SAYFALAR

24 Haziran 2016 Cuma

Söz konusu çocuk olunca acının modası geçmiyor

“Çocuklarınıza şiir okutun, dilleri tatlansın.”
- Hz. Ayşe

Senelerce, senelerce evvel, yeryüzünün kuzgun kanadı kadar karanlık olduğu zamanlarda bir gün gökyüzünden bir çocuk ağlaması gelmeye başladı. O zaman dünya karanlık olduğu kadar sessiz de bir yerdi ve ağlayan çocuğun sesi tüm dünyayı dolduracak kadar uzadı. Giderek dayanılmaz bir hal aldı. Oyunlar, oyuncaklar, parklar… Çocuğun ailesi elinden gelen her şeyi yaptığı halde onu susturmayı başaramayınca, bu huysuz çocuk bedbaht bir yetişkine dönüşmeden önlem almak için ihtiyar meclisine danışmaya karar verdiler. Toplantıya icabet eden komşu kabilelerin reisleri elbette kulaklarını tıkayarak katıldılar toplantıya. Çocuğu aralarına aldılar. İlk ihtiyar “Neyin var yavrucuğum?” sorusunun karşılığını kucağındaki ufaklıktan birkaç tırnak çiziğiyle aldı. Kulağını balmumuyla tıkayan diğerlerinin durumu da farklı değildi. Nihayet bir başka ihtiyar köşede asılı duran küçük hasır kutuyu gösterdi ve “İşte!” dedi “Çocuk bu kutuyu istiyor. Onu verirseniz susar.”. Çocuğun dedesi itiraz etti: “Bu kutuda bana emanet edilen kıymetli gün ışığı var ve ben onu korumakla mükellefim. Ya kutuya bir şey olursa?”. Ama gökyüzü halkının sağır olmasındansa bu riski almaya gönülsüz de olsa karar verdi. Nihayet çocuğun önüne konuldu kutu. Ve kuzgun gibi parlak kara saçlı çocuk birden sustu. Dünya yeniden karanlığın beslediği eski sessizliğine döndü.

“Sevgiyi Zamanında Dağıtmak Gerek”
Çocuklar için satın alınan her yeni oyuncak ve rengârenk şekerlerin karşılığında ancak geçici olarak suskunluk alabildiğimiz, sonrasında ise dayanılmaz bir gürültüye maruz kaldığımız bir dünyada yaşıyoruz. Evlerimizin ve kalplerimizin köşelerinde asılı duran en değerli şeyleri çocuklara emanet etmeye cesaret edemediğimiz için ne sessizliğe ne de mutmain nesillere ulaşabiliyoruz. İşliklerde onurumuzu azaltarak kazandığımız paralarla satın aldığımız eşya çocukları tatmin etmiyor. Çünkü onlar neyin değerli olduğunu yetişkinlerden daha iyi biliyorlar. İşte böyle durumlarda köşedeki hasır kutuyu gösteren bir sese ihtiyaç duyuyoruz. “Onu değil, onu değil, değerini zahirinden değil batınından alan hasır kutuyu verin çocuklara,” diyen bir ses.

“Tarih Çocukla Başlar”
Mustafa Ruhi Şirin yıllardır bu sesi yazı ve şiirleriyle duyurmaya, yaymaya çalışan bir isim. Çocukluktan çıkmaya direndiği için o kutunun içeriğini, çocukların kariyer planı, yaşam koçu, pahalı oyuncaktan çok ışık istediğini unutmamış, “uzatmalı çocuk” bir şair. Şirin’in toplu eserleri İz Yayıncılık tarafından yayınlanmaya başladı. Kapağında teki yırtılmış bir çift çocuk eldiveni bulunan ‘Elsiz Eldiven’ kitabı, serinin sekizinci kitabı olarak raflardaki yerini aldı. Savaşlarla, çatışmalarla ilmiği kaçan bir dünyada, elleri olmayan bir çift eldiven bir Dostoyevski kahramanı gibi hep şu sözü mırıldanıyor bize: “Bu dünya, bir tek çocuğun gözyaşına bile değmez.”. Bu duyarlığı hatırlayarak aralıyorsunuz kitabın hüzünlü kapağını. Birkaç sayfa sonraki “Bilge Krala” ithaf ise çocuk ödevinin aynı zamanda bir medeniyet ödevi olduğunu yeniden hatırlatıyor.

“Hazırım Sızıları Toplamaya”
Ağır Oyun”, “Oylarınızı Çocuklara Verin”, “Tarih Çocukla Başlar”, “Çocuk Sesli İşaret”, “Kömür Sesinden Bahar” ve “Elsiz Eldiven” şeklinde altı bölümden oluşan kitap, başlıklardan da anlaşılacağı üzere dünyanın çocuk ödevi konusunda pek de hayırhah sonuçlar alamadığı bir yer olduğunu gösteren şiirlerle örülmüş bir hasır sepet aslında. Çocukları sağlıklı birer yetişkine dönüştürecek olan, kapitalizmin parlak vitrinlerindeki ürün ve söylemleri eve taşımak değildir, diyen bir hasır sepet. O parlak vitrinlerin sahte ışıklarının öksüz çocuklardan, çocuk işçilerden, sahillere vurmuş cansız minik bedenlerden de sorumlu olduğunu hatırlatan bir ses. Her şeyi taşıyan ama çocukların sanık olmasını kaldıramayan sandalyelere doğru götürüyor okuru; insanlık öğretmeni boyacı çocuklara. Her şeyin modası geçiyor; söz konusu çocuk olunca acının modası geçmiyor. Şiirin de aslında bu “modası geçmiş” acıları ısrarla gündeme taşımakla risk aldığını biliyor şair. ‘Ağır Oyun’ şiirindeki tornacı çocuk gibi parmağını tezgâha kaptıracağını biliyor. Şairin elleri cebinde dolaşması hep aylaklığın sembolü olarak görülür. Kimse bilmez parmağını planyaya kaptıran her çocukla onun da bir parmağının eksildiğini. Şiir bunun için “ağır oyundur” biraz. Ağzına yapıştırılan bohem ıslığın da bir keyif anına değil, çocukları korkulara salan “tın tın eden kabacık” sesini bastırmaya matuf olan bir dehşet anına denk geldiği bilinmez. Mustafa Ruhi Şirin de parmakları eksik, ıslığı dehşetiyle ilgili bir şair olarak kaleme almış bu dizeleri. Buruk bir gülüşle çocuklara “kaybolmadın” diye sesleniyor. Biliyor ki “Duyarsa çocuk/ kayboldun dediğini/ Hemen ölür.

“Oylarınızı Çocuklara Verin”
Çocuğu bir özneden ziyade kurum ve uzmanların elinde yoğurulacak cansız bir kütle olarak gören siyasal sistemler de en az şairin parmakları kadar eksiktir. Bu yüzden şair, “Oylarınızı Çocuklara Verin” demektedir. Çocuğu ciddiye almayan Heraklit gibi bir bilge amca da olsa sonuç değişmez; onun da felsefesi eksiktir. Çünkü felsefe yakıtını çocuğun hayretinden, merakından ve hayranlığından almaktadır. Çocuğu göz ardı eden her fikir, asıl “çocuk oyuncağı” mesabesinde kalır ve ciddiyetini yitirir. “Nasıl Bir Felsefe Bu” şiiri bu duyarlığın güzel bir örneğidir. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Aristo gibi isimler bu bölümde söz konusu farkındalık testine tabi tutulan diğer isimlerdir.

“Yoruldum Uzaklara Mızıka Çalmaktan”
Çocuk söz konusu olduğunda “yasalar duvara”, sözleşmeler “fil tarifine” benzer. Hâlbuki insanı cennetten tarihin toprağına çeken merak, çocuğa duyduğu meraktır Şirin’e göre. İnsan çocuğunu özlemiş ve cennetten inmiştir. Öyleyse bu özleme mukayyet olmalıdır, olursa “Yoksulluk değil sevinç takvimine göre/ Çizilir belki yeni çocuk atlası.”. Şairin gönül aynasını çizen “Elmastan serttir yoksulların çaresizliği.”. Bu kırık aynada dünya, çocuğun kalbi kadar yer tutar şair için. Bir türlü ayağa kaldırmadığı sorunun payandası, tekrardaki esmayı bilen çocuğun tanımıdır. O, çocuğun kalbinde sakladığı devlere, dev gibi aşklara itimat etmektedir: “Çıkarın çocuklar artık sakladığınız devleri/ Haydi sürün kırlara ve aşka.”. Öyleyse şair eksik sorular ormanında kaybettiği yolu yine çocuk seslerine yaklaşmakla bulacaktır. Simurg gibi çocukların sesini topladığında kendi sesini bulacaktır. Çünkü çocuğu da şairi de aynı maddesiz melek korumaktadır. Kardeşi Afrika, sesi simsiyah, süsü Filistin, saati Bosna, penceresi Kandehar, eldiveni yoksulluk olan şairi…

Efsaneler çağını bir çalımda geçeli beri gökten çocuk sesleri gelmiyor artık. Hakiki meseleleri danışacağımız ihtiyarlar meclisi çoktan lağvetti kendini. Herkes kendi meselesiyle baş başa. Gök yerden gelen çocuk çığlıkları karşısında hayretle susuyor. Çocuk seslerinin nasıl gülüşe çevrilebileceğini ise köşedeki kitapçıda duran, hasır kutular kadar sade, süssüz kitaplar gösteriyor. Çocuklara güvenin, diyen kitaplar. En fazla ellerindeki hasır kutu yere düşer, içindeki gün ışığı dağılır ve dünya daha aydınlık bir yer olur. Tıpkı efsanedeki çocuğun yaptığı gibi.

Atakan Yavuz
atakanmucahityavuz@gmail.com
* Bu yazı Dergâh dergisinin 315, sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder