SAYFALAR

29 Aralık 2016 Perşembe

Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü

Sana bir ‘Çığlık’la yazacağım, o derin ‘Sis’e dalıp, uyuyan bir ‘Şehir’de. ‘Arka Bahçe’den, bir ‘Kanat’ takıp; bazen ‘Yeraltı’ndan, bazen ‘Uzak’tan, bazen ‘Pencere’den sesleneceğim. Onulmaz bir ‘Yara’yla, bir ‘Kuş Ölüsü’yle, deli bir ‘Zincir’le; ‘Oyun’u kendi içinde, o kitabı yazacağım. “Gramofonun önünde yalnızım. Günler eksiltmiş seni.” diyeceğim ben de yazar gibi.

İncecik biliyor musun ‘Evlerin Yüreği’, kâğıt gibi tıpkı, zar gibi… ‘Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü saklı içinde, tam on sekiz ayrı ses. Seslerin sahibi: Şenay Eroğlu Aksoy. Her bir öykünün ses rengi/ ahengi kendine has. Duru bir ses değil ama, çoğunlukla iç kıyıcı…

Kim bilir, ‘Çığlık’ta anlatılan ‘gırtlağı delik kadınlardan biri’ de benimdir. O yüzden kâğıda kaleme sarılmışımdır! Öyküde dendiği gibidir belki de: “Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı.

Mekânların ruhu/ hafızası vardır diye bilirdim. Ancak ‘Evlerin Yüreği’nden haberdar değildim. Bile isteye ‘saklı’ dedim başlıkta, ‘gizli’ demedim. ‘Evlerin Yüreği’nde Saklı Kadın… Başlığım da kırmızıydı! Mayıs’ın ortasın(d)a doğan tüm çocukların rengi değil midir lalenin teni? (Yolun yarısını geçtiğim şu günlerde, baharı duymuşken hele…) Doğduğum aydı o benim ve dahi lalenin kendi rengini doğurduğu ay…

Biliyor musun, ‘doğum günü’ yazım da saklı olacak burada bir yerlerde. Yeni yaşımın ilk gününden yazıyorum bu yazıyı. Sanki hayat, “Seninle başladı/ bugün/ ıtırlı bir mayıstı…” diye fısıldayacak bana. Dudaklarıma dökülecek sonra sözü. Ne çok yakışacak anlamını bulduğum her kelime, hazneme… “Uçuk sarı güneşler saçan kokuların içinde” -deyip- seslendin ya. Dilerim ki o da sana hep, “bir daha olmayacak” diye seslensin. Güneşin. “Bazen hayal hakikatten daha ıtırlıdır.” Öyle değil mi yoksa sevgili okur!

Aylardan mayıstı kitabı ilk elime aldığımda. Bahar bahçeydi her yanım. Yeni, tıpkı bahar gibi diri bir kitap okumak istemiştim. Elim, ondan ‘Evlerin Yüreği’ndeki öykülere uzanmıştı. Sadece elim mi; dilim, zihnim ve yüreğim de… İyi ki de uzanmış. Akan sadece zaman değildi ki öykülerde. Kadınlık. Issızlık. Yalnızlık. Yalınlık. Ve dahi nice hallerimiz…

Renk renk. Şekil şekil… “Bir bahçenin ortasındayım. Kollarım duvar dibindeki badem dalı, göğe doğru. Bahar geldi, çiçek açacak badem, çiçek açacağım. Uyanışın bedenime göllediği güdü hortlayacak.” diyen yazarın ‘iç ses’ini duyuyorum şimdi. O’nun sesiyle konuşuyorum: “İçim, beklenmeyen hayata gebe.

Yazarın ‘Arka Bahçe’sinde oyalıyorum sözümü. “Sen, bildikçe tükenen, konuştukça eksilenim. Sus!” dese de o… Aldırmıyorum. Aldırmayacağım da. ‘Evlerin Yüreği’nde yazan kadın/lar var hep. ‘Çığlık’ atıyor/lar hayata. Şimdi, yine aynı ‘Çığlık’; yazarın attığı ve benim duyduğum. Anlattığı kadınlar: “Simge, Ilgın ve öbürleri… Aysel dışında hepimizin az çok mürekkep yalamışlığı var, işte bu yüzden sesimizi kaybettiğimizden beri küçük bir defter ve kalem taşıyoruz ceplerimizde.

O, uzun süren, bir ömrün ardından damıtılmış, acı, yaz(g)ı var ya… Göz göz. Yara yara. Onulmaz. Can buluyor her bir karakteriyle yazarın zihninde. “O değilse, kimdi karanlığın içinde vurduğu her gece?” diye soruyor. On dokuz yaşına götürüyor beni. “Geçmiş bir mayıs masalıydı, aylardan haziran!” diyorum yazımın başlığını alıp. Kırmızı bu da! Kan. Kızıl. Ten. Beyaz. Söz. Siyah. Aşk. Yeşil… Dudağımda eprimiş kelimeler hep. Medet ummak mı yaşamdan bu? Hayır!

Sadece o eski yazısını anımsıyor ‘Evlerin Yüreği’ni okuyan bu okur.

Yaşadığımız müddetçe, ‘hayat’ bizlere sunulan bir yıldız bahçesi olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak. Aylardan Mayıs’tı geçti, şimdi Haziran; yaz sıcağı, gölgesiz, karanlık… Sanki tüm dünyanın karanlığını içimize dolduruyoruz. Kendi cinnetimizi ve sayıklamalarımızı, başkalarının yazdığı yazıların başlığı yapıyoruz. Sadece, evet sadece ellerimizde kalan bir uçurtma serinliği ve yalnızlığın o yıkılmaz kalesi…

Yazar, ‘Evlerin Yüreği’nde kimi zaman ‘Abis’ gibi gizemli kelimelerle sesleniyor, kimi zaman da bir ‘Yara’yla: “Avcumun ortasında; ömrümü baştan sona kuşatanmış incecik yol.” diyor, “Çatallara ayrılıyor bazı yerlerde, usulca uzuyor sıcak derimin üstünde. Düşünüyorum da insan isterse, usul uzayan yolları tam ortadan kesip, bitirebilir mi ömürleri?

‘Abis’, kitaptaki bir öykünün adı. Anlamı içinde kendi derinliğini de barındırıyor: “Okyanusların çok derin yeri ve daha özel olarak güneş ışığının erişemediği kesim.” demekmiş. ‘Abis’te anlatılan, bir celladın öyküsü…

Şimdi bir söz dönüp duruyor aklımın içinde, yüzler çekilip gitmiyor. Geçmiş, demirden, soğuk ayaklarıyla etimde yürüyor. Herkes yeniden can buluyor öldüğü yerde.

Yaz(g)ımız… ‘Kuş Ölüsü’ndeki gibi: “Kadınlıkla ilgileri yokmuş gibi görünür ama kuytularımızda, etimizde gizlidir kadınlık, elbette o da bulacak kendini.

Klasik -anlamda- giriş, gelişme ve sonuçlar beklemeyin ‘Evlerin Yüreği’nden. İç sesler de var, kendi kendine söylenme hali de… Daha çok ben öyküsel anlatım göze çarpıyor. Moderne ve postmoderne dair birçok ize rastlanıyor. (Oğuz Atay, Tezer Özlü ve Onat Kutlar’a ithafen yazılmış öykülerde özellikle.) Zaman zaman düşen bir ritme sahip olsa da, nitelikli bir ilk kitabın öyküleri bunlar.

Çığlık’tan bahsettim ‘gördünüz’, Arka Bahçe’den, Abis’ten ve Yara’dan… Diğerleri de en az bunlar kadar söz edilmeye değer. Şenay Eroğlu Aksoy, ‘Evlerin Yüreği’nden seslendi bize. Sessizce. Yazarak. Susarak. ‘Duyalım’ diye. Yapı Kredi Yayınları’ndan, öykülerin diliyle konuşmak isteyenlere.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder