SAYFALAR

21 Haziran 2016 Salı

İyileşmeyen yaraların hikayeleri

Kelimenin etimolojisini araştıranlar yara ile akrabalığını uzun uzun anlatırlar. Her kelimenin muhatabında bıraktığı izi delalet gösterirler bunun için. Mustafa Başpınar ise hikâye dünyasını kurarken cümlelerini oluşturan kelimelerin bıraktığı izi değil, hayatın insanlarda bıraktığı yaraların kelimelerdeki karşılığını arıyor. Onun, hayatı merkeze alan bu tutumuyla “anlatılanlara” odaklanıp anlatmayı ikinci plana ittiği düşüncesini uyandırmak istemem. Zira bu öncelikle Mustafa Başpınar’ın yazarlığındaki titizliğe gölge düşürür. Her yazar gibi o da anlatmayı tali bir mesele olarak görmediği için edebi bir metne imza atabiliyor. Ancak ‘kimi’, ‘niçin’ anlatacağı sorusu da Başpınar için en az ‘nasıl’ anlatacağı kadar önemli bir problem.

Mustafa Başpınar, kısa cümlelerle, yalın ve akıcı bir anlatımla inşa ediyor hikâyelerini. Kitapta yer alan “Yaralarınız İyileşti mi?” dışındaki hikâyelerin de kısa olduğu söylenebilir. Belki kitabın adı da “Yaralarınız İyileşti mi” olabilirdi. Zira kitabın en çarpıcı ve kitapta yer alan hikâyelerin haletini en çok temsil eden hikâye o bence. İlk hikâyedeki karakter annesinin bir bakışıyla yaralanırken son hikâyede umutsuz bir aşk hikâyesi ile mesleğini terk eden bir öğretmen anlatılıyor. “Bir Şey Gelip Şurama Oturdu” dememeden veya demediği konularda yazmayan bir yazar Mustafa Başpınar. Bu da hikâyesinin en güçlü kısmı aslında.

Zira Mustafa Başpınar’ın hikâyelerinde yalın ve samimi bir kendiliğindenlik var. “Yapmacıksız” bir yaşanmışlık duygusu sızıyor yazdıklarına. Bundan yazdıklarının “otobiyografik” olduğunu düşündüğüm sonucunun çıkarılmasını istemem yalnız. Okurda güçlü bir sahicilik duygusunun uyandığını ise rahatlıkla vurgulayabilirim. Bu konuda verdiği bir röportajda, Başpınar da benzer bir cevap vermiş zaten: “Hikâyelerimde özellikle planlanmış, nitelikleri kafamda şekillenmiş bir toplum portresi çizmiyorum. Çünkü toplum mühendisliği(!) yapmıyorum. Ben hikâye ve romanın var olan topluma ayna tuttuğuna inanıyorum. Görüp işittiklerim, bazen şahit olduklarım, kurmacanın sınırları içerisinde okuyucunun karşısına hikâye formatında çıkıyor.

Sabriye’nim Kerameti” gibi mizahi unsurlar taşıyan hikâyeleri istisna tutulursa genelde “hüzün” burcundan yazıyor Mustafa Başpınar. “Sabriye’nin Kerameti” ise Başpınar’ın yazmayı tercih ederse iyi bir mizah yazarı olabileceğinin işareti bence. Ancak onda da “Bir Şey Gelip Şurama Oturdu” kriteri devre dışı kalmıyor.

Ana karakteri bir kitap olan “Talihsiz Yolculuk” ise mizahla hüznün farklı bir dengesi üzerinden kurulmuş bir hikâye. Ana karakterin bir canlı değil, kitap olması hikâyeye farklı bir okuma tadı kazandırıyor. “Işıltılı Bir Dünya”da ise bin bir hazırlıkla doğması beklenen çocuğun anne ve babası için nasıl bir imtihan sebebi olduğu anlatılıyor. Mustafa Başpınar, ana karakteri “cansız” bile olsa “yaşanmayacak” yahut “yaşanması muhtemel olmayan” bir olay anlatmıyor.

Hatta seçtiği olay örgüleri günlük hayatta zaten başımıza gelen veya yakın çevremizde gördüğümüz yahut duyduğumuz vakalar üzerinden ilerliyor. Yazdıklarında okura sürprizler hazırlamıyor, onları ters köşeye gönderecek zeka tuzakları kurmuyor. Bu da anlattıklarının insani yanını güçlü kılıyor bence. Başpınar “zekâ bulmacaları” değil “duyarlığı hassaslaştıran” hikâyelere imza atıyor. Hem medyanın hem de sosyal medyanın elbirliği ile “duyarlılık” alanlarımızı nasırlaştırdığı bir zamanda, Mustafa Başpınar’ın hikâye dünyasının bu duyarlılık alanlarını tazeleyici ve bize “insanlığımızı” hatırlatan tutumu elbette görmezden gelinmemeli. Böyle bir lüksümüz yok emin olun.

İyi-kötü tipler yok Mustafa Başpınar’ın hikâyelerinde. Kitaba ismini veren “Annemin Gözleri”nde olduğu gibi zaman zaman olumsuz işler yapan “olumlu” tipler var. Tıpkı hayatta olduğu gibi iyi ile kötü arasındaki sınır, netliğini kaybetmiş durumda. Bu da ister istemez okurunun tetikte durmasını gerekli kılan bir hikâye dünyasına sokuyor bizi.

Daha önce Meleğin Gölgesi adlı kitaba imza atan Mustafa Başpınar, ikinci hikâye kitabı Annemin Gözleri ile daha olgun bir hikâye dünyasına ulaşmaya yeteneği ve azmi olduğunu göstermiş oldu. Yazmaya, Mustafa Kutlu’nun halkçı damarının daha bireysel bir üsluplaştırması olarak başlayan Başpınar’ın kendi hikâye dünyasının giderek daha belirginleştiğini söylemek hiç de abartılı olmaz. Her şeyden önemlisi zeka oyunlarına ağırlık verilen öykülerin ve sosyal medyanın katılaştırdığı gönüllerin çağında Mustafa Başpınar’ın akıntının dışında durmaya özen gösteren tavrından öğrenmemiz gereken çok şey var. İşte tam da bu yüzden Mustafa Başpınar’ın duyarlılık tazeleyici hikâyelerine zannettiğimizden daha çok ihtiyacımız olduğunu söylemem gerekiyor. Annemin Gözleri adlı kitabı bu sebeple önemsedim zaten.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder