Hem ilk nesil hem de yeni nesil Türk romancılığının faydalanmaktan imtina ettiği bir dönemdir Orta Asya Türk Tarihi. Bunun dönemsel yahut siyasal çeşitli sebepleri var muhakkak. Arketipik Türk romancıları Orta Asya Türk Tarihi'ni edebiyat sahnemize çıkartan Türkçülük akımını takvim itibari ile ıskaladıkları için mazur görülebilirler. Türkçülük akımına değin Orta Asya Türk Kültürü'ne dair kaynakların vasatlığı ve konuya karşı bilimsel ilgisizlik ilk Türk romanlarının bu membadan faydalanmasına mani olmuştur denebilir.
20.yy başında daha üretken hale gelen sonraki nesil Türk romancılığı ise Orta Asya Türklüğünün sıklıkla Türkçü-Turancı ideoloji ile beraber anılıyor oluşu yüzünden konuya mesafelidir. Türkçülük akımının evvelinde ve sonrasında edebiyatçılarımızın çok azının Orta Asya Türk kültürüne dair bilgi ve görgüye sahip olduğunu rahatlıkla görebiliriz.
Mesaisini ve tüm yaşam mefkuresini ari Türk kültürüne ve Türk tarihine adamış bir ülkü adamı Nihâl Atsız’ın Bozkurtlar romanı geniş Türk tarihinin mevzubahis bölümü üzerine kendi türünde kaleme alınmış ilk eser olma özelliği taşır.
Bozkurtlar, Nihâl Atsız tarafından ardı ardına yazılmış “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” isimli iki kitabın toplamından teşkildir.
"Kür Şad, ölmüş Çinli yığınları üzerinde tek başına Çin kağanlığına karşı vuruşuyordu. Yalın kılıçtı. Börkü düşmüş, kaftanı parça parça olmuştu. Göğsü açıktı. Göğsünden, alnından, yanaklarından, boynundan kan sızıyor, fakat o yine vuruşuyor, dövüşüyor, çarpışıyordu.
O şimdi yarı tanrı gibi bir şeydi. Ölümü de başka türlü olmalıydı. Kırk kahraman birer birer düştükten sonra o hâlâ ayakta idi. Uzun saçları omuzlarında uçuyor, gözleri kıvılcımlar saçıyor, kolu yıldırım hızıyla kalkıp iniyor, her inişte bir Çinliyi deviriyordu.
En sonra ölüm kızı onun eline bir sağrak sundu. Kür Şad bu acı sağrağı gözünü kırpmadan içti. Atının yelesine kapandı. Başını dayadı. Sağ elinde kılıç hâlâ sımsıkı duruyor, sol eli sarkıyordu.
Kür Şad ölmüş, fakat attan düşmemişti.
Ölmüş, fakat yenilmemişti…"
Hikaye 7. yüzyılda Orta Asya’da göçebe halde yaşayan bir Türk boyu Bozkurt Türklerinin en büyük düşmanları Çinliler ile tutuştuğu savaşın, mağlubiyetin, tutsaklığın ve ihtilalin hikayesidir.
Hikayenin kurulum kozmosu Ötüken’dir. Atsız romanın ilk bölümlerinde “İdeal Türk Yurdu” olarak bahsettiği Ötüken üzerinden Orta Asya Türk coğrafyasının koşullarını ve sırlarını okuyucuya verir. Atsız’ın Ötüken tasvirleri o denli etkileyicidir ki Aymatov "Bozkırda doğmuş olan ben bile, bozkır hayatını, hiç bozkır görmemiş Atsız kadar canlı anlatamazdım." itirafında bulunur. Ayrıca Ötüken bir yerleşim birimi olarak da dönem Türklüğünün adeta bir konsantresidir. Ötüken ve Bozkurt Türkleri üzerinden işlenen bu hikaye sosyal katmanlar, toplum ve aile gibi olguları ele alarak okuyucusuna adeta bir dönem belgeseli izletir. Kamusal düzen, devlet geleneği ve askerlik hiyerarşisinin de Türklerde ne denli eski olduğu sık sık vurgulanmaktadır.
Romanda Bozkurt Türkleri, Atsız’ın ideolojik duruşuna paralel bir şekilde kahramanlık, savaşçılık, fetihçilik ve ülkücülük ayakları üzerine oturtularak inşa edilmiş bir topluluktur. Irk ve coğrafya uğruna fedakarlık ve şehitlik üzerine güzellemeler "Bozkurtlar’ın Ölümü"nde çokça gözlenir.
Bozkurt Türklerinin maddi yoksulluklarına ve yer yer kederli ruhi durumlarına da atıflar mevcuttur. Hikayenin içerisinde bu tarz duyguları işleyen ozan deyişlerine sık sık rastlarız.
"Bir güzeli özleyiş…
İşte en güzel deyiş!
Ömür tüket, gönül deş
Sevgi seni unutunca.
Yâri her bir anışım
Bir ölümdür tanışım!
Belki diner yanışım
Son uykuya yatınca…"
Bu tarz deyişler dönemin edebi ve müzikal anlayışlarına dair bilgileri de okuyucuya alt mesaj olarak vermektedir. Romantizm unsurlarını da özellikle ikinci kitap “Bozkurtlar Diriliyor”da fazlaca görürüz.
Romanda karakter betimlemeleri ve karakterler arası ilişkiler, topluluklar ve topluluklar arası olaylar dönemin konseptine büyük bir sadakat ile yazılmıştır. Bu yönü ile Bozkurtlar tarihi enformasyonel bir nitelik de taşır.
Atsız’ın duyarlılıklarından birisi de Türk dili ve kültürü ile de alakalıdır. Bugün çeşitli sebepler ile unutup kullanmaktan vazgeçtiğimiz bir çok Türkçe fiil ve isim hikaye içerisinde yer alır ve bir süre sonra kalıplaşarak zihinlerde yer edinir. Folklorik unsurlar ve gelenekler hikaye içi hadiselerde mühim yer tutmaktadır.
Disiplinli bir ideal insanı olarak Atsız’ın bu eserde herhangi bir fikir işlemesi amaçlamadığını söylemek fazlaca iyimser bir yaklaşımdır. Atsız’ın bu yaklaşımını ilerleyen romanlarında daha yoğun hissederiz. Fakat genel edebi kıymeti ve kucakladığı okur yelpazesi açısından Bozkurtlar romanı Türkçü-Turancı fikrin ürettiği en mühim edebi üründür. Tam da şu dönemde kurgu orta dünya romanlarına mahkum edilmiş Türk okuruna, kendi sahnesinin perdesini tekrar açacak bu kitabı, Türk romancılığının kalibresini hatırlamak-hatırlatmak babında okumak ve okutmak bir vazife sayılmalıdır.
Murat Çınar
twitter.com/muratcnr
SAYFALAR
▼
31 Ocak 2014 Cuma
29 Ocak 2014 Çarşamba
Bazı kitaplar, okuyucusunu nurlandırır
"Sevmek, dert ve gam tatmak içindir. Sevgili, sevenin çok üzülmesini ister. Böylece, kendinden başkasından büsbütün soğumasını, kesilmesini bekler. Sevenin râhatlığı, râhatsızlıkdadır. Âşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmakdır. Râhatı, yaralı olmakdadır."
- İmâm-ı Rabbânî, 140. Mektub
"Ruhumuza kıymet vermez olduk."
- Nurettin Topçu, İradenin Davası
Her yıl bahar aylarında mutlaka bir hikâye ile bizlere selâm veren Mustafa Kutlu bu kez kışın selâmladı. Nurlandırdı demek daha doğru olabilir. Dergâh Yayınları'ndan Ocak 2014'te çıkan "Nur", okuyucusunun daha ilk sayfalarda içini ısıtıyor. Mustafa Kutlu'nun geldiği son nokta demek ne kadar doğru olur bilemeyiz fakat hem günümüz sıkıntıları hem de gelenek, bu kitapta hikâyeleşmiş. Bu hikâyeleşmede yazarın üzerinde durduğu konuların dışında, sevdiği ve ilgi duyduğu yazarları, şairleri, velîleri görmek de mümkün. Okuyucuyu hikâye dışında en çok bu heyecanlandıracaktır şüphesiz. Kimler yok ki kitapta? Yunus Emre, Nurettin Topçu, Mehmet Âkif Ersoy, Faruk Nafiz Çamlıbel, Turgut Cansever, İsmet Özel, Kuşeyrî, Ebû Süleymân Dârânî, Abdullah bin Hubeyk, Yahyâ bin Muâz, Cafer-i Sadık. Hepsi bazen bir dizeyle, bazen bir sözüyle, bazen de fikriyle karşımızda. Arada türkülerimiz ve Türk Sanat Müziği eserlerimiz de insanın yüreğine işliyor. Bir hikâyede bu kadar ganimet, gözleri yaşartan bir güzellik.
Mustafa Kutlu bu kez bir kadın karakteri oturtuyor baş role: Nur. Güzeller güzeli, Allah aşkıyla dolu. Sırf bu aşkından yollara düşüyor, uykusuz geceler geçiriyor, hayatındaki bir çok imkânı elinin tersiyle itiyor. Sırf hakkı aramak ve bulmak için. Ne demişler: Kâbe'nin yolları bölük bölüktür / dünya dedikleri bir gölgeliktir.
Bir tarafta hayatını işine adamış bir baba, İskender:
"Geç kaldım. Gitsem iyi olacak deyip, kaçar gibi sıvışıyor evden. O bir iş adamı. İş adamının ne çocuğu olur, ne eşi. Hatta ne de evi. İş ona yeter. İşin ağına takılmıştır ve kurtuluşu yoktur. Yalan dünya."
Diğer tarafta hayatı kendisiyle mücadele içinde geçen Nur:
"Nur'un ders başarılarını, herkese tepeden bakan tavrını, oğlanlara yüz vermemesini çekemeyen bir iki kabadayı kız, bir gün önünü kesti.
- Bana bak hacı anne.
- Ne var n'olmuş?
- Seni bu okulda istemiyoruz.
Nur diklendi.
- Kim. Kim istemiyor?
İriyarı olan öne çıktı.
- Ben!
Nur buna iki tane çaktı. Bir uçan tekme attı. Kız iki seksen. Burnu kanamıştı. Nur'un gözleri çakmak çakmak:
- Var mı başka istemeyen? Ha, var mı?"
Kızlar yerdeki arkadaşlarını kaldırarak korku içinde kaçtılar.
Bu olan Nur'u okulda efsane haline getirdi. Artık herkes ondan çekiniyor, saygı ile yaklaşıyordu. Nur şöyle düşünmeye başladı. Güç pek çok şeyi hallediyor. Demek iktidar böyle bir şey. Ve demek herkes bu yüzden iktidar peşinde. Vay be!
Ama İslâm öyle demiyor. İslâm "Zulm ile âbad olanın ahiri berbat olur" diyor."
Nur'a âşık olan fakat bunu asla açıklamayan, komşusu Ayten tarafından çok sevilen, kardeşi Çiçek'in örnek ağabeyi Sinan:
"- Bak Ayten, seni severim. Komşuyuz şurada.
Edeplisin, çalışkansın, güzelsin.
Ayten iyice kızarır. Sinan devam eder:
- Çiçek doğru demiş. Nur'la arkadaşız. Bu arkadaşlığın sonu nereye varır bilemem. Ama benden umudu kes. İyi bir kısmet çıkarsa geri çevirme. Benim sonum belli değil, bekleme.
Ayten'in yüzü karmakarışık. Kekeler.
- Ben de şey, diyordum ki.
- Deme. Çiçek bana anlattı zaten, biliyorum. Acıdır. Onu da biliyorum. Ama kendine yazık ediyorsun.
- Bir umut.
- Yok. Dedim ya benim sonum belli değil. Her şey Nur'a bağlı."
Hikâyeyi daha fazla açık etmemek lâzım ve kış bitmeden okunması lâzım. Bazı hikâyelerin gerçekten bir zamanı oluyor. Doğru zamanda geliyor, doğru zamanda ruhu yakalıyor ve işliyor. Nur da öyle bir hikâye. Okuyanı da nurlandırıyor, hikâyenin içindeki tüm isimleri de ve elbette yazarı da.
Otobüste ineceğim durağı kaçırmama sebep olacak bir hikâye okumayalı uzun zaman olmuştu.
Teşekkürler Mustafa Kutlu. Nur için.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- İmâm-ı Rabbânî, 140. Mektub
"Ruhumuza kıymet vermez olduk."
- Nurettin Topçu, İradenin Davası
Her yıl bahar aylarında mutlaka bir hikâye ile bizlere selâm veren Mustafa Kutlu bu kez kışın selâmladı. Nurlandırdı demek daha doğru olabilir. Dergâh Yayınları'ndan Ocak 2014'te çıkan "Nur", okuyucusunun daha ilk sayfalarda içini ısıtıyor. Mustafa Kutlu'nun geldiği son nokta demek ne kadar doğru olur bilemeyiz fakat hem günümüz sıkıntıları hem de gelenek, bu kitapta hikâyeleşmiş. Bu hikâyeleşmede yazarın üzerinde durduğu konuların dışında, sevdiği ve ilgi duyduğu yazarları, şairleri, velîleri görmek de mümkün. Okuyucuyu hikâye dışında en çok bu heyecanlandıracaktır şüphesiz. Kimler yok ki kitapta? Yunus Emre, Nurettin Topçu, Mehmet Âkif Ersoy, Faruk Nafiz Çamlıbel, Turgut Cansever, İsmet Özel, Kuşeyrî, Ebû Süleymân Dârânî, Abdullah bin Hubeyk, Yahyâ bin Muâz, Cafer-i Sadık. Hepsi bazen bir dizeyle, bazen bir sözüyle, bazen de fikriyle karşımızda. Arada türkülerimiz ve Türk Sanat Müziği eserlerimiz de insanın yüreğine işliyor. Bir hikâyede bu kadar ganimet, gözleri yaşartan bir güzellik.
Mustafa Kutlu bu kez bir kadın karakteri oturtuyor baş role: Nur. Güzeller güzeli, Allah aşkıyla dolu. Sırf bu aşkından yollara düşüyor, uykusuz geceler geçiriyor, hayatındaki bir çok imkânı elinin tersiyle itiyor. Sırf hakkı aramak ve bulmak için. Ne demişler: Kâbe'nin yolları bölük bölüktür / dünya dedikleri bir gölgeliktir.
Bir tarafta hayatını işine adamış bir baba, İskender:
"Geç kaldım. Gitsem iyi olacak deyip, kaçar gibi sıvışıyor evden. O bir iş adamı. İş adamının ne çocuğu olur, ne eşi. Hatta ne de evi. İş ona yeter. İşin ağına takılmıştır ve kurtuluşu yoktur. Yalan dünya."
Diğer tarafta hayatı kendisiyle mücadele içinde geçen Nur:
"Nur'un ders başarılarını, herkese tepeden bakan tavrını, oğlanlara yüz vermemesini çekemeyen bir iki kabadayı kız, bir gün önünü kesti.
- Bana bak hacı anne.
- Ne var n'olmuş?
- Seni bu okulda istemiyoruz.
Nur diklendi.
- Kim. Kim istemiyor?
İriyarı olan öne çıktı.
- Ben!
Nur buna iki tane çaktı. Bir uçan tekme attı. Kız iki seksen. Burnu kanamıştı. Nur'un gözleri çakmak çakmak:
- Var mı başka istemeyen? Ha, var mı?"
Kızlar yerdeki arkadaşlarını kaldırarak korku içinde kaçtılar.
Bu olan Nur'u okulda efsane haline getirdi. Artık herkes ondan çekiniyor, saygı ile yaklaşıyordu. Nur şöyle düşünmeye başladı. Güç pek çok şeyi hallediyor. Demek iktidar böyle bir şey. Ve demek herkes bu yüzden iktidar peşinde. Vay be!
Ama İslâm öyle demiyor. İslâm "Zulm ile âbad olanın ahiri berbat olur" diyor."
Nur'a âşık olan fakat bunu asla açıklamayan, komşusu Ayten tarafından çok sevilen, kardeşi Çiçek'in örnek ağabeyi Sinan:
"- Bak Ayten, seni severim. Komşuyuz şurada.
Edeplisin, çalışkansın, güzelsin.
Ayten iyice kızarır. Sinan devam eder:
- Çiçek doğru demiş. Nur'la arkadaşız. Bu arkadaşlığın sonu nereye varır bilemem. Ama benden umudu kes. İyi bir kısmet çıkarsa geri çevirme. Benim sonum belli değil, bekleme.
Ayten'in yüzü karmakarışık. Kekeler.
- Ben de şey, diyordum ki.
- Deme. Çiçek bana anlattı zaten, biliyorum. Acıdır. Onu da biliyorum. Ama kendine yazık ediyorsun.
- Bir umut.
- Yok. Dedim ya benim sonum belli değil. Her şey Nur'a bağlı."
Hikâyeyi daha fazla açık etmemek lâzım ve kış bitmeden okunması lâzım. Bazı hikâyelerin gerçekten bir zamanı oluyor. Doğru zamanda geliyor, doğru zamanda ruhu yakalıyor ve işliyor. Nur da öyle bir hikâye. Okuyanı da nurlandırıyor, hikâyenin içindeki tüm isimleri de ve elbette yazarı da.
Otobüste ineceğim durağı kaçırmama sebep olacak bir hikâye okumayalı uzun zaman olmuştu.
Teşekkürler Mustafa Kutlu. Nur için.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
28 Ocak 2014 Salı
Sıradan olanı sorgulamak isteyenlere
Galîz Kahraman, İhsan Oktay Anar’ın, her zamanki gibi hevesle beklenen ve beklendiğinden erken bir vakitte çıkan, yeni romanı. İhsan Oktay sevenler, külliyatını okuyanlar için bir önceki kitabı Yedinci Gün, bir değişimi işaret ediyordu. Galîz Kahraman, işte bu değişimi apaçık ortaya koyuyor. Anar’ın diğer kitaplarına göre, daha bugünde, daha eleştirel ve daha “gerçekçi” bir kitap Galîz Kahraman.
İhsan Oktay, Kasımpaşalı bir galîz (kaba ve çirkin, iğrenç manalarını taşıyor) kahramanın, İdris Amil Hazretleri'nin izinden sıradanlığı resmediyor. Kaba, yalancı ve fırsatçı anti-kahramanımız İdris Amil, insanoğluğunun en sıradan, en saf halinin sembolü ve hatta Yedinci Gün’de müjdelenen mükemmel insanın karşılığı olarak karşımıza çıkıyor.
“Bununla birlikte İdris Âmil Hazretlerine lâyık olduğu önemi ve kıymeti az da olsa verebilecek kadar ilim sahibi şahıslar da yok değildi. İşte bunlardan biri, reisicumhurun davetlisi olarak trene binmiş bir antropologdu. Bu adamcağızın, nedendir bilinmez, arka vagonda hava almak için dışarı çıkarken gözleri Efendimiz’e kenetlenmişti. Adam gerisin geri döndü ve neden sonra elinde bir çanta ile gelip, candarmalann arasında bekleyen İdris Âmil Hazretleri’nin tam karşısına oturdu. Çantasını açıp bir fotoğraf çıkarmış, bir bu resme ve bir de Efendimiz’e bakıyordu. Ardından fotoğrafı İdris Âmil Hazretleri’ne gösterdi. Fotoğraftaki şahıs, Efendimiz’in bizzat kendisiydi! Dili döndüğü kadarıyla anlattığına bakılırsa, antropolog o güne kadar 10.000 kişinin fotoğraflarını tek tek çekmiş, sonra da negatifleri üst üste koyarak hepsini aynı anda, agrandizörde bir fotoğraf kâğıdına basmıştı. Çünkü adamın muradı, cümle âlemin en ortalaması olan "Mükemmel İnsan"ı bulmak idi. Bu insan da, Efendimiz’in aynısıydı. Antropolog bu insan türüne, ‘Homo Innosens’ adını vermişti. İşte bu insan türünün yeryüzünde bir tek örneği vardı.". İdris Amil’in toplumda yer edinme çabasını seyrederken, edebiyatçılara, sanatçılara, bilim insanlarına, hırsızlara ve olabildiğince “sıradan” insanlara rastlıyoruz her sayfada. Anar, edebiyattan bilime, sanattan sosyolojiye her konuda, bugüne kadar hiç yapmadığı kadar açık bir şekilde, eleştirilerini dile getirmiş.
“Asırlardır sultanlar ve führerler tarafından idare edilmiş memlekette Hakikat, ahalinin reyine ve uzlaşmasına dayanıyordu; öyle ki Hakikat, başta hakim sınıf olmak üzere herkesin işine gelmeliydi. Uzlaşmaya dayalı demokrasi varsa Hakikat despot, uzlaşmaya dayalı Hakikat varsa rejim despot olmaktaydı. Bu nedenle memlekette Hakikat mutlak değil, örfi idi. Hatta daha fazlası, hukuhi idi de… Hakikat diye kabul edilen şeye dil uzatmanın cezası hapisti. Çünkü hakikat birçok kişinin işine gelmeli, bir işe yaramalıydı.”. Özellikle edebiyat dünyasına ve sözde “aydın-entelektüellerimize” ilişkin gözler önüne serdikleri tekrar okunmalı, üzerlerine ciddi düşünülmeli.
“Anlaşılan bu tür şahısların her biri, lügatteki kelimeleri torbaya doldurmuş, rastgele çekere cümleler kuruyorlardı. Cümlenin anlam taşıması için, özne, yüklem, nesne ve tümlecin olması kâfi görünüyordu. Fakat anlamın tamamlanması için cümlenin devrik olması şarttı. Çünkü edebiyatta devrim yapmanın başka çaresi yok gibiydi.”. Ve elbette, gündeme göndermeleri… İdris Amil’in Kasımpaşalı olması bile başlı başlına bir gönderme mi acaba diye düşünüyor insan okurken. Kültürel ve toplumsal yozlaşma, yüceltilen vasatizm ve yitirdiğimiz onca değer, akıcı, düşündürücü ve eleştirel bir dille anlatılıyor.
“Otomobilde geri dönerlerken, Muhtar’ın adamının şaplattığı tokatlara rağmen Efendimiz, girdiği evin sahibinin belediyede tanıdığı olan bir inşaat müteahhidi olduğunu, tarihî hamamı yakmadığı takdirde kendisini polise teslim etmekle tehdit ettiğini boş yere anlatmaya çalıştı. Dediğine bakılırsa, birçok meslektaşının aksine, onlar kadar dürüst olmayan müteahhit, yanan hamamın arsasına iş hanı yapacak ve parayı vuracak, aynı zamanda memleketin iktisadî durumunu bu sayede az buçuk düzeltecekti. Gerçi müteahhidin manevî tarafı güçlüydü. Çünkü Uhud’dan Ridaniye’ye kadar yapılan bütün dinî harpleri biliyordu. îllâ ve lâkin, ruhuna pek uygun olarak, askerî tarihi bilmesine rağmen galiba sanat tarihinden epey habersizdi. 400 senelik hamamı belki de bu yüzden gözden çıkarmış olmalıydı.”
“Hırsızlık mesleğinde haysiyetsizliğe yer yoktu. Namzetlerin saf temiz, gönlü tok, mütevazı ve mümkünse dindarca olması tercih edilirdi… Her hırsızın icra-yı faaliyet eyleyeceği mahalleler belliydi.”
Galîz Kahraman, sıradan olanı, normal kabul ettiklerimizi ve bugünümüzü sorgulamak isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Yüzeysel gibi görünüp katman katman açılan bir hikaye, derin ironi ve keskin mizahla şifa niyetine okunabilir.
"Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. … Sıradanlığın üst insanıdır o. Asilliğiyle asilleşememesi umrunda bile değildir. Onun umrunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kainatı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur."
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
İhsan Oktay, Kasımpaşalı bir galîz (kaba ve çirkin, iğrenç manalarını taşıyor) kahramanın, İdris Amil Hazretleri'nin izinden sıradanlığı resmediyor. Kaba, yalancı ve fırsatçı anti-kahramanımız İdris Amil, insanoğluğunun en sıradan, en saf halinin sembolü ve hatta Yedinci Gün’de müjdelenen mükemmel insanın karşılığı olarak karşımıza çıkıyor.
“Bununla birlikte İdris Âmil Hazretlerine lâyık olduğu önemi ve kıymeti az da olsa verebilecek kadar ilim sahibi şahıslar da yok değildi. İşte bunlardan biri, reisicumhurun davetlisi olarak trene binmiş bir antropologdu. Bu adamcağızın, nedendir bilinmez, arka vagonda hava almak için dışarı çıkarken gözleri Efendimiz’e kenetlenmişti. Adam gerisin geri döndü ve neden sonra elinde bir çanta ile gelip, candarmalann arasında bekleyen İdris Âmil Hazretleri’nin tam karşısına oturdu. Çantasını açıp bir fotoğraf çıkarmış, bir bu resme ve bir de Efendimiz’e bakıyordu. Ardından fotoğrafı İdris Âmil Hazretleri’ne gösterdi. Fotoğraftaki şahıs, Efendimiz’in bizzat kendisiydi! Dili döndüğü kadarıyla anlattığına bakılırsa, antropolog o güne kadar 10.000 kişinin fotoğraflarını tek tek çekmiş, sonra da negatifleri üst üste koyarak hepsini aynı anda, agrandizörde bir fotoğraf kâğıdına basmıştı. Çünkü adamın muradı, cümle âlemin en ortalaması olan "Mükemmel İnsan"ı bulmak idi. Bu insan da, Efendimiz’in aynısıydı. Antropolog bu insan türüne, ‘Homo Innosens’ adını vermişti. İşte bu insan türünün yeryüzünde bir tek örneği vardı.". İdris Amil’in toplumda yer edinme çabasını seyrederken, edebiyatçılara, sanatçılara, bilim insanlarına, hırsızlara ve olabildiğince “sıradan” insanlara rastlıyoruz her sayfada. Anar, edebiyattan bilime, sanattan sosyolojiye her konuda, bugüne kadar hiç yapmadığı kadar açık bir şekilde, eleştirilerini dile getirmiş.
“Asırlardır sultanlar ve führerler tarafından idare edilmiş memlekette Hakikat, ahalinin reyine ve uzlaşmasına dayanıyordu; öyle ki Hakikat, başta hakim sınıf olmak üzere herkesin işine gelmeliydi. Uzlaşmaya dayalı demokrasi varsa Hakikat despot, uzlaşmaya dayalı Hakikat varsa rejim despot olmaktaydı. Bu nedenle memlekette Hakikat mutlak değil, örfi idi. Hatta daha fazlası, hukuhi idi de… Hakikat diye kabul edilen şeye dil uzatmanın cezası hapisti. Çünkü hakikat birçok kişinin işine gelmeli, bir işe yaramalıydı.”. Özellikle edebiyat dünyasına ve sözde “aydın-entelektüellerimize” ilişkin gözler önüne serdikleri tekrar okunmalı, üzerlerine ciddi düşünülmeli.
“Anlaşılan bu tür şahısların her biri, lügatteki kelimeleri torbaya doldurmuş, rastgele çekere cümleler kuruyorlardı. Cümlenin anlam taşıması için, özne, yüklem, nesne ve tümlecin olması kâfi görünüyordu. Fakat anlamın tamamlanması için cümlenin devrik olması şarttı. Çünkü edebiyatta devrim yapmanın başka çaresi yok gibiydi.”. Ve elbette, gündeme göndermeleri… İdris Amil’in Kasımpaşalı olması bile başlı başlına bir gönderme mi acaba diye düşünüyor insan okurken. Kültürel ve toplumsal yozlaşma, yüceltilen vasatizm ve yitirdiğimiz onca değer, akıcı, düşündürücü ve eleştirel bir dille anlatılıyor.
“Otomobilde geri dönerlerken, Muhtar’ın adamının şaplattığı tokatlara rağmen Efendimiz, girdiği evin sahibinin belediyede tanıdığı olan bir inşaat müteahhidi olduğunu, tarihî hamamı yakmadığı takdirde kendisini polise teslim etmekle tehdit ettiğini boş yere anlatmaya çalıştı. Dediğine bakılırsa, birçok meslektaşının aksine, onlar kadar dürüst olmayan müteahhit, yanan hamamın arsasına iş hanı yapacak ve parayı vuracak, aynı zamanda memleketin iktisadî durumunu bu sayede az buçuk düzeltecekti. Gerçi müteahhidin manevî tarafı güçlüydü. Çünkü Uhud’dan Ridaniye’ye kadar yapılan bütün dinî harpleri biliyordu. îllâ ve lâkin, ruhuna pek uygun olarak, askerî tarihi bilmesine rağmen galiba sanat tarihinden epey habersizdi. 400 senelik hamamı belki de bu yüzden gözden çıkarmış olmalıydı.”
“Hırsızlık mesleğinde haysiyetsizliğe yer yoktu. Namzetlerin saf temiz, gönlü tok, mütevazı ve mümkünse dindarca olması tercih edilirdi… Her hırsızın icra-yı faaliyet eyleyeceği mahalleler belliydi.”
Galîz Kahraman, sıradan olanı, normal kabul ettiklerimizi ve bugünümüzü sorgulamak isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Yüzeysel gibi görünüp katman katman açılan bir hikaye, derin ironi ve keskin mizahla şifa niyetine okunabilir.
"Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. … Sıradanlığın üst insanıdır o. Asilliğiyle asilleşememesi umrunda bile değildir. Onun umrunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kainatı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur."
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
27 Ocak 2014 Pazartesi
Yalnız ruhta umut daima vardır
"Hastayım, yalnızım, seni yanımda
Sanıp da bahtiyar ölmek isterim
Mahmûr-ı hülyâyım, câm-ı lebinden
Kanıp da bahtiyar ölmek isterim."
- Rızâ Tevfik Bölükbaşı (Lemî Atlı, Hicaz)
Maggiore Hastanesi'nde Psikiyatri Başhekimi, Milano Üniversitesi'nde ise Sinir Hastalıkları ve Zihinsel Hastalıklar Kliniği Öğretim Üyesi olan Eugenio Borgna, "Ruhun Yalnızlığı" üzerine bir kitap yazdı. Yapı Kredi Yayınları da Meryem Mine Çilingiroğlu'nun çevirisiyle şubat 2013'te raflara sundu. Okudunuz mu? Hayır. Ne gerek var. Bir ergen duvar yazısı ismine sahip olsa da yalnızlığın çeşitlerini, çözümlemelerini ve hatta tedavi yöntemlerini, yalnızlığın içinde olup biten her şeyi okuyabilmek bu kitapla mümkün. "Bunalım, batılınındır" sözünü unutmadan okumalı. Zira bu "moderen ve lüküs" arkadaşlar her fırsatta bunalıma girmeye hazırlar. Werther'in acılarını okuduktan sonra yüzlercesi intihar etti, unutmamak lâzım. Kolay değil. Henüz Murat Kekilli dinlemedi hiçbiri ya da Ferdi Tayfur. Ah ne güzeldir: "Huzurum kalmadı fani dünyada / yapıştı canıma bir kara sevda..."
İki türlü yalnızlık ortaya koymuş Borgna. Biri içsel yalnızlık, diğer adıyla yaratıcı yalnızlık. Kişinin biraz da kendi tercihi. Diğeri ise acılı yalnızlık, yani tecrit yalnızlığı. İşte bu ikincisi, kişinin akıl ve ruh sağlığını tehlikeye düşüren yalnızlık çeşidi. Elbette Borgna'ya göre. Hayatımızın hangi yaşında, yerinde ve mekânında olursak olalım yalnız olacağız. Yalnızlık, kaçılması mümkün olmayan bir şey. Ama her yalnızlıkta umut da var. Bunun ispatını yapabiliyor Borgna. En çaresiz bir hastada bile umut var. Dilinde yoksa gözlerinde var. Yüzünde yoksa ellerinde var. Ama var.
Kısaca Borgna'dan bahsetmek gerek. Kendisi melankoli, delilik, bilmek ve delilik üzerine önemli çalışmalar yapmış, 1930 doğumlu bir İtalyan. Halen yaşamakta ve dolayısıyla çoktan delirmiş olmalı. Şu çağda akıllı kalmayı başarabilen biri varsa ona da delirmeyi öneriyoruz. En azından arada bir kendiyle dalga geçmeli. İyi geliyor. İtalyan amcanın yaralı duygular, bekleyiş-umut ve yüreğin duraklamaları gibi korkunç isimlere sahip kitapları henüz Türkçeye çevrilmedi. Muhtemelen ilk okuyucusu ben olurum. Güzel konular. Bu tip kitapları bir kuşun ötüşündeki "hayret"i ve bir çiçeğin açışındaki "hasret"i yakalayabilenler okumalı. Telefonunun şarjını bitirmeden uyuyamayanlar ve "param seni nere verem?" diye mağaza gezmekten düz tabanlaşanlar değil.
"Hayatımız kendi içselliğimizin sessizliğinde ve gizinde ilerlediğinde, yalnızlıkla damgalandığında bile, alacakaranlığı ve gün ışığını yakalamayı bilen kişide tekrar tekrar parlayıveren, varoluşumuzun eşlikçisi bu sabahyıldızına, umuda ihtiyacımız vardır."
Eugenio Borgna'nın kitabı hakkında daha teferruatlı bilgi vermekten imtina ediyorum. Zira yukarıda da dediğim gibi bu kitabı merak edenlerden çok, hak edenler okumalı. Ancak kitapta şiirle alakalı bölümü de anmak adına birkaç bilgi daha vermek isterim. Kitabın "İçinden Geçmiş Olduğumuz Karaltılar" adlı üçüncü bölümü, kendi içinde 4 alt başlığa ayrılıyor. Elbette bu alt başlıkların da altında konular mevcut. İlk alt başlık "Şiirsel İmgelemin Yalnızlığı" adına sahip. Şiire sevdalı bir ruh yoğun ilgiyle okuyacaktır hiç şüphesiz. "Büyük İçsel Yalnızlık", "Yalnız ve Düşünceli", "Kadim Kulenin Tepesinden", "İnmeye Cüret Edilemeyen Yalnızlık", "Biz Yalnızız, Korku Yalnızıyız", "Akşam Olunca", "Şiir ve Psikiyatri", "Şiir ve Felsefe" ve "Yalnız Yaşandığında" bu alt başlığın konuları. Müthiş ilgi çekici öyle değil mi? Burada Borgna özellikle 5 şair üzerinde duruyor. Hem yalnızlığın hem de umudun şairleri: Francesco Petrarca, Giacomo Leopardi, Emily Dickinson, Rainer Maria Rilke ve Antonia Pozzi. Madem yalnızlık ve umuttan söz ettik, Paul Celan'ın şu sözünü de hatırlatmak lâzım: "Şairler: Yalnızlığın son koruyucuları."
Rilke'nin -kim sevmez onu!- "Genç Bir Şaire Mektuplar" adlı eseri muazzam bir yalnızlık ve şiirsellik sandığıdır. Açmaya cesaretiniz varsa onda çok şey bulmanız mümkündür: "Herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığını verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister… Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar, çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günü gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak…"
Sona gelirken, bahsettiğim bölümün içindeki "Yalnız Yaşandığında" konusunda değinilen bir Nietzsche alıntısını buraya da almak ve öyle gitmek isterim huzurlarınızdan. Zira bu sözler, "Niçe"nin "Hiçe" söylediği ve yalnızlığın "gerçekten" ne olduğunu aktaran yegane sözlerdir benim için:
"Yalnızlığın bittiği yerde başlar pazaryeri; ve pazaryerinin başladığı yerde başlar büyük oyuncuların gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Sanıp da bahtiyar ölmek isterim
Mahmûr-ı hülyâyım, câm-ı lebinden
Kanıp da bahtiyar ölmek isterim."
- Rızâ Tevfik Bölükbaşı (Lemî Atlı, Hicaz)
Maggiore Hastanesi'nde Psikiyatri Başhekimi, Milano Üniversitesi'nde ise Sinir Hastalıkları ve Zihinsel Hastalıklar Kliniği Öğretim Üyesi olan Eugenio Borgna, "Ruhun Yalnızlığı" üzerine bir kitap yazdı. Yapı Kredi Yayınları da Meryem Mine Çilingiroğlu'nun çevirisiyle şubat 2013'te raflara sundu. Okudunuz mu? Hayır. Ne gerek var. Bir ergen duvar yazısı ismine sahip olsa da yalnızlığın çeşitlerini, çözümlemelerini ve hatta tedavi yöntemlerini, yalnızlığın içinde olup biten her şeyi okuyabilmek bu kitapla mümkün. "Bunalım, batılınındır" sözünü unutmadan okumalı. Zira bu "moderen ve lüküs" arkadaşlar her fırsatta bunalıma girmeye hazırlar. Werther'in acılarını okuduktan sonra yüzlercesi intihar etti, unutmamak lâzım. Kolay değil. Henüz Murat Kekilli dinlemedi hiçbiri ya da Ferdi Tayfur. Ah ne güzeldir: "Huzurum kalmadı fani dünyada / yapıştı canıma bir kara sevda..."
İki türlü yalnızlık ortaya koymuş Borgna. Biri içsel yalnızlık, diğer adıyla yaratıcı yalnızlık. Kişinin biraz da kendi tercihi. Diğeri ise acılı yalnızlık, yani tecrit yalnızlığı. İşte bu ikincisi, kişinin akıl ve ruh sağlığını tehlikeye düşüren yalnızlık çeşidi. Elbette Borgna'ya göre. Hayatımızın hangi yaşında, yerinde ve mekânında olursak olalım yalnız olacağız. Yalnızlık, kaçılması mümkün olmayan bir şey. Ama her yalnızlıkta umut da var. Bunun ispatını yapabiliyor Borgna. En çaresiz bir hastada bile umut var. Dilinde yoksa gözlerinde var. Yüzünde yoksa ellerinde var. Ama var.
Kısaca Borgna'dan bahsetmek gerek. Kendisi melankoli, delilik, bilmek ve delilik üzerine önemli çalışmalar yapmış, 1930 doğumlu bir İtalyan. Halen yaşamakta ve dolayısıyla çoktan delirmiş olmalı. Şu çağda akıllı kalmayı başarabilen biri varsa ona da delirmeyi öneriyoruz. En azından arada bir kendiyle dalga geçmeli. İyi geliyor. İtalyan amcanın yaralı duygular, bekleyiş-umut ve yüreğin duraklamaları gibi korkunç isimlere sahip kitapları henüz Türkçeye çevrilmedi. Muhtemelen ilk okuyucusu ben olurum. Güzel konular. Bu tip kitapları bir kuşun ötüşündeki "hayret"i ve bir çiçeğin açışındaki "hasret"i yakalayabilenler okumalı. Telefonunun şarjını bitirmeden uyuyamayanlar ve "param seni nere verem?" diye mağaza gezmekten düz tabanlaşanlar değil.
"Hayatımız kendi içselliğimizin sessizliğinde ve gizinde ilerlediğinde, yalnızlıkla damgalandığında bile, alacakaranlığı ve gün ışığını yakalamayı bilen kişide tekrar tekrar parlayıveren, varoluşumuzun eşlikçisi bu sabahyıldızına, umuda ihtiyacımız vardır."
Eugenio Borgna'nın kitabı hakkında daha teferruatlı bilgi vermekten imtina ediyorum. Zira yukarıda da dediğim gibi bu kitabı merak edenlerden çok, hak edenler okumalı. Ancak kitapta şiirle alakalı bölümü de anmak adına birkaç bilgi daha vermek isterim. Kitabın "İçinden Geçmiş Olduğumuz Karaltılar" adlı üçüncü bölümü, kendi içinde 4 alt başlığa ayrılıyor. Elbette bu alt başlıkların da altında konular mevcut. İlk alt başlık "Şiirsel İmgelemin Yalnızlığı" adına sahip. Şiire sevdalı bir ruh yoğun ilgiyle okuyacaktır hiç şüphesiz. "Büyük İçsel Yalnızlık", "Yalnız ve Düşünceli", "Kadim Kulenin Tepesinden", "İnmeye Cüret Edilemeyen Yalnızlık", "Biz Yalnızız, Korku Yalnızıyız", "Akşam Olunca", "Şiir ve Psikiyatri", "Şiir ve Felsefe" ve "Yalnız Yaşandığında" bu alt başlığın konuları. Müthiş ilgi çekici öyle değil mi? Burada Borgna özellikle 5 şair üzerinde duruyor. Hem yalnızlığın hem de umudun şairleri: Francesco Petrarca, Giacomo Leopardi, Emily Dickinson, Rainer Maria Rilke ve Antonia Pozzi. Madem yalnızlık ve umuttan söz ettik, Paul Celan'ın şu sözünü de hatırlatmak lâzım: "Şairler: Yalnızlığın son koruyucuları."
Rilke'nin -kim sevmez onu!- "Genç Bir Şaire Mektuplar" adlı eseri muazzam bir yalnızlık ve şiirsellik sandığıdır. Açmaya cesaretiniz varsa onda çok şey bulmanız mümkündür: "Herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığını verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister… Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar, çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günü gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak…"
Sona gelirken, bahsettiğim bölümün içindeki "Yalnız Yaşandığında" konusunda değinilen bir Nietzsche alıntısını buraya da almak ve öyle gitmek isterim huzurlarınızdan. Zira bu sözler, "Niçe"nin "Hiçe" söylediği ve yalnızlığın "gerçekten" ne olduğunu aktaran yegane sözlerdir benim için:
"Yalnızlığın bittiği yerde başlar pazaryeri; ve pazaryerinin başladığı yerde başlar büyük oyuncuların gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kendi sesindeki eksikliği arayanlara
Şairin söylemi gibi; ne yazılırsa yazılsın ve ne yaşanırsa yaşansın söyleyeceklerimizin daima hep biraz eksik kalacak yanına seslenişi gibi her şey...
Şiir belki de bu eksik yanımızın mabedine o en anlatılamaz yalınayaklığıyla ve sonsuzluk alfabesiyle dokunmamızı sağlayan en güzel yaşam ayracı oldu hep. İçimden Hiçime’nin hayata dokunuş ayraçlığı da böyle bir ayraç olsa gerek ki ; daha kapağını aralarken karşılıyor hayatın o eksik yanına dokunmanın gizemini gözleriniz.
"İnsan elinin değdiği her şey bozulurmuş’culara inat dokun bana" değişiyle de aralandıkça parmak ucunuz, kendi iç tanıklığınızda buluşur artık harflerinin yolculuğu ve mırıldanıverir şairin dili içinize o tanıdık ezgiyi.
"Eski bir mızıkanın dudağımda tanıklığı gibisin
Dost,
Sırdaş,
Yoldaş,
Yeri belli olmayanlarız ahret inancında
Sen, yeri iyisin…"
Yazar Emrullah Alp’in yazın hayatına ilk eser ürünü olan İçimden Hiçime kendi içinde kendi söylemlerinin harfleriyle sesini duyurmayı başarmış bir eser olarak çıkıyor karşımıza ve okundukça da okuyucunun parmak uçlarına dokuna dokuna kendini okutturacak bir ırmağa dönüşüyor.
Bir dostun dudak izidir alnına bıraktığı
iyi bir dileğin direkten dönüşü
-bir cümlenin gülüşüdür.
"Gözlerine uçurtma ipi bağlasam da eğilmese hiç başın"
diyememektir göz göze gelip...
"Bir film sahnesinin ortasında seni hatırlamak
Bir şarkının nakaratında seni anmak
Bana benzetmek
sana benzemek
her şeyde
her şeyi..."
Fatoş Zafer
fatocrn@gmail.com
Şiir belki de bu eksik yanımızın mabedine o en anlatılamaz yalınayaklığıyla ve sonsuzluk alfabesiyle dokunmamızı sağlayan en güzel yaşam ayracı oldu hep. İçimden Hiçime’nin hayata dokunuş ayraçlığı da böyle bir ayraç olsa gerek ki ; daha kapağını aralarken karşılıyor hayatın o eksik yanına dokunmanın gizemini gözleriniz.
"İnsan elinin değdiği her şey bozulurmuş’culara inat dokun bana" değişiyle de aralandıkça parmak ucunuz, kendi iç tanıklığınızda buluşur artık harflerinin yolculuğu ve mırıldanıverir şairin dili içinize o tanıdık ezgiyi.
"Eski bir mızıkanın dudağımda tanıklığı gibisin
Dost,
Sırdaş,
Yoldaş,
Yeri belli olmayanlarız ahret inancında
Sen, yeri iyisin…"
Yazar Emrullah Alp’in yazın hayatına ilk eser ürünü olan İçimden Hiçime kendi içinde kendi söylemlerinin harfleriyle sesini duyurmayı başarmış bir eser olarak çıkıyor karşımıza ve okundukça da okuyucunun parmak uçlarına dokuna dokuna kendini okutturacak bir ırmağa dönüşüyor.
Bir dostun dudak izidir alnına bıraktığı
iyi bir dileğin direkten dönüşü
-bir cümlenin gülüşüdür.
"Gözlerine uçurtma ipi bağlasam da eğilmese hiç başın"
diyememektir göz göze gelip...
"Bir film sahnesinin ortasında seni hatırlamak
Bir şarkının nakaratında seni anmak
Bana benzetmek
sana benzemek
her şeyde
her şeyi..."
Fatoş Zafer
fatocrn@gmail.com
22 Ocak 2014 Çarşamba
Şiir, şâirin yoğunlaşmasıyla ilgilidir
Işık Yanar’ın üçüncü romanı, merkez olarak geldiği İstanbul’un san’atsal birikimi içinde kendine bir rol bulamadığı için en sadık ve içten bulduğu dünyasına, taşraya yeniden sığınan bir şâiri anlatarak sadece bugünün entelektüalizmini değil, daha yüksek bir duyarlılığın izlerini de barındırıp yansıtması vesilesiyle bu imkâna sahip bir eser. Romanı alelâde bir kurmaca olarak okumanın ötesine geçtiğimizde bu imkânın kapıları da aralanmakta ve Yanar’ın da işaret ettiği gibi (İtibar, Şubat 2013, S:17) coğrafî bir taşralılıktan söz edilmediği ve onunla gösterilen taşranın ya da –merkez-çevre karşıtlığı açısından- çevrenin, bir koza olarak değerlendirilebileceği görülmektedir. Orada edebiyatçı en özgün, doğal halini bulur ve onunla yaşar, üretir. Uzakta kaldığı müddetçe merkezin sadece imleri, izlenimleri söz konusudur. Kendini san’atın kuvvesi haricinde bir zorlama ve baskı altında hissetmeden eserini olabildiğine doğal ve içtenlikle üretir. Böylece Yanar’ın vurguladığı yüksek ya da temiz akla daha çok yaklaşır. Kozasında kendi hâlesini bağımsızca, müstakil olarak örer. Özsel, kendine has “değer”ler san’atını anlamlandırır.
Taşra Şairi romanında şiirin merkezde bir dili olduğunu düşünerek İstanbul’a gelen Yakup’un da çelişkisinin olduğu söylenebilir. Çünkü o da modernizmi ve onun uzanımlarını san’at için bir merkez kabul etmiş tüm san’atçılar gibi, bu merkezi kendinden hareketle inşâ etmek gayretindedir. Örneğin şiirden bahsederken aşk, ölüm gibi temel saiklerin harekete geçireceği bir mekanizma olarak güzellikten bahseden Yakup bu güzelliğin anlaşılır olmasını da gerekli görmez bir yerde. Şiir, şâirin yoğunlaşmasıyla ilgilidir. (s.302)
Taşra Şairi’nde Yakup, yıllar önce ayrıldığı İstanbul’a dönerken orada şiirin ve kültürün merkezine döndüğü tahayyülü ile hareket etmektedir. Daha önce gelmiş, kötü şiirler yazmış ve sonrasında metropolü terk ederek taşraya sığınmıştır. Ancak emekliliğiyle birlikte gündelik hayatı taşıyamayarak yeniden İstanbul’a gelmiştir. İlk gelişinde bir şiirini –değiştirerek- yayımlamış olan ve şiir dünyasında benzerleri tespit edilebilecek olan “üstad” Ali Gani ile ilgili bir dosya hazırlamıştır. Ancak dosyası geri çevrilir. Bunun verdiği karamsarlıkla Yakup da romanın sonunda taşraya tekrar döner. Yakup bir şâir olmasına rağmen şiirin nabzının attığını düşündüğü “mekân” ve onu temsil eden iktidar tarafından reddedildiği için kendini öyle vasfedemez dönerken ve şiirin dışında olduğunu düşündüğü “sıradan hayat”ına yeniden müracaat eder ki bu şiirin aslıyla değil onun hâlesiyle ilgili bir bakışı olduğunu gösterir. Yani şâir, şiiri bir atmosferin ürünü olarak –daha önce sözü edilen yoğunlaşma gibi- kabul ettiği için aile hayatı, iş vs. onun şiir anlayışına uygun bir atmosferden onu mahrum etmiştir. Boşanma sebebi de zaten bu mahrumiyet duygusudur. En sonda yine oraya dönmesi –ki sebeplerden birisi yine mekânın atmosferine ait taciz olayındaki absürtlüktür- bir teslim olma ritüeli gibidir. Şiire ilişkin işlediği “suç”u taşıyamaz ve kendini yine taşraya hapseder. Ailesinin evini görmesini istememesi de bu suçun, şiirin mekânından ayrı bir atmosfere ait olan taşraya bulaşmasından korkmasıdır.
Roman san’atının kaynağı, diğer olay anlatılarından farklı olarak Batı’nın ferdiyetçi ideolojisinin bilgi kuramına dayanmaktadır. Metnin yaslandığı olay ve muhtevadaki diğer unsurlarla birlikte anlatı, çok zaman bir karakterle temsil edilen romancının dünyaya bakışından bir kesittir. Bu yönden romanın perspektif algısından uzak durabilmesi ve Aydınlanma değeri olarak nesnel yaklaşımdan berî kalması imkânları daha geniştir. Öyle ki bu durum romanın Batı’yla sınırlı bir san’at olarak algılanmasındaki sağ yorumlamayı geçersiz kılmaktadır. Roman içerisinde Batılı olmayan bir yazarın bu yönünü ortaya koyabilmesinin en özel imkânı ise mekân algısı üzerindeki tasarrufundadır: Nihayetinde okur için romansal mekân, yazarın imlemeleriyle ve onun muhayyel hammaddesiyle sınırlıdır. Taşra Şairi’nde Işık Yanar, bunun farkında olduğunu gösteren bir anlatımla romanını bir mekân diyalektiği üzerine kurmuş, karakterin anlam dünyasını da taşra ile merkez arasında yarattığı bir gerilimle açığa çıkarmıştır. Bu gerilim mekâna bağlı olarak zamanda da geçmiş ve gelecek arasındaki bir başka gerilimi besleyerek meselenin, okuyucuya başka bir katmanda tekrar sunulması sağlanmıştır. Başkarakter olan Yakup’un bakış açısında en muteber diğer karakterler olan Ali Gani ile evlilik imgesi ardındaki eşi de aynı gerilimin bir üretimiyle mekânsal diyalektikten beslenerek var olmuşlardır. Merkezdeki mekânsal iktidar sahibi –şiirini değiştirme gücüne sahip- Ali Gani, Yakup’un san’atı için biçimlendirici bir hedefken, taşraya dönerek yeniden ailesiyle birlikte olmayı seçen Yakup, aynı zamanda san’atından vazgeçerek kendi –eril- iktidarını tercih etmiştir ki bunlar romanın tüm katmanlarıyla bütünleşik yapısını okura başarıyla sunmaktadır. Romanın sürekliliğini sağlayan bir doku olmaktan ziyade Yakup’un meselesinin farklı bağlamda bir yansıması olan Şefik de san’at-mekân düzlemindeki meselenin duygu-mekân düzleminde ele alınmasını ve burada yeniden okunmasını sağlayarak, Yanar’ın romanı farklı düzlemlerde kurmuşluğunu gösterir.
Ne var ki bu başarının dil ve anlatım düzleminde aynı düzeye ulaştığını söylemek zordur. Romandaki çokkatmanlı kurguyu taşıyamayacak derecede basit bir üslûp seçilmiştir. Bu seçimde bireysel bir yönelişten ziyade, okur ve yayın dünyasının tercihleri sebebiyle yazarların kanalize edilmelerinin ağırlığı hissedilmektedir. Bu yönden Yanar’ın da karakteri gibi iktidarın alansal baskısı altında bulunmasının, romandaki güçlü arkaplanın bir izahatını içerdiği söylenebilir. Roman bu bağlamda, hiç değerlendirilmediği eleştirel bir söylem kazanmaktadır. Ne var ki tüm bu kazanımları törpüleyen dil kullanımı, beğeniyle okunabilecek bu eserin son sayfasıyla birlikte yükselen eksiklik duygusunun da müsebbibidir. Romanın hemen başlangıç paragrafında yer alan şu cümleler, söz konusu baskıdan ötürü yazarın başvurduğu kolay okumanın birer örneğidir:
“Sanki göğsünün içinde başka bir varlık onunla birlikte nefes alıyordu. Patlamış bir topun son nefesi gibi, derinden. Gömleğinin düğme boşlukları açılıp kapanırken o, tiz bir ses çıkarıyordu.” (s.5)
Ya da şu örnekte görülebilecek olan aynı durum, yazarın “zorlandığı” anlatımın kötü bir sonucu gibi durmaktadır:
“Şefik, poğaçasından bir parça aldıktan sonra düşünceli düşünceli yemeğe başladı. Çayını bitirdikten sonra yemeye devam etti.” (s.132)
Bir başka örnek ise şudur:
“Parfüm, losyon ve kremlerin bulunduğu dolabın önündeki plastik sandalyede Mübeccel Hanım oturuyordu. Plastik sandalyeye oturtulmuş oyuncak bir bebek gibi sabit gözlerle tezgâhın arkasındaki Yücel’in karton kulesini izliyordu.” (s.51)
Cımbızla seçilmiş gibi görülebilecek bu örneklerde vurgulamak istediğimizin romanın geneline hâkim bir anlatım tarzı olduğu belirtilmelidir. Öneklerin hepsinde görülen tatsızlığın, imlâya ya da anlatım bozukluğuna değil, nesir san’atının güzelliğine dair olduğu da zikredilmelidir. Diğer taraftan romanın bir şâir etrafında kurulmuş olmasının da dilde tercih edilen kolaylığı bir kat daha kötü gösterdiği söylenmelidir. Karakterin anlam dünyasının bütünü açısından yazarın tercih ettiği durağan anlatı, zamanın parçalanması, çağrışımların etkin işlevselliği romanı ne kadar dolduruyorsa, ifadelerdeki basitleştirmeler de bir o kadar metni yıpratıyor, yavanlaştırıyor:
“Telefonun sesi, insansız eşyaların arasında yankılanıyordu. Ses birden kesildi; sonra yeniden duyuldu. Eşyalar bir insanın ona doğru koşacağını hayal ediyorlardı belki de. Zemin, topukların ağırlığını hissetmek, koltuk ise kaçamak bir dokunuş bekliyordu. Telefonun yanındaki kalem, ahize kalktıktan sonra, parmakların onu kavramasını. Sonra artık çok iyi tanıdıkları o erkek sesinin duvarda yankılanmasını. Yaklaşık yarım dakika süren ses çınlama bırakarak kesildi.” (s.349)
Romanın temel çatısını oluşturan mekânsal algıya uygun bir biçimde çevrenin ayrıntılarını sunmaya dikkat eden yazarın, bu sunumunda cümleleri sıralayışı, düşünsel olarak tasarladıklarından çok farklı bir yola başvurmuş olması, büyük bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Özetle, şâir Yakup Gündoğdu’nun algısındaki Arâf hâlini yansıtabilecek bir söylem inşâ edilebilseydi, bu eksiklik yerini sadece akıcı değil okuru besleyecek güçlü bir anlatıma da bırakabilirdi. Yukarıda denildiği gibi bu eksikliğin yazarın tercihlerinden ziyade, eserleri ve genel olarak edebiyatı endüstriyel metalaşmanın etkisiyle oluştuğu değerlendirilebilir. Fakat taşralı bir şâir üzerinden san’atın merkezi ve hâlesini işleyen Yanar’ın üslûbunun bu açıdan bir çelişki yarattığı da söylenmek zorundadır.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
Taşra Şairi romanında şiirin merkezde bir dili olduğunu düşünerek İstanbul’a gelen Yakup’un da çelişkisinin olduğu söylenebilir. Çünkü o da modernizmi ve onun uzanımlarını san’at için bir merkez kabul etmiş tüm san’atçılar gibi, bu merkezi kendinden hareketle inşâ etmek gayretindedir. Örneğin şiirden bahsederken aşk, ölüm gibi temel saiklerin harekete geçireceği bir mekanizma olarak güzellikten bahseden Yakup bu güzelliğin anlaşılır olmasını da gerekli görmez bir yerde. Şiir, şâirin yoğunlaşmasıyla ilgilidir. (s.302)
Taşra Şairi’nde Yakup, yıllar önce ayrıldığı İstanbul’a dönerken orada şiirin ve kültürün merkezine döndüğü tahayyülü ile hareket etmektedir. Daha önce gelmiş, kötü şiirler yazmış ve sonrasında metropolü terk ederek taşraya sığınmıştır. Ancak emekliliğiyle birlikte gündelik hayatı taşıyamayarak yeniden İstanbul’a gelmiştir. İlk gelişinde bir şiirini –değiştirerek- yayımlamış olan ve şiir dünyasında benzerleri tespit edilebilecek olan “üstad” Ali Gani ile ilgili bir dosya hazırlamıştır. Ancak dosyası geri çevrilir. Bunun verdiği karamsarlıkla Yakup da romanın sonunda taşraya tekrar döner. Yakup bir şâir olmasına rağmen şiirin nabzının attığını düşündüğü “mekân” ve onu temsil eden iktidar tarafından reddedildiği için kendini öyle vasfedemez dönerken ve şiirin dışında olduğunu düşündüğü “sıradan hayat”ına yeniden müracaat eder ki bu şiirin aslıyla değil onun hâlesiyle ilgili bir bakışı olduğunu gösterir. Yani şâir, şiiri bir atmosferin ürünü olarak –daha önce sözü edilen yoğunlaşma gibi- kabul ettiği için aile hayatı, iş vs. onun şiir anlayışına uygun bir atmosferden onu mahrum etmiştir. Boşanma sebebi de zaten bu mahrumiyet duygusudur. En sonda yine oraya dönmesi –ki sebeplerden birisi yine mekânın atmosferine ait taciz olayındaki absürtlüktür- bir teslim olma ritüeli gibidir. Şiire ilişkin işlediği “suç”u taşıyamaz ve kendini yine taşraya hapseder. Ailesinin evini görmesini istememesi de bu suçun, şiirin mekânından ayrı bir atmosfere ait olan taşraya bulaşmasından korkmasıdır.
Roman san’atının kaynağı, diğer olay anlatılarından farklı olarak Batı’nın ferdiyetçi ideolojisinin bilgi kuramına dayanmaktadır. Metnin yaslandığı olay ve muhtevadaki diğer unsurlarla birlikte anlatı, çok zaman bir karakterle temsil edilen romancının dünyaya bakışından bir kesittir. Bu yönden romanın perspektif algısından uzak durabilmesi ve Aydınlanma değeri olarak nesnel yaklaşımdan berî kalması imkânları daha geniştir. Öyle ki bu durum romanın Batı’yla sınırlı bir san’at olarak algılanmasındaki sağ yorumlamayı geçersiz kılmaktadır. Roman içerisinde Batılı olmayan bir yazarın bu yönünü ortaya koyabilmesinin en özel imkânı ise mekân algısı üzerindeki tasarrufundadır: Nihayetinde okur için romansal mekân, yazarın imlemeleriyle ve onun muhayyel hammaddesiyle sınırlıdır. Taşra Şairi’nde Işık Yanar, bunun farkında olduğunu gösteren bir anlatımla romanını bir mekân diyalektiği üzerine kurmuş, karakterin anlam dünyasını da taşra ile merkez arasında yarattığı bir gerilimle açığa çıkarmıştır. Bu gerilim mekâna bağlı olarak zamanda da geçmiş ve gelecek arasındaki bir başka gerilimi besleyerek meselenin, okuyucuya başka bir katmanda tekrar sunulması sağlanmıştır. Başkarakter olan Yakup’un bakış açısında en muteber diğer karakterler olan Ali Gani ile evlilik imgesi ardındaki eşi de aynı gerilimin bir üretimiyle mekânsal diyalektikten beslenerek var olmuşlardır. Merkezdeki mekânsal iktidar sahibi –şiirini değiştirme gücüne sahip- Ali Gani, Yakup’un san’atı için biçimlendirici bir hedefken, taşraya dönerek yeniden ailesiyle birlikte olmayı seçen Yakup, aynı zamanda san’atından vazgeçerek kendi –eril- iktidarını tercih etmiştir ki bunlar romanın tüm katmanlarıyla bütünleşik yapısını okura başarıyla sunmaktadır. Romanın sürekliliğini sağlayan bir doku olmaktan ziyade Yakup’un meselesinin farklı bağlamda bir yansıması olan Şefik de san’at-mekân düzlemindeki meselenin duygu-mekân düzleminde ele alınmasını ve burada yeniden okunmasını sağlayarak, Yanar’ın romanı farklı düzlemlerde kurmuşluğunu gösterir.
Ne var ki bu başarının dil ve anlatım düzleminde aynı düzeye ulaştığını söylemek zordur. Romandaki çokkatmanlı kurguyu taşıyamayacak derecede basit bir üslûp seçilmiştir. Bu seçimde bireysel bir yönelişten ziyade, okur ve yayın dünyasının tercihleri sebebiyle yazarların kanalize edilmelerinin ağırlığı hissedilmektedir. Bu yönden Yanar’ın da karakteri gibi iktidarın alansal baskısı altında bulunmasının, romandaki güçlü arkaplanın bir izahatını içerdiği söylenebilir. Roman bu bağlamda, hiç değerlendirilmediği eleştirel bir söylem kazanmaktadır. Ne var ki tüm bu kazanımları törpüleyen dil kullanımı, beğeniyle okunabilecek bu eserin son sayfasıyla birlikte yükselen eksiklik duygusunun da müsebbibidir. Romanın hemen başlangıç paragrafında yer alan şu cümleler, söz konusu baskıdan ötürü yazarın başvurduğu kolay okumanın birer örneğidir:
“Sanki göğsünün içinde başka bir varlık onunla birlikte nefes alıyordu. Patlamış bir topun son nefesi gibi, derinden. Gömleğinin düğme boşlukları açılıp kapanırken o, tiz bir ses çıkarıyordu.” (s.5)
Ya da şu örnekte görülebilecek olan aynı durum, yazarın “zorlandığı” anlatımın kötü bir sonucu gibi durmaktadır:
“Şefik, poğaçasından bir parça aldıktan sonra düşünceli düşünceli yemeğe başladı. Çayını bitirdikten sonra yemeye devam etti.” (s.132)
Bir başka örnek ise şudur:
“Parfüm, losyon ve kremlerin bulunduğu dolabın önündeki plastik sandalyede Mübeccel Hanım oturuyordu. Plastik sandalyeye oturtulmuş oyuncak bir bebek gibi sabit gözlerle tezgâhın arkasındaki Yücel’in karton kulesini izliyordu.” (s.51)
Cımbızla seçilmiş gibi görülebilecek bu örneklerde vurgulamak istediğimizin romanın geneline hâkim bir anlatım tarzı olduğu belirtilmelidir. Öneklerin hepsinde görülen tatsızlığın, imlâya ya da anlatım bozukluğuna değil, nesir san’atının güzelliğine dair olduğu da zikredilmelidir. Diğer taraftan romanın bir şâir etrafında kurulmuş olmasının da dilde tercih edilen kolaylığı bir kat daha kötü gösterdiği söylenmelidir. Karakterin anlam dünyasının bütünü açısından yazarın tercih ettiği durağan anlatı, zamanın parçalanması, çağrışımların etkin işlevselliği romanı ne kadar dolduruyorsa, ifadelerdeki basitleştirmeler de bir o kadar metni yıpratıyor, yavanlaştırıyor:
“Telefonun sesi, insansız eşyaların arasında yankılanıyordu. Ses birden kesildi; sonra yeniden duyuldu. Eşyalar bir insanın ona doğru koşacağını hayal ediyorlardı belki de. Zemin, topukların ağırlığını hissetmek, koltuk ise kaçamak bir dokunuş bekliyordu. Telefonun yanındaki kalem, ahize kalktıktan sonra, parmakların onu kavramasını. Sonra artık çok iyi tanıdıkları o erkek sesinin duvarda yankılanmasını. Yaklaşık yarım dakika süren ses çınlama bırakarak kesildi.” (s.349)
Romanın temel çatısını oluşturan mekânsal algıya uygun bir biçimde çevrenin ayrıntılarını sunmaya dikkat eden yazarın, bu sunumunda cümleleri sıralayışı, düşünsel olarak tasarladıklarından çok farklı bir yola başvurmuş olması, büyük bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Özetle, şâir Yakup Gündoğdu’nun algısındaki Arâf hâlini yansıtabilecek bir söylem inşâ edilebilseydi, bu eksiklik yerini sadece akıcı değil okuru besleyecek güçlü bir anlatıma da bırakabilirdi. Yukarıda denildiği gibi bu eksikliğin yazarın tercihlerinden ziyade, eserleri ve genel olarak edebiyatı endüstriyel metalaşmanın etkisiyle oluştuğu değerlendirilebilir. Fakat taşralı bir şâir üzerinden san’atın merkezi ve hâlesini işleyen Yanar’ın üslûbunun bu açıdan bir çelişki yarattığı da söylenmek zorundadır.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
18 Ocak 2014 Cumartesi
Ahlâkla gel, çünkü insan yalnız ekmekle yaşamaz
Ankara’da ikamet etmekte olanlar bilir. Kış başladığından bu yana Kızılay ve civarında Suriye’den geldiğini söyleyerek dilenen insan sayısında muazzam bir artış var. Suriye’de yaşanan zulüm ve Türkiye’ye iltica etmiş olan insan sayısı mâlumunuzdur. Bu insanların kentin pis caddelerinde dilencilik yapması ise ayrı bir vicdan yaralayıcı mesele. İnsanların bu kişileri, farz edelim öyle olsun, Suriyeliyiz diyerek bizleri aldatıyorlar diye yaftalaması ise kentteki insanların vicdanlarının sızlamasının yaşanan trajedinin popülerliği ile orantılı olduğunu gösteriyor. İnsan vicdanının sızlaması ile “popüler, orantı” gibi ayıp ifadelerin yan yana gelmesi ne kadar üzücü.
Modernleşme aynı zamanda bir ahlâk problemidir. Örnek vermek gerekirse, kuşlar konar da oraları pisletir diye saçaklara ve tabela üstlerine yapılan demirden iğneler modernleşmenin insanlığımıza yönelttiği büyük bir hakarettir. Oysaki biz en muazzam binalarının duvarlarına kuşlara barınak yapan, kuş evleri yapan bir ecdadımız olduğunu biliyoruz. Tabi geçmişe özlem duyarken nostalji fetişizmi yapıp bunu bir ticarî meta haline getirmemek gerekir. Yahut edebiyat parçalamak olarak addettiğimiz, geçmiş üzerinden romantizm devşirme modasına kapılmamalıyız.
Az veya çok hepimizde geçmişe duyulan bir özlem vardır. Siz de takdir edersiniz ki geçmişe duyulan özlem toplumun daha çok muhafazakâr/mütedeyyin dediğimiz kitlesinde görülür. Ancak gel görelim ki geçmişten (gelenekten) en çabuk uzaklaşan ve modern olanı (bid’atı) en çabuk içselleştiren de bu kitle olmuştur. Modernizm bu kitleleri daha çabuk dönüştürmüştür. Ali Bulaç’ın şu ifadeleri bu durumu özetler niteliktedir: ”Türkiye’yi asıl modernleştirecek olan toplumsal kesimler Müslümanlardan başkası değil. Hangi Müslüman, toplumun tarım toplumuna dönmesini istiyor, fabrika kullanımını, modern üretim tekniklerini reddediyor? Anadolu sermayesi ve küçük işletmelerde yavaş varlık gösteren bütün İslâmî gruplar istisnasız en modern üretim tekniklerini kullanmaktadır. Kim şehirlerinin arabalardan ve modern ulaşımdan arındırılıp yerine merkep, at veya deveyle taşımacılığı öneriyor? Araştırma yapılacak olursa, hiç kimsenin kuşkusu olmasın; araba, uçak, vb. ulaşım araçları bir yana; bilgisayar, cep telefonu, televizyon vb. alet kullanımının en çok dindar kesimler arasında yaygın olduğu görülür. Herkesten çok Müslümanlar ‘modern kültür’ü tüketmek istiyor. Onlar… şeylerin içini modernleştirirken dışının geleneksel yapısını muhafaza etme stratejisine dayanıyor.” (Sözleşme Dergisi, Mayıs 1998). Müslümanların düştüğü bu can yakıcı ikilem modernleşmeden kaçarken modernist bir zihin yapısına tutulmakta kendini gösterir.
Muhafazakârların her şeye muadil oluşturma çabası onları ister istemez modernin içine çekiyor. Yani bikiniye alternatif olarak haşema üreterek Müslüman kadını daha çok laik/seküler kişilerin rağbet gösterdiği Akdeniz plajlarına sürmek elbette modern bir tavırdır. Örneklerini çoğaltmak mümkün. Tesettürü kadının sosyal hayatta var olması için bir araç olarak gören modern zihniyet, onu normal hâliyle girmekte zorlanacağı birçok yere muadil kisveler/sıfatlar oluşturarak sokmayı başarmıştır. Bu zihniyet bunalımına en önce Müslümanların dûçâr olmasını azınlıkta kalma korkusuna bağlıyorum. Nureddin Yıldız’ın dediği gibi, “iki korkuyu atmadıktan sonra sabretmek mümkün değil: Ecel korkusu ve azınlık olma korkusu.” Kamusal alanı oluşturan laik/seküler yapı Müslümanları ister istemez o alanın dışına itiyor. Müslümanlar ise bu alana dâhil olabilmek için, ben de buradayım diyebilmek için, istemeyerek de olsa modern bir hâle bürünmek zorunda kalıyorlar. İmamlarımızın müftünün huzuruna çıkarken kravat takıp takım elbise giymesi sanırım bunun en ironik örneklerinden birisini oluşturuyor. Ya da ülkenin gündemini şaşılacak derecede belirleyen meclise başörtüsünün girmesi meselesi. Kanımca meclise başörtülü milletvekillerinin girebilmesi Müslümanların değil sistem içinde dönüşmüş bir zihniyetin zaferiydi.
Sözünü ettiğimiz kitabın ana eksen konusu Müslüman toplumu bir arada tutacak olan ahlâkın lokal olmadığı, bütün insanlığın en temel yaşama/ilişkide bulunma vasıtası olduğudur. Yazarın, “Ahlâkla gel, çünkü insan yalnız ekmekle yaşamaz” sözü ahlâkın kıymetini açıklamaya yetecektir.
Etik ile ahlâkı birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü kavramlarımız nasıl düşüneceğimizi de gösteren metodolojik birer donedir aslında. “Etik”i kabaca pozitif hukuka (o an yürürlükte olan hukuk) aykırı olan eylemler olarak tanımlayabiliriz. Ahlâk ise insana yüklü gelen bir haslettir. Fıtrîdir. Mezkûr kitaptan bir örnekle konuyu daha iyi anlatabiliriz: Yüklü bir bağışı hiçbir kayıt olmadan (fatura, makbuz vs.) yaparsak bu devlet nezdinde vergi kaçırmak anlamına gelecek ve etik bir davranış olmayacaktır. Ancak biz ahlâken “sağ elin verdiğini sol el görmesin” düsturuna bağlıyız ve yaptığımız bağışın da ahlâkî bir değer kazanabilmesi için böyle olması gerekir. Bir başka örnek de biz verelim: Müslüman bir patronun sayesinde servetine servet kattığı işçisini asgari ücret ile çalıştırması evet etiktir çünkü kanunen işçi en az asgari ücret almalıdır. Ancak bu durum ahlâkî değildir. Hele bir de Müslüman patron, işçilerinin maaşlarını düzenli ve zamanında ödediği için mâlum hadis gereği iyi olanı yaptığını düşünüyorsa bu ahlâk istismarıdır. Bu hazin durumu o patrona izah etseniz size piyasa ekonomisinden yakınacaktır. İşte moderne ittibâ etmek tam da bu oluyor. Yaptığın işlerin ahlâk çerçevesine dâhil olamayacağını bildiğin hâlde sanki öyleymiş gibi yapmak ve bu durum yüzüne vurulduğu zaman çağın şartlarından yakınmak. Çağın şartları dediğimiz mefhum spontane gelişmiyor. O şartları katılaştıran da bizleriz. Bunun arkasına saklanmak kendi yalanına inanmak demektir.
Eser Lütfi Bergen’in "Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabından sonra gelen ikinci kitabını oluşturuyor. Bu serinin üçüncü ve son kitabı ise “Kozmosta Yerlilik – Evlerimizi Kaybediyoruz”. Bu üç eser de moderne karşı zihnî bir uyanışa vesile olmaya muktedir. Nitekim kişi içinde bulunduğu durumu eleştiremez. Hele zihnen içinde olduğumuz durumu eleştirebilmek ve tanımak için o zihnî hengâmeden çıkmak gerekir. Tahmin ediyorum ki bu eserler bizi kıskacı altına alan ve zihnimizi işgal için hazır hâle getiren modernizmi daha iyi tanımamıza vesile olacaktır.
Muhammed Faruk Özcan
Modernleşme aynı zamanda bir ahlâk problemidir. Örnek vermek gerekirse, kuşlar konar da oraları pisletir diye saçaklara ve tabela üstlerine yapılan demirden iğneler modernleşmenin insanlığımıza yönelttiği büyük bir hakarettir. Oysaki biz en muazzam binalarının duvarlarına kuşlara barınak yapan, kuş evleri yapan bir ecdadımız olduğunu biliyoruz. Tabi geçmişe özlem duyarken nostalji fetişizmi yapıp bunu bir ticarî meta haline getirmemek gerekir. Yahut edebiyat parçalamak olarak addettiğimiz, geçmiş üzerinden romantizm devşirme modasına kapılmamalıyız.
Az veya çok hepimizde geçmişe duyulan bir özlem vardır. Siz de takdir edersiniz ki geçmişe duyulan özlem toplumun daha çok muhafazakâr/mütedeyyin dediğimiz kitlesinde görülür. Ancak gel görelim ki geçmişten (gelenekten) en çabuk uzaklaşan ve modern olanı (bid’atı) en çabuk içselleştiren de bu kitle olmuştur. Modernizm bu kitleleri daha çabuk dönüştürmüştür. Ali Bulaç’ın şu ifadeleri bu durumu özetler niteliktedir: ”Türkiye’yi asıl modernleştirecek olan toplumsal kesimler Müslümanlardan başkası değil. Hangi Müslüman, toplumun tarım toplumuna dönmesini istiyor, fabrika kullanımını, modern üretim tekniklerini reddediyor? Anadolu sermayesi ve küçük işletmelerde yavaş varlık gösteren bütün İslâmî gruplar istisnasız en modern üretim tekniklerini kullanmaktadır. Kim şehirlerinin arabalardan ve modern ulaşımdan arındırılıp yerine merkep, at veya deveyle taşımacılığı öneriyor? Araştırma yapılacak olursa, hiç kimsenin kuşkusu olmasın; araba, uçak, vb. ulaşım araçları bir yana; bilgisayar, cep telefonu, televizyon vb. alet kullanımının en çok dindar kesimler arasında yaygın olduğu görülür. Herkesten çok Müslümanlar ‘modern kültür’ü tüketmek istiyor. Onlar… şeylerin içini modernleştirirken dışının geleneksel yapısını muhafaza etme stratejisine dayanıyor.” (Sözleşme Dergisi, Mayıs 1998). Müslümanların düştüğü bu can yakıcı ikilem modernleşmeden kaçarken modernist bir zihin yapısına tutulmakta kendini gösterir.
Muhafazakârların her şeye muadil oluşturma çabası onları ister istemez modernin içine çekiyor. Yani bikiniye alternatif olarak haşema üreterek Müslüman kadını daha çok laik/seküler kişilerin rağbet gösterdiği Akdeniz plajlarına sürmek elbette modern bir tavırdır. Örneklerini çoğaltmak mümkün. Tesettürü kadının sosyal hayatta var olması için bir araç olarak gören modern zihniyet, onu normal hâliyle girmekte zorlanacağı birçok yere muadil kisveler/sıfatlar oluşturarak sokmayı başarmıştır. Bu zihniyet bunalımına en önce Müslümanların dûçâr olmasını azınlıkta kalma korkusuna bağlıyorum. Nureddin Yıldız’ın dediği gibi, “iki korkuyu atmadıktan sonra sabretmek mümkün değil: Ecel korkusu ve azınlık olma korkusu.” Kamusal alanı oluşturan laik/seküler yapı Müslümanları ister istemez o alanın dışına itiyor. Müslümanlar ise bu alana dâhil olabilmek için, ben de buradayım diyebilmek için, istemeyerek de olsa modern bir hâle bürünmek zorunda kalıyorlar. İmamlarımızın müftünün huzuruna çıkarken kravat takıp takım elbise giymesi sanırım bunun en ironik örneklerinden birisini oluşturuyor. Ya da ülkenin gündemini şaşılacak derecede belirleyen meclise başörtüsünün girmesi meselesi. Kanımca meclise başörtülü milletvekillerinin girebilmesi Müslümanların değil sistem içinde dönüşmüş bir zihniyetin zaferiydi.
Sözünü ettiğimiz kitabın ana eksen konusu Müslüman toplumu bir arada tutacak olan ahlâkın lokal olmadığı, bütün insanlığın en temel yaşama/ilişkide bulunma vasıtası olduğudur. Yazarın, “Ahlâkla gel, çünkü insan yalnız ekmekle yaşamaz” sözü ahlâkın kıymetini açıklamaya yetecektir.
Etik ile ahlâkı birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü kavramlarımız nasıl düşüneceğimizi de gösteren metodolojik birer donedir aslında. “Etik”i kabaca pozitif hukuka (o an yürürlükte olan hukuk) aykırı olan eylemler olarak tanımlayabiliriz. Ahlâk ise insana yüklü gelen bir haslettir. Fıtrîdir. Mezkûr kitaptan bir örnekle konuyu daha iyi anlatabiliriz: Yüklü bir bağışı hiçbir kayıt olmadan (fatura, makbuz vs.) yaparsak bu devlet nezdinde vergi kaçırmak anlamına gelecek ve etik bir davranış olmayacaktır. Ancak biz ahlâken “sağ elin verdiğini sol el görmesin” düsturuna bağlıyız ve yaptığımız bağışın da ahlâkî bir değer kazanabilmesi için böyle olması gerekir. Bir başka örnek de biz verelim: Müslüman bir patronun sayesinde servetine servet kattığı işçisini asgari ücret ile çalıştırması evet etiktir çünkü kanunen işçi en az asgari ücret almalıdır. Ancak bu durum ahlâkî değildir. Hele bir de Müslüman patron, işçilerinin maaşlarını düzenli ve zamanında ödediği için mâlum hadis gereği iyi olanı yaptığını düşünüyorsa bu ahlâk istismarıdır. Bu hazin durumu o patrona izah etseniz size piyasa ekonomisinden yakınacaktır. İşte moderne ittibâ etmek tam da bu oluyor. Yaptığın işlerin ahlâk çerçevesine dâhil olamayacağını bildiğin hâlde sanki öyleymiş gibi yapmak ve bu durum yüzüne vurulduğu zaman çağın şartlarından yakınmak. Çağın şartları dediğimiz mefhum spontane gelişmiyor. O şartları katılaştıran da bizleriz. Bunun arkasına saklanmak kendi yalanına inanmak demektir.
Eser Lütfi Bergen’in "Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabından sonra gelen ikinci kitabını oluşturuyor. Bu serinin üçüncü ve son kitabı ise “Kozmosta Yerlilik – Evlerimizi Kaybediyoruz”. Bu üç eser de moderne karşı zihnî bir uyanışa vesile olmaya muktedir. Nitekim kişi içinde bulunduğu durumu eleştiremez. Hele zihnen içinde olduğumuz durumu eleştirebilmek ve tanımak için o zihnî hengâmeden çıkmak gerekir. Tahmin ediyorum ki bu eserler bizi kıskacı altına alan ve zihnimizi işgal için hazır hâle getiren modernizmi daha iyi tanımamıza vesile olacaktır.
Muhammed Faruk Özcan
14 Ocak 2014 Salı
Ömür bir bahçeliktir
"Bahçada yeşil hıyar, boyun boyuma uyar
Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar."
- Diyarbakır Türküsü (Bkz: Celal Güzelses)
"Modern insan kafirdir. Tabiatı-bitkileri-hayvanları katletmektedir; Güneşe-aya-yıldızlara kör kalmıştır. Ruhu kaçmıştır. İnsan tabiata karşı terörist kesilmiştir. Karıncaların ve toprağın canlılığı üzerine erimiş asfalt dökmesi bundandır."
- Lütfi Bergen
Gribin tüm "haşmetü ve kudretü" ile üzerime yürüdüğü bir sabah vakti, kahvaltıdan hemen sonra kendime bir bitki çayı hazırladım. İçinde türlü türlü bitkiler. Şifa niyetine. Hikmet-i Hüda. Çözümü antibiyotikte, hapta, şurupta, iğnede aradıkça bir yere varamıyoruz. İyileştiğimizi zannediyoruz içimiz çürürken. Bunu yeniden ve yeniden fark etmek insanı yaralıyor çoğu kez. Üzüyor. Doğanın hikmetleri karşısında mahcup düşürüyor. Tam da böyle bir zamanda ilaç gibi bir okuma yapmak isterken kütüphanemde bekleyeduran "Beyhude Ömrüm"ü çıkarıp girdim yatağımın serin kıvrımlarına. Yanımda bitki çayım, çevirdim sayfaları.
"Ben en iyisi şuradan hatun ile kıza birer çift çorap alayım, birer de yazma. Ya oğlanlar. Alaman çakısı diye tutturmuş büyük. Kaç paradır acaba? Köylük yerde çakı şart. Heleki yaşın ufak ise. Bize de yeni yetmeliğimizde bir araya gelince çakıları çıkarırdık. Hadi bakalım kimin çakısı kiminkini yiyecek. Ağızlarını birbirine dayar, bastırıp sürterdik. Hangisi zedelenirse onu at gitsin, yaramaz. Alaman çakısının üstüne yoktur. İlla ki Solingen marka olacak. Küçüğe de halkalı şeker. Anlaşılan biraz mesarif edeceğiz: gaz, tuz, lamba şişesi. Sat anasını; ne de olsa ucunda koca bahçe duruyor."
Eylül 2001'de görücüye çıkan "Beyhude Ömrüm", Mustafa Kutlu hikâyeleri arasında en sevilenlerden. Düşünün ki aradan 11 yıl geçtikten sonra ocak 2012'de 19. baskısını yapmış. Günümüzün popüler, 2 ayda bir baskı yapan kitaplarını sallayın çöpe. Bu kitapta bir bahçeye verilen gönül, bir bahçenin peşinden geçen ömür var. Sonrasında modernizm geliyor köye. Yol geliyor, elektrik geliyor. Ama herkes gidiyor. Şehre. Köyde kimse kalmıyor. Kalanlar yalnız, gidenler gurbetle evlenmiş gibi.
"Ulan şu suyu bulalım benden sana bir yeni fistan söz. Aha şuraya yazıyom, diye işaret parmağım ile yere bir çizgi çektim. Gülüştük. Nedir yani; bir karı-kocanın dağ başında bir köylü de olsa, birbirini sevip sayması bahtiyarlık değil midir. O sıra her ikisi de birbirine bakıp: "Cenab-ı Hak seni bana, çoluk-çocuğuma bağışlasın" diye içinden geçirmesi çok mudur. Her derdin ilacı; bir tatlı tebessüm, iki güzel söz."
Dayı, Hacı Abi, Muhtar Halil, Deli Derviş, Tahsildar Atıf, Çerçi Cemil, Emrullah Hoca, köylü kadınlar, türkü tutturanlar, diline mani dolayanlar, birbirine takılmadan duramayanlar, aşağı köyün serseri oğlanları, serpilip evlenme yaşı gelen kızlar, biraz büyüdü mü İstanbul yolunu tutturmak isteyenler, gidip de dönmeyenler, dönüp de bulamayanlar, bahçeler, tarlalar, ağaçlar, meyveler, geçim sıkıntısı, elektrik, yol, su, devlet... İnsan kitabı bitirince "keşke dizisi çekilse" diyor, sonra da hemen utanıyor. Ne olurmuş dizisi çekilirse? Çekirdek çitlemeye meşgale. Televizyon denen kutu önce anlamayı, sonra da anlatmayı söktü aldı ruhlardan. Okuyup da anlamak en güzeli, lezzetlisi olarak kaldı, kalıyor.
"Gidin bakalım. Her güz kurulur bu kervan. Köy kendini geçindiremiyor. Gurbetin geliri olmasa halimiz harap. Güzün gidecek, bahara yonca biçimde dönecekler. Bazıları artık dönmüyor. İstanbul gurbetinde yerleşip kalanlar var. Köyün nüfusu gide gide azalıyor. Onlar da oraya bir bahçe kurmaya gidiyorlar. İnsanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir. Bu düşünce ile gülümsüyorum. Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?"
Nurettin Topçu insanı ve var olmayı, Cengiz Aytmatov da insan ile toprağı kimselerin anlatamayacağı kadar anlatmış, aktarmıştır. Mustafa Kutlu da bu mirasa sahip çıkmış, insanı ve çiçeği, fidanı, meyveyi; beyhude geçen bir ömürle dile getirmiştir. Maksadı hep aynıdır: bir ağaç gölgesinde cıgara yakmak. Yoksa yazmakla nereye kadar. Yaşamak daha güzeli. Peki bir bahçe hayaliyle yaşamak, bahçe diriliğiyle ölmek? En güzeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar."
- Diyarbakır Türküsü (Bkz: Celal Güzelses)
"Modern insan kafirdir. Tabiatı-bitkileri-hayvanları katletmektedir; Güneşe-aya-yıldızlara kör kalmıştır. Ruhu kaçmıştır. İnsan tabiata karşı terörist kesilmiştir. Karıncaların ve toprağın canlılığı üzerine erimiş asfalt dökmesi bundandır."
- Lütfi Bergen
Gribin tüm "haşmetü ve kudretü" ile üzerime yürüdüğü bir sabah vakti, kahvaltıdan hemen sonra kendime bir bitki çayı hazırladım. İçinde türlü türlü bitkiler. Şifa niyetine. Hikmet-i Hüda. Çözümü antibiyotikte, hapta, şurupta, iğnede aradıkça bir yere varamıyoruz. İyileştiğimizi zannediyoruz içimiz çürürken. Bunu yeniden ve yeniden fark etmek insanı yaralıyor çoğu kez. Üzüyor. Doğanın hikmetleri karşısında mahcup düşürüyor. Tam da böyle bir zamanda ilaç gibi bir okuma yapmak isterken kütüphanemde bekleyeduran "Beyhude Ömrüm"ü çıkarıp girdim yatağımın serin kıvrımlarına. Yanımda bitki çayım, çevirdim sayfaları.
"Ben en iyisi şuradan hatun ile kıza birer çift çorap alayım, birer de yazma. Ya oğlanlar. Alaman çakısı diye tutturmuş büyük. Kaç paradır acaba? Köylük yerde çakı şart. Heleki yaşın ufak ise. Bize de yeni yetmeliğimizde bir araya gelince çakıları çıkarırdık. Hadi bakalım kimin çakısı kiminkini yiyecek. Ağızlarını birbirine dayar, bastırıp sürterdik. Hangisi zedelenirse onu at gitsin, yaramaz. Alaman çakısının üstüne yoktur. İlla ki Solingen marka olacak. Küçüğe de halkalı şeker. Anlaşılan biraz mesarif edeceğiz: gaz, tuz, lamba şişesi. Sat anasını; ne de olsa ucunda koca bahçe duruyor."
Eylül 2001'de görücüye çıkan "Beyhude Ömrüm", Mustafa Kutlu hikâyeleri arasında en sevilenlerden. Düşünün ki aradan 11 yıl geçtikten sonra ocak 2012'de 19. baskısını yapmış. Günümüzün popüler, 2 ayda bir baskı yapan kitaplarını sallayın çöpe. Bu kitapta bir bahçeye verilen gönül, bir bahçenin peşinden geçen ömür var. Sonrasında modernizm geliyor köye. Yol geliyor, elektrik geliyor. Ama herkes gidiyor. Şehre. Köyde kimse kalmıyor. Kalanlar yalnız, gidenler gurbetle evlenmiş gibi.
"Ulan şu suyu bulalım benden sana bir yeni fistan söz. Aha şuraya yazıyom, diye işaret parmağım ile yere bir çizgi çektim. Gülüştük. Nedir yani; bir karı-kocanın dağ başında bir köylü de olsa, birbirini sevip sayması bahtiyarlık değil midir. O sıra her ikisi de birbirine bakıp: "Cenab-ı Hak seni bana, çoluk-çocuğuma bağışlasın" diye içinden geçirmesi çok mudur. Her derdin ilacı; bir tatlı tebessüm, iki güzel söz."
Dayı, Hacı Abi, Muhtar Halil, Deli Derviş, Tahsildar Atıf, Çerçi Cemil, Emrullah Hoca, köylü kadınlar, türkü tutturanlar, diline mani dolayanlar, birbirine takılmadan duramayanlar, aşağı köyün serseri oğlanları, serpilip evlenme yaşı gelen kızlar, biraz büyüdü mü İstanbul yolunu tutturmak isteyenler, gidip de dönmeyenler, dönüp de bulamayanlar, bahçeler, tarlalar, ağaçlar, meyveler, geçim sıkıntısı, elektrik, yol, su, devlet... İnsan kitabı bitirince "keşke dizisi çekilse" diyor, sonra da hemen utanıyor. Ne olurmuş dizisi çekilirse? Çekirdek çitlemeye meşgale. Televizyon denen kutu önce anlamayı, sonra da anlatmayı söktü aldı ruhlardan. Okuyup da anlamak en güzeli, lezzetlisi olarak kaldı, kalıyor.
"Gidin bakalım. Her güz kurulur bu kervan. Köy kendini geçindiremiyor. Gurbetin geliri olmasa halimiz harap. Güzün gidecek, bahara yonca biçimde dönecekler. Bazıları artık dönmüyor. İstanbul gurbetinde yerleşip kalanlar var. Köyün nüfusu gide gide azalıyor. Onlar da oraya bir bahçe kurmaya gidiyorlar. İnsanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir. Bu düşünce ile gülümsüyorum. Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?"
Nurettin Topçu insanı ve var olmayı, Cengiz Aytmatov da insan ile toprağı kimselerin anlatamayacağı kadar anlatmış, aktarmıştır. Mustafa Kutlu da bu mirasa sahip çıkmış, insanı ve çiçeği, fidanı, meyveyi; beyhude geçen bir ömürle dile getirmiştir. Maksadı hep aynıdır: bir ağaç gölgesinde cıgara yakmak. Yoksa yazmakla nereye kadar. Yaşamak daha güzeli. Peki bir bahçe hayaliyle yaşamak, bahçe diriliğiyle ölmek? En güzeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
10 Ocak 2014 Cuma
Kendi büyülü gerçekliğinin peşinde gidenlere
1923-1976 yılları arasında Japon saldırılarına karşı direnen bir Çin köyünde yaşayan Shandong ailesinin üç kuşağının hikâyelerinin anlatıldığı Kızıl Darı Tarlaları'nda anlatıcı da yine ailenin bir üyesi olan Mo Yan'ın kendisidir. "Torun" Mo Yan ninesinden dinlediklerini bir masalcı üslubuyla kaleme alır. Bu anlatı şekli onu büyülügerçekçilik akımına yaklaştırır. Zaten romanın ilk sayfasından itibaren uzakdoğunun Marquez'ini okuyormuş hissi yaşatır okura. Yerel öyküleri "nine"sinin ağzından anlatan bir yazarın büyülügerçekçiliğe hizmet etmesi kaçınılmazdır. Her ne kadar yazar, Marquez'le, Kızıl Darı Tarlaları'nı yazmaya başladıktan sonra tanıştığını söylese de, Batı'nın etkisinde kaldığını itiraf etmekten de çekinmez. 2012 Nobel Edebiyat Ödülü'nü almasında da bu akımdan izleri taşımasının büyük etkisi vardır. Zira edebiyat komitesi Mo Yan'a bu ödülün, "folklorik masalları, tarihi gerçekler ve günümüz öyküleriyle harmanladığı" için verildiğini açıkladı.
Trajediyle mizahın, ironiyle hüznün yer yer abartılı ve coşkulu bir anlatımla sentezlendiği Kızıl Darı Tarlaları, destansı bir hava da taşır fakat olayların kronolojik bir sırayla anlatılmaması, kurgunun zamansal ve mekânsal kesintilere uğraması romanı bilindik destanlardan farklı kılar. Kahramanlıklar, acımasızlıklar, ihanetlerle örülü hikâyenin doğayla kurduğu ilişki de yadsınamaz. Romanın ismiyle de müsemma darı tarlaları yaşanan olaylar süresince renkten renge resmedilerek acımasız Japon işgâline karşı direnen köy halkını, onların sürekli değişen duygularını temsil eder.
Mo Yan'ın en büyük başarısı, iyi-kötü tüm yaşananları detaylarıyla tasvir edebilmesidir. En trajik, acımasız, vahşi olayı an be an yaşatmadaki ustalığı savaşın vahşetine karşı nasıl bir imgelem atmosferi yarattığını gösterir. Köyün kasabına derisi zorla yüzdürülen bir direnişçinin, bir köy baskınında altı Japon askerinin tecavüzüne uğrayan ninesinin, anlatıcının annesinin kurumuş bir kuyunun içinde bebek yaştaki erkek kardeşiyle geçirdiği üç günde yaşadığı acının tasviri insanın kanını donduran cinstendir. Havadaki ağır kan kokusunu hissettirir. Kara mizahı o kadar ince kullanır ki, en vahşi ölüm sahnesini okuduktan bir cümle sonra, dudaklarda bir tebessüm yaratabilir.
“Açılmış mezarın etrafında korkuyla bekleşen bazı insanlar vardı. Kalabalığın arasına karışıp mezar içindeki o kemikleri, onlarca yıl sonra tekrar gün ışığına çıkan beyaz iskeletleri gördüm. Hangisinin komünist, hangisinin milliyetçi, hangisinin Japon, hangisinin Çinli kukla ordudan, hangisinin sivil halktan olduğunu korkarım ki eyalet parti sekreteri bile söyleyemez. Kafataslarının hepsi aynı şekildeydi, hepsi bir mezarın içine tıkıştırılmış kafatasları tam bir eşitlik içinde aynı yağmur altında ıslanıyordu. Solgun iskeletlere vuran ince yağmur damlaları güçlü ve şeytani bir ses çıkarıyordu. İskeletler sanki damıtıldıktan sonra yıllarca bekletilmiş darı içkisine batırılmış gibi soğuk suyun içine sırtüstü uzanmışlardı.”
Savaşı ve tarihsel olayları edebiyatın içine sokarak Çin'in büyük direnişine dair mirasın aktarılması hususunda büyük bir açığı kapatır Mo Yan. Bunu nasıl yaptığını da şu sözlerle açıklar:
"Top ve tüfek patlamalarını duymasak da havai fişeklerin patlamalarını duyduk; birinin öldüğünü görmesek de domuz kesildiğini gördük, ben kendi ellerimle tavuk bile kestim; elimde süngüyle Japonlarla çarpışmasam da bunun nasıl bir şey olduğunu filmlerde izledim. Romancının yaptığı tarihi birebir kopyalamak değildir, bu tarihçilerin sorumluluğundadır. Romancılar savaşı, bu olguyu anlatırken, onun insan ruhunu nasıl bozduğunu ve insanın savaş süresince nasıl değiştiğini dile getirir. Demek istediğim hiç savaş yaşamamış biri de bu yollardan geçerek gerçek savaşı yazabilir.”
“İlk kez yazmaya başladığımda en iyi bildiğim yerden başladım. Ama zamanla yazdıklarım çoğaldıkça, aynı mekanları sürekli kullanamayacağım için daha fazla hayal gücü hatta fantezi eklemek zorunda kaldım” diyor verdiği bir röportajda.
Savaşın vahşetinin yanı sıra, insan doğasının gizli yönlerini de anlatısının içine katar Mo Yan. Cinsellik ve açlık bunların başında gelir. Ninesiyle dedesinin karşılaştıkları ilk andan itibaren aralarında oluşan tutku ve şehvet, ikinci ninenin araya girmesiyle öfke ve nefrete dönüşür. Yine aç kalan köpek sürülerinin, direniş sırasında ölenlerin cesetlerine musallat olması ve köylülerin cesetlerini köpeklerden korumak için verdiği mücadele, insanın içindeki açlık hissini körükler.
Aşk, nefret, kıskançlık, kahramanlık, öfke, üçkâğıtçılık, korkaklık, zayıflık gibi insan ruhunun temel yönlerinin gelgitler halinde anlatıldığı bu romanda her şey zıddıyla yaşar. Cinsellik, sarhoşluk, cenazeler, açlık ve şiddet gibi gündelik hayata dair olguları bütün açıklıklarıyla ve kendine özgü bir kara mizahla aktaran Mo Yan'ın romanlarının çoğu trajediyle biter ama içinde her zaman umut ve onur vardır.
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
Trajediyle mizahın, ironiyle hüznün yer yer abartılı ve coşkulu bir anlatımla sentezlendiği Kızıl Darı Tarlaları, destansı bir hava da taşır fakat olayların kronolojik bir sırayla anlatılmaması, kurgunun zamansal ve mekânsal kesintilere uğraması romanı bilindik destanlardan farklı kılar. Kahramanlıklar, acımasızlıklar, ihanetlerle örülü hikâyenin doğayla kurduğu ilişki de yadsınamaz. Romanın ismiyle de müsemma darı tarlaları yaşanan olaylar süresince renkten renge resmedilerek acımasız Japon işgâline karşı direnen köy halkını, onların sürekli değişen duygularını temsil eder.
Mo Yan'ın en büyük başarısı, iyi-kötü tüm yaşananları detaylarıyla tasvir edebilmesidir. En trajik, acımasız, vahşi olayı an be an yaşatmadaki ustalığı savaşın vahşetine karşı nasıl bir imgelem atmosferi yarattığını gösterir. Köyün kasabına derisi zorla yüzdürülen bir direnişçinin, bir köy baskınında altı Japon askerinin tecavüzüne uğrayan ninesinin, anlatıcının annesinin kurumuş bir kuyunun içinde bebek yaştaki erkek kardeşiyle geçirdiği üç günde yaşadığı acının tasviri insanın kanını donduran cinstendir. Havadaki ağır kan kokusunu hissettirir. Kara mizahı o kadar ince kullanır ki, en vahşi ölüm sahnesini okuduktan bir cümle sonra, dudaklarda bir tebessüm yaratabilir.
“Açılmış mezarın etrafında korkuyla bekleşen bazı insanlar vardı. Kalabalığın arasına karışıp mezar içindeki o kemikleri, onlarca yıl sonra tekrar gün ışığına çıkan beyaz iskeletleri gördüm. Hangisinin komünist, hangisinin milliyetçi, hangisinin Japon, hangisinin Çinli kukla ordudan, hangisinin sivil halktan olduğunu korkarım ki eyalet parti sekreteri bile söyleyemez. Kafataslarının hepsi aynı şekildeydi, hepsi bir mezarın içine tıkıştırılmış kafatasları tam bir eşitlik içinde aynı yağmur altında ıslanıyordu. Solgun iskeletlere vuran ince yağmur damlaları güçlü ve şeytani bir ses çıkarıyordu. İskeletler sanki damıtıldıktan sonra yıllarca bekletilmiş darı içkisine batırılmış gibi soğuk suyun içine sırtüstü uzanmışlardı.”
Savaşı ve tarihsel olayları edebiyatın içine sokarak Çin'in büyük direnişine dair mirasın aktarılması hususunda büyük bir açığı kapatır Mo Yan. Bunu nasıl yaptığını da şu sözlerle açıklar:
"Top ve tüfek patlamalarını duymasak da havai fişeklerin patlamalarını duyduk; birinin öldüğünü görmesek de domuz kesildiğini gördük, ben kendi ellerimle tavuk bile kestim; elimde süngüyle Japonlarla çarpışmasam da bunun nasıl bir şey olduğunu filmlerde izledim. Romancının yaptığı tarihi birebir kopyalamak değildir, bu tarihçilerin sorumluluğundadır. Romancılar savaşı, bu olguyu anlatırken, onun insan ruhunu nasıl bozduğunu ve insanın savaş süresince nasıl değiştiğini dile getirir. Demek istediğim hiç savaş yaşamamış biri de bu yollardan geçerek gerçek savaşı yazabilir.”
“İlk kez yazmaya başladığımda en iyi bildiğim yerden başladım. Ama zamanla yazdıklarım çoğaldıkça, aynı mekanları sürekli kullanamayacağım için daha fazla hayal gücü hatta fantezi eklemek zorunda kaldım” diyor verdiği bir röportajda.
Savaşın vahşetinin yanı sıra, insan doğasının gizli yönlerini de anlatısının içine katar Mo Yan. Cinsellik ve açlık bunların başında gelir. Ninesiyle dedesinin karşılaştıkları ilk andan itibaren aralarında oluşan tutku ve şehvet, ikinci ninenin araya girmesiyle öfke ve nefrete dönüşür. Yine aç kalan köpek sürülerinin, direniş sırasında ölenlerin cesetlerine musallat olması ve köylülerin cesetlerini köpeklerden korumak için verdiği mücadele, insanın içindeki açlık hissini körükler.
Aşk, nefret, kıskançlık, kahramanlık, öfke, üçkâğıtçılık, korkaklık, zayıflık gibi insan ruhunun temel yönlerinin gelgitler halinde anlatıldığı bu romanda her şey zıddıyla yaşar. Cinsellik, sarhoşluk, cenazeler, açlık ve şiddet gibi gündelik hayata dair olguları bütün açıklıklarıyla ve kendine özgü bir kara mizahla aktaran Mo Yan'ın romanlarının çoğu trajediyle biter ama içinde her zaman umut ve onur vardır.
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
9 Ocak 2014 Perşembe
Bir armanın peşinden hiç ayrılmayanlara
"Ahlâka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi."
- Albert Camus
Simon Kuper, "Futbol asla sadece futbol değildir" der Bill Shankly “Futbol bir ölüm-kalım meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir" diyerek işi daha da derine indirir. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) filmindeki replik ise mevzunun özetidir: Hayat fena halde futbola benzer. El secreto de sus ojos (2009) filminde ise daha derine inilir: "Bir erkek her şeyini değiştirebilir. Yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını, yine de değiştiremeyeceği bir şey var... Tutkularını değiştiremez."
1905 yılında merhum Ali Sami Yen'in "İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme sahip olmak, Türk olmayan takımları yenmek" amacıyla kurduğu Galatasaray Spor Kulübü'nün tarihi ne kadar genişse, tribününün tarihi de o kadar geniş. Zira ilk yıllardan bu yana gelişen, dönüşen ve Türkiye'den dünyaya futbol tutkunlarını etkileyen bir yapısı var. Bugüne kadar ciddi bir boşluk olan tribün tarihi konusunda Galatasaray tribününden sadece biri değil o tribünün bestekârı da olan Orhan Ölçen; eline kağıdı kalemi almakla kalmamış aynı zamanda tanıkları da konuşturmuş. Böylece bol fotoğraflı, bol söyleşili ve araştırmalı bir kitaba imza atmış. Kitapta Fatih Terim'in de önsözü bulunuyor.
13 yaşından beri tribünden takımını o hiç kaybolmayan tutkusuyla destekleyen yazar, 412 sayfalık kitabına elinden geldiğince bir tribün tarihi sığdırmış. Dolayısıyla "Aslan Yürekliler" sadece Galatasaraylıların değil tüm futbolseverlerin kütüphanesinde olması gereken bir kaynak olma özelliğinde. Okuyucunun yaşının da önemi yok. Göremeyen babasına, yetişemeyen abisine, yaşayan vicdanına sorar ve hatıralar sarar dört bir yanı.
Her şey bir yana, kitabın bence asıl hedef kitlesi şu: bilet almaya giderken ertesi gün evlenecekmiş gibi heyecanlananlar, stada giderken uzun zamandır görmediği sevgilisine kavuşacak gibi olanlar, tribündeki mevkine geçtiğinde dünyanın en güzel yerinde olduğunu hissedenler, 90 dakika boyunca avazı çıktığı kadar bağırmayı görev bilenler, sonuç ne olursa olsun eve dönerken kalbindeki heyecanı asla dindirmeyenler, kupalara değil renklere âşık olanlar...
"Aslan Yürekliler"in içeriği şöyle: Galatasaray'ın doğuşu, ilk dönemin unutulmaz maçları, amigolar, Kral Metin Oktay, 1970'li yıllar, 1980'li yıllar, 1990'lı yıllar, 2000'li yıllar, bizim olan güfteler ve aslan yürekliler listesi. Kitap o kadar lezzetli ki, uzun vadelere yayıp tadına vara vara okumak istiyorsunuz. Hikâyenin içinden biri olsanız da, dışından olsanız da fark etmiyor. O anıları her zaman ve yeniden yaşıyorsunuz. "Armanın peşindeyiz" diyenlerin hiç bitmeyecek öyküleri, "Aslan Yürekliler"de...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Kitabı "görmemi" sağlayan tribün emekçisi dostum Esra Ermiş'e teşekkür ederim. Kitap vesilesiyle de; tribünde geçen aktif yıllarımda üzerimde emeği olan rahmetli Alpaslan Dikmen ve rahmetli Fatih Bakioğlu ağabeylerimi de sevgiyle, hatıralarla anmak isterim.
- Albert Camus
Simon Kuper, "Futbol asla sadece futbol değildir" der Bill Shankly “Futbol bir ölüm-kalım meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir" diyerek işi daha da derine indirir. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) filmindeki replik ise mevzunun özetidir: Hayat fena halde futbola benzer. El secreto de sus ojos (2009) filminde ise daha derine inilir: "Bir erkek her şeyini değiştirebilir. Yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını, yine de değiştiremeyeceği bir şey var... Tutkularını değiştiremez."
13 yaşından beri tribünden takımını o hiç kaybolmayan tutkusuyla destekleyen yazar, 412 sayfalık kitabına elinden geldiğince bir tribün tarihi sığdırmış. Dolayısıyla "Aslan Yürekliler" sadece Galatasaraylıların değil tüm futbolseverlerin kütüphanesinde olması gereken bir kaynak olma özelliğinde. Okuyucunun yaşının da önemi yok. Göremeyen babasına, yetişemeyen abisine, yaşayan vicdanına sorar ve hatıralar sarar dört bir yanı.
Her şey bir yana, kitabın bence asıl hedef kitlesi şu: bilet almaya giderken ertesi gün evlenecekmiş gibi heyecanlananlar, stada giderken uzun zamandır görmediği sevgilisine kavuşacak gibi olanlar, tribündeki mevkine geçtiğinde dünyanın en güzel yerinde olduğunu hissedenler, 90 dakika boyunca avazı çıktığı kadar bağırmayı görev bilenler, sonuç ne olursa olsun eve dönerken kalbindeki heyecanı asla dindirmeyenler, kupalara değil renklere âşık olanlar...
"Aslan Yürekliler"in içeriği şöyle: Galatasaray'ın doğuşu, ilk dönemin unutulmaz maçları, amigolar, Kral Metin Oktay, 1970'li yıllar, 1980'li yıllar, 1990'lı yıllar, 2000'li yıllar, bizim olan güfteler ve aslan yürekliler listesi. Kitap o kadar lezzetli ki, uzun vadelere yayıp tadına vara vara okumak istiyorsunuz. Hikâyenin içinden biri olsanız da, dışından olsanız da fark etmiyor. O anıları her zaman ve yeniden yaşıyorsunuz. "Armanın peşindeyiz" diyenlerin hiç bitmeyecek öyküleri, "Aslan Yürekliler"de...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Kitabı "görmemi" sağlayan tribün emekçisi dostum Esra Ermiş'e teşekkür ederim. Kitap vesilesiyle de; tribünde geçen aktif yıllarımda üzerimde emeği olan rahmetli Alpaslan Dikmen ve rahmetli Fatih Bakioğlu ağabeylerimi de sevgiyle, hatıralarla anmak isterim.
7 Ocak 2014 Salı
Hikâyelerde dinlenmek isteyenlere
Alice Munro, 2013 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi. Adı
bu ödülle duyuldu diye özellikle Nobel sahibi dedim ama aslında prestijli
edebiyat ödüllerin hepsinden nasibini almış desek abartmış olmayız. Benim de içinde
olduğum bir okuyucu türü vardır ki ödül alan kitaplardan bir süre bilhassa uzak
dururlar. Ben bu önyargımı, Nobel törenine katılmayı reddettiğinden olsa gerek (törende yazarı kızı temsil etmiştir), Alice Munro ile yendim. Kendisi 82 yaşında
Kanadalı bir hikâyeci. İnternette Munro ile ilgili araştırma yaparken sürekli
"kısa öykü alanında devrim yaptığı söylenir" ibaresine denk geldim.
Dayanamadım ve gidip Bazı Kadınlar isimli öykü kitabını aldım. İki ihtimal
vardı: ya kitapta güçlü bir feminist duruşla karşılaşacak sert kaleminin
bahsedilen devrimi gerçekleştirdiğine kanaat getirecektim ya da her yerde
karşımıza çıkan, ezilen kadınların müthiş yükselişi klişesiyle sayfalarca
mücadele etmek zorunda kalacaktım.
Hiçbiri olmadı. Daha ilk hikâyeden Munro'nun karakterlerine ısındım, sanki gerçekten bir
yerlerde vardılar sadece ben onlara rastlamamıştım bugüne kadar. Hayır,
"sanki benim başımdan geçmiş" hissine kapılmadım. Çok da gerçekçi
özellikleri yok karakterlerin, ya da kurguda sürekli gerçekçi temalara yer
verilmiyor. Karakterlerini yaşayan insanlar olarak düşünmemin nedeni her gün
karşımıza çıkanlardan biri gibi oluşları değil, olayları karşılayış
şekilleriydi. Olaylar ne kadar olağandışı olursa olsun Munro'nun
karakterlerinin tepkileri hiçbir zaman uçlarda olmuyor. Mesela 60 yaşında bir
adamın evine yemeğe davet edilen (arkadaşının kocasının evi) ve yemeği çıplak
yemesi gerektiği söylenen anlatıcı, durumun garipliğinin farkında olsa da onu
gerçekliğe bağlayan iplerinden koparacak bir tepki vermiyor.
Hikâyeleri sevmeme sebep olan başka bir neden de
sonlarıydı. Okur içgüdüsü genelde kitaplardan çarpıcı bir son bekler. Eğer bir
hikâyeden beklediğiniz yalnızca çarpıcı bir sonla sizi şaşırtması ve etkisini
sona saklamasıysa Alice Munro kitaplarından uzak durun. Ama eğer hayatın akışı
içinde devam eden hikâyeler okumak, bu hikâyelerde dinlenmek isterseniz hiç vakit kaybetmeden gidip bir
tane edinin. Öyle sonlar yazmış ki sanki hikâye her an bitebilir, ya da siz
sadece bir kısmını okudunuz, o bir yerde devam ediyor hissine kapılıyorsunuz.
Bazı Kadınlar kitabında baş kahramanlarımız
kadınlar. Kimi çocuk yaşta, kimi genç, kimi çok yaşlı. Hepsi de bir yaşam
savaşı veriyor. Ama zorluklarla, feminist kitapların genelindeki klişeden uzak
olarak, kadın oldukları için değil insan oldukları için karşılaşıyorlar.
Yalnızca zorluklarla mücadele ederken kadınlıklarını kullanıyor yazar. Benim
kitapta en beğendiğim öykü "Aşırı Mutluluk" oldu. Matematik ve
edebiyatın birleşimini Sofya Kovalevskaya ile sunmuş yazar. Meğer, Sofya gerçek
bir matematikçiymiş, Britannica ansiklopedisinde bir şeyler ararken rastlamış
adına Munro. Sonra da hemen ölümüne doğru uzanan günlerin kısa bir kurgusuyla
bizlere tanıtmış, çok da iyi yapmış.
Nobel Edebiyat Ödülü ve muadillerinden pek hazzetmediğim için hak edip hak etmediğini bilemem ama bu ödüller sayesinde yazarla tanıştığımız ve çevirilerine eriştiğimiz için mutluyum.
Ümran Kio
3 Ocak 2014 Cuma
Hadislerde ilham arayanlara
"Bu dünyaya kalmayalım
Fânidir aldanmayalım
Bir iken ayrılmayalım
Gel dosta gidelim gönül."
- Yûnûs Emre
"Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak."
- İsmet Özel
Şiirin insanı hangi şekillerde etkilediği ve şairin şiiri yazarken neleri gözettiği asırlardır hem okuyucuyu hem de eleştiriciyi muallakta bırakmaktadır. Şiir, yeryüzünde tüm toplumları etkileyen, şekillendiren, tarihe ışık tutan ve tarihle yürüyen, nihâyet şairden de sıyrılabilen sözler bütünüdür. Şiir; kalan, duran, koşan bildiriler zinciridir. Şairin dertlerinin, "güzel sözle söyleme sanatı"yla kavrulmuş hâli şiirdir. Şiirin kendi bir derttir. Peki bu dertler silsilesinin ucunda ne vardır, yahut olmalıdır? Biz bu soruya, bu toprakların akıbetini belirleyenler ve daima belirlemek mükellefiyetini omuzlarında şerefle taşımayı kabul edenler olarak cevap vermeliyiz. Kur'an ve sünnet mirasından başka bir mirası reddedenler olarak. Türklükle Müslümanlığın arasını açanların baş belâsı olarak. Türk şiirinin ortaya çıkışının, küffara vurulan bir darbe olduğunu kavrayarak ve bilerek. Gözeterek ve görerek. Başka türlü bir şiir anlayışı, şiir olmayacaktır. Anlayıştan da oldukça uzak olacaktır. Zira Kur'an, şiirin ve şiirimizin müktesebatını zaten belirlemiştir. Bir tepsi sunmuştur. İkramına vesile olan ve Mekke'de nazil olan Şuarâ Suresi'nin son 4 ayeti şairler üzerinedir:
224. Şairlerinden ardından sapkınlar giderler.
225. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını görmez misin?
226. Şüphesiz onlar, yapmadıkları şeyleri söylerler.
227. Ancak iman edip iyi ameller yapanlar, Allah'ı çokça zikredenler, kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar (bu hükmün) dışındadır. Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını bileceklerdir.
İlk olarak kasım 2003'te yayımlanan "Kırk Hadis", İsmet Özel'in radyo konuşmalarının redaksiyonu suretiyle meydana gelmiştir. TİYO Yayıncılık tarafından yapılan yeni edisyonuyla (temmuz 2013) 6. baskısını yapan "Kırk Hadis"te yeni bir önsöz bulunuyor ve kitaptaki hadislerin Arapça metinleri elle rika hattıyla yazılmış olarak okuyucuya sunuluyor. Peki okuyucu "Kırk Hadis"ten ne anladı, ne anlıyor? Bu hâlâ bilinmiyor fakat İsmet Özel kitabın önsözünü bitirirken derdini şu şekilde belirtiyor: "Kimin kime düşman olduğu, kimin kime dostluk gösterdiği ve kimin kimle haşrolunacağı ezelden belli. Ben sadece şu dünya zindanında kötü kokudan rahatsız olan ne kadar insan kaldı ise, onların kendi burunlarında kabahat bulma hatasını işlemelerini güzel bulmadım, nâçizâne."
"Ne kadar daha kazanırsam evi, arabayı değiştiririm?" veya "Aman, bana dokunmayan yılan asırlarca yaşasın!" derdini(?) edinmiş toplulukların içinde öyle veya böyle yaşıyoruz. Yer alıyoruz demiyorum, yaşıyoruz. Bazen el sıkışıyoruz ama anlaşamıyoruz. Selâm veriyoruz karşılığını alamıyoruz. Kabul etmiyoruz. Etmemek için ne yapıyoruz? Şiire müracaat ediyoruz. Haysiyetimizi korumak için şiirin yüzüne sürüyoruz gözlerimizi. Değerimizi düşürmemek için şiiri tercih etmiyoruz, şiiri değer biliyoruz, değerleniyoruz. Kıymetimizin ölçüsünü dizelerde arıyoruz. Buluyoruz. "Bir yanlışlık var!" dediğimizde surat asma hakkımızı kullanıyoruz. İlerleme dediğimiz şey ruh bütünlüğümüzdeyse, bunu şiire borçluyuz. Rahatımızı kaçıran şey şiirse, burada güzellikler buluyoruz. İşte Kırk Hadis; "Bir hadîs-i şerîfin bir şairle ne ilgisi olduğunu, bir hadîsin bir şaire neler ilham etiğini, bir hadîsin bir şaire hangi bakımdan ikramda bulunduğunu öğrenmek hoşunuza gidecekse doğru yere geldiniz" diyor. Evet, geldiğimiz yer doğru. Fakat İsmet Özel hadislerle kurduğu demire şiirleri tespih taneleri gibi dizerek bize bir rahatlık temin etmiyor. Çünkü bu yerin bize sunduğu, rahatlıktan çok, "şimdiye kadar bozulmadan koruyageldiğimiz rahatımıza" musallat olan bir terakki sahasına sokuyor okuyucusunu. Çünkü şairin insanlara çok yakışacağını düşündüğü bir mesele var. Meseleler üstü bir mesele: "Ümit ediyorum ki, benim cür'etkârlığıma şahit olan Müslümanlar bir şekilde dünyanın etrafımıza ördüğü kabalık, anlayışsızlık kozasını kırmak ve ahiret özlemi çeken bir kelebek olmaya özenmek duygusunu edinirler. Ben doğrusu böylesi bir duygunun bütün insanlara çok yakışacağını düşünüyorum."
Kırk Hadis'in içinden birkaç hadis:
"Muhakkak Allahu Teâlâ Hazretleri, sığır cinsinin otları dişleri arasında evirip çevirdikleri gibi tekellüfle konuşan, ağzının içinde dilini dolaştıra dolaştıra belâgat taslayan erkeklere buğzeder."
Ebû Dâvud, Edeb;
Tirmizî, Edeb
"Kıyamet gününde Âdemoğlu şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe Rabbinin yanından ayrılamaz: Ömrünü nerede, ne suretle harcadığından, yaptığı işleri ne maksatla yaptığından, malını nereden kazandığından ve nerelere sarf ettiğinden, vücudunu, sıhhatini nerede ve ne surette yıprattığından."
Tirmizî, Kıyâmet
"Zayıflarının hakkı kuvvetlilerinden alınmayan bir millet nasıl temizlenebilir?"
İbn Mâce, Sadakat
"Âdemoğlunun bir vadi altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."
Buhârî, Rikâk;
Müslim, Zekât
"Sözlerinde ve fiillerinde ileri gidip hadleri aşanlar helâk olmuştur."
Müslim, İlim;
Ebû Dâvud, Sünnet
Hadis, ikram ve ilham. Şairin hem gönlünden hem kaleminden. Tepside önümüze gelen şeylerin rahatımızı kaçıracağı muhakkak. İlhamın ruhumuza katacağı rahatlık sahası ise bize terakki imkânı sağlayacak. Mühim olan o terakkinin elde edilebileceğini keşfetmek, yola çıkmak ve her daim hazır olmak.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
Fânidir aldanmayalım
Bir iken ayrılmayalım
Gel dosta gidelim gönül."
- Yûnûs Emre
"Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak."
- İsmet Özel
Şiirin insanı hangi şekillerde etkilediği ve şairin şiiri yazarken neleri gözettiği asırlardır hem okuyucuyu hem de eleştiriciyi muallakta bırakmaktadır. Şiir, yeryüzünde tüm toplumları etkileyen, şekillendiren, tarihe ışık tutan ve tarihle yürüyen, nihâyet şairden de sıyrılabilen sözler bütünüdür. Şiir; kalan, duran, koşan bildiriler zinciridir. Şairin dertlerinin, "güzel sözle söyleme sanatı"yla kavrulmuş hâli şiirdir. Şiirin kendi bir derttir. Peki bu dertler silsilesinin ucunda ne vardır, yahut olmalıdır? Biz bu soruya, bu toprakların akıbetini belirleyenler ve daima belirlemek mükellefiyetini omuzlarında şerefle taşımayı kabul edenler olarak cevap vermeliyiz. Kur'an ve sünnet mirasından başka bir mirası reddedenler olarak. Türklükle Müslümanlığın arasını açanların baş belâsı olarak. Türk şiirinin ortaya çıkışının, küffara vurulan bir darbe olduğunu kavrayarak ve bilerek. Gözeterek ve görerek. Başka türlü bir şiir anlayışı, şiir olmayacaktır. Anlayıştan da oldukça uzak olacaktır. Zira Kur'an, şiirin ve şiirimizin müktesebatını zaten belirlemiştir. Bir tepsi sunmuştur. İkramına vesile olan ve Mekke'de nazil olan Şuarâ Suresi'nin son 4 ayeti şairler üzerinedir:
224. Şairlerinden ardından sapkınlar giderler.
225. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını görmez misin?
226. Şüphesiz onlar, yapmadıkları şeyleri söylerler.
227. Ancak iman edip iyi ameller yapanlar, Allah'ı çokça zikredenler, kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar (bu hükmün) dışındadır. Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını bileceklerdir.
İlk olarak kasım 2003'te yayımlanan "Kırk Hadis", İsmet Özel'in radyo konuşmalarının redaksiyonu suretiyle meydana gelmiştir. TİYO Yayıncılık tarafından yapılan yeni edisyonuyla (temmuz 2013) 6. baskısını yapan "Kırk Hadis"te yeni bir önsöz bulunuyor ve kitaptaki hadislerin Arapça metinleri elle rika hattıyla yazılmış olarak okuyucuya sunuluyor. Peki okuyucu "Kırk Hadis"ten ne anladı, ne anlıyor? Bu hâlâ bilinmiyor fakat İsmet Özel kitabın önsözünü bitirirken derdini şu şekilde belirtiyor: "Kimin kime düşman olduğu, kimin kime dostluk gösterdiği ve kimin kimle haşrolunacağı ezelden belli. Ben sadece şu dünya zindanında kötü kokudan rahatsız olan ne kadar insan kaldı ise, onların kendi burunlarında kabahat bulma hatasını işlemelerini güzel bulmadım, nâçizâne."
"Ne kadar daha kazanırsam evi, arabayı değiştiririm?" veya "Aman, bana dokunmayan yılan asırlarca yaşasın!" derdini(?) edinmiş toplulukların içinde öyle veya böyle yaşıyoruz. Yer alıyoruz demiyorum, yaşıyoruz. Bazen el sıkışıyoruz ama anlaşamıyoruz. Selâm veriyoruz karşılığını alamıyoruz. Kabul etmiyoruz. Etmemek için ne yapıyoruz? Şiire müracaat ediyoruz. Haysiyetimizi korumak için şiirin yüzüne sürüyoruz gözlerimizi. Değerimizi düşürmemek için şiiri tercih etmiyoruz, şiiri değer biliyoruz, değerleniyoruz. Kıymetimizin ölçüsünü dizelerde arıyoruz. Buluyoruz. "Bir yanlışlık var!" dediğimizde surat asma hakkımızı kullanıyoruz. İlerleme dediğimiz şey ruh bütünlüğümüzdeyse, bunu şiire borçluyuz. Rahatımızı kaçıran şey şiirse, burada güzellikler buluyoruz. İşte Kırk Hadis; "Bir hadîs-i şerîfin bir şairle ne ilgisi olduğunu, bir hadîsin bir şaire neler ilham etiğini, bir hadîsin bir şaire hangi bakımdan ikramda bulunduğunu öğrenmek hoşunuza gidecekse doğru yere geldiniz" diyor. Evet, geldiğimiz yer doğru. Fakat İsmet Özel hadislerle kurduğu demire şiirleri tespih taneleri gibi dizerek bize bir rahatlık temin etmiyor. Çünkü bu yerin bize sunduğu, rahatlıktan çok, "şimdiye kadar bozulmadan koruyageldiğimiz rahatımıza" musallat olan bir terakki sahasına sokuyor okuyucusunu. Çünkü şairin insanlara çok yakışacağını düşündüğü bir mesele var. Meseleler üstü bir mesele: "Ümit ediyorum ki, benim cür'etkârlığıma şahit olan Müslümanlar bir şekilde dünyanın etrafımıza ördüğü kabalık, anlayışsızlık kozasını kırmak ve ahiret özlemi çeken bir kelebek olmaya özenmek duygusunu edinirler. Ben doğrusu böylesi bir duygunun bütün insanlara çok yakışacağını düşünüyorum."
Kırk Hadis'in içinden birkaç hadis:
"Muhakkak Allahu Teâlâ Hazretleri, sığır cinsinin otları dişleri arasında evirip çevirdikleri gibi tekellüfle konuşan, ağzının içinde dilini dolaştıra dolaştıra belâgat taslayan erkeklere buğzeder."
Ebû Dâvud, Edeb;
Tirmizî, Edeb
"Kıyamet gününde Âdemoğlu şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe Rabbinin yanından ayrılamaz: Ömrünü nerede, ne suretle harcadığından, yaptığı işleri ne maksatla yaptığından, malını nereden kazandığından ve nerelere sarf ettiğinden, vücudunu, sıhhatini nerede ve ne surette yıprattığından."
Tirmizî, Kıyâmet
"Zayıflarının hakkı kuvvetlilerinden alınmayan bir millet nasıl temizlenebilir?"
İbn Mâce, Sadakat
"Âdemoğlunun bir vadi altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."
Buhârî, Rikâk;
Müslim, Zekât
"Sözlerinde ve fiillerinde ileri gidip hadleri aşanlar helâk olmuştur."
Müslim, İlim;
Ebû Dâvud, Sünnet
Hadis, ikram ve ilham. Şairin hem gönlünden hem kaleminden. Tepside önümüze gelen şeylerin rahatımızı kaçıracağı muhakkak. İlhamın ruhumuza katacağı rahatlık sahası ise bize terakki imkânı sağlayacak. Mühim olan o terakkinin elde edilebileceğini keşfetmek, yola çıkmak ve her daim hazır olmak.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.