Kadılık müessesesi yalnız Osmanlı Devleti tarihinin değil, esasen İslâm tarihi ve Roma tarihini de ilgilendiren bir konudur. Keza Osmanlı devlet yapısındaki bazı kurumlar, Roma devlet yapısından tezahür eder, bir takım küçük farklılıklarla devamı sağlanır. Kadılık da böyle bir kurumdur. Arapça kaf ve dad harflerinden oluşan (kada) yargılama kelimesinden türer ve yargıç anlamına gelir. Dünya üzerinde devlet ve insanlar arasındaki terazinin işleyişi için adalet ne kadar elzemse, yargıç da o kadar elzemdir.
Kadının görev alan(lar)ını İlber Ortaylı şöyle özetliyor: "Osmanlı’da kadı, bir mahkeme yargıcı olduğu kadar aynı zamanda bir noter, şehirdeki vakıfların müfettişi ve tabii ki belediye reisidir. Aynı zamanda, şehrin asayişini yürütmekle görevli zabitleri, subaşı, asesbaşı gibi görevlileri denetler, onların amiridir. Çarşı ve esnafın kontrolünü yapan muhtesip dediğimiz memurlar da ona bağlıdır. Burada çok ilginç bir görev birliği olmakla birlikte, bu durum diğer imparatorluklarda da aynı şekildedir. Eski Roma’da ve Bizans’ta şehri yöneten kişiye eparh denir. Bu eparha bağlı agoranomos yani pazar düzenini sağlayan adam da tıpkı bizim İslam devletlerindeki muhtesip gibidir. Osmanlı İmparatorluğu, son Roma İmparatorluğu olarak bütün Akdeniz’in hayatında çok geniş bir coğrafyada önemli ölçekte bir merkezî idare kurduğunu ön planda böyle bir memuriyetle gösterir."
Görüldüğü gibi çok ciddi bir kapsama alanı var kadıların. Bu onları ne kadar saygın bir statüye oturtsa da Osmanlı adalet düzeninde statü, yapılan işin niteliği yanında bir hiçtir. Kadı görevini doğru işler için kullanmaz ve layıkıyla yerine getiremezse, bir başka kadı onu görevinden alır ve yeniden kadılık yapması imkânsız hâle gelir. Teftiş, sorumluluk ve güven; şüphesiz Osmanlı adalet mekanizmasının belirli asırlar boyunca en kuvvetli üçlüsünü oluşturmuştur. Kadıların görev sürecine dair İlber hoca şunları belirtiyor: "Genç bir kadı Anadolu’da veya Rumeli’de seçtiği rütbeye göre küçük bir kazada görevine başlar. Bu ne demektir? Mahkemeye gelen harçlardan kendi maaşını alacaktır, yoksa orada oturup mahkemenin tüm gelirini kendisine alması söz konusu değildir. Zamanla terfi ederek dolaşır ve bir yerde iki seneden fazla kalamaz. Çünkü mahallî halkla yüz göz olacağı düşünülür. Bir yerde kale varsa ki umumiyetle vardır, kalenin içindeki kale erlerinin ve başlarındaki kale dizdarının görevini yapıp yapmadığını o bölgenin askerî komutanı olan sancakbeyi veya beylerbeyi değil kadı denetler. Bu çok önemli bir görevdir. Kadıları teftiş için başka kadılar görevlendirilir. Daha da önemlisi, kadılar bazı hallerde ahalinin önüne düşerek merkeze dilekçe verebilirler. Çünkü şeriata göre kadı merkezî devletin bir memuru olduğu kadar aynı zamanda idare edilen ahalinin, bilhassa Müslüman ahalinin temsilcisidir. Bu çok önemli bir noktadır ve mahkemede tek hakim esası caridir."
Kadıların mülkî görevlerinde ona yardımcı olanları şöyle sıralayabiliriz; subaşı, yasakçılar (asesler), kale dizdarları, muhtesib (ve dolayısıyla narh işlemi). Bunca yardımcı olan kuruma rağmen kadıların bizzat teftiş ettikleri meseleler de var. Yine kitaptan ve hocadan gidelim: "Osmanlı kadısının en önemli bir görevi de büyük şehirlere taşradan sevk edilen, koyun (et ihtiyacı için) tahıl ve hatta üzüm ve harp için gerekli stratejik maddelerin kaçakçılık konusu olması, yabancı tüccara devredilmemesidir. Bu nedenle merkezden sıkça gelen fermanlar istekleri ve pazar noktalarının denetimini kadıya emretmekteydi. Örnekler sayısızdır. Rumeli’nin sağ ve sol kolu (yani kuzey ve güney yolu ögesi) kadıları İstanbul’a koyun gönderilmesi hakkında bir divan-ı hümayun hükmü (BA, Mühimme 3, selh-i Muharrem 967/1 Kasım 1559, hüküm 479) veya İstanbul’dan Boğaz Hisarı’na varan bütün kadılara, “deryada küffâr-ı hâksâra tereke verilmemesi”, yani ecnebi gemilere tahıl devredilmemesi hususuna dikkat edilmesi hakkında hüküm (Rodoscuk Şer‘iyye Sicili, Nr. 1511, s. 83, evâil-i CA 958/Mayıs 1551 ortası)."
Elbette kadıların mülkî dışında malî görevleri de mevcut. Bu görevler arasında askerî ihtiyaçları karşılamak (yol, köprü, su), civar köylerden orduya mal sevkiyatı, şehrin altyapısı ve tesisleri, vakıf kontrolleri ve vakıf mütevellilerini azletme yetkisi, medreselerin kontrolü, müderrislerin tayini ve azli, kaynak temini, iaşe kıtlığı gibi durumların giderilmesi sayılabilir. Burada, en başta değindiğim gibi İslâm devletlerinden miras kalmış bir kadı görevini hocadan okuyalım: "Esasen vakıf, medrese gibi kurumlar üzerinde kadı’nın otoriter kontrolü daha eski devirlere kadar uzanmaktadır. Kadılar Memlûk Devleti’nde de vakıf gelirleri ve mali meseleler kadar, şehrin mektepleri ve mali idarelerinden sorumlu idiler."
Kronik Kitap, ülkemizde tarih alanında yepyeni, ciddi ve titiz bir yayınevi olarak merhaba dedi ve tarih okuyucularına 4 özel kitap sundu. Bu 4 kitaptan biri ise İlber Ortaylı'nın Kadılık müessesesi üzerine yaptığı çalışmaları barındıran "Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti'nde Kadı" adlı kitap oldu. Kadılık kurumu üzerine hem bir başvuru kaynağı hem de rehber kitap olarak hazırlanmış eseri okumak hem bir hayli zevkli hem de o dönemin iktisadî yapısı ve sorumluluk bilinci üzerine düşünmek adına oldukça verimli.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
SAYFALAR
▼
30 Kasım 2016 Çarşamba
24 Kasım 2016 Perşembe
Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın
“İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?”
- Franz Kafka
“Okuduğunuz bir yapıt sizi fikren yükseltir, içinizi doldurursa onun hakkında hüküm vermek için başka bir kural aramayınız; yapıt iyidir ve usta elinden çıkmıştır.”
- Jean de La Bruyère
Bir hayıflanmayla, sitemle başlamak istiyorum yazıya. Bize okul sıralarında İsmet Özel hiç öğretilmedi. Tanıtılmadı. Ne şiirinden, ne düz yazılarından bahsetti öğretmenlerimiz. Sayfalar dolusu, saatler dolusu başka yazarlar anlatılırken, İsmet Özel’den hep uzak durmuş hocalarımız. ‘Durmuş’ diyorum; çünkü ben İsmet Özel diye bir ismi üniversite yıllarında hasbelkader tanıdım. Uzak durmalarının sebebini ise bu kitabı okuyunca anladım. Üniversite yıllarında şiirleriyle tanıştığım Özel’in düzyazısıyla "Waldo Sen Neden Burada Değilsin" kitabında tanışmıştım fakat itiraf etmeliyim çok anlayamadım. Çünkü yazara çok yabancıydım. Daha sonra İsmet Özel’in katıldığım bir konferansı ve oradan aldığım bu kitap bana İsmet Özel’i hem tanıttı, hem sevdirdi, hem birçok şeyi düşündürttü, hem de yazara büyük saygı duymama neden oldu. Kitabın adı değildi beni ona çeken, çünkü yazarın bütün kitaplarının ismi -şiirlerinin isimleri gibi- oldukça ilgi çekici. Başka bir şeydi ama neydi bilmiyorum.
Burada amacım kitabı tanıtmak, giriş biraz uzun oldu. Fakat benim çok geç tanıdığım bu özel insanın kitaplarıyla bir kişiyi bile erken tanıştırmak benim için çok önemli. O yüzden yazdım yukarıdakileri. Şimdi kitaba geçelim.
Fotoğrafta görünen kitap TİYO’dan çıkmış, benim elimdeki Ekim 2013 baskılı. İsmet Özel’in daha önce farklı yayınevlerinden neşredilen "Taşları Yemek Yasak", "Bakanlar ve Görenler" ve "Surat Asmak Hakkımız" adlı eserlerinin tek kitapta toplanmış hali. Yazar bu üç kitabı birbiri içinde eritmiş, yeni ve uzun denebilecek bir önsözle yeniden yayına hazırlamış. İsmini, sonunda bulunan "Taşları Yemek Yasak" adlı hikayeden alıyor. Eserde büyük çoğunluğu üçer sayfa, toplam 93 tane deneme var. Konuların genel dağılımı Müslümanın dünyadaki yeri, düşünce yapısı, Müslüman olarak yaşayıp bu şekilde kalabilmek, Müslüman bir insanın medeniyet, teknoloji ve modernizme nasıl bakması gerektiği üzerine. Kapitalizme sağlam bir eleştiri de var bu yazılarda, 12 Eylül darbesine de. Kitabın sonlarındaki şu bölümün hem 12 Eylül darbesi hem de Türkiye'nin ahvali üzerine önemli olduğunu düşünüyorum:
"12 Eylül öncesinin bombalı, mitralyözlü dünyasıyla, bugünün gürültüsüz dünyası arasında hakka yönelme, hakkı arama bakımından ne derece fark bulunuyor? Eğer günlük yaşayışımıza sükuneti getirdiklerini iddia edenler bu sükunetle birlikte hakka karşı sağırlığı, insanların irili ufaklı yüzlerce puta bel bağlamaları şartını getirmişlerse, onların gerçekten sükunet getirmekle övünmeye yüzleri olur mu? İnsan ruhunu ateşe yaklaştıran dünya ahvali bombalı ve bombasız olmakla daha iyi veya daha kötü sayılamaz. İnsan satın alınıyorsa bunun dolar veya ruble karşılığı yapılmasının meselenin özünde bir şey değiştirmeyişi gibi bizleri Allah’tan uzaklaştıran ve puthanelere sevkeden rejimin gürültülü veya sakin olması da Müslüman bakımından meselenin özünde değişiklik doğurmadığı bilinmeli.
Her şeyin bir fiyatı vardır. Size huzur verdim diyenler bizden ne aldıklarını da söylesinler. Onların sahte huzurlarıyla avunmadığımızı, çanak yalamaktan hoşnut olmayacağımızı ve surat asmak hakkımız dediğimizi bilsinler."
Beynimi vuran şey bu kitapta yazan şeylerle bize öğretilenler arasında uçurum olduğu gerçeği. Hem kavramlar hem fikriyat düzeyinde. “Bir kitap, içinizdeki donmuş değerleri parçalayacak bir balta olmalıdır” demiş Kafka. Ben bu kitabı okuduğumda kendimden başlayarak dünyayı, ülkemi, bizi idare ettiklerini söyleyenleri iç dünyamda sorgulamaya başladım. Birçok şeyi sorgulamaya başladığım gibi. Bu kitaptan sonra yazarın birçok kitabını okudum. Hepsi hep en mühim meselelerden bahsediyordu, en doğru şekilde ve bize şimdiye kadar öğretilenlerin hep dışında. Hepsinin bende yeri ayrı ama ‘Taşları Yemek Yasak’ daha da ayrı. “Bazı kitapların tadına bakılmalıdır. Diğerleri yutulmalıdır. Ve çok azı da çiğnenip hazmedilmelidir” der Francis Bacon. Bu kitap çiğnenip hazmedilip hatmedilmelidir. Ayrıca İsmet Özel okuyup anlayamayan birçok kişi olduğunu biliyorum. –Bence- bu kitabın dili diğer kitaplarına göre daha yalın. Yazarın bir ifadesi vardı: “Sizi okumaya nereden başlayalım diye soranlara ‘olduğun yerden başla’ diyorum” şeklinde. Olduğu yeri bilmeyenlere benim naçizane tavsiyem Taşları Yemek Yasak’la başlamaları. Sonra zaten gerisi gelecektir diye düşünüyorum.
İnsanın bazen gönlüyle kanıtladığı şeyler vardır. Bir ölçme birimiyle ölçemezsiniz, bilimsel kanıtlayamazsınız, çoğunluk hatta bazen herkes sizin tersinize düşünür ama bilirsiniz ki sizin düşündüğünüz, inandığınız şey doğrudur. İşte, bu kitabı okuyunca İsmet Özel’de hissettiğim bu oldu. "İsmet Özel niçin bu kadar haklı?" diye sordum kendime. Hâlâ soruyorum.
Herkesin onu okuyup bir şeyler öğrenmesini istediğiniz yazarlar vardır. Sanki bir yakınınız gibidir o. Onun hakkında kötü bir söz, dayanaksız iddialar duyunca üzülürsünüz. İsmet Özel o kadar çok okunmalı ki –bence özellikle Taşları Yemek Yasak ve Üç Zor Mesele- bunları diyebilen, ağızlarından iftiralarını eksik etmeyen Türk düşmanları, karşısında daha da büyük bir topluluk bulabilmeli. İsmet Özel bir söyleşisinde “Beni takip eden bir kitlem var. Yeni bir kitabım çıktığında en az 5000 adet satıyor. Onlarla bir bağım var” minvalinde bir şey söylemişti. Bu topluluğun daha görünür olmasını kendimce çok istiyorum. Oğuz Atay’ın "Korkuyu Beklerken" adlı kitabının son hikayesinin son kısmında "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" dediği gibi; İsmet Özel burada, hep buradaydı sevgili okuyucu, sen neredesin acaba diyorum ben de.
Yazımı kitabın sonundaki kitaba adını veren ve hikayenin özü olan kısımla bitirmek istiyorum. İsmet Özel’le kalın…
“İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olmadan fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak istifade edildiği kadar o ‘şey’ olur, o şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak.”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Franz Kafka
“Okuduğunuz bir yapıt sizi fikren yükseltir, içinizi doldurursa onun hakkında hüküm vermek için başka bir kural aramayınız; yapıt iyidir ve usta elinden çıkmıştır.”
- Jean de La Bruyère
Bir hayıflanmayla, sitemle başlamak istiyorum yazıya. Bize okul sıralarında İsmet Özel hiç öğretilmedi. Tanıtılmadı. Ne şiirinden, ne düz yazılarından bahsetti öğretmenlerimiz. Sayfalar dolusu, saatler dolusu başka yazarlar anlatılırken, İsmet Özel’den hep uzak durmuş hocalarımız. ‘Durmuş’ diyorum; çünkü ben İsmet Özel diye bir ismi üniversite yıllarında hasbelkader tanıdım. Uzak durmalarının sebebini ise bu kitabı okuyunca anladım. Üniversite yıllarında şiirleriyle tanıştığım Özel’in düzyazısıyla "Waldo Sen Neden Burada Değilsin" kitabında tanışmıştım fakat itiraf etmeliyim çok anlayamadım. Çünkü yazara çok yabancıydım. Daha sonra İsmet Özel’in katıldığım bir konferansı ve oradan aldığım bu kitap bana İsmet Özel’i hem tanıttı, hem sevdirdi, hem birçok şeyi düşündürttü, hem de yazara büyük saygı duymama neden oldu. Kitabın adı değildi beni ona çeken, çünkü yazarın bütün kitaplarının ismi -şiirlerinin isimleri gibi- oldukça ilgi çekici. Başka bir şeydi ama neydi bilmiyorum.
Burada amacım kitabı tanıtmak, giriş biraz uzun oldu. Fakat benim çok geç tanıdığım bu özel insanın kitaplarıyla bir kişiyi bile erken tanıştırmak benim için çok önemli. O yüzden yazdım yukarıdakileri. Şimdi kitaba geçelim.
Fotoğrafta görünen kitap TİYO’dan çıkmış, benim elimdeki Ekim 2013 baskılı. İsmet Özel’in daha önce farklı yayınevlerinden neşredilen "Taşları Yemek Yasak", "Bakanlar ve Görenler" ve "Surat Asmak Hakkımız" adlı eserlerinin tek kitapta toplanmış hali. Yazar bu üç kitabı birbiri içinde eritmiş, yeni ve uzun denebilecek bir önsözle yeniden yayına hazırlamış. İsmini, sonunda bulunan "Taşları Yemek Yasak" adlı hikayeden alıyor. Eserde büyük çoğunluğu üçer sayfa, toplam 93 tane deneme var. Konuların genel dağılımı Müslümanın dünyadaki yeri, düşünce yapısı, Müslüman olarak yaşayıp bu şekilde kalabilmek, Müslüman bir insanın medeniyet, teknoloji ve modernizme nasıl bakması gerektiği üzerine. Kapitalizme sağlam bir eleştiri de var bu yazılarda, 12 Eylül darbesine de. Kitabın sonlarındaki şu bölümün hem 12 Eylül darbesi hem de Türkiye'nin ahvali üzerine önemli olduğunu düşünüyorum:
"12 Eylül öncesinin bombalı, mitralyözlü dünyasıyla, bugünün gürültüsüz dünyası arasında hakka yönelme, hakkı arama bakımından ne derece fark bulunuyor? Eğer günlük yaşayışımıza sükuneti getirdiklerini iddia edenler bu sükunetle birlikte hakka karşı sağırlığı, insanların irili ufaklı yüzlerce puta bel bağlamaları şartını getirmişlerse, onların gerçekten sükunet getirmekle övünmeye yüzleri olur mu? İnsan ruhunu ateşe yaklaştıran dünya ahvali bombalı ve bombasız olmakla daha iyi veya daha kötü sayılamaz. İnsan satın alınıyorsa bunun dolar veya ruble karşılığı yapılmasının meselenin özünde bir şey değiştirmeyişi gibi bizleri Allah’tan uzaklaştıran ve puthanelere sevkeden rejimin gürültülü veya sakin olması da Müslüman bakımından meselenin özünde değişiklik doğurmadığı bilinmeli.
Her şeyin bir fiyatı vardır. Size huzur verdim diyenler bizden ne aldıklarını da söylesinler. Onların sahte huzurlarıyla avunmadığımızı, çanak yalamaktan hoşnut olmayacağımızı ve surat asmak hakkımız dediğimizi bilsinler."
Beynimi vuran şey bu kitapta yazan şeylerle bize öğretilenler arasında uçurum olduğu gerçeği. Hem kavramlar hem fikriyat düzeyinde. “Bir kitap, içinizdeki donmuş değerleri parçalayacak bir balta olmalıdır” demiş Kafka. Ben bu kitabı okuduğumda kendimden başlayarak dünyayı, ülkemi, bizi idare ettiklerini söyleyenleri iç dünyamda sorgulamaya başladım. Birçok şeyi sorgulamaya başladığım gibi. Bu kitaptan sonra yazarın birçok kitabını okudum. Hepsi hep en mühim meselelerden bahsediyordu, en doğru şekilde ve bize şimdiye kadar öğretilenlerin hep dışında. Hepsinin bende yeri ayrı ama ‘Taşları Yemek Yasak’ daha da ayrı. “Bazı kitapların tadına bakılmalıdır. Diğerleri yutulmalıdır. Ve çok azı da çiğnenip hazmedilmelidir” der Francis Bacon. Bu kitap çiğnenip hazmedilip hatmedilmelidir. Ayrıca İsmet Özel okuyup anlayamayan birçok kişi olduğunu biliyorum. –Bence- bu kitabın dili diğer kitaplarına göre daha yalın. Yazarın bir ifadesi vardı: “Sizi okumaya nereden başlayalım diye soranlara ‘olduğun yerden başla’ diyorum” şeklinde. Olduğu yeri bilmeyenlere benim naçizane tavsiyem Taşları Yemek Yasak’la başlamaları. Sonra zaten gerisi gelecektir diye düşünüyorum.
İnsanın bazen gönlüyle kanıtladığı şeyler vardır. Bir ölçme birimiyle ölçemezsiniz, bilimsel kanıtlayamazsınız, çoğunluk hatta bazen herkes sizin tersinize düşünür ama bilirsiniz ki sizin düşündüğünüz, inandığınız şey doğrudur. İşte, bu kitabı okuyunca İsmet Özel’de hissettiğim bu oldu. "İsmet Özel niçin bu kadar haklı?" diye sordum kendime. Hâlâ soruyorum.
Herkesin onu okuyup bir şeyler öğrenmesini istediğiniz yazarlar vardır. Sanki bir yakınınız gibidir o. Onun hakkında kötü bir söz, dayanaksız iddialar duyunca üzülürsünüz. İsmet Özel o kadar çok okunmalı ki –bence özellikle Taşları Yemek Yasak ve Üç Zor Mesele- bunları diyebilen, ağızlarından iftiralarını eksik etmeyen Türk düşmanları, karşısında daha da büyük bir topluluk bulabilmeli. İsmet Özel bir söyleşisinde “Beni takip eden bir kitlem var. Yeni bir kitabım çıktığında en az 5000 adet satıyor. Onlarla bir bağım var” minvalinde bir şey söylemişti. Bu topluluğun daha görünür olmasını kendimce çok istiyorum. Oğuz Atay’ın "Korkuyu Beklerken" adlı kitabının son hikayesinin son kısmında "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" dediği gibi; İsmet Özel burada, hep buradaydı sevgili okuyucu, sen neredesin acaba diyorum ben de.
Yazımı kitabın sonundaki kitaba adını veren ve hikayenin özü olan kısımla bitirmek istiyorum. İsmet Özel’le kalın…
“İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olmadan fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak istifade edildiği kadar o ‘şey’ olur, o şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak.”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Sufilerin hâlleri söze sığmaz
Günümüzde faal olan yayınevlerinin birçoğu tasavvufla alakalı bir eser mutlaka neşretmiştir. Bir konuşma esnasında tasavvufî metinlerin bu kadar dolaşımda olmasının modern zamanla ilintili olduğunu ifade etmiştim. Türkiye’de kitap basan yayıncıların en tasavvufa mesafelisinin bile, İslam’ın manevi boyutu olan bu öğretinin dayandığı en önemli isimlerden biri olan Hasan-ı Basri’nin konuşmalarının derlendiği bir kitap neşretmesi, yayıncılar için tasavvufun bir vazgeçilmez olduğunu ortaya koyuyor.
Seviyesiz romanlar bir kenara, birçok yayınevi Hazreti İbn Arabî’nin Füsusu’l Hikem’ini, Hazreti Mevlânâ’nın Mesnevi’sini neşretti. Tasavvuf klasiklerinin yayınının bir modern zaman olgusu olduğunu kastetmiştim ben. Zira kitaplar matbaada basılmazdan evvel, bir okur kitaba anca kütüphanelerden ulaşabiliyor yahut istinsah ettiriyordu.
Kütüphaneye gitmek veya bir kitabı istinsah etmek isteği, o kitap hakkında meraktan ziyade hislere sahip insanların yapabileceği bir eylem. Günümüzde zor ulaşılan o eserlere kolay ulaşım, birazcık merak edenlerin dahi eseri edinmelerine imkân sağlıyor. Tasavvufî konuda bilgisi, görgüsü olan ya da olmayan herkesin edinebildiği kitaplarda, yalnızca ehlinin anlayabileceği bazı ifadeler, o konuda yeterli tahsili bulunmayan insanlar tarafından, en ucuzu fasıklık olarak nitelendirilebiliyor.
Bendenizin yukarıda temas etmeye çalıştığı hususu, yıllar önce, 2006 senesinde Dücane Cündioğlu’nun Yeni Şafak’ta kaleme aldığını, bugün Mahmud Erol Kılıç’ın Tasavvuf Düşüncesi isimli kitabını elime aldığımda gördüm. Dücane Cündioğlu, yazısında “tasavvufî eserler neşredilmemeli” diye bir teklif getiriyor. Mahmud Erol Kılıç da Kitap Postası dergisinin yaptığı soruşturmada bu konuya eğiliyor. O soruşturmaya verilen cevap, kasımda Sufi Kitap'tan çıkan bu kitaba da alınmış.
“Tasavvufî metinler neşredilmemeli” hükmünün rahatsız edici olduğunu söyleyen Kılıç, buna rağmen bu hükmün hakikat payları da içerdiğini ifade ediyor. Mahmud Erol Kılıç meseleye tasavvufî bir yorum getiriyor ve yazılı metinlerin, içlerinde ruhu taşıyan bedenler gibi olduklarını, tasavvufî eserleri kaleme alan ariflerin de kendilerine ihsan edilen manaların buralarda ifadesini bulduğunu vurguluyor.
Tasavvuf geleneği içerisinde yetişmiş ariflerin, kitap yazma hevesi ve modasıyla kaleme sarılmadıklarını, aksine kendilerine ‘yaz’ diye ilham yoluyla emrolunduğu için yazdıklarını vurgulayan Mahmud Erol Kılıç, hatta bazı ariflerin hiç yazma niyeti taşımadıkları halde, aldıkları emir gereği mecburen yazdıklarını ifade ediyor.
Mevzubahis eserlerin o yüksek tasavvufî manalara ilgi ve alaka uyandırmak adına bir takım araçlar olduğunu belirten Kılıç, İbn Arabî Hazretleri'nin şu sözüne dikkat çekiyor: “Bizim eserlerimizden her gün birkaç sayfa tetebbu edenlere biz seyr ü sülûk yaptırırız.”
Mahmud Erol Kılıç, sufi müelliflerin manalara işaret ettiklerini, dolaylı anlatım tekniği kullandıklarını ve bendenizin sandığı gibi bazı gizli kalması gereken hususları sayıp dökmediklerini, bütün söylenecek şeyleri söylemediklerini, zira hallerin kâle (söze) sığmayacağını ifade ediyor.
Kılıç, bu izahlardan sonra, Dücane Cündioğlu’nun hükmünde haklı bulduğu yönü de ele alıyor. Bu eserlerin, gerekli tahsili yapmayanlar tarafından anlaşılamama gibi problemlerle karşılaşabileceğini ifade eden Mahmud Erol Kılıç, bazı manaları anlamanın zihin faaliyetinden daha fazlasını gerektirdiğini vurguluyor.
Kimi sufilerin, “Bizim eserlerimize namahrem bakmasın” dediğini, tıpkı Kur’an-ı Kerim'in temizlenmeyen ve arınmayanlara mana kapılarını açmadığı gibi bu eserlerin de, aynı hususiyete sahip olduğunu bildiriyor.
Kutsal kitapların ve tasavvufî eserlerin ‘bir bilen’le okunması gereken eserler olduğunu, Peygamber olmadan kutsal kitaplar talim edilemediği gibi, bir veli olmadan da tasavvufî kitaplardan nasip almanın mümkün olmadığını belirten Kılıç, aynı şekilde bütün ders kitaplarının da bir hoca ile okunduğunu vurguluyor.
Tasavvufî eserlerin bir bilen nezaretinde okunması gerektiğini, aksi halde içlerinde barındırdıkları sembolizmin anahtarlarının kişiye verilmemesi durumunda yanlış yerlere kaymanın muhtemel olduğunu söyleyen Mahmud Erol Kılıç, tasavvufî metinlerin bazı kimselerin elinde farklı maksatlara malzeme olarak kullanılabileceğini ifade ediyor.
Kendisinin 4 yıl boyunca bir ariften Füsusu’l Hikem okuduğunu, bu 4 yılın sonunda kitabın kendisine açıldığını vurgulayan Kılıç, arif meclislerinin ve kâmil sohbetlerinin açılamamasının dengeyi kitapların neşri yönüne kaydırdığını ifade ediyor.
Sufi Kitap'ın, Mahmud Erol Kılıç’ın çeşitli ortamlardaki sohbet, televizyon konuşması, makale, sempozyum bildirisi ve takriz metinlerini bir araya getirerek hazırladığı Tasavvuf Düşüncesi isimli eser, Kılıç’ın muhtelif mecralarda dağınık halde bulunan fikir mahsullerini bir arada sunması açısından çok önemli bir çalışma. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Seviyesiz romanlar bir kenara, birçok yayınevi Hazreti İbn Arabî’nin Füsusu’l Hikem’ini, Hazreti Mevlânâ’nın Mesnevi’sini neşretti. Tasavvuf klasiklerinin yayınının bir modern zaman olgusu olduğunu kastetmiştim ben. Zira kitaplar matbaada basılmazdan evvel, bir okur kitaba anca kütüphanelerden ulaşabiliyor yahut istinsah ettiriyordu.
Kütüphaneye gitmek veya bir kitabı istinsah etmek isteği, o kitap hakkında meraktan ziyade hislere sahip insanların yapabileceği bir eylem. Günümüzde zor ulaşılan o eserlere kolay ulaşım, birazcık merak edenlerin dahi eseri edinmelerine imkân sağlıyor. Tasavvufî konuda bilgisi, görgüsü olan ya da olmayan herkesin edinebildiği kitaplarda, yalnızca ehlinin anlayabileceği bazı ifadeler, o konuda yeterli tahsili bulunmayan insanlar tarafından, en ucuzu fasıklık olarak nitelendirilebiliyor.
Bendenizin yukarıda temas etmeye çalıştığı hususu, yıllar önce, 2006 senesinde Dücane Cündioğlu’nun Yeni Şafak’ta kaleme aldığını, bugün Mahmud Erol Kılıç’ın Tasavvuf Düşüncesi isimli kitabını elime aldığımda gördüm. Dücane Cündioğlu, yazısında “tasavvufî eserler neşredilmemeli” diye bir teklif getiriyor. Mahmud Erol Kılıç da Kitap Postası dergisinin yaptığı soruşturmada bu konuya eğiliyor. O soruşturmaya verilen cevap, kasımda Sufi Kitap'tan çıkan bu kitaba da alınmış.
“Tasavvufî metinler neşredilmemeli” hükmünün rahatsız edici olduğunu söyleyen Kılıç, buna rağmen bu hükmün hakikat payları da içerdiğini ifade ediyor. Mahmud Erol Kılıç meseleye tasavvufî bir yorum getiriyor ve yazılı metinlerin, içlerinde ruhu taşıyan bedenler gibi olduklarını, tasavvufî eserleri kaleme alan ariflerin de kendilerine ihsan edilen manaların buralarda ifadesini bulduğunu vurguluyor.
Tasavvuf geleneği içerisinde yetişmiş ariflerin, kitap yazma hevesi ve modasıyla kaleme sarılmadıklarını, aksine kendilerine ‘yaz’ diye ilham yoluyla emrolunduğu için yazdıklarını vurgulayan Mahmud Erol Kılıç, hatta bazı ariflerin hiç yazma niyeti taşımadıkları halde, aldıkları emir gereği mecburen yazdıklarını ifade ediyor.
Mevzubahis eserlerin o yüksek tasavvufî manalara ilgi ve alaka uyandırmak adına bir takım araçlar olduğunu belirten Kılıç, İbn Arabî Hazretleri'nin şu sözüne dikkat çekiyor: “Bizim eserlerimizden her gün birkaç sayfa tetebbu edenlere biz seyr ü sülûk yaptırırız.”
Mahmud Erol Kılıç, sufi müelliflerin manalara işaret ettiklerini, dolaylı anlatım tekniği kullandıklarını ve bendenizin sandığı gibi bazı gizli kalması gereken hususları sayıp dökmediklerini, bütün söylenecek şeyleri söylemediklerini, zira hallerin kâle (söze) sığmayacağını ifade ediyor.
Kılıç, bu izahlardan sonra, Dücane Cündioğlu’nun hükmünde haklı bulduğu yönü de ele alıyor. Bu eserlerin, gerekli tahsili yapmayanlar tarafından anlaşılamama gibi problemlerle karşılaşabileceğini ifade eden Mahmud Erol Kılıç, bazı manaları anlamanın zihin faaliyetinden daha fazlasını gerektirdiğini vurguluyor.
Kimi sufilerin, “Bizim eserlerimize namahrem bakmasın” dediğini, tıpkı Kur’an-ı Kerim'in temizlenmeyen ve arınmayanlara mana kapılarını açmadığı gibi bu eserlerin de, aynı hususiyete sahip olduğunu bildiriyor.
Kutsal kitapların ve tasavvufî eserlerin ‘bir bilen’le okunması gereken eserler olduğunu, Peygamber olmadan kutsal kitaplar talim edilemediği gibi, bir veli olmadan da tasavvufî kitaplardan nasip almanın mümkün olmadığını belirten Kılıç, aynı şekilde bütün ders kitaplarının da bir hoca ile okunduğunu vurguluyor.
Tasavvufî eserlerin bir bilen nezaretinde okunması gerektiğini, aksi halde içlerinde barındırdıkları sembolizmin anahtarlarının kişiye verilmemesi durumunda yanlış yerlere kaymanın muhtemel olduğunu söyleyen Mahmud Erol Kılıç, tasavvufî metinlerin bazı kimselerin elinde farklı maksatlara malzeme olarak kullanılabileceğini ifade ediyor.
Kendisinin 4 yıl boyunca bir ariften Füsusu’l Hikem okuduğunu, bu 4 yılın sonunda kitabın kendisine açıldığını vurgulayan Kılıç, arif meclislerinin ve kâmil sohbetlerinin açılamamasının dengeyi kitapların neşri yönüne kaydırdığını ifade ediyor.
Sufi Kitap'ın, Mahmud Erol Kılıç’ın çeşitli ortamlardaki sohbet, televizyon konuşması, makale, sempozyum bildirisi ve takriz metinlerini bir araya getirerek hazırladığı Tasavvuf Düşüncesi isimli eser, Kılıç’ın muhtelif mecralarda dağınık halde bulunan fikir mahsullerini bir arada sunması açısından çok önemli bir çalışma. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Sahhaflar Pîri: Râif Yelkenci
"...Bilhassa, Sahaflar Çarşısı'nı ele alalım. Bu manzara hiç bir dekorcunun icad edemeyeceği kadar güzeldir. Ve üstelik mâziyi göz önünde canlı bir vesika gibi bulundurur. Demek ki, zamanın bir de kendi mimarisi vardır, etraf her zaman tufeyli değildir."
- Yahya Kemal Beyatlı, Mektuplar ve Makaleleri
"...Şimdi rahmet sahhaflardan elini çekti. 1980 sonrasının şartları, özellikle sosyal ve kültürelşartları kitap gibi, okumak gibi, düşünmek gibi, tarihle bağ kurmak gibi ilgileri, meşgaleleri, endişeleri sildi, süpürdü."
- İsmail Kara, Dinle Modernleşme Arasında
Portre-monografi kitapları üzerine ülkemizde hâlâ belli bir seviyeyi tutturamadık maalesef. Bu konudaki ehil kimseler bir elin parmağını geçmiyor. Şükür ki onların kitapları kuytu köşelerde, bilinmez diyarların gölgelerinde okuyucusunu bekliyor. Onların okuyucusu özeldir zira bu tür kitaplar her kitaptan daha fazla özeldir. Bir kişiyi anlatır gibi gözükse de aslında bir devri, bir dünyayı anlatır. O devirde ve dünyada nice gönüller, anılar, hatıralar, acılar, sevinçler, hüzünler ve neşeler vardır. Ahmed Güner Sayar'ın yıllar evvel Kubbealtı'ndan, şimdi ise Ötüken'den neşrolan kitabı Sahhaf Râif Yelkenci, güzide bir insanla birlikte zamanı ve mekânı okuyucunun gözleri önüne seriyor.
Daha evvel A. Süheyl Ünver, Sabri F. Ülgener, Terence W. Hutchinson, Hasan Ali Yücel ve Abdülbâki Gölpınarlı üzerine yaptığı çalışmalarla hocalarına vefa borcunu öderken aynı zamanda Türk düşünce dünyasına çok değerli portre-monografi kitapları kazandırmış olan Ahmed Güner Sayar, 171 sayfalık bu eseriyle bir taraftan genç kuşaklara "kaçırdıkları trenleri" gösterirken diğer taraftan o dönemi yaşamış yahut yaşayanları tanımış olanlara ise "kalmadı öyle istasyonlar" der gibi.
Sahhafların bir kitabı elden çıkarmadan evvel okudukları dönemler. Beyazıt Sahaflar Çarşısı'nın ise son coşkulu zamanları. Bir tarafta Hacı Muzaffer Ozak, diğer tarafta Şemseddin Yeşil Efendi ve küçücük mekânına büyük isimleri sığdırmış Râif Yelkenci. 1965-1990 yılları arasına rastlayan bu dönemde sahhafların ziyaretçileri arasında büyük hocalar, âlimler, şairler, yazarlar, mûsıkîşinaslar ve şüphesiz talebeler bulunuyordu. Sahhaflar kime hangi kitabı vereceğini o kadar iyi biliyordu ki başka bir isteyen olduğu zaman "o kitabın bekleyeni var" diyerek karşısındaki kırmadan başka bir yere yönlendiriyordu. Cebinde üç beş kuruş harçlıkla birkaç kitap almak için dükkan dükkan gezen talebelere ise her türlü kolaylık sağlanıyordu. Kiminden ne kadar verebilirse o kadar ücret alınırken kimine ise oku-getir yoluyla ekonomik bir alışveriş imkânı veriliyordu.
İşte 1894'te İzmit-Kandıra'da dünyaya gelen Râif Efendi de bu sahhaflar çarşısının pirlerinden biriydi. Kendi anlatımıyla babası Hasan Efendi'den aldığı bu 'mesleği' en kusursuz biçimde ifa etmeye çalışmış ve nice zatın gönlünde unutulmaz bir yer edinmişti. Mesleğinin ilk yıllarında (1920'nin başları) çalışmalarıyla üzerine bir ömür vereceği büyük Türk mutasavvıfı Yunus Emre'yi tanımasıyla birlikte ona olan ruhî bağlılığı iyice artmış, Yunus divânlarını edinmek için keşif seferlerini artırmıştı. Ahmed Güner Sayar da 20 yaşlarında bir öğrenciyle bir Yûnus Emre divânına sahip olmak ister. Hem bunun için hem de tanışmak umuduyla Sahhaf Râif'in dükkanına gider. İlk gidişinde aradığı divanı bulamaz. İkinci ve son gidişinde ise Râif Efendi'ye daha evvel Abdülbaki Gölpınarlı’nın Yûnus Emre Divanı’nı okuduğunu söyler. Ne olursa da ondan sonra olur. Raif Bey’in yüzünün rengi değişir ve ona Gölpınarlı hakkında kötü birkaç söz söyler. Kitapta "Sahhafın Âlimle, Âlimin Sahhafla Kavgası" başlıklı bölümü bu konuyu teferruatıyla anlatır. 1920’nin ortalarında Râif Efendi ile Abdülbaki Gölpınarlı ile tanışırlar. Râif Efendi'nin hayali, elindeki materyalleri Gölpınarlı ile paylaşmak ve onun Fuad Köprülü'nün çalışmalarını tashih edecek nitelikte Yunus eserleri meydana getirmesini sağlamaktır. Fakat Gölpınarlı ne kadar eserle tanışsa da hocası Köprülü'nün yolundan gider. Râif Efendi'yle aralarındaki anlaşmazlık daha burada başlar. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı mühim eserinde Yûnus Emre’yi 1920 öncesindeki bulgulara dayanarak Bektaşi yapmıştır, Râif Efendi her ne kadar bunları reddetse de (Ona göre Yunus şiirlerindeki Tabduk Emre aslında Yûnus’un şeyhi değil, Cenab-ı Hakk’tır. Üstelik Yunus Bektâşî değil, Mevlevi’dir) Köprülü'nün ilmî gücünü bir türlü aşamaz. 3-4 Şubat 1940’ta Cumhuriyet gazetesinde yazı yazma imkânı elde eder ve oradaki yazılarında Yunus'a dair bilinen tüm yanlışları dile getirip kendince doğru olanları yazar. Mesela bir şaşırtıcı iddiası da Âşık Paşa'nın aslında Yunus Emre olduğudur. Bu mesele adeta edebiyat dünyasında gruplaşmaya sebep olur. Bir tarafta Köprülü ve onun yolundan gidenler, diğer tarafta ise M. Cevdet İnançalp, Osman Nuri Ergin, A. Süheyl Ünver ve Râif Yelkenci. Bu dört isim tasavvufî konularda da birbirleriyle hemfikirdir ve aynı sohbet dairesinde yer alırlar. Bu dairenin ortasında ise Ahmed Amiş Efendi ve Mecdi Efendi yer alır. Bu konu hakkında daha fazla detay vermeyip sizi okumaya yönlendirmek ise boynumun borcu.
Süheyl Ünver, Râif Yelkenci'yi şöyle anlatır: "Onu kitap meraklıları çok iyi tanır. Sohbetlerinden çok istifâde edilir. [Franz] Taeschner, [Oskar] Rescher, [Helmut] Ritter gibi müsteşriklere bile yol göstermiştir. Onlar ve hepimiz onu Şarkiyatta aklî ve nakşî ilimlerde bir üstad sayarız. Eser vermez. Lâkin hepimiz üzerinde müessir olur."
Yazarın yaptığı bir telefon konuşmasında Profesör Aykut Kazancıgil'in Râif Yelkenci'yi hatıralarından şöyle anlatır: "Kitapları ihtiyaç sahipleri için ayırır ve çok cüz'i rakamlarda satardı. Bir gün babam [Tevfik Remzi Kazancıgil] ile Râif Efendi'nin dükkanına gitmiştik. Birisi için ayrılmış yazma bir kitapla ilgilendi ve satın almak istedi. Muhtemelen bu kitap yazma bir tıb kitabı idi. Bunun üzerine Râif Efendi, babama dedi ki: Tevfik Remzi Bey! Ben onu Süheylciğime ayırdım."
Haluk Güneyli anlatıyor: "Bir gün dükkânına çok sevdiğim hocam Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Bey geldi. Râif Bey, Hoca'ya kalın bir yazma kitap vererek: "Hoca, bu yazma Hoca Sadeddin Efendi'nin Tacü't-Tevârih'idir. Müellif hattıdır. Bir müddet sizde kalsın, tereddüt ettiğiniz bir şey varsa matbuu ile karşılaştırırsın" dedi."
Cemalettin Server Revnakoğlu'nun kaleminden Hakkı Tarık Us: "Yaz ve kış, en çok gidip geldiği yer... Yelkenci Râif Sultan'ın gönüllerimizi yelkenleyen dükkanı oldu. Son güne kadar buralardan çıkmadı, bıkmadı."
Son olarak Muallim Cevdet Bey'in sözleriyle Râif Efendi: "Sahhaflar'da aziz dostum Râif, ne mûnis ruhtur, ne mâsum kalptir! Râif kimseye göstermediği itibarı bana gösterdi. Benim bilmediğim birçok yazmayla kütüphanemi besleyen bu mert, ömründe hile nedir, düzen nedir, yalan nedir, tanımamış olan bu lekesiz elmaspâreye, bu asil ve hayırhah dostuma minnettarlığımı nasıl izhar edeyim, bilmem."
Sahhaf Râif Yelkenci kitabında Ahmed Güner Sayar yalnız bir portre aktarmaya çalışmamış, aynı zamanda bir dönemin iktisadi zihniyetini, toplum birlikteliğini, entelektüel çevreyi ve maddi ölçülerin dışındaki manevi hayatı da akıcı üslubuyla nakletmiş. Bu eseri boyunca okuyucuyu çok güzel kaynak kitapların beklediğini de belirtmek isterim, elbette fotoğraflarla birlikte.
Günümüzde fazla okuyanlara "kitap kurdu" deniyor ki bu isimlendirme çok pazarlama, tüketim kokuyor. Eskiler "muhibbân-ı kütüb" dermiş. Muhibbân-ı kütüb; kitap okumayı sevmenin dışında ona topyekûn bir eşya olarak (koku, cilt, sayfa, muhteva) âşık olanlar için kullanılırmış. Mecânin-i kütüb; hastalık derecesinde kitaba düşkün (mecnûn) olanlara denirmiş. Mesela yastık yerine kitapla uyuyanlar, kitapla konuşanlar. Bu kitap hem muhibbân-ı kütüb hem de mecânin-i kütüb olanlar için oldukça lezzetli bir okuma sunuyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Yahya Kemal Beyatlı, Mektuplar ve Makaleleri
"...Şimdi rahmet sahhaflardan elini çekti. 1980 sonrasının şartları, özellikle sosyal ve kültürelşartları kitap gibi, okumak gibi, düşünmek gibi, tarihle bağ kurmak gibi ilgileri, meşgaleleri, endişeleri sildi, süpürdü."
- İsmail Kara, Dinle Modernleşme Arasında
Portre-monografi kitapları üzerine ülkemizde hâlâ belli bir seviyeyi tutturamadık maalesef. Bu konudaki ehil kimseler bir elin parmağını geçmiyor. Şükür ki onların kitapları kuytu köşelerde, bilinmez diyarların gölgelerinde okuyucusunu bekliyor. Onların okuyucusu özeldir zira bu tür kitaplar her kitaptan daha fazla özeldir. Bir kişiyi anlatır gibi gözükse de aslında bir devri, bir dünyayı anlatır. O devirde ve dünyada nice gönüller, anılar, hatıralar, acılar, sevinçler, hüzünler ve neşeler vardır. Ahmed Güner Sayar'ın yıllar evvel Kubbealtı'ndan, şimdi ise Ötüken'den neşrolan kitabı Sahhaf Râif Yelkenci, güzide bir insanla birlikte zamanı ve mekânı okuyucunun gözleri önüne seriyor.
Daha evvel A. Süheyl Ünver, Sabri F. Ülgener, Terence W. Hutchinson, Hasan Ali Yücel ve Abdülbâki Gölpınarlı üzerine yaptığı çalışmalarla hocalarına vefa borcunu öderken aynı zamanda Türk düşünce dünyasına çok değerli portre-monografi kitapları kazandırmış olan Ahmed Güner Sayar, 171 sayfalık bu eseriyle bir taraftan genç kuşaklara "kaçırdıkları trenleri" gösterirken diğer taraftan o dönemi yaşamış yahut yaşayanları tanımış olanlara ise "kalmadı öyle istasyonlar" der gibi.
Sahhafların bir kitabı elden çıkarmadan evvel okudukları dönemler. Beyazıt Sahaflar Çarşısı'nın ise son coşkulu zamanları. Bir tarafta Hacı Muzaffer Ozak, diğer tarafta Şemseddin Yeşil Efendi ve küçücük mekânına büyük isimleri sığdırmış Râif Yelkenci. 1965-1990 yılları arasına rastlayan bu dönemde sahhafların ziyaretçileri arasında büyük hocalar, âlimler, şairler, yazarlar, mûsıkîşinaslar ve şüphesiz talebeler bulunuyordu. Sahhaflar kime hangi kitabı vereceğini o kadar iyi biliyordu ki başka bir isteyen olduğu zaman "o kitabın bekleyeni var" diyerek karşısındaki kırmadan başka bir yere yönlendiriyordu. Cebinde üç beş kuruş harçlıkla birkaç kitap almak için dükkan dükkan gezen talebelere ise her türlü kolaylık sağlanıyordu. Kiminden ne kadar verebilirse o kadar ücret alınırken kimine ise oku-getir yoluyla ekonomik bir alışveriş imkânı veriliyordu.
İşte 1894'te İzmit-Kandıra'da dünyaya gelen Râif Efendi de bu sahhaflar çarşısının pirlerinden biriydi. Kendi anlatımıyla babası Hasan Efendi'den aldığı bu 'mesleği' en kusursuz biçimde ifa etmeye çalışmış ve nice zatın gönlünde unutulmaz bir yer edinmişti. Mesleğinin ilk yıllarında (1920'nin başları) çalışmalarıyla üzerine bir ömür vereceği büyük Türk mutasavvıfı Yunus Emre'yi tanımasıyla birlikte ona olan ruhî bağlılığı iyice artmış, Yunus divânlarını edinmek için keşif seferlerini artırmıştı. Ahmed Güner Sayar da 20 yaşlarında bir öğrenciyle bir Yûnus Emre divânına sahip olmak ister. Hem bunun için hem de tanışmak umuduyla Sahhaf Râif'in dükkanına gider. İlk gidişinde aradığı divanı bulamaz. İkinci ve son gidişinde ise Râif Efendi'ye daha evvel Abdülbaki Gölpınarlı’nın Yûnus Emre Divanı’nı okuduğunu söyler. Ne olursa da ondan sonra olur. Raif Bey’in yüzünün rengi değişir ve ona Gölpınarlı hakkında kötü birkaç söz söyler. Kitapta "Sahhafın Âlimle, Âlimin Sahhafla Kavgası" başlıklı bölümü bu konuyu teferruatıyla anlatır. 1920’nin ortalarında Râif Efendi ile Abdülbaki Gölpınarlı ile tanışırlar. Râif Efendi'nin hayali, elindeki materyalleri Gölpınarlı ile paylaşmak ve onun Fuad Köprülü'nün çalışmalarını tashih edecek nitelikte Yunus eserleri meydana getirmesini sağlamaktır. Fakat Gölpınarlı ne kadar eserle tanışsa da hocası Köprülü'nün yolundan gider. Râif Efendi'yle aralarındaki anlaşmazlık daha burada başlar. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı mühim eserinde Yûnus Emre’yi 1920 öncesindeki bulgulara dayanarak Bektaşi yapmıştır, Râif Efendi her ne kadar bunları reddetse de (Ona göre Yunus şiirlerindeki Tabduk Emre aslında Yûnus’un şeyhi değil, Cenab-ı Hakk’tır. Üstelik Yunus Bektâşî değil, Mevlevi’dir) Köprülü'nün ilmî gücünü bir türlü aşamaz. 3-4 Şubat 1940’ta Cumhuriyet gazetesinde yazı yazma imkânı elde eder ve oradaki yazılarında Yunus'a dair bilinen tüm yanlışları dile getirip kendince doğru olanları yazar. Mesela bir şaşırtıcı iddiası da Âşık Paşa'nın aslında Yunus Emre olduğudur. Bu mesele adeta edebiyat dünyasında gruplaşmaya sebep olur. Bir tarafta Köprülü ve onun yolundan gidenler, diğer tarafta ise M. Cevdet İnançalp, Osman Nuri Ergin, A. Süheyl Ünver ve Râif Yelkenci. Bu dört isim tasavvufî konularda da birbirleriyle hemfikirdir ve aynı sohbet dairesinde yer alırlar. Bu dairenin ortasında ise Ahmed Amiş Efendi ve Mecdi Efendi yer alır. Bu konu hakkında daha fazla detay vermeyip sizi okumaya yönlendirmek ise boynumun borcu.
Süheyl Ünver, Râif Yelkenci'yi şöyle anlatır: "Onu kitap meraklıları çok iyi tanır. Sohbetlerinden çok istifâde edilir. [Franz] Taeschner, [Oskar] Rescher, [Helmut] Ritter gibi müsteşriklere bile yol göstermiştir. Onlar ve hepimiz onu Şarkiyatta aklî ve nakşî ilimlerde bir üstad sayarız. Eser vermez. Lâkin hepimiz üzerinde müessir olur."
Yazarın yaptığı bir telefon konuşmasında Profesör Aykut Kazancıgil'in Râif Yelkenci'yi hatıralarından şöyle anlatır: "Kitapları ihtiyaç sahipleri için ayırır ve çok cüz'i rakamlarda satardı. Bir gün babam [Tevfik Remzi Kazancıgil] ile Râif Efendi'nin dükkanına gitmiştik. Birisi için ayrılmış yazma bir kitapla ilgilendi ve satın almak istedi. Muhtemelen bu kitap yazma bir tıb kitabı idi. Bunun üzerine Râif Efendi, babama dedi ki: Tevfik Remzi Bey! Ben onu Süheylciğime ayırdım."
Cemalettin Server Revnakoğlu'nun kaleminden Hakkı Tarık Us: "Yaz ve kış, en çok gidip geldiği yer... Yelkenci Râif Sultan'ın gönüllerimizi yelkenleyen dükkanı oldu. Son güne kadar buralardan çıkmadı, bıkmadı."
Son olarak Muallim Cevdet Bey'in sözleriyle Râif Efendi: "Sahhaflar'da aziz dostum Râif, ne mûnis ruhtur, ne mâsum kalptir! Râif kimseye göstermediği itibarı bana gösterdi. Benim bilmediğim birçok yazmayla kütüphanemi besleyen bu mert, ömründe hile nedir, düzen nedir, yalan nedir, tanımamış olan bu lekesiz elmaspâreye, bu asil ve hayırhah dostuma minnettarlığımı nasıl izhar edeyim, bilmem."
Sahhaf Râif Yelkenci kitabında Ahmed Güner Sayar yalnız bir portre aktarmaya çalışmamış, aynı zamanda bir dönemin iktisadi zihniyetini, toplum birlikteliğini, entelektüel çevreyi ve maddi ölçülerin dışındaki manevi hayatı da akıcı üslubuyla nakletmiş. Bu eseri boyunca okuyucuyu çok güzel kaynak kitapların beklediğini de belirtmek isterim, elbette fotoğraflarla birlikte.
Günümüzde fazla okuyanlara "kitap kurdu" deniyor ki bu isimlendirme çok pazarlama, tüketim kokuyor. Eskiler "muhibbân-ı kütüb" dermiş. Muhibbân-ı kütüb; kitap okumayı sevmenin dışında ona topyekûn bir eşya olarak (koku, cilt, sayfa, muhteva) âşık olanlar için kullanılırmış. Mecânin-i kütüb; hastalık derecesinde kitaba düşkün (mecnûn) olanlara denirmiş. Mesela yastık yerine kitapla uyuyanlar, kitapla konuşanlar. Bu kitap hem muhibbân-ı kütüb hem de mecânin-i kütüb olanlar için oldukça lezzetli bir okuma sunuyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
15 Kasım 2016 Salı
Beyaz Amerikanlara, elitlere, medyaya sağlam bir tokat
“Haber ve bilgilerin, pazarlanan ve alıcı bulunan bir meta haline geldiği gün; modern basın doğmuştur.”
- Mikhail Lermontov
“Medyanın gücü yoktur, gücün medyası vardır.”
- İsmet Özel
Jerzy Kosinski, 1933 yılında Polonya’da doğmuş Amerikalı Musevi bir yazar. II. Dünya Savaşı yıllarında sahte bir vaftizle Nazi zulmünden kurtulmuş, savaştan 12 yıl sonra da Amerika’ya göçmüştür. 1991 yılında ise “Her zamankinden daha uzun bir süre uyuyacağım. Buna sonsuzluk deyin.” diyerek intihar etmiştir.
Bir Yerde -Being There- yazarın üçüncü kitabıdır. Kült kitabı Boyalı Kuş’tan sonra en önemli ikinci eseri olarak gösterilir. 1971 yılında yayınlanmış, 1979 yılında da yönetmenliğini Hal Ashby’nin yaptığı bir filme dönüştürülmüştür. Jerzy Kosinski'nin sekiz adet eseri Türkçe’ye çevrilmiştir. Bendeki bu kitabı “e yayınları”ndan neşredilmiş olup 2012 basımlıdır.
Bir Yerde, politik bir romandır. Hiçbir niteliği olmayan -bana göre her insan, yaratılış sebebiyle dünyada iyi ya da kötü bir nitelik barındırır, İsmet Özel’in deyimiyle kimse dünyaya boşu boşuna salıverilmiş değildir- dünyadan habersiz, hayatı doğumundan bahçıvanlık yaptığı evin sahibi ölene kadar bahçe duvarları içerisinde geçmiş, rastlantılar sonucu ve medyanın yoğun etkisiyle Amerikan başkanlığına kadar uzanan Chance’in hikayesidir. Tam da bu günlerde Amerikan başkanlık seçimleri medyayı yoğun bir şekilde işgal etmişken tekrar hatırladığım bir eser olmuştur.
Chance, lüks bir evde bahçıvanlık yapmaktadır. Yazarın dediğine göre tek bildiği iş de budur. (Bir de çok sevdiği tv seyretmek) Annesi gibi -romanda hiç geçmiyor, yaşamıyor- zihinsel geriliği vardır. Zengin ev sahibi öldükten sonra, emlak şirketinin avukatları tarafından evden çıkarılmıştır. İlk defa sokağa çıkıp rastgele dolanırken bir arabanın ona çarpmasıyla yeni bir hayata, hatta başkanlıkta adı geçecek kadar farklı bir hayata başlayacaktır. Chance’e çarpan aracın sahibi Elizabeth Eve Rand -romanda EE diye geçiyor- zengin fakat hasta bir adamın karısıdır. Chance’e çarptığı için çok üzülür ve onu evine davet eder. Hatta Chance’e aşık olur. Chance’i EE’nin kocası Rand de çok sever. Zaten çok nüfuzlu bir iş adamı olduğu için Chance’i birçok ünlü isimle tanıştırır. -Amerikan başkanı dahil- Chance bu nüfuz sayesinde birçok tv programına çıkar, birçok gazeteye mülakat verir. Eski evinde bahçıvanlıktan arta kalan zamanda tv seyrederken aklında kalan cümleleri bu programlarda ve mülakatlarda kendi bahçıvanlık deyimleriyle kaynaştırarak sıralar. Chance çok farklı ve anlaşılmaz konuşur; fakat herkes derin şeyler söylüyormuş gibi bir algıya kapılır. Medya da bu durumu abarttıkça Chance ülke çapında fikirleri merak edilen -özellikle yeni başkanlık seçimlerinde- fikirlerine başvurulan, ağzından çıkacak her şeye kulak kesilen insanlardan birine dönüşür. Hatta sonunda ülkenin “elitleri” tarafından başkanlık seçimleri için adaylardan biri olması bile düşünülür.
Kitabı okuduktan sonra medyanın, ülkenin düşünmeyen ve bir fikir üretmekten korkan, verilmiş fikirleri körlemesine sahiplenen kesim üzerinde ne kadar etkisi olduğunu bir kez daha düşündüm. Kosinski, “Beyaz Amerikanlara” esaslı bir tokat çarpmış bu eserinde. Elit diye geçinen insanlara ve medyaya (özelde Amerikan genelde tüm medyaya) sağlam bir eleştiri niteliğinde harika bir eser bırakmış dünyaya. İnsan Kosinski’nin eserlerini okuyunca 58 yaşında intihar eden bu adam keşke biraz daha yaşayıp yazsaymış demeden edemiyor. Yazıyı da kitaptan altını çizdiğim, en sevdiğim bölümle bitirelim. Bir Yerde ve diğer kitapları… Kosinski gerçek bir dehaymış.
“Televizyon sadece kişinin yüzeyini yansıtıyordu; televizyon seyircilerinin gözleri tarafından yutularak bir daha görünmemek üzere yitip kaybolana dek, bıkıp usanmadan kişinin vücudunun görüntülerini yolluyordu. Domuz burnunu anımsatarak üzerine yönelen üç duygusuz objektifli alıcılara karşı, Chance milyonlarca elle tutulur kişi için sadece bir görüntü oldu. Düşüncesinin filmi çekilemediğinden, onun ne denli gerçek olduğunu asla öğrenemeyeceklerdi. Chance için de televizyon seyircileri, kendi düşüncesinin ekrana yansıması olarak, görüntü olarak vardı. Onlara hiç rastlamadığı ve düşüncelerini bilmediği için ne denli gerçek olduklarını asla öğrenemeyecekti.”
Mehmet Akif Öztürk
ozturkmakif@gmail.com
- Mikhail Lermontov
“Medyanın gücü yoktur, gücün medyası vardır.”
- İsmet Özel
Jerzy Kosinski, 1933 yılında Polonya’da doğmuş Amerikalı Musevi bir yazar. II. Dünya Savaşı yıllarında sahte bir vaftizle Nazi zulmünden kurtulmuş, savaştan 12 yıl sonra da Amerika’ya göçmüştür. 1991 yılında ise “Her zamankinden daha uzun bir süre uyuyacağım. Buna sonsuzluk deyin.” diyerek intihar etmiştir.
Bir Yerde -Being There- yazarın üçüncü kitabıdır. Kült kitabı Boyalı Kuş’tan sonra en önemli ikinci eseri olarak gösterilir. 1971 yılında yayınlanmış, 1979 yılında da yönetmenliğini Hal Ashby’nin yaptığı bir filme dönüştürülmüştür. Jerzy Kosinski'nin sekiz adet eseri Türkçe’ye çevrilmiştir. Bendeki bu kitabı “e yayınları”ndan neşredilmiş olup 2012 basımlıdır.
Bir Yerde, politik bir romandır. Hiçbir niteliği olmayan -bana göre her insan, yaratılış sebebiyle dünyada iyi ya da kötü bir nitelik barındırır, İsmet Özel’in deyimiyle kimse dünyaya boşu boşuna salıverilmiş değildir- dünyadan habersiz, hayatı doğumundan bahçıvanlık yaptığı evin sahibi ölene kadar bahçe duvarları içerisinde geçmiş, rastlantılar sonucu ve medyanın yoğun etkisiyle Amerikan başkanlığına kadar uzanan Chance’in hikayesidir. Tam da bu günlerde Amerikan başkanlık seçimleri medyayı yoğun bir şekilde işgal etmişken tekrar hatırladığım bir eser olmuştur.
Chance, lüks bir evde bahçıvanlık yapmaktadır. Yazarın dediğine göre tek bildiği iş de budur. (Bir de çok sevdiği tv seyretmek) Annesi gibi -romanda hiç geçmiyor, yaşamıyor- zihinsel geriliği vardır. Zengin ev sahibi öldükten sonra, emlak şirketinin avukatları tarafından evden çıkarılmıştır. İlk defa sokağa çıkıp rastgele dolanırken bir arabanın ona çarpmasıyla yeni bir hayata, hatta başkanlıkta adı geçecek kadar farklı bir hayata başlayacaktır. Chance’e çarpan aracın sahibi Elizabeth Eve Rand -romanda EE diye geçiyor- zengin fakat hasta bir adamın karısıdır. Chance’e çarptığı için çok üzülür ve onu evine davet eder. Hatta Chance’e aşık olur. Chance’i EE’nin kocası Rand de çok sever. Zaten çok nüfuzlu bir iş adamı olduğu için Chance’i birçok ünlü isimle tanıştırır. -Amerikan başkanı dahil- Chance bu nüfuz sayesinde birçok tv programına çıkar, birçok gazeteye mülakat verir. Eski evinde bahçıvanlıktan arta kalan zamanda tv seyrederken aklında kalan cümleleri bu programlarda ve mülakatlarda kendi bahçıvanlık deyimleriyle kaynaştırarak sıralar. Chance çok farklı ve anlaşılmaz konuşur; fakat herkes derin şeyler söylüyormuş gibi bir algıya kapılır. Medya da bu durumu abarttıkça Chance ülke çapında fikirleri merak edilen -özellikle yeni başkanlık seçimlerinde- fikirlerine başvurulan, ağzından çıkacak her şeye kulak kesilen insanlardan birine dönüşür. Hatta sonunda ülkenin “elitleri” tarafından başkanlık seçimleri için adaylardan biri olması bile düşünülür.
Kitabı okuduktan sonra medyanın, ülkenin düşünmeyen ve bir fikir üretmekten korkan, verilmiş fikirleri körlemesine sahiplenen kesim üzerinde ne kadar etkisi olduğunu bir kez daha düşündüm. Kosinski, “Beyaz Amerikanlara” esaslı bir tokat çarpmış bu eserinde. Elit diye geçinen insanlara ve medyaya (özelde Amerikan genelde tüm medyaya) sağlam bir eleştiri niteliğinde harika bir eser bırakmış dünyaya. İnsan Kosinski’nin eserlerini okuyunca 58 yaşında intihar eden bu adam keşke biraz daha yaşayıp yazsaymış demeden edemiyor. Yazıyı da kitaptan altını çizdiğim, en sevdiğim bölümle bitirelim. Bir Yerde ve diğer kitapları… Kosinski gerçek bir dehaymış.
“Televizyon sadece kişinin yüzeyini yansıtıyordu; televizyon seyircilerinin gözleri tarafından yutularak bir daha görünmemek üzere yitip kaybolana dek, bıkıp usanmadan kişinin vücudunun görüntülerini yolluyordu. Domuz burnunu anımsatarak üzerine yönelen üç duygusuz objektifli alıcılara karşı, Chance milyonlarca elle tutulur kişi için sadece bir görüntü oldu. Düşüncesinin filmi çekilemediğinden, onun ne denli gerçek olduğunu asla öğrenemeyeceklerdi. Chance için de televizyon seyircileri, kendi düşüncesinin ekrana yansıması olarak, görüntü olarak vardı. Onlara hiç rastlamadığı ve düşüncelerini bilmediği için ne denli gerçek olduklarını asla öğrenemeyecekti.”
Mehmet Akif Öztürk
ozturkmakif@gmail.com
Ölmeden önce son söz olarak şiir
Herkesin bildiğinin ötesinde, gerçek bir Charles Bukowski okuyucusu bilir ki o, edebiyata şiirle girmiştir. Yeraltını önce şiirle aydınlatmıştır. Gerçi yeraltının aydınlanmaya ihtiyacı yoktur, karanlık daima olumlu karşılanır orada. Bu yüzden Bukowski de karanlık ama tamamen gerçek, samimi şiirleriyle görünür olmuştur dergilerde ilk önce. Nasıl mı?
24'lü yaşlarındayken Bukowski eline kalemi kağıdı alır ve kısa öyküler yazmaya başlar. Bu öyküler kimsenin ilgilenmediği, broşür bile denilemeyecek "şeylerde" yayımlanır. Hiç dikkat çekmez. Bukowski bunu sindiremez ve öykülerini dönemin iyi edebiyat dergilerine yollar. Birer birer yolladığı hiçbir öyküsü yer alamaz dergilerde. Sevilmez ve hatta aldığı cevaplara bakılırsa "yayımlanmaya değer" bulunmaz. İşte Bukowski'yi Bukowski yapan dönem bu reddedilişlerden sonra başlar. Sadece yazmaya değil, dünyadaki her şeye küser. İnsanları zaten sevmez ama şimdiden sonra çiçeklere, kaldırımlara ve toplu taşıma araçlarına bile öfke duyar. Hatta pek kalkmayı sevmediği yatağında, güneşle arasına giren perdeye bile.
10 yıl boyunca sürekli içer. Tercihi biradır çünkü diğer içkiler hem pahalıdır hem de lüzumsuz bir neşe verir. O ise tavrını koymuştur: bezmişlik. Bezgin insan hayatı tüm gerçekleriyle görür, rol yapmaz ve kimseye bir şey ispat etme derdinde değildir. İşte bu "ideal" uğruna barlardan barlara konar Bukowski. Artık bir lakabı da vardır: "Barfly". Bir gün aşırı alkolden soluğu hastanede alınca henüz ölmek istemediğini düşünür ve taburcu olur olmaz kendisine borç harç bir daktilo alır. Öykü değildir artık yazdıkları. Şiirle nefes alıp vermeye başlar. Üstelik her yazdığından tatmin olur ve kendine olan güveni geri gelir. Kısa bir süre sonra dergilerde şiirleri yayımlanmaya başlar ve "kim bu kendini bilmez deli?" sorularına kahkahayla karışık bir hınçla cevap verir: "Ben, Henry Chinaski. Aklınızı almaya, sizi suya götürüp susuz getirmeye geldim."
Bukowski'nin hayattayken yayımlanan 40'ın üzerinde kitabı mevcut ve bunların yarısından fazlası şiirlerinden oluşuyor. Birçok kitabı ise ölümünden sonra yayımlanmıştır. Yaşamının son yıllarında hazırladığı bir seri vardır ve adı da oldukça hüzünlüdür: "Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi". Bu serinin ilk dosyası "Kapalı Bir Kapıdır Cehennem" adını taşır. Adından da anlaşılacağı gibi ölümü ensesinde hisseden pis moruk, hayattan intikamını şiirleriyle alır. Öfkelidir bu dosyadaki şiirlerinin hepsi. Dosyasını tamamlar ve daha yayınevine yollamadan aynı seri için ikinci bir dosya daha hazırlar. Adı bu kez daha derindir: "Gülün Gölgesinde".
Ölümünden sonra iki ayrı kitapta yayımlanan bu iki dosyası, Charles Bukowski'nin son şiirleri arasındadır. Zira daha sonra başka yazdığı şiirlere de ulaşılır. "Gülün Gölgesinde", kasım 2002'de Parantez Yayınları etiketi ve Avi Pardo çevirisiyle ülkemize girer. İlk baskısına sahip olmakla sevinç duyduğum Bukowski kitaplarından biridir diyerek havamı atmalıyım.
Kitabın hemen açılışındaki "Gösteri Dünyası" adlı şiir hem bir içerleme hem de tavsiyelerle doludur. Bukowski bu şiiriyle "Ne bana kalır / ne sana / bir türlü anlayamıyoruz / bunu" demiştir dünyaya. "IBM'in başında" adlı şiirinde daktilodan bilgisayara transfer olduğunu zannetmeyin Bukowski'nin. "Bir sıcak yaz akşamı daha / bir kağıt daha daktiloya takılı / daha çok sinek, daha çok / sigara bu odada" der, müzik ve şiirle yontar gecelerini. Kitabın sonlarındaki "İlk bilgisayar şiirim"de "ölümcül ölümün yoluna mı saptım yoksa?" dizesiyle giriş yaparak, "daktiloda yaşam var" der adeta. "Röportajcılar" şiiriyle ününden hâlâ şikâyetçidir şair, "Yabancılar" şiiriyle ise dünyanın rahat insanlarına geçirdikçe geçirir, ipliği. "Ama ben onlardan / değilim" der. Bunu iyi biliriz. "Elektroşok" şiiriyle modernizmi yumruklarken, "İki koşu arası" şiiriyle ise atlardan asla vazgeçmediğini söyler. Bu şiirinde Bukowski, kendini pazarlayan ve yazmaktan çok başarılı olmaya ruhunu ipotek ettirmiş yazarlara hoş sözler söyler. Onları sallamadığını söyler. Hiç sallamamıştır çünkü onun için yazmak bir meslek değildir, yakarıştır.
"Gülün Gölgesinde" kitabındaki şiirlerin isimleri Bukowski'nin yaşamındaki son yıllarında neler hissettiğinin ve nerede olduğunun göstergesi gibidir. Birkaçını sıralamalıyım: "Karanlık", "Ne fazla ne de az", "Yitik ve umutsuzlar", "Tanınmak", "Kıyak geçmedi talih", "Paramız yok, tatlım, ama yağmur sebil", "Suskun volkan", "Serin siyah hava", "Sıcak ışık", "Son tabure", "Mola vermek", "Yazık", "Şaşma zamanı", "Buk'un sonu", "Hava kapalı", "İhanete uğramak". Durum gayet açık. Bukowski çıkmazdadır, bundan mutsuz değildir aslında çünkü yazmaktadır.
Şiirlerinde, bu "son" dönemlerinde neler okuduğundan tutun da neler dinlediğini bile görebilirsiniz Bukowski'nin. Şairin hakkında bilgi edinmenizi sağlayan şiirler bu yüzden de çok lezzetli. Mesela yazarlardan kimler var? Hemingway, Faulkner, T. S. Eliot, Ezra Pound, Knut Hamsun, Wallace Stevens, Thomas Wolfe, Ivan Turgenev, W. H. Auden, Henry Miller, E. E. Cummings ve birçok şiirinde sıklıkla bahsettiği Louis-Ferdinand Celine. Özellikle bir şiirinde Celine hakkında şunları dizer: "Celine'in Gecenin Ucuna Yolculuk kitabını / yatakta kraker yiyerek / bir solukta okudum / okuyor ve kraker yiyor, kraker yiyor / ve okuyordum / içimden, nihayet benden / daha iyi yazan birini buldum / diye geçirip / kahkahayı basarak". Bukowski'nin kimleri okuduğunu öğrendiğimiz dizeler yığınla. Peki müzik? Evet o, klasik müziğe âşık. "Klasik müzik ve ben" şiirinde, bu müziği dinlemeye asıl başladığı konusunda bir fikri olmadığını ve hatta bu müziğin muhallebi çocukları için uygun olduğunu söyler. Ama sonra özellikle senfonik müziğin etkisine kapılır ve dükkan dükkan gezip plak alır, dinler. Kimleri mi? Beethoven, Brahms, Çaykovski, Chopin, Mozart, Smetena, Sibelius, Ives, Goldmark, Wagner, Haydn, Handel, Eric Coates, Rossini, Shostakovich ve Bach. Hepsi hakkında ne düşündüğünü "Klasik müzik ve ben" şiirinde bir anda okumak mümkün. Ben özellikle Bach'ı not etmiştim. Çünkü onun için "yeterince uzun dinlemişsen / Bach'ı / başkasını dinlemek istemezdin" yazmıştı. Ayrıca Wagner için yazdıkları da ilgi çekiciydi: "Wagner karanlık enerjinin / köpüren mucizesiydi."
Ezberimden çıkmayan birkaç dizeyi paylaşmak boynumun veresiyesi.
"Her şeyden vazgeçebilmelisin, fırlatıp atabilmelisin / her şeyi."
"Savaşın bir bedeli vardır ve barış sonsuza dek / sürmez."
"Hiçim bu gece / duvarlarla iletişimim kesik."
"Akşama doğru / suskunlaşırdık."
"Ben beyazdım hep / ve dünyanın beni mest ettiği / söylenemezdi."
Son olarak, kitabın sonunda yer alan ve kitaba adını veren "Gülün Gölgesinde" şiirini hep beraber içimizden okuyup, dışımızdan dinleyelim:
"budayarak, belleyerek,
cehenneme inen merdivenlerden,
yok olma noktasını yeniden
saptayarak,
yeni bir vuruş, yeni bir duruş
deneyerek, beslenme alışkanlığını
ve yürüyüşünü değiştirerek, sistemini
yeniden düzenleyerek, dinozor
düşüşünü fotoğraflayarak,
arabanı daha özenli ve zarif
sürerek, çiçeklerin seninle
konuştuğunu fark ederek,
su kaplumbağasının ıstırabını
idrak ederek,
bir kızılderili gibi
yağmur duasına çıkar,
otomatiğe yeni bir şarjör
takar, ışıkları söndürür
ve beklersin."
Şiirlerin pis moruğundan son söz niyetine: "Hiç bir şey değişmiyordu / her şey yerli yerindeydi / bir şey patladı, bir şey kırıldı / bir şey kaldı."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Daha önce Peyniraltı Edebiyatı'nın 5. sayısında (Ağustos 2013) yayımlanmıştır.
24'lü yaşlarındayken Bukowski eline kalemi kağıdı alır ve kısa öyküler yazmaya başlar. Bu öyküler kimsenin ilgilenmediği, broşür bile denilemeyecek "şeylerde" yayımlanır. Hiç dikkat çekmez. Bukowski bunu sindiremez ve öykülerini dönemin iyi edebiyat dergilerine yollar. Birer birer yolladığı hiçbir öyküsü yer alamaz dergilerde. Sevilmez ve hatta aldığı cevaplara bakılırsa "yayımlanmaya değer" bulunmaz. İşte Bukowski'yi Bukowski yapan dönem bu reddedilişlerden sonra başlar. Sadece yazmaya değil, dünyadaki her şeye küser. İnsanları zaten sevmez ama şimdiden sonra çiçeklere, kaldırımlara ve toplu taşıma araçlarına bile öfke duyar. Hatta pek kalkmayı sevmediği yatağında, güneşle arasına giren perdeye bile.
10 yıl boyunca sürekli içer. Tercihi biradır çünkü diğer içkiler hem pahalıdır hem de lüzumsuz bir neşe verir. O ise tavrını koymuştur: bezmişlik. Bezgin insan hayatı tüm gerçekleriyle görür, rol yapmaz ve kimseye bir şey ispat etme derdinde değildir. İşte bu "ideal" uğruna barlardan barlara konar Bukowski. Artık bir lakabı da vardır: "Barfly". Bir gün aşırı alkolden soluğu hastanede alınca henüz ölmek istemediğini düşünür ve taburcu olur olmaz kendisine borç harç bir daktilo alır. Öykü değildir artık yazdıkları. Şiirle nefes alıp vermeye başlar. Üstelik her yazdığından tatmin olur ve kendine olan güveni geri gelir. Kısa bir süre sonra dergilerde şiirleri yayımlanmaya başlar ve "kim bu kendini bilmez deli?" sorularına kahkahayla karışık bir hınçla cevap verir: "Ben, Henry Chinaski. Aklınızı almaya, sizi suya götürüp susuz getirmeye geldim."
Bukowski'nin hayattayken yayımlanan 40'ın üzerinde kitabı mevcut ve bunların yarısından fazlası şiirlerinden oluşuyor. Birçok kitabı ise ölümünden sonra yayımlanmıştır. Yaşamının son yıllarında hazırladığı bir seri vardır ve adı da oldukça hüzünlüdür: "Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi". Bu serinin ilk dosyası "Kapalı Bir Kapıdır Cehennem" adını taşır. Adından da anlaşılacağı gibi ölümü ensesinde hisseden pis moruk, hayattan intikamını şiirleriyle alır. Öfkelidir bu dosyadaki şiirlerinin hepsi. Dosyasını tamamlar ve daha yayınevine yollamadan aynı seri için ikinci bir dosya daha hazırlar. Adı bu kez daha derindir: "Gülün Gölgesinde".
Ölümünden sonra iki ayrı kitapta yayımlanan bu iki dosyası, Charles Bukowski'nin son şiirleri arasındadır. Zira daha sonra başka yazdığı şiirlere de ulaşılır. "Gülün Gölgesinde", kasım 2002'de Parantez Yayınları etiketi ve Avi Pardo çevirisiyle ülkemize girer. İlk baskısına sahip olmakla sevinç duyduğum Bukowski kitaplarından biridir diyerek havamı atmalıyım.
Kitabın hemen açılışındaki "Gösteri Dünyası" adlı şiir hem bir içerleme hem de tavsiyelerle doludur. Bukowski bu şiiriyle "Ne bana kalır / ne sana / bir türlü anlayamıyoruz / bunu" demiştir dünyaya. "IBM'in başında" adlı şiirinde daktilodan bilgisayara transfer olduğunu zannetmeyin Bukowski'nin. "Bir sıcak yaz akşamı daha / bir kağıt daha daktiloya takılı / daha çok sinek, daha çok / sigara bu odada" der, müzik ve şiirle yontar gecelerini. Kitabın sonlarındaki "İlk bilgisayar şiirim"de "ölümcül ölümün yoluna mı saptım yoksa?" dizesiyle giriş yaparak, "daktiloda yaşam var" der adeta. "Röportajcılar" şiiriyle ününden hâlâ şikâyetçidir şair, "Yabancılar" şiiriyle ise dünyanın rahat insanlarına geçirdikçe geçirir, ipliği. "Ama ben onlardan / değilim" der. Bunu iyi biliriz. "Elektroşok" şiiriyle modernizmi yumruklarken, "İki koşu arası" şiiriyle ise atlardan asla vazgeçmediğini söyler. Bu şiirinde Bukowski, kendini pazarlayan ve yazmaktan çok başarılı olmaya ruhunu ipotek ettirmiş yazarlara hoş sözler söyler. Onları sallamadığını söyler. Hiç sallamamıştır çünkü onun için yazmak bir meslek değildir, yakarıştır.
"Gülün Gölgesinde" kitabındaki şiirlerin isimleri Bukowski'nin yaşamındaki son yıllarında neler hissettiğinin ve nerede olduğunun göstergesi gibidir. Birkaçını sıralamalıyım: "Karanlık", "Ne fazla ne de az", "Yitik ve umutsuzlar", "Tanınmak", "Kıyak geçmedi talih", "Paramız yok, tatlım, ama yağmur sebil", "Suskun volkan", "Serin siyah hava", "Sıcak ışık", "Son tabure", "Mola vermek", "Yazık", "Şaşma zamanı", "Buk'un sonu", "Hava kapalı", "İhanete uğramak". Durum gayet açık. Bukowski çıkmazdadır, bundan mutsuz değildir aslında çünkü yazmaktadır.
Şiirlerinde, bu "son" dönemlerinde neler okuduğundan tutun da neler dinlediğini bile görebilirsiniz Bukowski'nin. Şairin hakkında bilgi edinmenizi sağlayan şiirler bu yüzden de çok lezzetli. Mesela yazarlardan kimler var? Hemingway, Faulkner, T. S. Eliot, Ezra Pound, Knut Hamsun, Wallace Stevens, Thomas Wolfe, Ivan Turgenev, W. H. Auden, Henry Miller, E. E. Cummings ve birçok şiirinde sıklıkla bahsettiği Louis-Ferdinand Celine. Özellikle bir şiirinde Celine hakkında şunları dizer: "Celine'in Gecenin Ucuna Yolculuk kitabını / yatakta kraker yiyerek / bir solukta okudum / okuyor ve kraker yiyor, kraker yiyor / ve okuyordum / içimden, nihayet benden / daha iyi yazan birini buldum / diye geçirip / kahkahayı basarak". Bukowski'nin kimleri okuduğunu öğrendiğimiz dizeler yığınla. Peki müzik? Evet o, klasik müziğe âşık. "Klasik müzik ve ben" şiirinde, bu müziği dinlemeye asıl başladığı konusunda bir fikri olmadığını ve hatta bu müziğin muhallebi çocukları için uygun olduğunu söyler. Ama sonra özellikle senfonik müziğin etkisine kapılır ve dükkan dükkan gezip plak alır, dinler. Kimleri mi? Beethoven, Brahms, Çaykovski, Chopin, Mozart, Smetena, Sibelius, Ives, Goldmark, Wagner, Haydn, Handel, Eric Coates, Rossini, Shostakovich ve Bach. Hepsi hakkında ne düşündüğünü "Klasik müzik ve ben" şiirinde bir anda okumak mümkün. Ben özellikle Bach'ı not etmiştim. Çünkü onun için "yeterince uzun dinlemişsen / Bach'ı / başkasını dinlemek istemezdin" yazmıştı. Ayrıca Wagner için yazdıkları da ilgi çekiciydi: "Wagner karanlık enerjinin / köpüren mucizesiydi."
Ezberimden çıkmayan birkaç dizeyi paylaşmak boynumun veresiyesi.
"Her şeyden vazgeçebilmelisin, fırlatıp atabilmelisin / her şeyi."
"Savaşın bir bedeli vardır ve barış sonsuza dek / sürmez."
"Hiçim bu gece / duvarlarla iletişimim kesik."
"Akşama doğru / suskunlaşırdık."
"Ben beyazdım hep / ve dünyanın beni mest ettiği / söylenemezdi."
Son olarak, kitabın sonunda yer alan ve kitaba adını veren "Gülün Gölgesinde" şiirini hep beraber içimizden okuyup, dışımızdan dinleyelim:
"budayarak, belleyerek,
cehenneme inen merdivenlerden,
yok olma noktasını yeniden
saptayarak,
yeni bir vuruş, yeni bir duruş
deneyerek, beslenme alışkanlığını
ve yürüyüşünü değiştirerek, sistemini
yeniden düzenleyerek, dinozor
düşüşünü fotoğraflayarak,
arabanı daha özenli ve zarif
sürerek, çiçeklerin seninle
konuştuğunu fark ederek,
su kaplumbağasının ıstırabını
idrak ederek,
bir kızılderili gibi
yağmur duasına çıkar,
otomatiğe yeni bir şarjör
takar, ışıkları söndürür
ve beklersin."
Şiirlerin pis moruğundan son söz niyetine: "Hiç bir şey değişmiyordu / her şey yerli yerindeydi / bir şey patladı, bir şey kırıldı / bir şey kaldı."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Daha önce Peyniraltı Edebiyatı'nın 5. sayısında (Ağustos 2013) yayımlanmıştır.
14 Kasım 2016 Pazartesi
Asıl hikâye kadın gittikten sonra başlar
Üstünden çok zaman geçmiştir belki yazılışının, ama bazı anlatılar güncelliğini yitirmez: Konusundan mıdır, kurgusundan mıdır, dilinden midir bilinmez… İşte böyle bir kitapla karşılaştım yine: Zamanın Tekerleği… Aleksandr Kuprin tarafından yazılmış. 1929’da yayımlanmış ilkin. Helikopter Yayınevi’nce okura sunulan kitabı Hazal Yalın dilimize kazandırmış. (Kitabı okurken sanki kendi dilimizde yazılmış gibi okuyorsak bu biraz da çevirinin güzelliğinden değil midir?)
Anlatıcının dilinde hep o aşk vardır, anlatıp durur:
“Belki de hikâyemin başlığının sadece ‘o kadın’ sözcüklerinden ibaret olduğunu tahmin etmişsindir? Ama hikâye aslında benim aptallığım, ahmaklığım hakkında!”
Asıl hikâye “kadın” gittikten sonra başlar. Anlatıcı/ yazar en başından sonuna kadar, olanca içtenliğiyle paylaşır her şeyi. İfadeleri o kadar içtendir ki, içimizde bir yerlere dokunur: “Sanki çok uzun zamandır, belki de yirmi yıldır tanıyordum onu, sanki ezelden beri benim karım ya da kız kardeşimdi ve sanki başka kadınları sevdiğim zaman bile, ben aslında sadece onu aramıştım…”
Sürgündeki bir Rus mühendis -Mişika- ve onun özgür ruhlu sevgilisi Maria’ya dair bir aşk hikâyesidir bu. Kitabın türüne “roman” denmiş, ancak “novella” da denebilir pekâlâ… “Bir erkeğin, hangi yoldan bir kadının yüreğine erişeceğini kimse bilemez.”
Özgür ruhlu bir kadın olan Maria için “kil-kardaş” tanımını kullanır anlatıcı. Tatarların “yol arkadaşı” anlamında kullandıkları bir kelimedir bu. Pek kıymetlidir. “Bir insanın ihtişamı, içinin güzelliğiyle ilgilidir.”
Sahne sahne anlatılır Zamanın Tekerleği, bölüm bölüm… “Her büyük mutlulukta, o doruğa yükselirken karşılaşılan, kavranamaz bir an vardır. Bu anı bir düşüş izler. Dönüş noktası!”. Kimi zaman bir lokanta, kimi zaman bir otel odası, kimi zaman da sevgilinin evidir anlatıya fon olan. “Bize güzel umutlar vaat eden bir görüşmeden önce hangimiz heyecanlanmayız ki?” İncelikli tablolar, romantik ambiyanslar, ipek el işleri… Hep aş(ı)kın doku(n)duğudur. “Aşk, gizemine erişilemeyen Tanrı’nın en yüce ve en nadir armağanıdır.”
“Ama bu aşk denilen şeye de ne yazık ki sık rastlanmıyor. Bu en arı, en yüce, en adanmış aşka susayan, ama asla bulamayan yetenekli şairler, onu sadece eserlerinde yaşatabiliyorlar.” diyen de yine anlatıcının kendisidir.
Zamanın göreceliliğine dair çok şey söylenmiştir elbet. Kimi zaman bir ‘an’a sığan o bakışın ‘asra bedel’ olması gibi… “Zamanı ve mekânı ne kadar bölersen böl, o bir an değil, ancak bir kesit olarak kalacaktır… Peki, nerede türevin işaret değiştirdiği bu gizem dolu an?”
Mişika ile Maria’nın aşkı, zamanla tekdüzeleşir ve aralarındaki kültür farkı yüzünden o ilk baştaki görkemini yitirir. Olaylar bildik bir filmin bildik sahneleri gibi gelişir: “Ve bu karanlık hayatın, iki tarafın da nihayet kişiliklerinin bütün tılsımını ve özgünlüğünü kaybedene kadar uzaması…” ile yine bildik bir şekilde sona erer. “… erkekler için, bir kadını sevmekten vazgeçmek hiç zor değildir; hatta erkeklerin sık sık eski âşıklarına döndükleri de görülür. Ama eğer kadın sevmeyi bırakırsa, eski aşkına bir daha asla dönmez.”
Maria, yaşadıkları tatsız olaydan sonra Mişika’ya bir mektup bırakarak ortadan kaybolur. Mektupta kısaca şöyle der: “Sonunda anladım ki, bizim bir arada veya birbirimize yakın yaşamamız mümkün değil… Aramızdaki farklılıklar her zaman bizim tam bir mutluluk içinde bir arada yaşamamıza engel olacaktır.”
Bazı hikâyeler, bittikten sonra da devam eder zihinde. Zamanın Tekerleği’nde anlatılan da öyle… Bitiyor, bittiği yerde boşluklar bırakıyor, bırakılan boşlukları tamamlamak da bize düşüyor. Elimizde fosforlu bir kalem, altını çizeceğimiz cümlelerle; “Ruhum bomboş, kala kala sadece tenden bir kılıf kaldı üzerimde.” diyen anlatıcının izinden gidiyoruz. Gidilesi bir yol…
Tanıtım Bülteni’nden:
“Zamanın Tekerleği, Kuprin’in sürgündeki başyapıtları arasındadır. Bir aşk hikâyesidir bu, ama sıradan değildir: bir yandan belli belirsiz, büyük Rus edebiyatçılarının ustalıkla yansıttıkları melankolik Rus ruhunun tınılarını, sürgündeki adamın acılarını, aşk ve memleket hasretinin iç içe geçtiğini hissedersiniz onda; ama diğer yandan, erkeğin kaleminden dökülmüş bir kadın hikâyesidir. Kafeslere sığmayan bir kadın ruhunun kanat çırpışlarını işitirsiniz; hayatta tek aradığı dingin bir huzurla birlikte, deyim yerindeyse total bir aşktır; böyle bir aşk ise erkek gibi kadının da özgür insan olmasını gerektirir. Denebilir ki, bu kadın için her tür kişisel özgürlük ihlali, total aşkın surlarında açılmış birer gedik, onu aşk olmaktan çıkaran bir bozulmadır. Ve o zaman kendisini erkeğe bağlayan diğer bütün bağları da koparıp atar, hem de büyük bir irade gücü, korkunç bir kararlılıkla. Yani diyeceğim, bana öyle geliyor ki, erkeğin kaleminden çıkmış feminist bir başyapıttır bu.”
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Anlatıcının dilinde hep o aşk vardır, anlatıp durur:
“Belki de hikâyemin başlığının sadece ‘o kadın’ sözcüklerinden ibaret olduğunu tahmin etmişsindir? Ama hikâye aslında benim aptallığım, ahmaklığım hakkında!”
Asıl hikâye “kadın” gittikten sonra başlar. Anlatıcı/ yazar en başından sonuna kadar, olanca içtenliğiyle paylaşır her şeyi. İfadeleri o kadar içtendir ki, içimizde bir yerlere dokunur: “Sanki çok uzun zamandır, belki de yirmi yıldır tanıyordum onu, sanki ezelden beri benim karım ya da kız kardeşimdi ve sanki başka kadınları sevdiğim zaman bile, ben aslında sadece onu aramıştım…”
Sürgündeki bir Rus mühendis -Mişika- ve onun özgür ruhlu sevgilisi Maria’ya dair bir aşk hikâyesidir bu. Kitabın türüne “roman” denmiş, ancak “novella” da denebilir pekâlâ… “Bir erkeğin, hangi yoldan bir kadının yüreğine erişeceğini kimse bilemez.”
Özgür ruhlu bir kadın olan Maria için “kil-kardaş” tanımını kullanır anlatıcı. Tatarların “yol arkadaşı” anlamında kullandıkları bir kelimedir bu. Pek kıymetlidir. “Bir insanın ihtişamı, içinin güzelliğiyle ilgilidir.”
Sahne sahne anlatılır Zamanın Tekerleği, bölüm bölüm… “Her büyük mutlulukta, o doruğa yükselirken karşılaşılan, kavranamaz bir an vardır. Bu anı bir düşüş izler. Dönüş noktası!”. Kimi zaman bir lokanta, kimi zaman bir otel odası, kimi zaman da sevgilinin evidir anlatıya fon olan. “Bize güzel umutlar vaat eden bir görüşmeden önce hangimiz heyecanlanmayız ki?” İncelikli tablolar, romantik ambiyanslar, ipek el işleri… Hep aş(ı)kın doku(n)duğudur. “Aşk, gizemine erişilemeyen Tanrı’nın en yüce ve en nadir armağanıdır.”
“Ama bu aşk denilen şeye de ne yazık ki sık rastlanmıyor. Bu en arı, en yüce, en adanmış aşka susayan, ama asla bulamayan yetenekli şairler, onu sadece eserlerinde yaşatabiliyorlar.” diyen de yine anlatıcının kendisidir.
Zamanın göreceliliğine dair çok şey söylenmiştir elbet. Kimi zaman bir ‘an’a sığan o bakışın ‘asra bedel’ olması gibi… “Zamanı ve mekânı ne kadar bölersen böl, o bir an değil, ancak bir kesit olarak kalacaktır… Peki, nerede türevin işaret değiştirdiği bu gizem dolu an?”
Mişika ile Maria’nın aşkı, zamanla tekdüzeleşir ve aralarındaki kültür farkı yüzünden o ilk baştaki görkemini yitirir. Olaylar bildik bir filmin bildik sahneleri gibi gelişir: “Ve bu karanlık hayatın, iki tarafın da nihayet kişiliklerinin bütün tılsımını ve özgünlüğünü kaybedene kadar uzaması…” ile yine bildik bir şekilde sona erer. “… erkekler için, bir kadını sevmekten vazgeçmek hiç zor değildir; hatta erkeklerin sık sık eski âşıklarına döndükleri de görülür. Ama eğer kadın sevmeyi bırakırsa, eski aşkına bir daha asla dönmez.”
Maria, yaşadıkları tatsız olaydan sonra Mişika’ya bir mektup bırakarak ortadan kaybolur. Mektupta kısaca şöyle der: “Sonunda anladım ki, bizim bir arada veya birbirimize yakın yaşamamız mümkün değil… Aramızdaki farklılıklar her zaman bizim tam bir mutluluk içinde bir arada yaşamamıza engel olacaktır.”
Bazı hikâyeler, bittikten sonra da devam eder zihinde. Zamanın Tekerleği’nde anlatılan da öyle… Bitiyor, bittiği yerde boşluklar bırakıyor, bırakılan boşlukları tamamlamak da bize düşüyor. Elimizde fosforlu bir kalem, altını çizeceğimiz cümlelerle; “Ruhum bomboş, kala kala sadece tenden bir kılıf kaldı üzerimde.” diyen anlatıcının izinden gidiyoruz. Gidilesi bir yol…
Tanıtım Bülteni’nden:
“Zamanın Tekerleği, Kuprin’in sürgündeki başyapıtları arasındadır. Bir aşk hikâyesidir bu, ama sıradan değildir: bir yandan belli belirsiz, büyük Rus edebiyatçılarının ustalıkla yansıttıkları melankolik Rus ruhunun tınılarını, sürgündeki adamın acılarını, aşk ve memleket hasretinin iç içe geçtiğini hissedersiniz onda; ama diğer yandan, erkeğin kaleminden dökülmüş bir kadın hikâyesidir. Kafeslere sığmayan bir kadın ruhunun kanat çırpışlarını işitirsiniz; hayatta tek aradığı dingin bir huzurla birlikte, deyim yerindeyse total bir aşktır; böyle bir aşk ise erkek gibi kadının da özgür insan olmasını gerektirir. Denebilir ki, bu kadın için her tür kişisel özgürlük ihlali, total aşkın surlarında açılmış birer gedik, onu aşk olmaktan çıkaran bir bozulmadır. Ve o zaman kendisini erkeğe bağlayan diğer bütün bağları da koparıp atar, hem de büyük bir irade gücü, korkunç bir kararlılıkla. Yani diyeceğim, bana öyle geliyor ki, erkeğin kaleminden çıkmış feminist bir başyapıttır bu.”
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Dünyanın gelip geçiciliğini hatırlatan öyküler
Yunus Emre ne doğru demiş: “Bu dünyada bir tek şeye yanar içim, göynür özüm; Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.”. Ölüm vakitli vakitsiz demeden kapıyı çalıverir. Hazırlıksız yakalanırız çoğu zaman. Sevdiklerimizi bir bir toprağa sırlarız adeta. Okan Alay ilk öykü kitabını kaybettiklerine adamış.
Okan Alay’ın öykülerinde şiirsel bir dil kullandığını söyleyebiliriz: “Susan Adem’di, Havva’ydı, konuşan yüzde solan gül, yitip giden gündü.”. Dünyanın gelip geçiciliğini hatırlatıyor öykülerinde: “Susuyordu herkes. Babaannem, kadın, çocuk ve ben… Konuşan; o!..”. Susarken sesleri daha iyi duyabilen karakterler var. “Kadın ve çocuk, ikisi de susuyordu. Biri ceylan oluyordu, öteki elleri böğründe annesi…”
“Bir Yanıtı Yoktur…” kısa, yoğun bir öykü. Ölüme işaret ediyor.
“Geçmiş Haller Albümü”nde şehir hayatı içine savrulmuş, apartmanlar arasında sıkışmış karakterin ahvalidir anlatılan. Eski bir fotoğraf albümü sayesinde geçmişine yolculuk yapmasına, anılarını tazelemesine, özlemlerine tanık oluyoruz:
“Birden vitrine bakarken dikkatimi fotoğraf albümü çekti. Sanırım kayıptı uzun süre. Aklım onda kaldı. Onun şekillere aksetmiş dünyasına girmek, orada müstesna anların sonsuzluğa uzanan akışına dalmak istedim.”
“Yitik Zaman Yolcusu” başkası tarafından tecavüze uğrayan ve de sevdiğine kavuşamayan Müjgan’ın halleri, kendi ağzından anlatılmış:
“Çıldıracağım! Nasıl yok sayayım geçmişi! Süslenmeliymişim, yok niye genç bir kız gibi değilmişim, yok neden makyaj yapmıyormuşum! Hıh güldürme beni anne. Sinir krizleri geçirdiğim zamanların şahidi jilet kesiği kollarımı mı görsünler, tenimde bir ömürdür sakladığım kiri mi görsünler. Yapma be anne, kandırmayalım birbirimizi.”
Müjgan bir ırmağa atlayarak intihar ediyor. İçsel konuşmalarla örülü bir öyküden bahsedebiliriz. “İğreti” öyküsü ise, Almanya’ya çalışmaya giden kaçak işçilerin hayatlarından kesitler sunmuş bize:
“Oysa burada hangimiz iç açan bir öyküye sahiptik ki! Her birimiz bir başka coğrafyadan kopup gelsek de acılarımızın, gözyaşlarımızın dili bir değil miydi? Yalnız, yorgun ve sürgün kimselerdik bu uzak yerde.”
“Kara Kaplı Kitap” bir deprem sonrası bulunan bir şiir kitabının sahibine, ölenlere, kalanlara dair acı bir öykü. “Yalnızlık Şehirde Saklı” ve “Bir Aşkın Kıyısında” giden ve kalanlara dair sorgulamalarla dolu iki öyküden söz edebiliriz.
Birbirinden güzel on iki öykü var İçimdeki Uzak’ta. Hel Yayınları’ndan 2015 yılında çıktı. Okan Alay akademik çalışmalarını yaparken, Türkçe, Farsça, Kürtçe çevirileri ile de bir yandan Halk edebiyatına katkılarını sürdürüyor. Çeşitli ödüllere layık görüldüğü şiirleri, Suyun Gölgeye Karıştığı (2005, Yom Yayınları) ve Yanılgılar Evi (2010, Yasakmeyve Yayınları) adlı iki şiir kitabıyla gün yüzüne kavuşmuş oldu. Yazarın Varlık, Hayal, Hece Öykü, Yedi İklim, Mühür, Temrin, Lamure gibi dergilerde inceleme-metin, öykü, şiirleri yayımlanmıştı. Halen çeşitli dergilerde ürünleri yayımlanmaya devam ediyor.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
9 Kasım 2016 Çarşamba
Bir dönemin zihin dünyasına ışık tutan üç seyahatname
18. Yüzyıl sonrası dönemde Osmanlı’nın hasta adam olarak tanımlandığı bilinen bir vak’adır. Bunu daha önce bu sayfalarda dile getirmiştik. Bu ayki kitaplarımızda bu minval üzerindedir. Bunlardan ilki Ömer Lütfi’nin Yüz Yıl Önce Güney Afrika, Ümit Burnu Seyahatnamesi adlı kitabıdır. Bu seyahatnamenin arka planı seyahatname kadar ilgi çekicidir. İngiliz himayesinde olan Güney Afrika’daki Müslümanlar arasında dini hususlarda çıkan bazı münakaşaların neticesinde İngiliz Kraliçesi, devrin Sultanı Abdülaziz’den bu hususta yardım ister. Sultan, Güney Afrika’ya gitmek üzere dini konularda mütekamil bir kişinin görevlendirilmesini uygun görür. Masrafları Devlet-i Âliyye tarafından karşılanmak üzere Ebubekir Efendi ve ona yardım için Ömer Lütfi görevlendirilir. 1862’de İstanbul’dan yola çıkan Ömer Lütfi ve Ebubekir Efendi, Akdeniz üzerinden Marsilya’ya, oradan Paris’e, daha sonra da Londra’ya yolculuk etmişlerdir. Londra’dan kırk dört günlük uzun bir deniz seyahatinin sonunda Güney Afrika’ya 17 Ocak 1863’de varırlar. Yanlarında götürdükleri dini kitaplarla eğitime başlarlar. Bunun dışında Ömer Lütfi, Güney Afrika’da gezdikleri yerler ve Müslüman cemiyeti hakkında da yazılar kaleme alır. Ömer Lütfi, burada dört sene kaldıktan sonra İstanbul’a dönmek için yola çıkar. Dönüşte Mekke i Mükerrem’e, oradan da Mısır’daki El Ezher Medresesi’ne ilim tahsili için gider.
Diğer iki seyahatname ise aynı gemide yola çıkan iki Osmanlı memuruna aittir. Devlet-i Âliyye’ye ait Bursa ve İzmir korvetleri, Basra körfezine gitmek üzere 12 Eylül 1865’te yola çıkarlar. Basra’ya Afrika’nın çevresini dolaşarak gitmeyi planlamışlardır. Afrika’nın en batı ucu olan Yeşil Burun civarında büyük bir fırtınaya yakalanan gemiler, kendilerini Güney Amerika’da bulurlar. Brezilya’nın Rio de Jenario şehrinde çeşitli tamirat işlerini yapmak için gemiler burada demir atar. Bu sırada Osmanlı gemisinin şehre geldiğini duyanlar gemiye gelirler. Bunlar arasında Afrikalı Müslümanlar da vardır. Müslüman halk gemideki Osmanlı askerlerine büyük hürmet gösterirler. Seyahatname yazarlarımızdan biri olan ve Bursa korvetinde imamlık vazifesi ifa eden Bağdatlı Abdurrahman Efendi, bazı dini konularda eksikliğini gördüğü Müslüman halkla yakından alakadar olur. Gemilerin tamiri bitip yola çıkmaya hazırlanılırken gemi imamı Abdurrahman Efendi, kaptanın da mutabakatıyla Brezilya’da kalmaya karar verir. Gemi ayrıldıktan sonra buradaki Müslümanların problemlerini çözmek için çaba sarfetmeye başlar. Burada kaldığı süre boyunca Brezilya’da başka bölgelere de gider. Daha sonra da vatana dönmek için yola çıkar. Bu dönüş yolculuğu sırasında “Brezilya Seyahatnamesi” adlı eseri kaleme alır.
Gemi, imamını Brezilya’da bırakarak yola çıkmış olan Bursa korveti, Basra Körfezi’ne doğru yola çıkar. Gemi, Güney Afrika’ya uğrar. Burada Devlet-i Âliyye’nin görevlendirdiği Ebubekir Efendi gemi mürettebatı tarafından gemide misafir edilir. Güney Afrika’yı geride bırakan gemi, Basra’ya doğru yola çıkar. Bu yolculuğu sırasında gemide bulunan Mühendis Faik, yolculuğun başından itibaren tuttuğu notları Seyahatname-i Bahr-i Muhit adlı eserde toplamıştır.
Daha önce sadece kitabî bilgiler düzeyinde bilgi sahibi olunan diyarların bil-fiil tecrübe edilmesi, Osmanlı insanında daha sağlıklı intibaların oluşmasını sağlamıştır. Zahmetli tecrübeler neticesinde edinilen bilgi ya da intibaların kitaba dönüşerek bugüne aktarılması sayesindedir ki günümüz okuyucusu da onlardan istifade edebilmektedir.
Bu yazının ana konusunu teşkil eden üç eser de bir dönemin zihin dünyasına ışık tutmaları yönüyle belli bir kıymeti ifade etmektedir. Genel itibariyle birbirine yakın zamanlarda kaleme alınmış olan bu üç kitapta Müslüman dünyanın ilgili devirlerdeki ahvaline dair aktarılan bilgiler, geçmişin olduğu kadar bugünün okuyucusu için de ufuk açıcı değerdedir.
Mühendis Faik, Türk Denizcilerinin İlk Amerika Seferi, Seyahatname-i Bahr-i Muhit, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-83-7.
Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Brezilya’da ilk Müslümanlar , Brezilya Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-76-4.
Ömer Lütfi, Yüz Yıl Önce Güney Afrika, Ümitburnu Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006 ISBN 975-6403-80-2.
Ozan Sağsöz
https://twitter.com/terraincognitae
Diğer iki seyahatname ise aynı gemide yola çıkan iki Osmanlı memuruna aittir. Devlet-i Âliyye’ye ait Bursa ve İzmir korvetleri, Basra körfezine gitmek üzere 12 Eylül 1865’te yola çıkarlar. Basra’ya Afrika’nın çevresini dolaşarak gitmeyi planlamışlardır. Afrika’nın en batı ucu olan Yeşil Burun civarında büyük bir fırtınaya yakalanan gemiler, kendilerini Güney Amerika’da bulurlar. Brezilya’nın Rio de Jenario şehrinde çeşitli tamirat işlerini yapmak için gemiler burada demir atar. Bu sırada Osmanlı gemisinin şehre geldiğini duyanlar gemiye gelirler. Bunlar arasında Afrikalı Müslümanlar da vardır. Müslüman halk gemideki Osmanlı askerlerine büyük hürmet gösterirler. Seyahatname yazarlarımızdan biri olan ve Bursa korvetinde imamlık vazifesi ifa eden Bağdatlı Abdurrahman Efendi, bazı dini konularda eksikliğini gördüğü Müslüman halkla yakından alakadar olur. Gemilerin tamiri bitip yola çıkmaya hazırlanılırken gemi imamı Abdurrahman Efendi, kaptanın da mutabakatıyla Brezilya’da kalmaya karar verir. Gemi ayrıldıktan sonra buradaki Müslümanların problemlerini çözmek için çaba sarfetmeye başlar. Burada kaldığı süre boyunca Brezilya’da başka bölgelere de gider. Daha sonra da vatana dönmek için yola çıkar. Bu dönüş yolculuğu sırasında “Brezilya Seyahatnamesi” adlı eseri kaleme alır.
Gemi, imamını Brezilya’da bırakarak yola çıkmış olan Bursa korveti, Basra Körfezi’ne doğru yola çıkar. Gemi, Güney Afrika’ya uğrar. Burada Devlet-i Âliyye’nin görevlendirdiği Ebubekir Efendi gemi mürettebatı tarafından gemide misafir edilir. Güney Afrika’yı geride bırakan gemi, Basra’ya doğru yola çıkar. Bu yolculuğu sırasında gemide bulunan Mühendis Faik, yolculuğun başından itibaren tuttuğu notları Seyahatname-i Bahr-i Muhit adlı eserde toplamıştır.
Daha önce sadece kitabî bilgiler düzeyinde bilgi sahibi olunan diyarların bil-fiil tecrübe edilmesi, Osmanlı insanında daha sağlıklı intibaların oluşmasını sağlamıştır. Zahmetli tecrübeler neticesinde edinilen bilgi ya da intibaların kitaba dönüşerek bugüne aktarılması sayesindedir ki günümüz okuyucusu da onlardan istifade edebilmektedir.
Bu yazının ana konusunu teşkil eden üç eser de bir dönemin zihin dünyasına ışık tutmaları yönüyle belli bir kıymeti ifade etmektedir. Genel itibariyle birbirine yakın zamanlarda kaleme alınmış olan bu üç kitapta Müslüman dünyanın ilgili devirlerdeki ahvaline dair aktarılan bilgiler, geçmişin olduğu kadar bugünün okuyucusu için de ufuk açıcı değerdedir.
Mühendis Faik, Türk Denizcilerinin İlk Amerika Seferi, Seyahatname-i Bahr-i Muhit, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-83-7.
Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Brezilya’da ilk Müslümanlar , Brezilya Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-76-4.
Ömer Lütfi, Yüz Yıl Önce Güney Afrika, Ümitburnu Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006 ISBN 975-6403-80-2.
Ozan Sağsöz
https://twitter.com/terraincognitae
Pembe İncili Kaftan'da fütüvvet
Fütüvvet yazarı Ömer Seyfettin'in hatırasına
Sadrazam, Şah İsmail’e gönderilecek bir elçi aramaktadır. Elçinin şecaat sahibi, feta ehli ve devletin izzetini gösterecek biri olması gerekmektedir. Sadrazam bu vasıfta elçi bulamamaktadır; zira Şah İsmail şediddir. Ömer Seyfettin, Şah’ı şöyle tasvir eder: “Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi.”. Sadrazam toplantıda konuyu açınca hazirûndan kırmızı tuğlu kavuklu biri Muhsin Çelebi derler birinin varlığından bahseder. Muhsin Çelebi civanmert, yani özü-sözü bir, yiğit, yürekli, yüce gönüllü biridir.
Yazar Muhsin Çelebi’yi şöyle tanıtır:
“Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez. Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır. Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (…) çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!” derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı; ama insan… Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı.”
Sadrazam kendisini görmek ister. Diyalog şöyle gelişir: “Sadrazam (S): Bir kere kendisini görsek. Diğeri (D): Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi? (S): Nasıl gelmez? (D): Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (S): Devletini sevmez mi? (D): Sever sanırım. (S): O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.”
Muhsin Çelebi “devlet için” çağrılınca icabet eder. Sadrazam’ın odasına “palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam” olarak girer. Sadrazam, “Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alıştığından, bir an eteğine kapanılmasını bekler. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm durmaktadır.” Ancak Muhsin Çelebi “göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adam”dır ve etek öpmez. Hatta “çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturur.”
(S): Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum? der. (Muhsin Çelebi): Ne ilgisi var? (S): Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da. (Muhsin Çelebi): Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim. (S): Niçin girmedin?
(Muhsin Çelebi): “Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar.”
Sadrazam: “Bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Şunun başını vurdursam” yollu düşünceler içindeyken ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitir: “İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Sonra vicdanından gelen ses düşüncelerini şekillendirir: “Tam bizim aradığımız adam işte. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi.”
Muhsin Çelebi’yi uyarır: Şah İsmail “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Ola ki işkenceyle idam eder.
Muhsin Çelebi elçiliği görev değil fedakârlık olarak kabul eder ve şöyle der:
“Mademki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim. Sırmakeş Toroğlu’ndaki, kumaşı Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme, “Pembe İncili Kaftan”ı alacağım. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!”
Muhsin Çelebi, çiftliğini, mandırasını ve tüm servetini ortaya koyup kaftana sahip olup Şah İsmail’e gider. Şah’ın eteğini öpmez. Sultan I. Selim’den getirdiği fermanı teslim eder [Şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu].
Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça Şah İsmail kızar, sararır, morarır, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titrer; sinirinden hiçbir şey yapamaz. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemeden, kalkıp kapıya doğru yürür.
Şah İsmail “Şunun kaftanını veriniz!” der. Savaşçılardan biri “Buyurun, kaftanınızı unuttunuz” diyerek kaftanı uzatır.
Muhsin Çelebi “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz?” diyerek her şeyini uğruna sattığı kaftanı İran sarayında ülkesi uğruna bırakır.
Ülkesine döndüğünde elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe alır. Onu ekip biçer. Çoluk çocuğunun ekmeğini çıkarır. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze satar. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirir. Buna rağmen hayat boyu ne kimseye boyun eğer, ne de gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yapar.
Ömer Seyfettin Pembe İncili Kaftan hikâyesinde Şah İsmail’in adını zikrettiği halde Muhsin Çelebi dışındaki iki saraylının ismini zikretmez. Muhsin Çelebi “gazi-ahî” bir tiplemedir, hayatın içinde “ahî” geleneğine uygun bir “ekmek davası” ile yaşamaktadır. Bu hikâyenin önemi, kahramanın meslek erbabı olması, kimseye muhtaç düşmeyecek kadar bir geçimliği kesb etmesi, iflas etse dahi helâl yoldan geçim tutması, yiğitliği yere düşürmemesi, dünya malına değer vermemesidir.
Kahraman, yılların birikimi olan “maddiyatı”, değerlerinin karşısında kıymetsiz görmektedir. “Kaftan” yaşaması gereken “gövdenin” selameti için feda edilir. Sembolik anlamda “gövde”nin millet-devlet; Şah’a atılan kaftanın ise zenginlik-refah olduğu ortadadır. Bu sembolizmiyle hikâye, 10-13. asırlarda Anadolu’yu İslâmlaştıran fütüvvet topluluklarının esaslarıyla mutabıktır. Ne var ki hikâyede fütüvvetin “musâhiplik-muâhatlık” ilişkisinin bir toplumla yürütülebileceği vurgusu yapılmamıştır. Çünkü bu değerleri yürütecek bir toplum kalmamıştır. Sadrazam’ın civanmert bir adam bulmakta zorlanması da fütüvvetten kopulduğunun işaretidir. Nitekim Sadrazam, Şah İsmail’e elçi gönderecek olmasaydı Muhsin Çelebi’nin boynunu vurduracak bir niyete dahi kapılmak üzeredir. Oysa Muhsin Çelebi, kendi halinde bir adamdır. Saraya da menfaati için değil “devlet hizmeti” için gitmiş, hatta çağrılmıştır.
Hikâye, Osmanlı’nın fütüvvet topluluklarının civanmertliğine ne kadar muhtaç olduğunu, fütüvvet programının neticesinde Bu Ülke’de devlet kurulduğunu satır aralarında anlatmaktadır. Anadolu, civanmert adamların yurt tuttuğu bir ülkedir.
Anadoluculuk, “ruh cephesinin maden işçileri” olan bu hizmet ehli fetalar ile dün olduğu üzere şimdi de Yarınki Türkiye’yi kurmanın peşindedir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
Sadrazam, Şah İsmail’e gönderilecek bir elçi aramaktadır. Elçinin şecaat sahibi, feta ehli ve devletin izzetini gösterecek biri olması gerekmektedir. Sadrazam bu vasıfta elçi bulamamaktadır; zira Şah İsmail şediddir. Ömer Seyfettin, Şah’ı şöyle tasvir eder: “Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi.”. Sadrazam toplantıda konuyu açınca hazirûndan kırmızı tuğlu kavuklu biri Muhsin Çelebi derler birinin varlığından bahseder. Muhsin Çelebi civanmert, yani özü-sözü bir, yiğit, yürekli, yüce gönüllü biridir.
Yazar Muhsin Çelebi’yi şöyle tanıtır:
“Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez. Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır. Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (…) çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!” derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı; ama insan… Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı.”
Sadrazam kendisini görmek ister. Diyalog şöyle gelişir: “Sadrazam (S): Bir kere kendisini görsek. Diğeri (D): Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi? (S): Nasıl gelmez? (D): Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (S): Devletini sevmez mi? (D): Sever sanırım. (S): O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.”
Muhsin Çelebi “devlet için” çağrılınca icabet eder. Sadrazam’ın odasına “palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam” olarak girer. Sadrazam, “Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alıştığından, bir an eteğine kapanılmasını bekler. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm durmaktadır.” Ancak Muhsin Çelebi “göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adam”dır ve etek öpmez. Hatta “çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturur.”
(S): Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum? der. (Muhsin Çelebi): Ne ilgisi var? (S): Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da. (Muhsin Çelebi): Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim. (S): Niçin girmedin?
(Muhsin Çelebi): “Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar.”
Sadrazam: “Bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Şunun başını vurdursam” yollu düşünceler içindeyken ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitir: “İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Sonra vicdanından gelen ses düşüncelerini şekillendirir: “Tam bizim aradığımız adam işte. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi.”
Muhsin Çelebi’yi uyarır: Şah İsmail “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Ola ki işkenceyle idam eder.
Muhsin Çelebi elçiliği görev değil fedakârlık olarak kabul eder ve şöyle der:
“Mademki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim. Sırmakeş Toroğlu’ndaki, kumaşı Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme, “Pembe İncili Kaftan”ı alacağım. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!”
Muhsin Çelebi, çiftliğini, mandırasını ve tüm servetini ortaya koyup kaftana sahip olup Şah İsmail’e gider. Şah’ın eteğini öpmez. Sultan I. Selim’den getirdiği fermanı teslim eder [Şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu].
Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça Şah İsmail kızar, sararır, morarır, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titrer; sinirinden hiçbir şey yapamaz. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemeden, kalkıp kapıya doğru yürür.
Şah İsmail “Şunun kaftanını veriniz!” der. Savaşçılardan biri “Buyurun, kaftanınızı unuttunuz” diyerek kaftanı uzatır.
Muhsin Çelebi “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz?” diyerek her şeyini uğruna sattığı kaftanı İran sarayında ülkesi uğruna bırakır.
Ülkesine döndüğünde elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe alır. Onu ekip biçer. Çoluk çocuğunun ekmeğini çıkarır. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze satar. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirir. Buna rağmen hayat boyu ne kimseye boyun eğer, ne de gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yapar.
Ömer Seyfettin Pembe İncili Kaftan hikâyesinde Şah İsmail’in adını zikrettiği halde Muhsin Çelebi dışındaki iki saraylının ismini zikretmez. Muhsin Çelebi “gazi-ahî” bir tiplemedir, hayatın içinde “ahî” geleneğine uygun bir “ekmek davası” ile yaşamaktadır. Bu hikâyenin önemi, kahramanın meslek erbabı olması, kimseye muhtaç düşmeyecek kadar bir geçimliği kesb etmesi, iflas etse dahi helâl yoldan geçim tutması, yiğitliği yere düşürmemesi, dünya malına değer vermemesidir.
Kahraman, yılların birikimi olan “maddiyatı”, değerlerinin karşısında kıymetsiz görmektedir. “Kaftan” yaşaması gereken “gövdenin” selameti için feda edilir. Sembolik anlamda “gövde”nin millet-devlet; Şah’a atılan kaftanın ise zenginlik-refah olduğu ortadadır. Bu sembolizmiyle hikâye, 10-13. asırlarda Anadolu’yu İslâmlaştıran fütüvvet topluluklarının esaslarıyla mutabıktır. Ne var ki hikâyede fütüvvetin “musâhiplik-muâhatlık” ilişkisinin bir toplumla yürütülebileceği vurgusu yapılmamıştır. Çünkü bu değerleri yürütecek bir toplum kalmamıştır. Sadrazam’ın civanmert bir adam bulmakta zorlanması da fütüvvetten kopulduğunun işaretidir. Nitekim Sadrazam, Şah İsmail’e elçi gönderecek olmasaydı Muhsin Çelebi’nin boynunu vurduracak bir niyete dahi kapılmak üzeredir. Oysa Muhsin Çelebi, kendi halinde bir adamdır. Saraya da menfaati için değil “devlet hizmeti” için gitmiş, hatta çağrılmıştır.
Hikâye, Osmanlı’nın fütüvvet topluluklarının civanmertliğine ne kadar muhtaç olduğunu, fütüvvet programının neticesinde Bu Ülke’de devlet kurulduğunu satır aralarında anlatmaktadır. Anadolu, civanmert adamların yurt tuttuğu bir ülkedir.
Anadoluculuk, “ruh cephesinin maden işçileri” olan bu hizmet ehli fetalar ile dün olduğu üzere şimdi de Yarınki Türkiye’yi kurmanın peşindedir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi