyük laflar etme derdine tutulmuş, Babil kulesinden ateş eden bir yazar değil Abdurrahman Deveci. Muhacerette, gurbetliğin hâlâ içinde bir yazar. Bunun için İlyar, arkadaşı Abay'ı anlatırken bir yaşanmışlığı hatırlar gibi konuşuyor. Yazıyor demedim, çünkü bunu hissettirmiyor. Zira aslolan kelamdır. Yazma eylemi ne kadar çok sohbete benzerse o kadar sahihtir bu sebepten.
Gülcemal, İlyar'ın gönlünü kaptırdığıdır. En iyi arkadaşı Abay'ın kızkardeşidir. İlyar ile Abay bir kavganın birbirine sıkı sıkıya bağladığı iki dosttur. Şehrin karanlığında pedal çeviren iki delikanlıdır. Hayat ikisini de erkenden mesuliyet sahibi kılmış, gençlik basamağını atlayarak çocukluktan adamlığa geçmişlerdir. Abay bir kamyon altında can verir. Bu ayrılıkla sarsılır İlyar. Hikaye başından beri İlyar, Abay'ın babası İdris Ağa ile konuşur ve Abay'ın gidişine birlikte ağlarlar.
Can arkadaşını kaybetmenin acısı daha dinmeden felek yeniden bir oyun oynar İlyar'a. Bağımsızlığına kavuşan Kazakistan, yurtdışındaki vatandaşlarını ülkeye geri çağırır. İran'da yaşayan İdris Ağa ve ailesi dönmek zorundadır. Yani İlyar için bir ayrılık daha peydah olmuştur. İdris Ağa ülkeyi terkederken İlyar hep yanındadır. Yüklerini hafifletmek adına zaten az olan eşyalarını birlikte satarlar ve kendi elleriyle İlyar, Gülcemal'i uzaklara yolcu eder. Yüreği Gülcemal'in ardından gider İlyar'ın. Sonraki hayatında sağsız bir sol, parmaksız bir el, dermansız bir ayak ve gözsüz bir başla yaşar gibidir İlyar. Yani eksiktir, nâtamamdır. Bu sebeple Ay... Gülcemal gözleri ağlamaktan kurumuş bir ananın hüznünü taşır sayfalarında. Hüzünle yoğrulmuş bir kitaptır. Âşığın yüreğinden çıkan bir ahdır. Ay... Gülcemal Büyüyenay Yayınları'nın çağdaş edebiyat serisinden Nisan ayında çıktı. Bugün İran sınırları içinde kalan Türkmen Sahra'nın önemli yazarlarından biri olan Abdurrahman Deveci tarafından kaleme alınan kitap, aynı ismi taşıyan hikayeyle birlikte yedi hikayeden oluşuyor. İnsanı ağlatan hikayeler. İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığını hissettiren hikayeler. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
19 Aralık 2016 Pazartesi
Bu dünyayla, sistemle derdi olan hikâyeler
"İlgi çekici ya da dokunaklı bir hikaye, herhangi bir delilden çok daha başka türlü, çok daha derinlemesine etkiler bizi.”
- Alain
Sinan Sülün adını daha önce birkaç yerde duymuştum fakat okumaya fırsatım hiç olmamıştı. Karahindiba kitabı sayesinde yazarın ilk defa bir kitabını okuma fırsatı buldum. Kitap bir hikaye kitabı. İçinde birbirinden bağımsız üç tane hikaye barındırıyor. Şu an İletişim Yayınları’ndan satışta olan kitabın ilk baskısı 2011 yılında Sel Yayıncılık’tan neşredilmiş.
Genç bir yazar Sinan Sülün. Karahindiba yazarın ilk kitabı. Fakat bazı yazarlarda görünen ‘ilk kitap acemiliği’ne bir okur olarak rastlamadığımı söyleyebilirim. Hikayeler usta elinden çıkmış gibi. Yazarın tarzı bana Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’ı anımsattı. Günümüz yazarlarından ise Barış Bıçakçı’ya benzeyen bir üslubu var; fakat bu bir taklit değil, başarılı bir etkilenme şeklinde tezahür etmiş hikayelerde. Ayrıca hikayelerde dikkat çeken başka bir husus yazarın çok başarılı, hayattaki ayrıntılara dikkat edebilen bir gözlem gücüne sahip olması ve bu gücünü betimlemelere yansıtabilmesidir. Bazı yerlerde hayatın içinde yer eden fakat farketmediğimiz şeyleri öyle güzel yazıya dökmüş ki ‘evet, şu an farkediyorum ama gerçekten de öyle’ dedim birçok kez.
Kitapta üç hikaye var demiştik. İlk hikayenin adı Aralık. Yazar bu hikayeye başlamadan önce Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından şu sözü hikayenin başına iliştirmiş: “Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum.”
Hikayeyi okuduğumuzda bu sözün başkarakter Rıfat için söylendiğini anlıyoruz. Rıfat da Aylak Adam’daki C. gibi; fakat daha karamsar, suskun, daha ümitsiz, C.’nin hayattan daha sağlam bir tokat yemiş hali. Karısının kendisini en yakın arkadaşıyla aldatması sonucu hayata küsmüş, konuşmayan, tepki vermeyen bir adama dönüşmüş Rıfat. Abisinin evinde, kendine, kişiliğine tamamen zıt bir yerde geçirdiği zamanı işlemiş yazar hikayede. Abisinin evinde, tek dertleri ev, araba, dünyanın başka türlü zevkleri olan insanların arasında o dünyaya ait olmayan Rıfat üzerinden yazar, sağlam bir toplum ve aile eleştirisi de getiriyor. Yozlaşan, sığlaşan, umursamaz sahte bir toplumu “Arkadaşlığı Merhaba Arkadaşlar, üzüntüsü Altı ay işsiz kaldım, umudu Truva-trans’la büyümek istiyorum, sevinci Teşekkürler Kariyer Sitesi gibiydi” şeklinde ifade etmiş. Böyle bir ortamda iç konuşmalarla Rıfat’ın hissiyatını bize aktaran yazar bunda da oldukça başarılı olmuş. Hikayede bilinçdışı tekniğini etkili kullanmış, cümleleri uzun tutmadığı için hikayenin etkisi daha da artmış.
İkinci hikayenin ismi Mavi Pelikan. Bu hikayeye ise yazar Sabahattin Ali’nin Değirmen adlı hikayesinden “Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o… Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?..” sözü ile başlamış. Aslında yazar bu sözleri hikayenin öncesinde yazarak bize hikayeyle ilgili ana nokta hakkında ipucu veriyor. Bu hikaye benim şimdiye kadar okuduğum en ilginç hikayelerden biri. Bir pelikanla bir insanın umutsuz aşkı. Burada başkarakter Numan. Kişilik olarak tıpkı birinci hikayedeki Rıfat’a benziyor. Sessiz, sakin, düşünceli… Büyüklerine her koşulda itaat etmeye çalışan biri. Çalıştığı dükkanın sahibinin daha çok para kazanmak uğruna dükkanında bir süre bakımını üstlenmesi için kendisine teslim ettiği pelikanla birbirlerine aşık olan fakat daha sonra aşkına sahip çıkamayan Numan’ın hikayesi. Ya da aşkı için her şeyi yapan, ölüme dahi gözü kapalı gidebilen pelikanın hikayesi de diyebiliriz. Bu hikayede yazar çevresel etmenlere kendimizi ne kadar çok bağladığımızı, başkalarının fikrini ne kadar çok önemsediğimizi, kişiliğimizden ödün verdiğimizi, toplum olarak farklı olanları nasıl dışladığımızı gerek Numan’ın düşünceleriyle gerek pelikanın konuşmalarıyla çok iyi anlatmış ve eleştirmiş. Pelikanın “Sen, hepiniz çirkin bir balıkçının oltasına yakalanmışsınız. Balıkçının ayaklarının dibindeki kovanın içinde yaşamak için çırpınıp duruyorsunuz. Dünyayı o kova, yaşamayı ölmemek sanıyorsunuz. Özgürlüğünüz o kovanın hacmi, ömrünüz gün bitip balıkçı eve dönene kadar.” demesi bana Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ını anımsattı. Numan’ın, pelikanın birlikte kaçma fikrini kabul etmemesinden sonra aşk hakkında çok esaslı fikirler geliyor yazardan. Ayrıca bir pelikan ve bir insan üzerinden aşkı ve umutsuz aşkı, insanın korkaklığını, acımasızlığını, para hırsını çok iyi anlatmış. Hikayedeki pelikan gibi sevemeyen insanlar var bu dünyada.
Üçüncü hikayenin ismi ise kitaba da adını veren Karahindiba. Bu, kitaptaki en uzun hikaye. Bu hikayenin başkarakteri Adnan. Tıpkı diğer hikayelerdeki gibi Adnan da hayat karşısında çaresiz, hayata yenilmiş ya da zaten direnmeye bile güç bulamamış biri. Yazar burada da dünyanın düzeni karşısında bocalayan, ailesiyle –özellikle babasıyla- sorunlar yaşayan, her şeye rağmen hayallerinin peşinden gitmeye çalışan fakat bunu da beceremeyen birini çıkarmış karşımıza. Babayla erkek çocuğun çatışmalı hikayesini başarılı bir şekilde işlemiş. Aslında bu hikayeyi anlatmaya çalışmak zor. İş ilanlarına bakarken gazetede kendisinin bir hafta sonra bir davete çağrıldığını görüyor Adnan ve hikaye buradan sonra farklı bir yere evriliyor. Hayatımızdaki ufacık tercihlerimizin hayatımızın akışını aslında ne kadar çok değiştirdiğini bu hikayeyi okuyunca anlıyoruz. Bu hikayede yazar sanki kendi hayatını anlatmış. Gerçek yaşanmışlıkları hikayeleştirmiş sanki.
Genel olarak bağlayacak olursak, belli ki yazarın bu dünyayla, sistemle bir derdi var. Sığlaşan hayatlar, para peşinde koşan insanlar yazarda bu tür insanlardan rahatsız olan karakterler oluşturma yönünde kendini gösteriyor. Yazar bu dünyada dibe vurmuş, sonra da bu kitabı yazmış gibi bir hisse kapıldım. Kitaptaki şu bölümün dediklerime dayanak olacağını düşünüyorum:
“Galiba bu dünyada herkes bir iz bırakmak için yaşıyordu. Duvardaki resim bunu sökülürken duvarın sıvasını yanında götürerek yapıyor, inşaat işçisi ustabaşından gizli, bir tuğlanın üzerine ismin kazıyor, tapu kadastrodaki memur üç çocuk yapıyor, salyangoz ardında sümüğünü, don lastiği belde tahrişini, kalem kağıtta yazısını bırakıyor, zenginler okul yaptırıyor, yoksullar fotoğraf çektiriyor, anlar hatıralaşıyor, kimisi intihar ediyor, kimisi resim yapıyor, kimisi roman yazıyordu.
İyi kötü hepsinin varlığını kanıtlayacak izleri oluyordu. Yaşadıklarını başkalarına hatırlatacak, kendilerine iyi hissettirecek, bu dünyadan çekip giderken ‘Ben buradayım, beni unutmayın’ dedirtecek izleri.
Oysa ben yaşarken unutulmuştum.
Benim otuz sene boyunca bu dünyada bıraktığım iz, şimdi çoktan yanıp rüzgara karışmış resimlerin duvarda bıraktığı izler kadar bile derin değildi.”
Okuyunca ‘iyi ki okumuşum’ denilecek bir kitap Karahindiba. Alain’in dediği gibi bu kitap, bu hikayeler çok derinlemesine etkileyecektir okuyucuyu.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Alain
Sinan Sülün adını daha önce birkaç yerde duymuştum fakat okumaya fırsatım hiç olmamıştı. Karahindiba kitabı sayesinde yazarın ilk defa bir kitabını okuma fırsatı buldum. Kitap bir hikaye kitabı. İçinde birbirinden bağımsız üç tane hikaye barındırıyor. Şu an İletişim Yayınları’ndan satışta olan kitabın ilk baskısı 2011 yılında Sel Yayıncılık’tan neşredilmiş.
Genç bir yazar Sinan Sülün. Karahindiba yazarın ilk kitabı. Fakat bazı yazarlarda görünen ‘ilk kitap acemiliği’ne bir okur olarak rastlamadığımı söyleyebilirim. Hikayeler usta elinden çıkmış gibi. Yazarın tarzı bana Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’ı anımsattı. Günümüz yazarlarından ise Barış Bıçakçı’ya benzeyen bir üslubu var; fakat bu bir taklit değil, başarılı bir etkilenme şeklinde tezahür etmiş hikayelerde. Ayrıca hikayelerde dikkat çeken başka bir husus yazarın çok başarılı, hayattaki ayrıntılara dikkat edebilen bir gözlem gücüne sahip olması ve bu gücünü betimlemelere yansıtabilmesidir. Bazı yerlerde hayatın içinde yer eden fakat farketmediğimiz şeyleri öyle güzel yazıya dökmüş ki ‘evet, şu an farkediyorum ama gerçekten de öyle’ dedim birçok kez.
Kitapta üç hikaye var demiştik. İlk hikayenin adı Aralık. Yazar bu hikayeye başlamadan önce Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından şu sözü hikayenin başına iliştirmiş: “Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum.”
Hikayeyi okuduğumuzda bu sözün başkarakter Rıfat için söylendiğini anlıyoruz. Rıfat da Aylak Adam’daki C. gibi; fakat daha karamsar, suskun, daha ümitsiz, C.’nin hayattan daha sağlam bir tokat yemiş hali. Karısının kendisini en yakın arkadaşıyla aldatması sonucu hayata küsmüş, konuşmayan, tepki vermeyen bir adama dönüşmüş Rıfat. Abisinin evinde, kendine, kişiliğine tamamen zıt bir yerde geçirdiği zamanı işlemiş yazar hikayede. Abisinin evinde, tek dertleri ev, araba, dünyanın başka türlü zevkleri olan insanların arasında o dünyaya ait olmayan Rıfat üzerinden yazar, sağlam bir toplum ve aile eleştirisi de getiriyor. Yozlaşan, sığlaşan, umursamaz sahte bir toplumu “Arkadaşlığı Merhaba Arkadaşlar, üzüntüsü Altı ay işsiz kaldım, umudu Truva-trans’la büyümek istiyorum, sevinci Teşekkürler Kariyer Sitesi gibiydi” şeklinde ifade etmiş. Böyle bir ortamda iç konuşmalarla Rıfat’ın hissiyatını bize aktaran yazar bunda da oldukça başarılı olmuş. Hikayede bilinçdışı tekniğini etkili kullanmış, cümleleri uzun tutmadığı için hikayenin etkisi daha da artmış.
İkinci hikayenin ismi Mavi Pelikan. Bu hikayeye ise yazar Sabahattin Ali’nin Değirmen adlı hikayesinden “Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o… Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?..” sözü ile başlamış. Aslında yazar bu sözleri hikayenin öncesinde yazarak bize hikayeyle ilgili ana nokta hakkında ipucu veriyor. Bu hikaye benim şimdiye kadar okuduğum en ilginç hikayelerden biri. Bir pelikanla bir insanın umutsuz aşkı. Burada başkarakter Numan. Kişilik olarak tıpkı birinci hikayedeki Rıfat’a benziyor. Sessiz, sakin, düşünceli… Büyüklerine her koşulda itaat etmeye çalışan biri. Çalıştığı dükkanın sahibinin daha çok para kazanmak uğruna dükkanında bir süre bakımını üstlenmesi için kendisine teslim ettiği pelikanla birbirlerine aşık olan fakat daha sonra aşkına sahip çıkamayan Numan’ın hikayesi. Ya da aşkı için her şeyi yapan, ölüme dahi gözü kapalı gidebilen pelikanın hikayesi de diyebiliriz. Bu hikayede yazar çevresel etmenlere kendimizi ne kadar çok bağladığımızı, başkalarının fikrini ne kadar çok önemsediğimizi, kişiliğimizden ödün verdiğimizi, toplum olarak farklı olanları nasıl dışladığımızı gerek Numan’ın düşünceleriyle gerek pelikanın konuşmalarıyla çok iyi anlatmış ve eleştirmiş. Pelikanın “Sen, hepiniz çirkin bir balıkçının oltasına yakalanmışsınız. Balıkçının ayaklarının dibindeki kovanın içinde yaşamak için çırpınıp duruyorsunuz. Dünyayı o kova, yaşamayı ölmemek sanıyorsunuz. Özgürlüğünüz o kovanın hacmi, ömrünüz gün bitip balıkçı eve dönene kadar.” demesi bana Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ını anımsattı. Numan’ın, pelikanın birlikte kaçma fikrini kabul etmemesinden sonra aşk hakkında çok esaslı fikirler geliyor yazardan. Ayrıca bir pelikan ve bir insan üzerinden aşkı ve umutsuz aşkı, insanın korkaklığını, acımasızlığını, para hırsını çok iyi anlatmış. Hikayedeki pelikan gibi sevemeyen insanlar var bu dünyada.
Üçüncü hikayenin ismi ise kitaba da adını veren Karahindiba. Bu, kitaptaki en uzun hikaye. Bu hikayenin başkarakteri Adnan. Tıpkı diğer hikayelerdeki gibi Adnan da hayat karşısında çaresiz, hayata yenilmiş ya da zaten direnmeye bile güç bulamamış biri. Yazar burada da dünyanın düzeni karşısında bocalayan, ailesiyle –özellikle babasıyla- sorunlar yaşayan, her şeye rağmen hayallerinin peşinden gitmeye çalışan fakat bunu da beceremeyen birini çıkarmış karşımıza. Babayla erkek çocuğun çatışmalı hikayesini başarılı bir şekilde işlemiş. Aslında bu hikayeyi anlatmaya çalışmak zor. İş ilanlarına bakarken gazetede kendisinin bir hafta sonra bir davete çağrıldığını görüyor Adnan ve hikaye buradan sonra farklı bir yere evriliyor. Hayatımızdaki ufacık tercihlerimizin hayatımızın akışını aslında ne kadar çok değiştirdiğini bu hikayeyi okuyunca anlıyoruz. Bu hikayede yazar sanki kendi hayatını anlatmış. Gerçek yaşanmışlıkları hikayeleştirmiş sanki.
Genel olarak bağlayacak olursak, belli ki yazarın bu dünyayla, sistemle bir derdi var. Sığlaşan hayatlar, para peşinde koşan insanlar yazarda bu tür insanlardan rahatsız olan karakterler oluşturma yönünde kendini gösteriyor. Yazar bu dünyada dibe vurmuş, sonra da bu kitabı yazmış gibi bir hisse kapıldım. Kitaptaki şu bölümün dediklerime dayanak olacağını düşünüyorum:
“Galiba bu dünyada herkes bir iz bırakmak için yaşıyordu. Duvardaki resim bunu sökülürken duvarın sıvasını yanında götürerek yapıyor, inşaat işçisi ustabaşından gizli, bir tuğlanın üzerine ismin kazıyor, tapu kadastrodaki memur üç çocuk yapıyor, salyangoz ardında sümüğünü, don lastiği belde tahrişini, kalem kağıtta yazısını bırakıyor, zenginler okul yaptırıyor, yoksullar fotoğraf çektiriyor, anlar hatıralaşıyor, kimisi intihar ediyor, kimisi resim yapıyor, kimisi roman yazıyordu.
İyi kötü hepsinin varlığını kanıtlayacak izleri oluyordu. Yaşadıklarını başkalarına hatırlatacak, kendilerine iyi hissettirecek, bu dünyadan çekip giderken ‘Ben buradayım, beni unutmayın’ dedirtecek izleri.
Oysa ben yaşarken unutulmuştum.
Benim otuz sene boyunca bu dünyada bıraktığım iz, şimdi çoktan yanıp rüzgara karışmış resimlerin duvarda bıraktığı izler kadar bile derin değildi.”
Okuyunca ‘iyi ki okumuşum’ denilecek bir kitap Karahindiba. Alain’in dediği gibi bu kitap, bu hikayeler çok derinlemesine etkileyecektir okuyucuyu.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
15 Aralık 2016 Perşembe
Kalp-akıl dengesini kuramayan modern insana kılavuz
"Kalbin akla pek ihtiyacı yoktur aslında… kalp, fıtrattır, elest bezmine ait bütün arşiv ve hafıza kalptedir, ama aklın kalbe ihtiyacı vardır. Kalp yolunu bulur. Ama akıl, kalp olmadan yolunu kaybedebilir... İnsan aklını doğru kullanırsa, yani Kur'an'daki ifadeyle “akl ederse” Allah'a iman eder… yani kalbi ve kalbin gerçek sahibini bulur."
- Yalçın Çetinkaya
Ne zaman birden fazla alanda yetkinlik kazanmış, o alanlarda ciddi fikirler ve emekler ortaya koymuş bir insanla karşılaşsam yahut o insanın kitabını okusam aklıma merhum Süheyl Ünver'in şu sözü gelir: "Herkesin bir mesleği olmalı, bir de meşgalesi. O meşgale bütün kültürümüzdür."
Savaş Şafak Barkçin, siyaset felsefesi doktorasına sahip, uzun yıllar Devlet Planlama Teşkilatı'nda çalışmış, daha sonra TİKA'da başkanlık yapmış, TÜBİTAK’ta başkan danışmanı olarak görev almış, 2009'da Başbakanlık Başmüşavirliği'ne atanmış, şimdilerde ise Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak ülkesine hizmet eden bir memur. Uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve medeniyet üzerine nice konferanslar, dersler vermiş bir eğitimci. Klasik şiirimizin güzelliklerini hatırlatan, Dîvân-ı Zerefşân adına sahip geniş hacimli bir divanın sahibi, yani şair. İrfan dünyamızın ulularından Ahmed Avni Konuk üzerine en önemli biyografik çalışma olan Görünmeyen Umman'ın müellifi. Arşiv kayıtlarından dinledikçe özlediğimiz Gönül Makamı adlı TV programının da hazırlayıcısı ve sunuculuğunu yapan Barkçin için bir 'gönül insanı' yahut mesleğinin dışında bir dolu meşgalesi olan ve bu meşgalelerin de hakkını veren bir 'sanat insanı' diyebiliriz. Buraya sığdırması güç diğer hizmetlerini merak edenler kısa bir internet araştırmasıyla sonuç alabilirler.
Kalbin Aklı: Medeniyet Üzerine Yazılar adlı 384 sayfalık bu önemli kitap, İnsan Yayınları tarafından Kasım 2011'de neşredilmişti. Tıpkı başlıkta belirttiğim gibi bu kitabı medeniyetimiz perspektifinden, modern insana yazılmış bir kılavuz olarak görüyorum naçizane. Büyük şehirlerde yahut taşrada, kalp ile akıl arasındaki dengeyi bir türlü kuramamış, bu çileli süreçte aklı ve ruhu zarar görmüş, kendine çıkış yolu arayan herkes için müzikten şiire, mimariden siyasete, sağlıktan eğitime kadar birçok alanda hatırlatıcılık görevi üstlenmiş Barkçin. Hatırlattığı şey esasen göz göre göre kaybettiğimiz bakış açımız. Neler vardı o bakış açımızda? Akl-ı selim (ilim), kalb-i selim (irfan) ve zevk-i selim (sanat). Bu üç süzgeçin de temeli bir: "Allah cemildir (güzeldir), cemali (güzelliği) sever."
Kitabın büyük bir bölümünü makaleler, küçük bir bölümünü ise mülakalat kapsıyor. Savaş Barkçin'in üzerinde en çok durduğu konu, kitap boyunca rastlanan son 200 yıldır üzerimizde esen kara rüzgâr: "İki asırdır yanlış bir soruyu soruyoruz: Neden bu hale düştük? Doğru soru ise şudur: Kendimizden nasıl ayrı düştük? Bize gâib olan, yani ötesine, uzağına, taşrasına, gurbetine düştüğümüz vatan, mekân, hâne nedir? 'Kendi' kelimesiyle başlayan cümleleri 'kendi'si olarak kurabilenler medeniyet sahibidir. Yoksa mesele güç de değildir, zenginlik de. Her güç kazanma yolu zayıflıktan başlar. Önceden fakir olmayana nasıl 'zengin oldu' diyebiliriz ki? Kendisi olanın gücü de kendisine hastır. Başkasının şemsiyesi altına girmeden, ıslanmasına bakmadan çâre araştıran, mutlaka kendi şemsiyesini bulacaktır."
Savaş hoca yazılarını işte bu 'kendilik' bilinciyle yazmış. Çünkü onun düşünce dünyasında kendilik aslında bir filtre görevi görüyor. Tevhid, nefs, entelektüel, güç, ahlâk, doğruluk, güzellik, birey, devlet, sultan ve kral karşılaştırması, Türk liberalizmi, İslâm dünyası, zihin problemleri, dünya düzeni, kalp, akıl, olgunlaşma ekseninde yeni insan, yeni medeniyet, yeni dünya, medeniyetimizin yeniden ihyâsı, tefekkür, felsefe, edeb, şikâyet, hikâyet gibi engin konulardaki yorumlarının henüz ilk satırlarından anlaşılacak şey; karşımızdaki sesin renginin 'bizden' oluşu.
Barkçin'in yazdıkları arasında klasik şiirimizin (eski değil) güzel noktalarına temas eden iki güzel makale de var. Biri Âşık Veysel'in hikmetli bir şiirini diğeri ise hikmet olarak şiir ve Sezai Karakoç'u anlatıyor. Bu iki makalesinde de Barkçin tabiri caizse döktürüyor zira birçok edebiyat dergisinde buna benzer metinler görmek güç. Özellikle Âşık Veysel'in söz konusu şiirini bu güne kadar görmemiş, okumamış birçok şiir okuyucusu yahut şair olabilir. Dolayısıyla bu iki metinin üzerine gidilmeli, yeni yorumlar yapılarak şiir geçmişimizle irtibatımız yeniden sağlanmalı, dizelerimiz hikmeti söylemeli. Bunu yaparken de samimi olmalı. Okuyalım: "Şiire sadece 'estetik' bir alan olarak bakanlar, aynen müziğe, mimariye, klasik sanatlara baktıkları gibi ondaki hikmeti göremezler. Onlara göre hikmet gibi, irfan gibi kavramlar 'dinî" kavramlardır. O yüzden böyle 'seküler' bir alanda söz konusu dahi edilemezler. Bu sapkın tesbiti 'hikmet' kavramını bilmeyenlerin ve Hakk'a inanmayanların yapması doğaldır. Ama ya bu kavramlara içten sahip olanlar? Hikmeti bilmeyenin hikmetli şiir söylemesi de, anlaması da mümkün değil."
Makaleler arasında birer birer ilerlerken sonlara doğru güncel konulara da temas ediyor Barkçin. Türkiye'nin ve İslâm dünyasının 200 yıldan beri düçâr olduğu meseleleri muhasebeye tabi tutuyor. Özellikle şu temel zaaflar üzerinde duruyor:
- Aşağılık kompleksi
- Ölçüsüzlük
- Akılsızlık
- İlkesizlik
- Köksüzlük
- Yönsüzlük
Bütün bu sorunların temelinde ise iki açığın ve açlığın yattığını vurguluyor:
- Din açığı/açlığ
- Güç açığı/açlığı
Bu iki açık ve açlık, yazarın nezdinde Müslümanların anlayışsızlığının, anlamadaki yetersizliğinin ortaya çıkardığı şu iki sorunu ortaya çıkarıyor:
- Din anlayışındaki soru
- Güç anlayışındaki sorun
Özellikle darbe girişimi sonrasındaki dönemde harekete geçen devlet refleksi hususunda, halkın beklentileri üzerinde duran Barkçin, hata yapılmaması konusunda ısrarcı bir tutum sergiliyor. Çünkü bu refleksten halkın beklentisi sorunları çözmesi yönünde, çoğaltması yönünde değil. "Kirler temizleniyor, ama dikkat edilmesi gerekenler var" diyor Barkçin:
- Kirliler ve münafıklar temizlenirken, temizler karalanmasın.
- FETÖ'den boşaltılan yerlere başka darbeciler dolmasın.
- FETÖ ile gerçek cemaatler ve tarikatlar karıştırılmasın.
"Meselenin Aslı" adlı bu makalesini Savaş Barkçin çok önemli bir noktayı vurgulayarak bitiriyor: "Liyâkat ve sadâkat iki kardeştir. Sadâkat, liyâkatin ağabeyidir. Ondan biraz daha uzun boylu, daha olgun, daha büyüktür. Tek başına sadâkati gözetmek işlerin bozulmasını ve yozlaşmayı; tek başına liyâkati gözetmek ise dâvâsızlığı ve ahlâksızlığı getirir. İki kardeşi aynı anda gözetirsek doğru yolu buluruz. Bize şu anda lâzım olan temel liyâkat, sözde değil özde ahlâklı olmak; en büyük sadâkat de Allah'â ve bu millete sadık olmaktır."
Kitabın ikinci bölümünde Savaş Ş. Barkçin'in çeşitli dergilerle ve internet siteleriyle gerçekleştirdiği röportajlar yer alıyor. Hepsi güncel, günümüzün sıkıntılarına değiniyor. Ankara ile İstanbul karşılaştırmaları, Zerefşân adlı kitabın öyküsü, gönül denen o yüce âlem üzerine hisler ile İslâmcılığın batıcılığı meşrulaştırması hususunda fikirlerini beyan ediyor Barkçin.
Tümüyle lezzetli olan bir kitap Kalbin Aklı. Okuyucuya; farklı araştırma alanlarına ilgi göstermeyi, okurken sık sık not tutmayı ve olanı biteni daha hassas bir vicdanla gözden geçirmeyi telkin ediyor. Bu özelliğiyle de kalp-akıl dengesini kurmakta zorluk çeken yahut hiç kuramayan modern insan için bir kılavuz niteliği taşıyor.
Son olarak, kitabın içinden çekip aldığım "Kayıp Aranıyor" başlıklı makaleyi ellerimle şuracığa yazdığımı da belirtmek isterim. Zira bu makale yeniden ve yeniden okundukça 'oluşların en güzeli' için insanı heveslendiriyor, harekete geçiriyor, bir silkinip ve kendine gelme hissi uyandırıyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Yalçın Çetinkaya
Ne zaman birden fazla alanda yetkinlik kazanmış, o alanlarda ciddi fikirler ve emekler ortaya koymuş bir insanla karşılaşsam yahut o insanın kitabını okusam aklıma merhum Süheyl Ünver'in şu sözü gelir: "Herkesin bir mesleği olmalı, bir de meşgalesi. O meşgale bütün kültürümüzdür."
Savaş Şafak Barkçin, siyaset felsefesi doktorasına sahip, uzun yıllar Devlet Planlama Teşkilatı'nda çalışmış, daha sonra TİKA'da başkanlık yapmış, TÜBİTAK’ta başkan danışmanı olarak görev almış, 2009'da Başbakanlık Başmüşavirliği'ne atanmış, şimdilerde ise Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak ülkesine hizmet eden bir memur. Uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve medeniyet üzerine nice konferanslar, dersler vermiş bir eğitimci. Klasik şiirimizin güzelliklerini hatırlatan, Dîvân-ı Zerefşân adına sahip geniş hacimli bir divanın sahibi, yani şair. İrfan dünyamızın ulularından Ahmed Avni Konuk üzerine en önemli biyografik çalışma olan Görünmeyen Umman'ın müellifi. Arşiv kayıtlarından dinledikçe özlediğimiz Gönül Makamı adlı TV programının da hazırlayıcısı ve sunuculuğunu yapan Barkçin için bir 'gönül insanı' yahut mesleğinin dışında bir dolu meşgalesi olan ve bu meşgalelerin de hakkını veren bir 'sanat insanı' diyebiliriz. Buraya sığdırması güç diğer hizmetlerini merak edenler kısa bir internet araştırmasıyla sonuç alabilirler.
Kalbin Aklı: Medeniyet Üzerine Yazılar adlı 384 sayfalık bu önemli kitap, İnsan Yayınları tarafından Kasım 2011'de neşredilmişti. Tıpkı başlıkta belirttiğim gibi bu kitabı medeniyetimiz perspektifinden, modern insana yazılmış bir kılavuz olarak görüyorum naçizane. Büyük şehirlerde yahut taşrada, kalp ile akıl arasındaki dengeyi bir türlü kuramamış, bu çileli süreçte aklı ve ruhu zarar görmüş, kendine çıkış yolu arayan herkes için müzikten şiire, mimariden siyasete, sağlıktan eğitime kadar birçok alanda hatırlatıcılık görevi üstlenmiş Barkçin. Hatırlattığı şey esasen göz göre göre kaybettiğimiz bakış açımız. Neler vardı o bakış açımızda? Akl-ı selim (ilim), kalb-i selim (irfan) ve zevk-i selim (sanat). Bu üç süzgeçin de temeli bir: "Allah cemildir (güzeldir), cemali (güzelliği) sever."
Kitabın büyük bir bölümünü makaleler, küçük bir bölümünü ise mülakalat kapsıyor. Savaş Barkçin'in üzerinde en çok durduğu konu, kitap boyunca rastlanan son 200 yıldır üzerimizde esen kara rüzgâr: "İki asırdır yanlış bir soruyu soruyoruz: Neden bu hale düştük? Doğru soru ise şudur: Kendimizden nasıl ayrı düştük? Bize gâib olan, yani ötesine, uzağına, taşrasına, gurbetine düştüğümüz vatan, mekân, hâne nedir? 'Kendi' kelimesiyle başlayan cümleleri 'kendi'si olarak kurabilenler medeniyet sahibidir. Yoksa mesele güç de değildir, zenginlik de. Her güç kazanma yolu zayıflıktan başlar. Önceden fakir olmayana nasıl 'zengin oldu' diyebiliriz ki? Kendisi olanın gücü de kendisine hastır. Başkasının şemsiyesi altına girmeden, ıslanmasına bakmadan çâre araştıran, mutlaka kendi şemsiyesini bulacaktır."
Savaş hoca yazılarını işte bu 'kendilik' bilinciyle yazmış. Çünkü onun düşünce dünyasında kendilik aslında bir filtre görevi görüyor. Tevhid, nefs, entelektüel, güç, ahlâk, doğruluk, güzellik, birey, devlet, sultan ve kral karşılaştırması, Türk liberalizmi, İslâm dünyası, zihin problemleri, dünya düzeni, kalp, akıl, olgunlaşma ekseninde yeni insan, yeni medeniyet, yeni dünya, medeniyetimizin yeniden ihyâsı, tefekkür, felsefe, edeb, şikâyet, hikâyet gibi engin konulardaki yorumlarının henüz ilk satırlarından anlaşılacak şey; karşımızdaki sesin renginin 'bizden' oluşu.
Barkçin'in yazdıkları arasında klasik şiirimizin (eski değil) güzel noktalarına temas eden iki güzel makale de var. Biri Âşık Veysel'in hikmetli bir şiirini diğeri ise hikmet olarak şiir ve Sezai Karakoç'u anlatıyor. Bu iki makalesinde de Barkçin tabiri caizse döktürüyor zira birçok edebiyat dergisinde buna benzer metinler görmek güç. Özellikle Âşık Veysel'in söz konusu şiirini bu güne kadar görmemiş, okumamış birçok şiir okuyucusu yahut şair olabilir. Dolayısıyla bu iki metinin üzerine gidilmeli, yeni yorumlar yapılarak şiir geçmişimizle irtibatımız yeniden sağlanmalı, dizelerimiz hikmeti söylemeli. Bunu yaparken de samimi olmalı. Okuyalım: "Şiire sadece 'estetik' bir alan olarak bakanlar, aynen müziğe, mimariye, klasik sanatlara baktıkları gibi ondaki hikmeti göremezler. Onlara göre hikmet gibi, irfan gibi kavramlar 'dinî" kavramlardır. O yüzden böyle 'seküler' bir alanda söz konusu dahi edilemezler. Bu sapkın tesbiti 'hikmet' kavramını bilmeyenlerin ve Hakk'a inanmayanların yapması doğaldır. Ama ya bu kavramlara içten sahip olanlar? Hikmeti bilmeyenin hikmetli şiir söylemesi de, anlaması da mümkün değil."
Makaleler arasında birer birer ilerlerken sonlara doğru güncel konulara da temas ediyor Barkçin. Türkiye'nin ve İslâm dünyasının 200 yıldan beri düçâr olduğu meseleleri muhasebeye tabi tutuyor. Özellikle şu temel zaaflar üzerinde duruyor:
- Aşağılık kompleksi
- Ölçüsüzlük
- Akılsızlık
- İlkesizlik
- Köksüzlük
- Yönsüzlük
Bütün bu sorunların temelinde ise iki açığın ve açlığın yattığını vurguluyor:
- Din açığı/açlığ
- Güç açığı/açlığı
Bu iki açık ve açlık, yazarın nezdinde Müslümanların anlayışsızlığının, anlamadaki yetersizliğinin ortaya çıkardığı şu iki sorunu ortaya çıkarıyor:
- Din anlayışındaki soru
- Güç anlayışındaki sorun
Özellikle darbe girişimi sonrasındaki dönemde harekete geçen devlet refleksi hususunda, halkın beklentileri üzerinde duran Barkçin, hata yapılmaması konusunda ısrarcı bir tutum sergiliyor. Çünkü bu refleksten halkın beklentisi sorunları çözmesi yönünde, çoğaltması yönünde değil. "Kirler temizleniyor, ama dikkat edilmesi gerekenler var" diyor Barkçin:
- Kirliler ve münafıklar temizlenirken, temizler karalanmasın.
- FETÖ'den boşaltılan yerlere başka darbeciler dolmasın.
- FETÖ ile gerçek cemaatler ve tarikatlar karıştırılmasın.
"Meselenin Aslı" adlı bu makalesini Savaş Barkçin çok önemli bir noktayı vurgulayarak bitiriyor: "Liyâkat ve sadâkat iki kardeştir. Sadâkat, liyâkatin ağabeyidir. Ondan biraz daha uzun boylu, daha olgun, daha büyüktür. Tek başına sadâkati gözetmek işlerin bozulmasını ve yozlaşmayı; tek başına liyâkati gözetmek ise dâvâsızlığı ve ahlâksızlığı getirir. İki kardeşi aynı anda gözetirsek doğru yolu buluruz. Bize şu anda lâzım olan temel liyâkat, sözde değil özde ahlâklı olmak; en büyük sadâkat de Allah'â ve bu millete sadık olmaktır."
Kitabın ikinci bölümünde Savaş Ş. Barkçin'in çeşitli dergilerle ve internet siteleriyle gerçekleştirdiği röportajlar yer alıyor. Hepsi güncel, günümüzün sıkıntılarına değiniyor. Ankara ile İstanbul karşılaştırmaları, Zerefşân adlı kitabın öyküsü, gönül denen o yüce âlem üzerine hisler ile İslâmcılığın batıcılığı meşrulaştırması hususunda fikirlerini beyan ediyor Barkçin.
Tümüyle lezzetli olan bir kitap Kalbin Aklı. Okuyucuya; farklı araştırma alanlarına ilgi göstermeyi, okurken sık sık not tutmayı ve olanı biteni daha hassas bir vicdanla gözden geçirmeyi telkin ediyor. Bu özelliğiyle de kalp-akıl dengesini kurmakta zorluk çeken yahut hiç kuramayan modern insan için bir kılavuz niteliği taşıyor.
Son olarak, kitabın içinden çekip aldığım "Kayıp Aranıyor" başlıklı makaleyi ellerimle şuracığa yazdığımı da belirtmek isterim. Zira bu makale yeniden ve yeniden okundukça 'oluşların en güzeli' için insanı heveslendiriyor, harekete geçiriyor, bir silkinip ve kendine gelme hissi uyandırıyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
12 Aralık 2016 Pazartesi
Şehirlerin ruhu vardır, kentlerin yoktur
"Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir
Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa
Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa
O şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir."
- İsmet Özel, Esenlik Bildirisi
Şehirlerin ruhu vardır, kentlerin yoktur. Şehirler evlerden oluşur, kentler konutlardan. Şehirlerde insanlar sabahları rızıklarını temin etmek için işlerine giderler, kentlerde para kazanmak için plazalara. Şehirlerde insanlar istediklerinde hayatlarını yavaşlatabilirler, kentlerde yavaşlamaya yer yoktur. Durursan ezilirsin. Şehirler Mustafa Kutlu’dur, kentler Elif Şafak’tır, Noam Chomsky’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar “şehir inşa eder, kent ise imha” der.
Ben şehir ve kent ayrımını böyle yapıyorum. Sözlükler bize bu kelimelerin aynı anlama geldiğini söylese de farklı bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum bu ikisi arasında. Biri kanlı canlı, ruhu olan bir şey. Öbürü makineli, tuşlu, mekanik bir alet sanki.
Biz uzun süredir kentlerde yaşıyoruz çünkü şehirlerimizi elimizden alıyorlar. Şehri sadece nüfusu belli bir sayıdan fazla yer olarak düşünmeyin. Ben de zaten bu anlamda kullanmıyorum. Bir köy de şehirleşebilir ya da kentleşebilir. Bizim köylerimiz bile kentleşiyor artık. Mustafa Kutlu bu konuda “Evet dostlar, gayet yavaş seyretse de köylülük ülkemizde folklor gibi tükenme süreci yaşıyor” diyor. (Son düzenlemelerden sonra elimizde köy de kalmadı ya, hepsi ‘mahalle’ oldu.) Elimizde kalan küçük alanlara dahi saldırıyoruz, orayı refaha (!) erdirip kalkındırmak (!) için. Uzun mesele bunlar. Uzun uzun ve gönülle düşünülmesi gereken şeyler. Zaten gönülsüz, düşünmeden yapınca da durum böyle vahimleşiyor. Biri insanlarımızın, yöneticilerimizin gönlünü kapatmış sanki. Neyse...
Mustafa Kutlu bir gönül adamı. Hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum yazarı bana birkaç kelimeyle tanıt deseler önce ‘gönül’ sonra ‘kanaat’ derim. Zaten bu ikisi de bağlantılı şeyler değil mi? Gönülsüz kanaat, kanaatsiz gönül olmaz.
Mustafa Kutlu birçok şeye bu iki kavramla bakan biri. Yollara, ağaçlara, hayata… Bu kitabında da özelde İstanbul’u genelde Türkiye’yi anlatıyor yazar. Seçtiği konularla ilgili bize birer mektup gönderiyor. Kendisi bu kitabın ‘insan-şehir-mekan’ ilişkilerini okuyucularla paylaşan denemelerden oluştuğunu söylüyor. Bu kadar olumsuz tablo içinden bize bazen karamsar yönlerini gösteriyor, bazen içimize sevinç salan şeylerden bahsediyor kentleşmeye başlayan bu şehirle ve Türkiye’yle ilgili. Bazen yazılarını olumsuz sonla bitiriyor bazen çözüm reçeteleri söylüyor, kanaat ekonomisi diyor, tarım diyor, gönül diyor, maneviyat diyor. Bize de tüm bunlardan sonra okuyup bol bol düşünmek kalıyor.
Kitap yazarın her kitabı gibi Dergâh Yayınları’ndan çıkmış. Bendeki baskısı 2004 tarihli. İlk baskısını 1994’te yapmış. Bir gazetede yayımlanmış köşe yazısı dizisinin derlenip toparlanıp kitaplaştırılmış hali. İsmet Özel "Üç Zor Mesele" kitabında fıkra yazarının özelliklerinden bahsederken “Yazar kendini okuyucunun kabul edeceği şeyleri söylemekle sınırlandırmış, kendini alkış sağlayacak bir alana hapsetmişse sahte bir yazardır” diyor. Kutlu tam da gerçek bir yazarda olduğu gibi ne gördüyse neye inandıysa onu yazıyor. Lafı gevelemeden, kendisi hakkında insanların ne düşündüğünü umursamadan yazıyor yazılarını. Bazen acı gerçekleri bazen kıyıda köşede kalmış güzellikleri. Yüz küsur yıl önce Ahmet Rasim’in "Şehir Mektupları" başlığını ondan ödünç aldığını söylüyor ve bu mektupları sadece İstanbul’da yaşayanlara değil, tüm Türkiye’ye gönderdiğini belirtiyor. İstanbul hakkındaki acı gerçeği ise daha kitabın başındaki şu bölümde gözler önüne seriyor: “Dikkat ediyorum da neredeyse yüz yıl sonra gözlemlediğim İstanbul’un sanki tasvire değer bir yanı kalmamış gibi yazılarımda tasvirden ziyade duygu ve düşünceler yer aldı. Bu, belki artık İstanbul’un birörnek yapılar, birörnek bahçeler, birörnek davranışlar ile modern olduğu kadar silik ve şahsiyetsiz mekanlar-unsurlar ile dolmuş olmasından kaynaklanmaktadır.”
Yine İsmet Özel bu bir örnekleşmeyi "Üç Zor Mesele" kitabında ‘Bölünmek, Tektipleşmek’ başlığı altında “… dünyada birbirine benzeyen fakat birbirinden sürekli uzaklaşan insanlar durmadan çoğalıyor. İnsanlar aynı şeyleri elde edebilmek için birbirlerine düşman kesiliyorlar. Şartlanmaları müşterek, fakat müşterekliği birbirlerini anlayışla kabul etme yolunda değil, ferdiyetlerini kıskançlıkla korumak yolunda kullanıyorlar” şeklinde inceliyor.
Yazarın kitaplarında dikkatimi çeken başka bir durum bu kitapta da karşıma çıkıyor: turizm. Turizm deyince herkesin aklına dolar, ekonomiye katkı gibi ülke için olumlu görünen şeyler geliyor. Fakat Kutlu bu konuya, turizm deyince çizgi filmlerdeki gibi gözlerinde dolar işareti olanlar yönünden değil bir memleket insanı sevdalısı gibi bakıyor: “İnsanlarımızın ‘turizm’ uğruna kendi vatanlarında garip kalmaları veya ‘dolar’ karşısında bu kadar boyun bükmeleri üzerinde düşünülecek bir olgudur.”
Bu konuda da İsmet Özel’in “Turizm dediğiniz şey, XX. asrın kolonyalist yaklaşımının en bariz tezahürüdür.” şeklinde bir düşüncesi var. Bunların düşünmeye değer şeyler olduğunu insanların görmesi gerekiyor. Ülkece en büyük hatalarımızdan biri bazı konuların Allah'ın emriymiş gibi tartışmaya kapalı olduğunu düşünmemiz. Misalen insanlar kalıplaşmış tarih bilgilerini nasıl sorgulamadan doğru kabul edip bunlarla ilgili bir ideologi bile benimsiyorlarsa turizm konusunda da belleklerinde bir ‘iyidir’ olgusunu geliştirmişler, gerisini sorgulamıyorlar. Ama Mustafa Kutlu ve İsmet Özel sorguluyor. Bu yüzden de Mustafa Kutlu ve İsmet Özel oluyorlar zaten.
İnsanlar özellikle son yüzyılda inanılmaz bir boşluktalar. Bu boşluk düşüncesinin nedeni niçini herkese göre farklılık gösteriyor. Çok parası olan da, yoksul olan da boşluğa düşüp psikolojik rahatsızlıklarla cebelleşiyor. -Kapitalizm her yanımızı sardı. Mezarlarımızı bile şehir dışına çıkartıp bizden ölüm duygusunu çaldı. İnsanın kendisini ölümsüz bir varlıkmış gibi kabul edip öyle yaşamasına zemin hazırladı. “İnsanlar sanki ölümü kanıksadı” diyor yazar bir denemesinde. Düşününce ne kadar ağır bir kavram ölümü kanıksamak. Yahya Kemal bu konuda “Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü / lakayd olan mühimsemiyor gamlı bir günü” diyor. Kutlu’nun özellikle manevi-mücerret konulardaki düşünceleri okunmaya, hatta ezberlenmeye değer.- İnsanlardaki boşluk duygusunun sebebini kitapta “İnsanlara musallat olan ‘boşluk duygusu’ pek çok sebep ile birlikte, bir nebze de ayağını basabileceği sağlam bir toprak bulamamaktan ileri geliyor. Bu toprak inanç, dünya görüşü, fikir ve sanat planında algılanacağı gibi, bütün bunların şekil verdiği reel hayat planında da algılanabilir” şeklinde belirtiyor.
Mustafa Kutlu, rahatsızlık duyduğu ve -az da olsa- beğendiği bazı konulardaki fikirlerini yazmış Şehir Mektupları’nda. Yazının başında belirttiğim gibi İstanbul değil tüm Türkiye var bu kitapta. Belediyenin çalışmalarından tutun insanın yalnızlığına, bir mevlevîhâneden Sultanahmet’e, gökdelenlerin oluşturduğu tahribattan lüks yaşama, köyden kente göçün sonuçlarından, insanımızın ‘tatil’ anlayışına kadar. Ayrıca yakın zamanda açılan 3. Boğaz Köprüsü ile ilgili de fikirleri var yazarın daha 90’lı yılların başında yazdığı bu yazılarda. Bunun okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Aslına bakılırsa yazarın tek derdi -kanaatimce- kapitalizmle birlikte kentleşen vatanımızın ve insanımızın çürümeye başlaması. Okurun bu çürümeye dahil olmamak için gerekli olan reçeteyi fikri anlamda da olsa kitapta bulabileceğini düşünüyorum. Ancak üzülerek görüyorum ki 22 yıl önce ilk baskısını yapan bu kitaptaki durumdan çok daha kötü durumdayız. Yine de yazara kulak verelim: Umut dağın ardında değil elbet, umut bizimle.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa
Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa
O şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir."
- İsmet Özel, Esenlik Bildirisi
Şehirlerin ruhu vardır, kentlerin yoktur. Şehirler evlerden oluşur, kentler konutlardan. Şehirlerde insanlar sabahları rızıklarını temin etmek için işlerine giderler, kentlerde para kazanmak için plazalara. Şehirlerde insanlar istediklerinde hayatlarını yavaşlatabilirler, kentlerde yavaşlamaya yer yoktur. Durursan ezilirsin. Şehirler Mustafa Kutlu’dur, kentler Elif Şafak’tır, Noam Chomsky’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar “şehir inşa eder, kent ise imha” der.
Ben şehir ve kent ayrımını böyle yapıyorum. Sözlükler bize bu kelimelerin aynı anlama geldiğini söylese de farklı bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum bu ikisi arasında. Biri kanlı canlı, ruhu olan bir şey. Öbürü makineli, tuşlu, mekanik bir alet sanki.
Biz uzun süredir kentlerde yaşıyoruz çünkü şehirlerimizi elimizden alıyorlar. Şehri sadece nüfusu belli bir sayıdan fazla yer olarak düşünmeyin. Ben de zaten bu anlamda kullanmıyorum. Bir köy de şehirleşebilir ya da kentleşebilir. Bizim köylerimiz bile kentleşiyor artık. Mustafa Kutlu bu konuda “Evet dostlar, gayet yavaş seyretse de köylülük ülkemizde folklor gibi tükenme süreci yaşıyor” diyor. (Son düzenlemelerden sonra elimizde köy de kalmadı ya, hepsi ‘mahalle’ oldu.) Elimizde kalan küçük alanlara dahi saldırıyoruz, orayı refaha (!) erdirip kalkındırmak (!) için. Uzun mesele bunlar. Uzun uzun ve gönülle düşünülmesi gereken şeyler. Zaten gönülsüz, düşünmeden yapınca da durum böyle vahimleşiyor. Biri insanlarımızın, yöneticilerimizin gönlünü kapatmış sanki. Neyse...
Mustafa Kutlu bir gönül adamı. Hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum yazarı bana birkaç kelimeyle tanıt deseler önce ‘gönül’ sonra ‘kanaat’ derim. Zaten bu ikisi de bağlantılı şeyler değil mi? Gönülsüz kanaat, kanaatsiz gönül olmaz.
Mustafa Kutlu birçok şeye bu iki kavramla bakan biri. Yollara, ağaçlara, hayata… Bu kitabında da özelde İstanbul’u genelde Türkiye’yi anlatıyor yazar. Seçtiği konularla ilgili bize birer mektup gönderiyor. Kendisi bu kitabın ‘insan-şehir-mekan’ ilişkilerini okuyucularla paylaşan denemelerden oluştuğunu söylüyor. Bu kadar olumsuz tablo içinden bize bazen karamsar yönlerini gösteriyor, bazen içimize sevinç salan şeylerden bahsediyor kentleşmeye başlayan bu şehirle ve Türkiye’yle ilgili. Bazen yazılarını olumsuz sonla bitiriyor bazen çözüm reçeteleri söylüyor, kanaat ekonomisi diyor, tarım diyor, gönül diyor, maneviyat diyor. Bize de tüm bunlardan sonra okuyup bol bol düşünmek kalıyor.
Kitap yazarın her kitabı gibi Dergâh Yayınları’ndan çıkmış. Bendeki baskısı 2004 tarihli. İlk baskısını 1994’te yapmış. Bir gazetede yayımlanmış köşe yazısı dizisinin derlenip toparlanıp kitaplaştırılmış hali. İsmet Özel "Üç Zor Mesele" kitabında fıkra yazarının özelliklerinden bahsederken “Yazar kendini okuyucunun kabul edeceği şeyleri söylemekle sınırlandırmış, kendini alkış sağlayacak bir alana hapsetmişse sahte bir yazardır” diyor. Kutlu tam da gerçek bir yazarda olduğu gibi ne gördüyse neye inandıysa onu yazıyor. Lafı gevelemeden, kendisi hakkında insanların ne düşündüğünü umursamadan yazıyor yazılarını. Bazen acı gerçekleri bazen kıyıda köşede kalmış güzellikleri. Yüz küsur yıl önce Ahmet Rasim’in "Şehir Mektupları" başlığını ondan ödünç aldığını söylüyor ve bu mektupları sadece İstanbul’da yaşayanlara değil, tüm Türkiye’ye gönderdiğini belirtiyor. İstanbul hakkındaki acı gerçeği ise daha kitabın başındaki şu bölümde gözler önüne seriyor: “Dikkat ediyorum da neredeyse yüz yıl sonra gözlemlediğim İstanbul’un sanki tasvire değer bir yanı kalmamış gibi yazılarımda tasvirden ziyade duygu ve düşünceler yer aldı. Bu, belki artık İstanbul’un birörnek yapılar, birörnek bahçeler, birörnek davranışlar ile modern olduğu kadar silik ve şahsiyetsiz mekanlar-unsurlar ile dolmuş olmasından kaynaklanmaktadır.”
Yine İsmet Özel bu bir örnekleşmeyi "Üç Zor Mesele" kitabında ‘Bölünmek, Tektipleşmek’ başlığı altında “… dünyada birbirine benzeyen fakat birbirinden sürekli uzaklaşan insanlar durmadan çoğalıyor. İnsanlar aynı şeyleri elde edebilmek için birbirlerine düşman kesiliyorlar. Şartlanmaları müşterek, fakat müşterekliği birbirlerini anlayışla kabul etme yolunda değil, ferdiyetlerini kıskançlıkla korumak yolunda kullanıyorlar” şeklinde inceliyor.
Yazarın kitaplarında dikkatimi çeken başka bir durum bu kitapta da karşıma çıkıyor: turizm. Turizm deyince herkesin aklına dolar, ekonomiye katkı gibi ülke için olumlu görünen şeyler geliyor. Fakat Kutlu bu konuya, turizm deyince çizgi filmlerdeki gibi gözlerinde dolar işareti olanlar yönünden değil bir memleket insanı sevdalısı gibi bakıyor: “İnsanlarımızın ‘turizm’ uğruna kendi vatanlarında garip kalmaları veya ‘dolar’ karşısında bu kadar boyun bükmeleri üzerinde düşünülecek bir olgudur.”
Bu konuda da İsmet Özel’in “Turizm dediğiniz şey, XX. asrın kolonyalist yaklaşımının en bariz tezahürüdür.” şeklinde bir düşüncesi var. Bunların düşünmeye değer şeyler olduğunu insanların görmesi gerekiyor. Ülkece en büyük hatalarımızdan biri bazı konuların Allah'ın emriymiş gibi tartışmaya kapalı olduğunu düşünmemiz. Misalen insanlar kalıplaşmış tarih bilgilerini nasıl sorgulamadan doğru kabul edip bunlarla ilgili bir ideologi bile benimsiyorlarsa turizm konusunda da belleklerinde bir ‘iyidir’ olgusunu geliştirmişler, gerisini sorgulamıyorlar. Ama Mustafa Kutlu ve İsmet Özel sorguluyor. Bu yüzden de Mustafa Kutlu ve İsmet Özel oluyorlar zaten.
İnsanlar özellikle son yüzyılda inanılmaz bir boşluktalar. Bu boşluk düşüncesinin nedeni niçini herkese göre farklılık gösteriyor. Çok parası olan da, yoksul olan da boşluğa düşüp psikolojik rahatsızlıklarla cebelleşiyor. -Kapitalizm her yanımızı sardı. Mezarlarımızı bile şehir dışına çıkartıp bizden ölüm duygusunu çaldı. İnsanın kendisini ölümsüz bir varlıkmış gibi kabul edip öyle yaşamasına zemin hazırladı. “İnsanlar sanki ölümü kanıksadı” diyor yazar bir denemesinde. Düşününce ne kadar ağır bir kavram ölümü kanıksamak. Yahya Kemal bu konuda “Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü / lakayd olan mühimsemiyor gamlı bir günü” diyor. Kutlu’nun özellikle manevi-mücerret konulardaki düşünceleri okunmaya, hatta ezberlenmeye değer.- İnsanlardaki boşluk duygusunun sebebini kitapta “İnsanlara musallat olan ‘boşluk duygusu’ pek çok sebep ile birlikte, bir nebze de ayağını basabileceği sağlam bir toprak bulamamaktan ileri geliyor. Bu toprak inanç, dünya görüşü, fikir ve sanat planında algılanacağı gibi, bütün bunların şekil verdiği reel hayat planında da algılanabilir” şeklinde belirtiyor.
Mustafa Kutlu, rahatsızlık duyduğu ve -az da olsa- beğendiği bazı konulardaki fikirlerini yazmış Şehir Mektupları’nda. Yazının başında belirttiğim gibi İstanbul değil tüm Türkiye var bu kitapta. Belediyenin çalışmalarından tutun insanın yalnızlığına, bir mevlevîhâneden Sultanahmet’e, gökdelenlerin oluşturduğu tahribattan lüks yaşama, köyden kente göçün sonuçlarından, insanımızın ‘tatil’ anlayışına kadar. Ayrıca yakın zamanda açılan 3. Boğaz Köprüsü ile ilgili de fikirleri var yazarın daha 90’lı yılların başında yazdığı bu yazılarda. Bunun okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Aslına bakılırsa yazarın tek derdi -kanaatimce- kapitalizmle birlikte kentleşen vatanımızın ve insanımızın çürümeye başlaması. Okurun bu çürümeye dahil olmamak için gerekli olan reçeteyi fikri anlamda da olsa kitapta bulabileceğini düşünüyorum. Ancak üzülerek görüyorum ki 22 yıl önce ilk baskısını yapan bu kitaptaki durumdan çok daha kötü durumdayız. Yine de yazara kulak verelim: Umut dağın ardında değil elbet, umut bizimle.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
9 Aralık 2016 Cuma
Tasavvuf, hayalperestlik değildir
Abdülkerîm Cîlî Hazretlerinden tasavvuf tarihinde meşhur muhakkik sufilerinden biri olarak bahsedilir. Türkçe'ye daha bir kaç eseri tercüme edilmiş Cîlî Hazretlerinin. Ülkemizde en bilinen eseri ise “İnsan-ı Kamil" isimli iki ciltlik eseridir. Daha önce Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin bir kitabını daha “Hakikat-i Muhammediyye” ismiyle çeviren Muhammed Bedirhan, önceki tercümesinde olduğu gibi, Nefes Yayınları'ndan çıkan Ariflerin Mertebeleri kitabında da iyi bir dil işçiliği ortaya koymuş.
Diğer dillerdeki eserlerin dilimize kazandırılması faaliyetlerinde maalesef kötü tecrübelere sahibiz. Uzun çalışmalar sonucu Türkçe'ye kazandırılan bir çok eser ne yazık ki irfanımıza kazandırılamıyor. Birebir çeviriler bilinen kelimelerden oluşan, anlamı çözülemeyen metinler olarak karşımızda duruyor. Burada bu faaliyeti isimlendirişimizin de bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Çeviri ve tercüme, aslında anlam dünyamızda aynı şeye işaret etmiyor. Tercüme, bir cümleyi diğer bir dilden tabir-i caizse anlaşılırcaya çevirme faaliyetidir. Çeviri olarak isimlendirilen metinlere geldiğimizde ise, bir çoğunun internet ortamında yapılan çevirilerden biraz daha anlaşılır olduğuna şahid olmaktayız. Bütün bu düşünceler çerçevesinde Muhammed Bedirhan'ın yaptığı tercüme, takdiri hakeden bir çalışma.
Kitaba gelirsek; Ariflerin Mertebeleri, Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin kendi tasavvufi tecrübelerine de yer vererek, sufilerin seyr u sülûkta geçtiği merhaleleri ele aldığı bir eser. Cîlî'nin ele aldığı bazı merhaleler salikin geçmesi gereken basamaklar, bazısı da Allah'a ermiş olanların seyirlerinde geçtikleri merhalelerdir. Bu sebeble Abdülkerim Cîlî'nin bu eserinin diğer saliklerin mertebelerini konu alan eserler içerisinde mümtaz bir yeri vardır.
Eser içinde seyr u sülûk merhalelerini 101 ana merhale olarak tespit ettikten sonra, bu merhaleler hakkında bilgiler verip, sufinin o merhalede büründüğü hali ve o merhalenin afetini anlatır Cîlî Hazretleri. Hazret, seyr u sülûkun bir sonu olmadığına ve bu yüzden hakikatte mertebelerden bahsedilemeyeceğine de işaret eder. O'nun bunu bilmesine ve ifade etmesine rağmen kitabını 101 makamı anlatmak üzere tesis etmesinin, bu yolda rastlanacak durakları insan idrakine sığdırabilmek adına olduğunu sanıyorum. Çünkü insan zihni hayali duraklar, basamaklar ve çizgiler çizmesi sayesinde bazı hususları bir parça daha iyi anlar. Buna örnek vermek gerekirse, dünya üzerinde olduğu varsayılan orta çizgi ekvator çizgisidir.
Belirtilen seyr u sülûk merhaleleri 101 ana mertebe olarak tespit edilmiş. Bu merhaleler içerisinde merhaleler vardır. Tıpkı şehirler gibi. Bu mertebeler ya da merhaleler hem sülûkta ilerleme ve Allah'a yaklaşma, hem de kulun mârifet kazanması ve Allah'ı bilmesi yolunda önemli unsurlardır. Bahsedilen her seyr u sülûk mertebesinde kul; âlem, nefs ve Allah hakkında mazhar olduğu tecelli ile yeni bir tahkîki bilgiye ulaşır.
Sâlikin geçtği her bir aşama, salikte bir bilgi doğurmasının yanında bir üst mertebeye geçmesine mani olacak bir tuzak da barındırmaktadır. Abdülkerim Cîlî Hazretleri, ele aldığı mertebelerin tuzaklarının, afetlerinin de neler olduğunu ve bu tuzaklardan kurtulmanın çarelerini de vermektedir. Bu hususiyeti dolayısıyla eser, bir bakıma sufinin yol rehberi ve kılavuzu niteliği taşıyor.
Kitabın sahip olduğu bir diğer husus ise seyr sülûkta geçilen basamakların bir sıra düzeni içerisinde sayılmamış olması. Cîlî Hazretleri bir mertebedeki tecellileri ve o tecellinin tuzağını söyledikten sonra, bazen bir sonraki mertebeyi söyler, çoğu zaman da sessiz kalır. Hazret bu sıralamayı ilahi emir gereği bu şekilde yaptığını, bundan dolayı kendisine karşı çıkılmamasını rica eder.
Kitapta ele alınan ilk merhale 'Allah'ı görüyormuş gibi ibadet et' merhalesidir. Buna ihsan merhalesi de denebilir. Cîlî Hazretlerinin kitaba bu şekilde başlaması, sufilerin ihsana verdikleri önemi gösteren bir işaret. 'Allah'ı görüyormuş gibi ibadet et' ifadesine Cibril hadisi olarak meşhur hadiste Hazreti Peygamberin ihsan tanımında rastlanır. İhsan, insanı kurtuluşa götürecek olan düzgün tavır, tutum ve fiiller olarak ifade edilebilir. Sufilerin en temel gayesi ihsanı tahakkuk ettirmektir. İhsanın gerçekleşmesi ancak ameli salih kılar. Bu salih amelin ecri olarak Allah kulunu daha önce bilmediği bir bilgiye varis kılar. Burada Hazreti Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'in 'Bildiğini işleyene Allah bilmediğini öğretir' mealindeki hadisini hatırlayabiliriz. Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin anlattığı diğer yüz nazargâh, mertebe ya da merhale, bu manaya göre meydana gelir. Diğer merhale ve mertebelere açılan kapı, 'Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme' yani ihsan kapısıdır.
Müellif Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin kitapta en son ele aldığı mertebe ise Allah'ı idrak etmekten acziyet içerisinde olduğu şuurunda olmanın tahakkuk ettiği mertebe. Cîlî Hazretleri, bu merhaleyi ilahi marifetin son noktası olarak niteler.
Sülûk mertebelerinde gerçekleşen tasavvufî tecrübeyi muhtasar bir şekilde anlatan bu eserin, tasavvufun iç dinamiklerinin daha iyi anlaşılmasında büyük faydası olacaktır. Tasavvufî tecrübeyi bir hayalperestlik ya da hastalıklı bir dimağın hezeyanları olarak görenlere de bir cevap olabilecek bu eser, tasavvufun sağlam temeller üzerine bina edildiğinin göstergesi.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Diğer dillerdeki eserlerin dilimize kazandırılması faaliyetlerinde maalesef kötü tecrübelere sahibiz. Uzun çalışmalar sonucu Türkçe'ye kazandırılan bir çok eser ne yazık ki irfanımıza kazandırılamıyor. Birebir çeviriler bilinen kelimelerden oluşan, anlamı çözülemeyen metinler olarak karşımızda duruyor. Burada bu faaliyeti isimlendirişimizin de bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Çeviri ve tercüme, aslında anlam dünyamızda aynı şeye işaret etmiyor. Tercüme, bir cümleyi diğer bir dilden tabir-i caizse anlaşılırcaya çevirme faaliyetidir. Çeviri olarak isimlendirilen metinlere geldiğimizde ise, bir çoğunun internet ortamında yapılan çevirilerden biraz daha anlaşılır olduğuna şahid olmaktayız. Bütün bu düşünceler çerçevesinde Muhammed Bedirhan'ın yaptığı tercüme, takdiri hakeden bir çalışma.
Kitaba gelirsek; Ariflerin Mertebeleri, Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin kendi tasavvufi tecrübelerine de yer vererek, sufilerin seyr u sülûkta geçtiği merhaleleri ele aldığı bir eser. Cîlî'nin ele aldığı bazı merhaleler salikin geçmesi gereken basamaklar, bazısı da Allah'a ermiş olanların seyirlerinde geçtikleri merhalelerdir. Bu sebeble Abdülkerim Cîlî'nin bu eserinin diğer saliklerin mertebelerini konu alan eserler içerisinde mümtaz bir yeri vardır.
Eser içinde seyr u sülûk merhalelerini 101 ana merhale olarak tespit ettikten sonra, bu merhaleler hakkında bilgiler verip, sufinin o merhalede büründüğü hali ve o merhalenin afetini anlatır Cîlî Hazretleri. Hazret, seyr u sülûkun bir sonu olmadığına ve bu yüzden hakikatte mertebelerden bahsedilemeyeceğine de işaret eder. O'nun bunu bilmesine ve ifade etmesine rağmen kitabını 101 makamı anlatmak üzere tesis etmesinin, bu yolda rastlanacak durakları insan idrakine sığdırabilmek adına olduğunu sanıyorum. Çünkü insan zihni hayali duraklar, basamaklar ve çizgiler çizmesi sayesinde bazı hususları bir parça daha iyi anlar. Buna örnek vermek gerekirse, dünya üzerinde olduğu varsayılan orta çizgi ekvator çizgisidir.
Belirtilen seyr u sülûk merhaleleri 101 ana mertebe olarak tespit edilmiş. Bu merhaleler içerisinde merhaleler vardır. Tıpkı şehirler gibi. Bu mertebeler ya da merhaleler hem sülûkta ilerleme ve Allah'a yaklaşma, hem de kulun mârifet kazanması ve Allah'ı bilmesi yolunda önemli unsurlardır. Bahsedilen her seyr u sülûk mertebesinde kul; âlem, nefs ve Allah hakkında mazhar olduğu tecelli ile yeni bir tahkîki bilgiye ulaşır.
Sâlikin geçtği her bir aşama, salikte bir bilgi doğurmasının yanında bir üst mertebeye geçmesine mani olacak bir tuzak da barındırmaktadır. Abdülkerim Cîlî Hazretleri, ele aldığı mertebelerin tuzaklarının, afetlerinin de neler olduğunu ve bu tuzaklardan kurtulmanın çarelerini de vermektedir. Bu hususiyeti dolayısıyla eser, bir bakıma sufinin yol rehberi ve kılavuzu niteliği taşıyor.
Kitabın sahip olduğu bir diğer husus ise seyr sülûkta geçilen basamakların bir sıra düzeni içerisinde sayılmamış olması. Cîlî Hazretleri bir mertebedeki tecellileri ve o tecellinin tuzağını söyledikten sonra, bazen bir sonraki mertebeyi söyler, çoğu zaman da sessiz kalır. Hazret bu sıralamayı ilahi emir gereği bu şekilde yaptığını, bundan dolayı kendisine karşı çıkılmamasını rica eder.
Kitapta ele alınan ilk merhale 'Allah'ı görüyormuş gibi ibadet et' merhalesidir. Buna ihsan merhalesi de denebilir. Cîlî Hazretlerinin kitaba bu şekilde başlaması, sufilerin ihsana verdikleri önemi gösteren bir işaret. 'Allah'ı görüyormuş gibi ibadet et' ifadesine Cibril hadisi olarak meşhur hadiste Hazreti Peygamberin ihsan tanımında rastlanır. İhsan, insanı kurtuluşa götürecek olan düzgün tavır, tutum ve fiiller olarak ifade edilebilir. Sufilerin en temel gayesi ihsanı tahakkuk ettirmektir. İhsanın gerçekleşmesi ancak ameli salih kılar. Bu salih amelin ecri olarak Allah kulunu daha önce bilmediği bir bilgiye varis kılar. Burada Hazreti Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'in 'Bildiğini işleyene Allah bilmediğini öğretir' mealindeki hadisini hatırlayabiliriz. Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin anlattığı diğer yüz nazargâh, mertebe ya da merhale, bu manaya göre meydana gelir. Diğer merhale ve mertebelere açılan kapı, 'Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme' yani ihsan kapısıdır.
Müellif Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin kitapta en son ele aldığı mertebe ise Allah'ı idrak etmekten acziyet içerisinde olduğu şuurunda olmanın tahakkuk ettiği mertebe. Cîlî Hazretleri, bu merhaleyi ilahi marifetin son noktası olarak niteler.
Sülûk mertebelerinde gerçekleşen tasavvufî tecrübeyi muhtasar bir şekilde anlatan bu eserin, tasavvufun iç dinamiklerinin daha iyi anlaşılmasında büyük faydası olacaktır. Tasavvufî tecrübeyi bir hayalperestlik ya da hastalıklı bir dimağın hezeyanları olarak görenlere de bir cevap olabilecek bu eser, tasavvufun sağlam temeller üzerine bina edildiğinin göstergesi.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
8 Aralık 2016 Perşembe
İyilik var oldukça iyiler ölmez
"İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?"
- Sure-i Rahmân 55/60
Her yıl bizleri muhakkak bir roman yahut hikâye kitabıyla selamlayan, kendini bir kez daha hatırlatan Mustafa Kutlu; bu kez keşmekeş içindeki toplumumuza çok önemli duyguları hatırlatıyor: merhameti, sevgiyi, iyiliği, yardımlaşmayı ve paylaşmayı. Bu duyguları hatırlatırken okuyucuyu aşırı bir iyimserliğe boğmadığı gibi, kendiyle konuşarak ve karakterlerini sık sık birbirleriyle konuşturarak kelimeler, sayfalar arasında bir sohbet halkası kuruveriyor farkında olmadan.
Hani Peyami Safa demiş ya "İyiler kaybetmez, kaybedilir" diye, bu aslında bir fakir avuntusu söz falan değildir. Bizim toplumumuzda iyiler daima baştacıdır ama kendilerini belli etmezler, orada burada iyiliklerinin bahsedilmesinden -doğal olarak- hiç hoşlanmazlar. Yananı olduğu gibi iyiyi de görür Allah. Yaşadığımız çağ itibariyle iyilik ne kadar meydanlardan, mahallelerden, sokak aralarından, komşu kapılarından çekildiyse; iyiler de birer birer toprak olup gittiler. Geriye kötülüğün sıradanlığı kaldı. Sıradan bir şey oluverdi kötülük, iyilik göze batar oldu. Ne denir ki? Kıyamet alameti.
Dört başrol oyuncusu var İyiler Ölmez'in. Sıtkı, Civan, Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa ve Doktor. Mustafa Kutlu bu hikâye kitabını bir roman gibi kurgulamış ya da okuyucuya roman gibi hikâyeler sunuyor dersem haddi aşmış olmam diye düşünüyorum. Tüm başrol oyuncularının birbirleriyle ilişkileri var fakat bu ilişki çok önceden düşünülmüş bir kurgu gibi okuyucunun zihninde görünmüyor. Daha çok hayatın sıradanlığı, insanın hayattaki biricikliği ve insan-hayat dengesindeki kader faktörünün ağırlığı hissediliyor karakterler arası hikâyelerde. Zaten klişe çok abartılıyor gibi geliyor bana, belki de klişe hayatın bir gerçeğidir. Nitekim Kutlu, Civan öyküsünde şöyle diyor: “Kapıcının oğlu. Oh tam Yeşilçam. Olamaz, kapıcının oğlu olamazsın. Neden? Çok klişe oluyor. Ne yapayım yani, yalan mı söyleyeyim.”
Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa öyküsünde ise sanki bu 'kendinle konuşma' hâli daha da derinleşiyor ve bir taarruza dönüşüyor. Öyle ki; son yıllarda Mustafa Kutlu kitaplarının birbirini çok takip ettiği, tekrar ettiği söylenegeldi. Oysa Mustafa Kutlu, sanatın hakikat yolunda işaretler göstermedikçe bir hiç olduğunu düşünen kıymetli kalemlerimizdendir, büyüklerimizdendir. Bir bildiği vardır. Kitapta kendiyle konuşarak öykü sırrını bizlerle paylaşıyor gibidir:
“-Sayın Kutlu bu macera kelimesi kelimesine 'Uzun Hikâye' adlı kitabınızda yer alıyor. Ancak oradaki fotoğrafçının adı Selâmi. Böyle bir tekrara düşerek yazdığınız metni bozduğunuzu düşünüyor musunuz?
-Yoo! Olur böyle şeyler.
-Nasıl olur?
-Benim kahramanlar laf dinlemiyor. Bazen böyle kılık değiştirip yazdığım kitaba sızıyorlar.
-Bu izah yeterli değil. Hikâyeyi zedeliyor.
-Elbette. Ama siz şu sanat denilen şeyi fazla ciddiye alıyorsunuz.
-Almayalım mı?
-Alın ama ölçüyü kaçırmayın.
-Nasıl yani?
-Sanat da tıpkı şu yalan dünya gibi bir oyun eğlenceden ibarettir. Uydurma bir şey. Kendinizi fazla kaptırmayın.
-Olmadı Sayın Kutlu. Sanatı bu kadar küçümsemeyin.
-Küçümsemiyorum. Eğer inanıyorsak sanat hakikate giden yolda bize yardımcı olur. Kalbimizi açar, bizi merhamet ve şefkat sahibi kılar. Kâinatın kitabını, yani temaşayı öğretir. Güzelliğin farkına varırız.”
Elbette sözcükler boyunca tanıdık Mustafa Kutlu ritmi, ahengi ve estetiği yüzümüze çarpıyor. Ancak zihnimizde bıraktığı tatlar tamamen hayattan, tamamen gerçek. Hep olduğu gibi. Nedir bunlar? Yoksulluk, keder, dürüstlük, makam tutkusu, yardımlaşma, paylaşma, muhabbet, aşk veya aşksızlık, doğa, kentsel dönüşüm, gelenekler, görenekler, adetler, kaybolan hassasiyetler, zamanın değişimi, ahlâkın yitişi... Tüm bunlar onun kaleminin ruhta yarattığı psikolojinin samimi birer taşları. Tekrar değil, ikrar belki.
Kitabın son öyküsü Dörtler Makamı, bu kitabı Kutlu külliyatında şüphesiz çok önemli bir yere koyacaktır. Her ne kadar onun son kitaplarında bu hikmetli, tasavvufî kokuyu alsak da, buradaki adeta zirveye ulaşmadır. Sanki sülûk tamamlanmış, derviş artık hakikatten marifet kapısına ulaşmış gibidir. İşte orada da bir tokadı gelecektir Yaratıcının. Onu da sabırla, merhametle göğüste yumuşatmak gerekir.
"Böyledir. Bizde iyiler ölmez. Evliya olup aramızda yaşarlar. Nitekim görüyorsunuz işte."
Sözün bittiği yerde hasret vardır, çünkü biz bu dünyada gurbetteyiz.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Sure-i Rahmân 55/60
Her yıl bizleri muhakkak bir roman yahut hikâye kitabıyla selamlayan, kendini bir kez daha hatırlatan Mustafa Kutlu; bu kez keşmekeş içindeki toplumumuza çok önemli duyguları hatırlatıyor: merhameti, sevgiyi, iyiliği, yardımlaşmayı ve paylaşmayı. Bu duyguları hatırlatırken okuyucuyu aşırı bir iyimserliğe boğmadığı gibi, kendiyle konuşarak ve karakterlerini sık sık birbirleriyle konuşturarak kelimeler, sayfalar arasında bir sohbet halkası kuruveriyor farkında olmadan.
Hani Peyami Safa demiş ya "İyiler kaybetmez, kaybedilir" diye, bu aslında bir fakir avuntusu söz falan değildir. Bizim toplumumuzda iyiler daima baştacıdır ama kendilerini belli etmezler, orada burada iyiliklerinin bahsedilmesinden -doğal olarak- hiç hoşlanmazlar. Yananı olduğu gibi iyiyi de görür Allah. Yaşadığımız çağ itibariyle iyilik ne kadar meydanlardan, mahallelerden, sokak aralarından, komşu kapılarından çekildiyse; iyiler de birer birer toprak olup gittiler. Geriye kötülüğün sıradanlığı kaldı. Sıradan bir şey oluverdi kötülük, iyilik göze batar oldu. Ne denir ki? Kıyamet alameti.
Dört başrol oyuncusu var İyiler Ölmez'in. Sıtkı, Civan, Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa ve Doktor. Mustafa Kutlu bu hikâye kitabını bir roman gibi kurgulamış ya da okuyucuya roman gibi hikâyeler sunuyor dersem haddi aşmış olmam diye düşünüyorum. Tüm başrol oyuncularının birbirleriyle ilişkileri var fakat bu ilişki çok önceden düşünülmüş bir kurgu gibi okuyucunun zihninde görünmüyor. Daha çok hayatın sıradanlığı, insanın hayattaki biricikliği ve insan-hayat dengesindeki kader faktörünün ağırlığı hissediliyor karakterler arası hikâyelerde. Zaten klişe çok abartılıyor gibi geliyor bana, belki de klişe hayatın bir gerçeğidir. Nitekim Kutlu, Civan öyküsünde şöyle diyor: “Kapıcının oğlu. Oh tam Yeşilçam. Olamaz, kapıcının oğlu olamazsın. Neden? Çok klişe oluyor. Ne yapayım yani, yalan mı söyleyeyim.”
Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa öyküsünde ise sanki bu 'kendinle konuşma' hâli daha da derinleşiyor ve bir taarruza dönüşüyor. Öyle ki; son yıllarda Mustafa Kutlu kitaplarının birbirini çok takip ettiği, tekrar ettiği söylenegeldi. Oysa Mustafa Kutlu, sanatın hakikat yolunda işaretler göstermedikçe bir hiç olduğunu düşünen kıymetli kalemlerimizdendir, büyüklerimizdendir. Bir bildiği vardır. Kitapta kendiyle konuşarak öykü sırrını bizlerle paylaşıyor gibidir:
“-Sayın Kutlu bu macera kelimesi kelimesine 'Uzun Hikâye' adlı kitabınızda yer alıyor. Ancak oradaki fotoğrafçının adı Selâmi. Böyle bir tekrara düşerek yazdığınız metni bozduğunuzu düşünüyor musunuz?
-Yoo! Olur böyle şeyler.
-Nasıl olur?
-Benim kahramanlar laf dinlemiyor. Bazen böyle kılık değiştirip yazdığım kitaba sızıyorlar.
-Bu izah yeterli değil. Hikâyeyi zedeliyor.
-Elbette. Ama siz şu sanat denilen şeyi fazla ciddiye alıyorsunuz.
-Almayalım mı?
-Alın ama ölçüyü kaçırmayın.
-Nasıl yani?
-Sanat da tıpkı şu yalan dünya gibi bir oyun eğlenceden ibarettir. Uydurma bir şey. Kendinizi fazla kaptırmayın.
-Olmadı Sayın Kutlu. Sanatı bu kadar küçümsemeyin.
-Küçümsemiyorum. Eğer inanıyorsak sanat hakikate giden yolda bize yardımcı olur. Kalbimizi açar, bizi merhamet ve şefkat sahibi kılar. Kâinatın kitabını, yani temaşayı öğretir. Güzelliğin farkına varırız.”
Elbette sözcükler boyunca tanıdık Mustafa Kutlu ritmi, ahengi ve estetiği yüzümüze çarpıyor. Ancak zihnimizde bıraktığı tatlar tamamen hayattan, tamamen gerçek. Hep olduğu gibi. Nedir bunlar? Yoksulluk, keder, dürüstlük, makam tutkusu, yardımlaşma, paylaşma, muhabbet, aşk veya aşksızlık, doğa, kentsel dönüşüm, gelenekler, görenekler, adetler, kaybolan hassasiyetler, zamanın değişimi, ahlâkın yitişi... Tüm bunlar onun kaleminin ruhta yarattığı psikolojinin samimi birer taşları. Tekrar değil, ikrar belki.
Kitabın son öyküsü Dörtler Makamı, bu kitabı Kutlu külliyatında şüphesiz çok önemli bir yere koyacaktır. Her ne kadar onun son kitaplarında bu hikmetli, tasavvufî kokuyu alsak da, buradaki adeta zirveye ulaşmadır. Sanki sülûk tamamlanmış, derviş artık hakikatten marifet kapısına ulaşmış gibidir. İşte orada da bir tokadı gelecektir Yaratıcının. Onu da sabırla, merhametle göğüste yumuşatmak gerekir.
"Böyledir. Bizde iyiler ölmez. Evliya olup aramızda yaşarlar. Nitekim görüyorsunuz işte."
Sözün bittiği yerde hasret vardır, çünkü biz bu dünyada gurbetteyiz.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
7 Aralık 2016 Çarşamba
Teknoloji hayatı kolaylaştırır, peki kişileri aptallaştırır mı?
Teknolojik buluşlar hayatımızı kolaylaştırır. Peki ya kişileri aptallaştırır mı? “İnternet elbette kayda değer bir şey” diyor anarşist ve aktivist yazar Graeber, belki de her şey göründüğü gibi değildir.
“50 yıl geçti, en iyi bilim insanlarımızın bize sunmayı başarabildikleri en iyi şey bu mu? Bizse gerçekten düşünebilen bilgisayarlar bekliyorduk!”
Üniversitelerde bile “belgeler denizi” olmaktan ileri gitmeyen bilgisayarın ve internetin ortaya çıkış amacıyla, ulaştıkları sonuç arasındaki uçurumun büyüyor oluşunun altını çiziyor. Yazarın bu konudaki düşüncesi şöyle:”Bu noktada ben, hepimizin Silikon Vadisi’nin ve internetin doğuş efsaneleriyle büyülenerek gerçekte olup bitenleri göremez hale geldiğimizi düşünüyorum”. Kuralların Ütopyası’nda yazar, bu orijinal tezlerine açıklık getirmiş. Şirket bürokratlarının ittifakları ve finans dünyasına dair çarpıcı tespitleri var David Graeber’in: “Demek ki finansal teknoloji bir şaka olmaktan çıkıp toplumsal gerçekliğimizin belkemiği olabilecek kadar gerçeklik haline gelmiş.”
R. Solnit’in de dediği gibi, “özgün bir siyaset düşünürü” ile karşı karşıyayız. Kapitalizmin bürokrasiyle olan köklü ilişkisini kitabında irdeleyen David Graeber, incelikli tahlilleriyle okurun gözünü açmayı hedefliyor. “Hiç unutmayın, her şey eninde sonunda değerle ilgilidir. Birilerinin en büyük değerimiz akılcılıktır dediğini ne zaman duysanız, bilin ki en büyük değerlerinin ne olduğunu itiraf etmek istemedikleri için öyle söylüyorlar.”
Hata oranı sıfır olan makinelerin hayatımızdaki rolü irdelenmiş kitapta. “ATM’ler neden hata yapmaz hiç düşündük mü?” diye soruyor yazar. Ayrıca Graeber, pratikteki bürokrasinin, insan hayatındaki gerçek sosyal varoluş imgesine ters düştüğünün, insanı istatistiksel veriler, kurallar, formlar olarak etiketlediğinin dolayısıyla basitleştirdiğinin altını çiziyor.
“Tarihsel açıdan piyasalar ya hükümet faaliyetlerinin, özellikle askerî faaliyetlerin yan etkisidir ya da direkt olarak hükümet politikaları eliyle yaratılmıştır.”
Devamında “para”nın askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için icat edildiğini öğreniyoruz. Vizyon, kalite, inovasyon, liderlik, küresel adalet hareketi, bireysel faşizm, teknoloji, aptallık, hesap verilebilirlik süreçlerine dair yeni tezler öne sürüyor yazar.
Graeber “Yorumlayıcı emek” ifadesini ise şu cümlelerle açıklıyor: “İnsan ilişkilerinin çoğu -özellikle uzun dönemli arkadaşlıklar veya uzun dönemli düşmanlıklar gibi- fevkalade karmaşıktır, tarih ve anlamla doludur. Bunları devam ettirmek, sürekli ve genellikle ustalık gerektiren hayal gücü çalışması yapmayı, hiç durmadan dünyayı başkalarının gözünden görmek için uğraşmayı gerektirir.”
Yaratıcılık, insiyatif, girişimcilik dilinin altında gizlenen bir dilden söz ediyor Graeber. Ona göre, bürokrat ruhun yansıması bu anlamsız dili oluşturuyor. Günümüz siyasi yaşamına özgün bir katkıda bulunacağına inanan yazar, okurunu bürokratik uygulamaların alışkanlık ve yeni anlayışlarla toplumu çepeçevre nasıl kuşattığını sorgulamaya davet ediyor. Antropolog, düşünür ve aktivist David Graeber, bu kuşatmanın şiddet içerdiğine de işaret ediyor.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
“50 yıl geçti, en iyi bilim insanlarımızın bize sunmayı başarabildikleri en iyi şey bu mu? Bizse gerçekten düşünebilen bilgisayarlar bekliyorduk!”
Üniversitelerde bile “belgeler denizi” olmaktan ileri gitmeyen bilgisayarın ve internetin ortaya çıkış amacıyla, ulaştıkları sonuç arasındaki uçurumun büyüyor oluşunun altını çiziyor. Yazarın bu konudaki düşüncesi şöyle:”Bu noktada ben, hepimizin Silikon Vadisi’nin ve internetin doğuş efsaneleriyle büyülenerek gerçekte olup bitenleri göremez hale geldiğimizi düşünüyorum”. Kuralların Ütopyası’nda yazar, bu orijinal tezlerine açıklık getirmiş. Şirket bürokratlarının ittifakları ve finans dünyasına dair çarpıcı tespitleri var David Graeber’in: “Demek ki finansal teknoloji bir şaka olmaktan çıkıp toplumsal gerçekliğimizin belkemiği olabilecek kadar gerçeklik haline gelmiş.”
R. Solnit’in de dediği gibi, “özgün bir siyaset düşünürü” ile karşı karşıyayız. Kapitalizmin bürokrasiyle olan köklü ilişkisini kitabında irdeleyen David Graeber, incelikli tahlilleriyle okurun gözünü açmayı hedefliyor. “Hiç unutmayın, her şey eninde sonunda değerle ilgilidir. Birilerinin en büyük değerimiz akılcılıktır dediğini ne zaman duysanız, bilin ki en büyük değerlerinin ne olduğunu itiraf etmek istemedikleri için öyle söylüyorlar.”
Hata oranı sıfır olan makinelerin hayatımızdaki rolü irdelenmiş kitapta. “ATM’ler neden hata yapmaz hiç düşündük mü?” diye soruyor yazar. Ayrıca Graeber, pratikteki bürokrasinin, insan hayatındaki gerçek sosyal varoluş imgesine ters düştüğünün, insanı istatistiksel veriler, kurallar, formlar olarak etiketlediğinin dolayısıyla basitleştirdiğinin altını çiziyor.
“Tarihsel açıdan piyasalar ya hükümet faaliyetlerinin, özellikle askerî faaliyetlerin yan etkisidir ya da direkt olarak hükümet politikaları eliyle yaratılmıştır.”
Devamında “para”nın askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için icat edildiğini öğreniyoruz. Vizyon, kalite, inovasyon, liderlik, küresel adalet hareketi, bireysel faşizm, teknoloji, aptallık, hesap verilebilirlik süreçlerine dair yeni tezler öne sürüyor yazar.
Graeber “Yorumlayıcı emek” ifadesini ise şu cümlelerle açıklıyor: “İnsan ilişkilerinin çoğu -özellikle uzun dönemli arkadaşlıklar veya uzun dönemli düşmanlıklar gibi- fevkalade karmaşıktır, tarih ve anlamla doludur. Bunları devam ettirmek, sürekli ve genellikle ustalık gerektiren hayal gücü çalışması yapmayı, hiç durmadan dünyayı başkalarının gözünden görmek için uğraşmayı gerektirir.”
Yaratıcılık, insiyatif, girişimcilik dilinin altında gizlenen bir dilden söz ediyor Graeber. Ona göre, bürokrat ruhun yansıması bu anlamsız dili oluşturuyor. Günümüz siyasi yaşamına özgün bir katkıda bulunacağına inanan yazar, okurunu bürokratik uygulamaların alışkanlık ve yeni anlayışlarla toplumu çepeçevre nasıl kuşattığını sorgulamaya davet ediyor. Antropolog, düşünür ve aktivist David Graeber, bu kuşatmanın şiddet içerdiğine de işaret ediyor.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
İncelikli kurguyla ve masalsı dille harflerin sırrı
Her şey kahramanımızın Fitzwilliam Müzesi’ndeki o sergiye gidişiyle başlar. “Mehmed Siyah Kalem”... Afişte gördüğü isim, o an hiçbir şey ifade etmese de Elif’in hayatını dönüştürecek bir isim olacaktır. Elif, sanat tarihi doktorasını yapmaktadır, ancak tezini yazarken tıkanmıştır. Cambridge’deki serüvenine Topkapı Sarayı Müzesi’nde üç aylığına devam edebilmek için tez danışmanı Prof. Bailey’i zor bela ikna eder. Bu süreçte hocasının ona tez danışmanı olarak önerdiği hukuk tarihçisi Lam Murat Hoca ile çalışacaktır. Kitapta, birbirine paralel kurgulu hayatlar anlatılıyor. Anlatılan, o en yüce duygunun dönüştürdüğü hayatlar aslında; kimi zaman doktora öğrencisi Elif’in ağzından, kimi zaman vezir kızı Esma’nın dilinden: “Ben Esma. Tebriz’in soylu ailelerinden birinin kızı ve Fazlullah Esterabâdî’nin karısıyım. Fazlullah hem kocam, hem de şeyhimdir.”. Hurufîlerin başıdır Fazlullah. Tarihte öyle bilinir. Daha sonra anlatıcı olarak Nasrullah girer devreye. Fazlullah’ın hem öğrencisi hem dostudur. Çeyrek asır boyunca... Fazlullah’ı kendine şeyh olarak bilmesi rüya yoluyla gerçekleşmiştir. Esma ile Fazlullah'ın evlendiriliş öyküsünü dinleriz ondan.
Elif’in Lam Murat ile tanışmasıyla birlikte olaylar biraz farklı biçimde seyretmeye başlar. Lam Hoca genç, bekâr ve karizmatik bir adamdır. Elif ondan etkilenmiştir. Ayrıca tahmin ettiğinden çok daha farklı, zeki, birikimli ve sıcak bir adamla karşılaşmıştır Elif. Lam, “Mehmed Siyah Kalem” ile ilgili tez aşamasında ona yardımcı olmak için elinden geleni yapmaktadır.
“Lamelif” kısmında Derviş Baba, Esma’ya bu harfin sırlarını şöyle anlatır: “Lamelif’i anlamak için hem Elif’in Lâm’ını, hem de Lâm’ın Elif’ini iyi bilmek gerekir. Lâmelif’te Elif ve Lam iki sevgili gibi kucaklaşır, ayakları birbirine dolanır. Bir araya geldiklerinde ikisi de birbirine doğru meyil eder. Bu meylin kaynağı aşk ve arzudur. Ancak Lâm bu babda Elif’te’ daha güçlüdür ve Elif’ten daha aşıktır. Minyatürlerin sahibi Mehmed Siyah Kalem’in yaşadığı çağın ve coğrafyanın bilinmezliğini çözmek o kadar da kolay olmayacaktır. Resimlerdeki belirgin bitki örtüsü bozkırdır. Yani Tebriz ve Herat gibi büyük şehirlerden herhangi biridir. Belki de İpek Yolu veya benzeri bir yöredir. Elif, resimlerin 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın başlarında Tebriz, Herat veya Semerkant’ta yapılmış olabileceğini tahmin etmektedir. Lam, ona Timur zamanında kurulan saray akademisinden bahseder. Öyle öyle ilerler çalışmaları, ancak yavaştır ve somut delillere dayanmamaktadır.
Olaylar, Kalenderî derviş Nakkaş Mehmed’in Fazlullah’ın yanında tekkeye gelişiyle hızla gelişir. Mehmed sıtmaya yakalanmıştır. Doktor gelene kadar Esma onunla ilgilenir. “Aşk faslı”nda anlatılan, Hesna ile Esma’nın pencereden Nakkaş’ı görmeleriyle başlayan hikâyedir. Esma şöyle der: “Aşk tuzağı geldi, beni sarıp sarmaladı. Önce tenden geçti, sonra cana erişti. Aşk ile aşina oldum. Dert ile derman, birlik ile ayrılık hepsi bir oldu. Öyle ki göğsümde sabır ve şuur bırakmadı, can ülkemi baştan başa sarmaladı. Sevgiliden gelen cefa taşlarıyla kırıldı gönül kuşum. Sorarsanız, işte budur bütün suçum.” (Nedense buralarda Mesnevi okuyormuşum hissine kapıldım!). Roman, iki kadının odağında ilerliyor. Doktora öğrencisi Elif ve Fazlullah’ın eşi Esma. İkisi de, Nakkaş Mehmed’in ışığından gözleri kamaşan ve kendini ateşe vuran birer kelebek gibi onun odunda/n yanıyor.
Geçmişin anlatıldığı kısımları okurken Elif’in bulmaya çalıştığı ‘sırrı’ çözmeye çalışıyoruz. Kendimize ayna kıldığımız isimlerin aslında varlık kadar yokluk ile anlaşılacağını ve bu sırrın da ebedilik arzusuyla bağlantılı olduğunu öğreniyoruz. “Gözümü yumsam karşımda görürüm yârin yüzünü,/ Duyduğum her söz kulaklarımda yârin sözüdür./ Can-u ten gözüyle gördüm yârimi,/ Benim kalbim artık ilham yeridir.” diyen Esma’nın sözlerinde buluruz sanatın ‘ilham kaynağı’nı... “Merhamet faslı”nda söylendiği gibi, “Allah insanı kendi sureti üzerine yarattığına göre, insanın yüzündeki güzellik aslında ilahi güzelliktir. Bir insana aşık olan, ilahi güzelliğe aşık olmuş demektir. Unutma mecazi aşk, içinde ilahi aşkı da barındırır.” Yavaş yavaş sona gelinir. Elif, Lam’ın yardımıyla birçok sırrı çözmüş, çalışmasını tamamlamıştır.
“Yoğun” bir roman Kitab-ı Siyah Kalem. Öyle bir çırpıda özetlenebilir mi bilmem, ama kısaca şu söylenebilir: Gulyabanilerden demonlara, daha birçok konuyla ilgili bilgiler barındırıyor. “Hiçlik faslı”nda duraklıyor, şiirdeki gülün dikenlerini kalbinize batırıyor, bazı cümlelerin altını daha bir çiziyorsunuz. Lam’la birlikte, Timur hakkında “Bir insanın hem ruhunda bu kadar şiddeti barındırıp hem de şiiri, edebiyatı, resmi bu kadar sevmesi şaşırtıcı değil mi?” diyorsunuz. İncelikli bir kurguyla, geçmiş ve gelecek arasındaki gidiş-gelişlerle; bir ‘ürkeklik kuşu’ sembolüyle, kimileyin masalsı bir dille; harflerin sırrına ermeye çalışarak, "her bulmaca çözümünü de kendi içinde barındırır."
“Sen, ilk ışığın kaynağı olan harfleri övgüyle an...” cümlesinde bir sır yok mu sizce de?
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Elif’in Lam Murat ile tanışmasıyla birlikte olaylar biraz farklı biçimde seyretmeye başlar. Lam Hoca genç, bekâr ve karizmatik bir adamdır. Elif ondan etkilenmiştir. Ayrıca tahmin ettiğinden çok daha farklı, zeki, birikimli ve sıcak bir adamla karşılaşmıştır Elif. Lam, “Mehmed Siyah Kalem” ile ilgili tez aşamasında ona yardımcı olmak için elinden geleni yapmaktadır.
“Lamelif” kısmında Derviş Baba, Esma’ya bu harfin sırlarını şöyle anlatır: “Lamelif’i anlamak için hem Elif’in Lâm’ını, hem de Lâm’ın Elif’ini iyi bilmek gerekir. Lâmelif’te Elif ve Lam iki sevgili gibi kucaklaşır, ayakları birbirine dolanır. Bir araya geldiklerinde ikisi de birbirine doğru meyil eder. Bu meylin kaynağı aşk ve arzudur. Ancak Lâm bu babda Elif’te’ daha güçlüdür ve Elif’ten daha aşıktır. Minyatürlerin sahibi Mehmed Siyah Kalem’in yaşadığı çağın ve coğrafyanın bilinmezliğini çözmek o kadar da kolay olmayacaktır. Resimlerdeki belirgin bitki örtüsü bozkırdır. Yani Tebriz ve Herat gibi büyük şehirlerden herhangi biridir. Belki de İpek Yolu veya benzeri bir yöredir. Elif, resimlerin 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın başlarında Tebriz, Herat veya Semerkant’ta yapılmış olabileceğini tahmin etmektedir. Lam, ona Timur zamanında kurulan saray akademisinden bahseder. Öyle öyle ilerler çalışmaları, ancak yavaştır ve somut delillere dayanmamaktadır.
Olaylar, Kalenderî derviş Nakkaş Mehmed’in Fazlullah’ın yanında tekkeye gelişiyle hızla gelişir. Mehmed sıtmaya yakalanmıştır. Doktor gelene kadar Esma onunla ilgilenir. “Aşk faslı”nda anlatılan, Hesna ile Esma’nın pencereden Nakkaş’ı görmeleriyle başlayan hikâyedir. Esma şöyle der: “Aşk tuzağı geldi, beni sarıp sarmaladı. Önce tenden geçti, sonra cana erişti. Aşk ile aşina oldum. Dert ile derman, birlik ile ayrılık hepsi bir oldu. Öyle ki göğsümde sabır ve şuur bırakmadı, can ülkemi baştan başa sarmaladı. Sevgiliden gelen cefa taşlarıyla kırıldı gönül kuşum. Sorarsanız, işte budur bütün suçum.” (Nedense buralarda Mesnevi okuyormuşum hissine kapıldım!). Roman, iki kadının odağında ilerliyor. Doktora öğrencisi Elif ve Fazlullah’ın eşi Esma. İkisi de, Nakkaş Mehmed’in ışığından gözleri kamaşan ve kendini ateşe vuran birer kelebek gibi onun odunda/n yanıyor.
Geçmişin anlatıldığı kısımları okurken Elif’in bulmaya çalıştığı ‘sırrı’ çözmeye çalışıyoruz. Kendimize ayna kıldığımız isimlerin aslında varlık kadar yokluk ile anlaşılacağını ve bu sırrın da ebedilik arzusuyla bağlantılı olduğunu öğreniyoruz. “Gözümü yumsam karşımda görürüm yârin yüzünü,/ Duyduğum her söz kulaklarımda yârin sözüdür./ Can-u ten gözüyle gördüm yârimi,/ Benim kalbim artık ilham yeridir.” diyen Esma’nın sözlerinde buluruz sanatın ‘ilham kaynağı’nı... “Merhamet faslı”nda söylendiği gibi, “Allah insanı kendi sureti üzerine yarattığına göre, insanın yüzündeki güzellik aslında ilahi güzelliktir. Bir insana aşık olan, ilahi güzelliğe aşık olmuş demektir. Unutma mecazi aşk, içinde ilahi aşkı da barındırır.” Yavaş yavaş sona gelinir. Elif, Lam’ın yardımıyla birçok sırrı çözmüş, çalışmasını tamamlamıştır.
“Yoğun” bir roman Kitab-ı Siyah Kalem. Öyle bir çırpıda özetlenebilir mi bilmem, ama kısaca şu söylenebilir: Gulyabanilerden demonlara, daha birçok konuyla ilgili bilgiler barındırıyor. “Hiçlik faslı”nda duraklıyor, şiirdeki gülün dikenlerini kalbinize batırıyor, bazı cümlelerin altını daha bir çiziyorsunuz. Lam’la birlikte, Timur hakkında “Bir insanın hem ruhunda bu kadar şiddeti barındırıp hem de şiiri, edebiyatı, resmi bu kadar sevmesi şaşırtıcı değil mi?” diyorsunuz. İncelikli bir kurguyla, geçmiş ve gelecek arasındaki gidiş-gelişlerle; bir ‘ürkeklik kuşu’ sembolüyle, kimileyin masalsı bir dille; harflerin sırrına ermeye çalışarak, "her bulmaca çözümünü de kendi içinde barındırır."
“Sen, ilk ışığın kaynağı olan harfleri övgüyle an...” cümlesinde bir sır yok mu sizce de?
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
5 Aralık 2016 Pazartesi
Yas, kin ve sevgi hep diri kalabilir mi?
"Kimse bana inanmayacağı için gördüklerimin yarısını bile anlatmadım."
- Marco Polo
"Bazı yaralar var ki, kapanmış olsalar bile, dokununca sızlarlar."
- Ivan Turgenev
İşlediği her temayı güçlü biçimde şiirlerine aksettirmiş bir şair Kemal Varol. Her şiiri bin kefaret gibidir. Şairin üç de romanı var; Jar, Haw ve Ucunda Ölüm Var. Jar; Kürtçe "zehir", Arapça ise "komşu, yakın" gibi anlamlara geliyor. Daha evvel Sel Yayıncılık'tan çıkmıştı, artık İletişim Yayınları neşrediyor. Hem bedeni hem de ruhu yaşlı iki adamın, İçli Halil ile Rahatsız Kamil'in kinlerini, sevgilerini, öfkelerini, anılarını anlatıyor. Peki nerede? Kemal Varol'un düş dünyasında meydana getirdiği Doğu'da bir kasabada, Arkanya'da.
1980 darbesi henüz geçmiş fakat sıkıyönetimin halkın üzerindeki darbeleri henüz geçmemiş. "Sıkıyönetim vardı memlekette. Beş kişinin aynı ayak izini yürümesi dahi suç kabul ediliyordu" diyor anlatıcı. Herkesin mutlaka bir acısı, öfkeye maruz kalmışlığı, şiddetle 'terbiye' görmüşlüğü var bu kasabada. İki yaşlı adamın ise öyle bir geçmişi var ki birbirleri üzerinde, her gün karşılıklı iki meyhanede masalarına kurulup birbirlerini izliyorlar. Aslında bu bir izleme değil, daha çok bakışların taarruz emriyle ateş edip etmeme arasında verilemeyen kararsızlık. Anlatılan geçmiş yalnız bu iki adamın değil, bir toplumun geçmişi. Tüm dertleri saçlarının aklarına bile düşmüş insanların geçmişi.
"İnsanın derdi kalbinden önce insanın saçlarına vururmuş. Yürüyüp gittiği köy yollarında bir gecede saçları beyazlayan nice dert sahibini dinlemiş İçli Halil. Erkekler için iş kolaymış. Uzar uzamaz saçlarını kesermiş erkekler. Kadınlarsa saçlarıyla beraber dertlerini de uzatırlarmış. Babaları o saçları çekip onları döverken de, anneleri sarı taraklarla onları tararken de, bir erkeğin kocaman elleri onları okşarken de nerede kırıldıklarını, hangi ellerde yıprandıklarını, hangi aşkla beyazladıklarını asla unutmazmış kadınların saçları."
Konuşmuyor bu iki öfkeli ve yaşlı adam. Sanki öfkeleriyle beraber dilleri de yaşlanmış, konuşmaya mecalleri kalmamış gibi. Kahvede, meyhanede ya da yolda onları görenler bu iki adamın hikâyesini merak ediyor. Fazla elektrik yediğinden Elektro lakabını almış Cemil, tüm meraklılara bazı hikâyeler anlatıyor bu adamların geçmişleriyle ilgili ama kimse inanmıyor. Diğer taraftan, Rahatsız Kamil’in oturduğu Kazablanka meyhanesinin sahibi Hayri Abi, İçli Halil’in yerleştiği Duble Meyhanesi’ni işleten kardeşi ile yıllardır küs. Okuyucu her an tetikte çünkü büyük bir dolmayı yutabilir. Hikâyeler karışabilir, belki de karışmayabilir. Aslında Elektro Cemil'in dediği gibi; belki de anlatılan en son hikâye gerçek olanıdır. Kim bilir?.. Zaten dertler bile eskiden dertmiş, hikâyeler eskiden hikâye, anılar, hatıralar, çekilen çileler hep eskiden gerçekmiş.
"Eskiden her yer bu kadar uzak değilmiş. Gitmek istediğin yer neresi olursa olsun çabucak gidermişsin. Gidilmek istenen mesafe saatlerle değil, günlerle tayin edildiği için kimsenin aklından zamanı ölçmek geçmez, bunun için telaş etmezmiş. O zamanlar kimse varacağı yer için dertlenmezmiş açıkçası. Yolda geçen zaman da varılan yere dahil edilir, o yol boyunca yaşananlar varılacak yerin, yapılacak işin, görülecek hesabın bir parçası sayılırmış. O yüzden de eskiler bizden çok daha geç varsalar da uzağa, bizim kadar söylenmezmiş."
Kitaptaki her yeni hikâye okuyucuyu hem lezzetli bir kurguya çekiyor hem de kafaları allak bullak ediyor. Hangisi gerçek, hangisi sahte? Yoksa hepsi birer öğüt mü? Belli olmuyor. Tüm hikâyeyi eteklerine dizmiş Makam Dağı ise romana ayrı bir hava katıyor. Bazen sert bir rüzgâr esiyor oralardan, bazen kopkoyu bir ezan yankılanıp geri dönüyor kasabaya. Rıfkı Amca ve Sami konuşuyor, biz de onları yalnızca kafamızı sallayarak onaylıyoruz.
"Bu bina tam bir sanat harikası, dedi Rıfkı Amca. Sami sırtını çevirip her tarafı dökülen gar binasına baktı. Bunca yıldır bu binadaydı ama harika bir tarafını görememişti. "Sahiden mi?" diye sordu. "Sahiden ya," dedi Rıfkı Amca, "kalmadı böyle garlar."
- Ben niye göremiyorum harikalığını peki?
- Göremezsin tabii!
- Neden?
- İnsan kendi hikayesini bilemez de ondan. O yüzden hep başkalarının hikayelerini anlatır."
Son cümlesine kadar kan kusup kızılcık şerbeti içtim, diyen bir roman Jar. Öyle gözyaşlarını içine akıtanların romanı falan değil, İsmet Özel'in "gözlerim nemli değil, gözlerim namlu" demesi gibi. Her yeni bakışta, eskimeyen bir şey ölüyor sanki.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Marco Polo
"Bazı yaralar var ki, kapanmış olsalar bile, dokununca sızlarlar."
- Ivan Turgenev
İşlediği her temayı güçlü biçimde şiirlerine aksettirmiş bir şair Kemal Varol. Her şiiri bin kefaret gibidir. Şairin üç de romanı var; Jar, Haw ve Ucunda Ölüm Var. Jar; Kürtçe "zehir", Arapça ise "komşu, yakın" gibi anlamlara geliyor. Daha evvel Sel Yayıncılık'tan çıkmıştı, artık İletişim Yayınları neşrediyor. Hem bedeni hem de ruhu yaşlı iki adamın, İçli Halil ile Rahatsız Kamil'in kinlerini, sevgilerini, öfkelerini, anılarını anlatıyor. Peki nerede? Kemal Varol'un düş dünyasında meydana getirdiği Doğu'da bir kasabada, Arkanya'da.
1980 darbesi henüz geçmiş fakat sıkıyönetimin halkın üzerindeki darbeleri henüz geçmemiş. "Sıkıyönetim vardı memlekette. Beş kişinin aynı ayak izini yürümesi dahi suç kabul ediliyordu" diyor anlatıcı. Herkesin mutlaka bir acısı, öfkeye maruz kalmışlığı, şiddetle 'terbiye' görmüşlüğü var bu kasabada. İki yaşlı adamın ise öyle bir geçmişi var ki birbirleri üzerinde, her gün karşılıklı iki meyhanede masalarına kurulup birbirlerini izliyorlar. Aslında bu bir izleme değil, daha çok bakışların taarruz emriyle ateş edip etmeme arasında verilemeyen kararsızlık. Anlatılan geçmiş yalnız bu iki adamın değil, bir toplumun geçmişi. Tüm dertleri saçlarının aklarına bile düşmüş insanların geçmişi.
"İnsanın derdi kalbinden önce insanın saçlarına vururmuş. Yürüyüp gittiği köy yollarında bir gecede saçları beyazlayan nice dert sahibini dinlemiş İçli Halil. Erkekler için iş kolaymış. Uzar uzamaz saçlarını kesermiş erkekler. Kadınlarsa saçlarıyla beraber dertlerini de uzatırlarmış. Babaları o saçları çekip onları döverken de, anneleri sarı taraklarla onları tararken de, bir erkeğin kocaman elleri onları okşarken de nerede kırıldıklarını, hangi ellerde yıprandıklarını, hangi aşkla beyazladıklarını asla unutmazmış kadınların saçları."
Konuşmuyor bu iki öfkeli ve yaşlı adam. Sanki öfkeleriyle beraber dilleri de yaşlanmış, konuşmaya mecalleri kalmamış gibi. Kahvede, meyhanede ya da yolda onları görenler bu iki adamın hikâyesini merak ediyor. Fazla elektrik yediğinden Elektro lakabını almış Cemil, tüm meraklılara bazı hikâyeler anlatıyor bu adamların geçmişleriyle ilgili ama kimse inanmıyor. Diğer taraftan, Rahatsız Kamil’in oturduğu Kazablanka meyhanesinin sahibi Hayri Abi, İçli Halil’in yerleştiği Duble Meyhanesi’ni işleten kardeşi ile yıllardır küs. Okuyucu her an tetikte çünkü büyük bir dolmayı yutabilir. Hikâyeler karışabilir, belki de karışmayabilir. Aslında Elektro Cemil'in dediği gibi; belki de anlatılan en son hikâye gerçek olanıdır. Kim bilir?.. Zaten dertler bile eskiden dertmiş, hikâyeler eskiden hikâye, anılar, hatıralar, çekilen çileler hep eskiden gerçekmiş.
"Eskiden her yer bu kadar uzak değilmiş. Gitmek istediğin yer neresi olursa olsun çabucak gidermişsin. Gidilmek istenen mesafe saatlerle değil, günlerle tayin edildiği için kimsenin aklından zamanı ölçmek geçmez, bunun için telaş etmezmiş. O zamanlar kimse varacağı yer için dertlenmezmiş açıkçası. Yolda geçen zaman da varılan yere dahil edilir, o yol boyunca yaşananlar varılacak yerin, yapılacak işin, görülecek hesabın bir parçası sayılırmış. O yüzden de eskiler bizden çok daha geç varsalar da uzağa, bizim kadar söylenmezmiş."
Kitaptaki her yeni hikâye okuyucuyu hem lezzetli bir kurguya çekiyor hem de kafaları allak bullak ediyor. Hangisi gerçek, hangisi sahte? Yoksa hepsi birer öğüt mü? Belli olmuyor. Tüm hikâyeyi eteklerine dizmiş Makam Dağı ise romana ayrı bir hava katıyor. Bazen sert bir rüzgâr esiyor oralardan, bazen kopkoyu bir ezan yankılanıp geri dönüyor kasabaya. Rıfkı Amca ve Sami konuşuyor, biz de onları yalnızca kafamızı sallayarak onaylıyoruz.
"Bu bina tam bir sanat harikası, dedi Rıfkı Amca. Sami sırtını çevirip her tarafı dökülen gar binasına baktı. Bunca yıldır bu binadaydı ama harika bir tarafını görememişti. "Sahiden mi?" diye sordu. "Sahiden ya," dedi Rıfkı Amca, "kalmadı böyle garlar."
- Ben niye göremiyorum harikalığını peki?
- Göremezsin tabii!
- Neden?
- İnsan kendi hikayesini bilemez de ondan. O yüzden hep başkalarının hikayelerini anlatır."
Son cümlesine kadar kan kusup kızılcık şerbeti içtim, diyen bir roman Jar. Öyle gözyaşlarını içine akıtanların romanı falan değil, İsmet Özel'in "gözlerim nemli değil, gözlerim namlu" demesi gibi. Her yeni bakışta, eskimeyen bir şey ölüyor sanki.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
2 Aralık 2016 Cuma
Sanatçı kimdir, sanat nedir?
“Her İnsan Bir Sanatçıdır” kitabı, Coomaraswamy'nin "Sanatçı özel tür bir insan değil, her insan bir sanatçıdır" sözüyle başlıyor. Bir seçki olarak da görebileceğimiz kitap, geleneksel medeniyetlerde üretilen sanatın anlaşılması adına yazılmış makalelerden oluşuyor. Kitaba yazdığı önsözde, Seyyid Hüseyn Nasr da, eserin bu yönüyle birlikte, insan olmanın gerçek doğasının anlaşılması ve insan olmanın ne demek olduğunun bilinmesi bakımından da büyük öneme sahip olduğunu söylüyor.
Hüseyn Nasr ve gelenekselci ekole göre insan olmak, dünyada ilahî sureti yansıtmaktır. İnsan, insan olmak marifetiyle yapar ve yaratır, kendi aslî tabiatına sadık kalmak suretiyle de geleneksel sanat üretir. Geleneksel sanat ise yeryüzünde İlahi Sanatçı'nın yani bir güzel ismi de Sâni olan Allah'ın hikmet ve cemalini yansıtır. Geleneksel sanatçı, tabiat olarak hakikatlere batınen açık bir varlıktır. Geleneksel ekole göre sanat, belli bir türe ait faaliyet değildir. Gelenekselciler, dünyada her şeyin kendisine ait bir sanatının olduğunu ve sanatın geleneksel kurallara göre yaşanan hayatın ta kendisi olduğunu savunur.
Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretleri de Fethu'r Rabbanî isimli vaazlarının toplandığı kitapta, kulluğun bir sanat olduğunu ifade eder. Bu ifade gelenekselci ekolün dayanaklarının daha çok İslam dininin tasavvufi yorumunda bulunduğunu gösteriyor. İki ifade de kelimeler farklı olsa da mana bakımından paralellik gösteriyor. Zira kulluk hayatın tüm alanlarını kapsar.
"İnsan yeryüzü hayatında manevi olan tabiatını ve her şeyin manevi tabiatını gerçekleştirme misyonu ile görevlendirilmiştir" diyor kitabı derleyen Brian Keeble. Ona göre bu misyon sadece uzmanlaşmış bir seçkinler grubunun malı olmayıp, tam manası ile insan olmanın alametidir. Sanat işçiliğin kurallılığı ve mükemmelliği anlamına gelir. Gerçek sanat Keeble'a ve gelenekselci ekole göre, insanların gerçekliğin kutsal tabiatı ile olan asli ve olmazsa olmaz münasebetlerini, uygun bir geçimin gereklilikleri vasıtasıyla gerçekleştirdikleri araçsal vesileler olarak ifade edilir.
Brian Keeble, bu şekilde ifade ettiği sanatın git gide bambaşka bir boyuta taşındığına işaret ederek, modern dünyada sanat olarak sunulanların, çoğunluk tarafından anlaşılmaması ve yaratıcısının istisnai (!) şahsiyetinin tanıtım ve reklamını yapmaktan öte bir amaca hizmet etmediğini ve bunun yanı sıra çoğu insanın herhangi bir sanata etkili bir iştirakten de dışlandığını vurgularken, böylesi bir ortamda sanatın tabii olarak tanımının da imkânsızlaştığını ifade ediyor.
Bu ifadeler Brian Keeble'ın kitap için yazdığı giriş bölümünde anlattıkları. Kitabın devamındaki makalelerde bu husus pek zikredilmiyor. Bendeniz zamanımızın sanat anlayışına doğrudan bir eleştiri olduğu için kitabın bu kısmını ele aldım. Keeble, geleneksel felsefede sanatın zihnin bir erdemi veya alışkanlığı olarak anlaşıldığı, fakat durumun Rönesans’la birlikte değişime uğrayarak, yerini seçme bir "şeyler kategorisine" işaret eden anlayışa bıraktığından yakınır. Yavaş yavaş zihinlerde yerleşen bu düşünceye göre, kendisine sanatçı denilen kişiler, istisnai bir mizaç ve yaratılışa sahip insanlar olarak lanse edilir.
Bu durumun Keeble'ın ifade etmediği ilerleyen sürecinde ise sanatçı olarak kabul edilen ve el üstünde tutulan kişi, kendisinin istisnai bir şahsiyet olduğunu çok sürmeden kabul eder ve kibrin doruklarına yaptığı köşke yerleşir. Bundan sonra kendisinin yekta bir kişi olduğunu kendi ağzından duymaya başlarız. Kimisi "dağdaki çobanla benim oyum bir mi?" diye sorarak, kimi de insanların kendisini anlamadığını, toplumun bir ahmaklar yığını olduğunu gerek açık açık söyleyerek, gerekse ima ederek istisnai şahsiyetlerini (!) takdis ederler.
Geçtiğimiz günlerde bu sitede yayınlanan Ali Saran'ın kaleme aldığı, "Bugünün Yıldız Algısına Neler Sebep Oldu?" isimli yazısı da sanatçı olarak kabul edilen kişinin hem istisnai, hem de imtiyazlı bir şahsiyete dönüşmesinin hikâyesini anlatıyordu. Orada, daha önce hanendeler ve sazendeler bir arada oturarak sanat icra ederken, sonraki zamanlarda hanende ayağa kaldırılarak bir kaç adım ileri çıkartıldığından bahsediliyordu. Bu bir kaç adım ileri çıkmak hanendenin sanatın daha üst düzeyini icra ettiğini mi gösterir? Sazendeler fotoğrafın arka fonu mu? Ya da resimden misal verirsek, hanende ressamın fırçasından çıkanken, sazendeler tuval mi? Eğer böyleyse "Hangisi üstündür?" sorusu baş gösterecektir.
Yakın zamanlarda çekilen bir filmde de şarkı söyleyen üç sincap konu ediliyordu. Bu sincapların menejeri içlerinden birini bir adım öne çıkarıyordu. Öne çıkarılanı, o güne kadar normal bir sincapken, daha sonra kendini bir yıldız olarak görmeye başlıyor ve diğer iki sincaba karşı kibirli tavırlar takınıyordu. Hiç şüphesiz bu sincabın tavrının bugünün sanatçıları olarak gösterilen insanların tavırlarıyla birebir aynı olduğunu müşahede edebiliriz.
Modern sanat, bir şeyin sanat olarak kabul edilebilmesi için, ortaya konan şeyin 'acayip' zaman zaman da 'absürt' bir şey olmasını tabir-i caizse şart koşuyor. Mesela Marcel Duchamp bir pisuvara "R. Mutt 1917" yazarak, onu bir sanat eseri olarak insanların önüne sürebiliyor. Yine modern zamanlarda Hattat Hasan Çelebi'ye cumhurbaşkanlığı tarafından kültür ödülü verildiğinde, kendisinin bir sanatçı, hattın ise sanat olup olmadığı tartışılmıştı. Bütün bunların arasında sanatın ne olduğu hiç bir zaman bilinemeyecek gibi duruyor. Bir şair için hiç bir zaman iyi şiir yazmak yetmiyor. Bunun yanı sıra iyi bir pazarlamacı da olması gerekiyor. Aksi halde kitabını bastıracak yayınevi bulamıyor. Artistlikle ve kibirle desteklenmeyen sanat ne yazık ki modern zamanda kabul görmüyor. Bütün bunlardan sonra kitaba dönersek, Rene Guenon'un "İnisiyasyon ve Zanaatlar" ismiyle kaleme aldığı yazı, sanatın bir süluk, bir ruhu terfi ettirme aracı olduğunu işlediği yazı, geleneksel sanatın insana bulunduğu halden daha yüce bir insanlığa taşınabilme imkânı bahşettiğini ifade ediyor. Günümüz sanatının yapıcıları bu inisiyeden maalesef mahrumdurlar. Zira ortaya koydukları ruhlarının karanlığını izhar ettikleri ürünler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Roman okuyucularının büyük kısmının baş tacı ettikleri William Faulkner bütün modern sanatçılar adına bunu bir röportajında açık açık ifade ediyor: "Sanatçı, kötü ruhların yönlendirdiği bir yaratıktır. Neden onu seçtiklerini bilmez ve genellikle de bunu merak etmek için fazla meşguldür. Yapıtını ortaya çıkarabilmek için herkesi ya da her şeyi soyacak, onlardan ödünç alacak, dilenecek ya da çalacak kadar ahlaksızdır."
Kötü ruhların yönlendirmediği sanatçıların ve sanatın ne olduğu hakkında malumat edinebilmek, kimseyi soymadan ve çalmadan nasıl sanat yapılabileceği ve geleneksel sanatın ne olup, ne olmadığı bilgisini farklı isimlerden öğrenebileceğimiz bir eser olarak önerebiliriz "Her İnsan Bir Sanatçıdır" isimli derlemeyi.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Hüseyn Nasr ve gelenekselci ekole göre insan olmak, dünyada ilahî sureti yansıtmaktır. İnsan, insan olmak marifetiyle yapar ve yaratır, kendi aslî tabiatına sadık kalmak suretiyle de geleneksel sanat üretir. Geleneksel sanat ise yeryüzünde İlahi Sanatçı'nın yani bir güzel ismi de Sâni olan Allah'ın hikmet ve cemalini yansıtır. Geleneksel sanatçı, tabiat olarak hakikatlere batınen açık bir varlıktır. Geleneksel ekole göre sanat, belli bir türe ait faaliyet değildir. Gelenekselciler, dünyada her şeyin kendisine ait bir sanatının olduğunu ve sanatın geleneksel kurallara göre yaşanan hayatın ta kendisi olduğunu savunur.
Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretleri de Fethu'r Rabbanî isimli vaazlarının toplandığı kitapta, kulluğun bir sanat olduğunu ifade eder. Bu ifade gelenekselci ekolün dayanaklarının daha çok İslam dininin tasavvufi yorumunda bulunduğunu gösteriyor. İki ifade de kelimeler farklı olsa da mana bakımından paralellik gösteriyor. Zira kulluk hayatın tüm alanlarını kapsar.
"İnsan yeryüzü hayatında manevi olan tabiatını ve her şeyin manevi tabiatını gerçekleştirme misyonu ile görevlendirilmiştir" diyor kitabı derleyen Brian Keeble. Ona göre bu misyon sadece uzmanlaşmış bir seçkinler grubunun malı olmayıp, tam manası ile insan olmanın alametidir. Sanat işçiliğin kurallılığı ve mükemmelliği anlamına gelir. Gerçek sanat Keeble'a ve gelenekselci ekole göre, insanların gerçekliğin kutsal tabiatı ile olan asli ve olmazsa olmaz münasebetlerini, uygun bir geçimin gereklilikleri vasıtasıyla gerçekleştirdikleri araçsal vesileler olarak ifade edilir.
Brian Keeble, bu şekilde ifade ettiği sanatın git gide bambaşka bir boyuta taşındığına işaret ederek, modern dünyada sanat olarak sunulanların, çoğunluk tarafından anlaşılmaması ve yaratıcısının istisnai (!) şahsiyetinin tanıtım ve reklamını yapmaktan öte bir amaca hizmet etmediğini ve bunun yanı sıra çoğu insanın herhangi bir sanata etkili bir iştirakten de dışlandığını vurgularken, böylesi bir ortamda sanatın tabii olarak tanımının da imkânsızlaştığını ifade ediyor.
Bu ifadeler Brian Keeble'ın kitap için yazdığı giriş bölümünde anlattıkları. Kitabın devamındaki makalelerde bu husus pek zikredilmiyor. Bendeniz zamanımızın sanat anlayışına doğrudan bir eleştiri olduğu için kitabın bu kısmını ele aldım. Keeble, geleneksel felsefede sanatın zihnin bir erdemi veya alışkanlığı olarak anlaşıldığı, fakat durumun Rönesans’la birlikte değişime uğrayarak, yerini seçme bir "şeyler kategorisine" işaret eden anlayışa bıraktığından yakınır. Yavaş yavaş zihinlerde yerleşen bu düşünceye göre, kendisine sanatçı denilen kişiler, istisnai bir mizaç ve yaratılışa sahip insanlar olarak lanse edilir.
Bu durumun Keeble'ın ifade etmediği ilerleyen sürecinde ise sanatçı olarak kabul edilen ve el üstünde tutulan kişi, kendisinin istisnai bir şahsiyet olduğunu çok sürmeden kabul eder ve kibrin doruklarına yaptığı köşke yerleşir. Bundan sonra kendisinin yekta bir kişi olduğunu kendi ağzından duymaya başlarız. Kimisi "dağdaki çobanla benim oyum bir mi?" diye sorarak, kimi de insanların kendisini anlamadığını, toplumun bir ahmaklar yığını olduğunu gerek açık açık söyleyerek, gerekse ima ederek istisnai şahsiyetlerini (!) takdis ederler.
Geçtiğimiz günlerde bu sitede yayınlanan Ali Saran'ın kaleme aldığı, "Bugünün Yıldız Algısına Neler Sebep Oldu?" isimli yazısı da sanatçı olarak kabul edilen kişinin hem istisnai, hem de imtiyazlı bir şahsiyete dönüşmesinin hikâyesini anlatıyordu. Orada, daha önce hanendeler ve sazendeler bir arada oturarak sanat icra ederken, sonraki zamanlarda hanende ayağa kaldırılarak bir kaç adım ileri çıkartıldığından bahsediliyordu. Bu bir kaç adım ileri çıkmak hanendenin sanatın daha üst düzeyini icra ettiğini mi gösterir? Sazendeler fotoğrafın arka fonu mu? Ya da resimden misal verirsek, hanende ressamın fırçasından çıkanken, sazendeler tuval mi? Eğer böyleyse "Hangisi üstündür?" sorusu baş gösterecektir.
Yakın zamanlarda çekilen bir filmde de şarkı söyleyen üç sincap konu ediliyordu. Bu sincapların menejeri içlerinden birini bir adım öne çıkarıyordu. Öne çıkarılanı, o güne kadar normal bir sincapken, daha sonra kendini bir yıldız olarak görmeye başlıyor ve diğer iki sincaba karşı kibirli tavırlar takınıyordu. Hiç şüphesiz bu sincabın tavrının bugünün sanatçıları olarak gösterilen insanların tavırlarıyla birebir aynı olduğunu müşahede edebiliriz.
Modern sanat, bir şeyin sanat olarak kabul edilebilmesi için, ortaya konan şeyin 'acayip' zaman zaman da 'absürt' bir şey olmasını tabir-i caizse şart koşuyor. Mesela Marcel Duchamp bir pisuvara "R. Mutt 1917" yazarak, onu bir sanat eseri olarak insanların önüne sürebiliyor. Yine modern zamanlarda Hattat Hasan Çelebi'ye cumhurbaşkanlığı tarafından kültür ödülü verildiğinde, kendisinin bir sanatçı, hattın ise sanat olup olmadığı tartışılmıştı. Bütün bunların arasında sanatın ne olduğu hiç bir zaman bilinemeyecek gibi duruyor. Bir şair için hiç bir zaman iyi şiir yazmak yetmiyor. Bunun yanı sıra iyi bir pazarlamacı da olması gerekiyor. Aksi halde kitabını bastıracak yayınevi bulamıyor. Artistlikle ve kibirle desteklenmeyen sanat ne yazık ki modern zamanda kabul görmüyor. Bütün bunlardan sonra kitaba dönersek, Rene Guenon'un "İnisiyasyon ve Zanaatlar" ismiyle kaleme aldığı yazı, sanatın bir süluk, bir ruhu terfi ettirme aracı olduğunu işlediği yazı, geleneksel sanatın insana bulunduğu halden daha yüce bir insanlığa taşınabilme imkânı bahşettiğini ifade ediyor. Günümüz sanatının yapıcıları bu inisiyeden maalesef mahrumdurlar. Zira ortaya koydukları ruhlarının karanlığını izhar ettikleri ürünler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Roman okuyucularının büyük kısmının baş tacı ettikleri William Faulkner bütün modern sanatçılar adına bunu bir röportajında açık açık ifade ediyor: "Sanatçı, kötü ruhların yönlendirdiği bir yaratıktır. Neden onu seçtiklerini bilmez ve genellikle de bunu merak etmek için fazla meşguldür. Yapıtını ortaya çıkarabilmek için herkesi ya da her şeyi soyacak, onlardan ödünç alacak, dilenecek ya da çalacak kadar ahlaksızdır."
Kötü ruhların yönlendirmediği sanatçıların ve sanatın ne olduğu hakkında malumat edinebilmek, kimseyi soymadan ve çalmadan nasıl sanat yapılabileceği ve geleneksel sanatın ne olup, ne olmadığı bilgisini farklı isimlerden öğrenebileceğimiz bir eser olarak önerebiliriz "Her İnsan Bir Sanatçıdır" isimli derlemeyi.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.