SAYFALAR

14 Kasım 2024 Perşembe

Tüm zamanların ruh mimarı: tasavvuf

Mahir İz Hoca’nın ifadesiyle “Tasavvuf, ruhi ve vicdani bir duyuşun mahsulüdür. Bin yıldır, yani Türk’ün İslamiyet’i kabulünden itibaren kurulmuş olan Müslüman-Türk devletlerinde ve Türkün gayri bütün İslam memleketlerinde her şehirde cami ile beraber bir tekkenin, bir zaviyenin kuruluşuna şahit oluyoruz”.

Gerçekten de tasavvuf, Anadolu da dahil olmak üzere girdiği her belde de kalıcı bir hal yaşamış, yeşermiş, yayılarak gelişmiştir. Tasavvufun bir kez neşet ettiği belde de tasavvufun yok olduğuna şahitlik edilmez. Tasavvuf kendini gösterdiğinde insanları kendisine çeker, çekilen insan sayısı her zaman artar.

Tasavvuf ile ilgili ilgi alaka olduğu kadar karşıtlık, düşmanlık da her zaman olmuştur. Karşıtlığın gerekçelerinden biri de tasavvufun şeriat dışı olduğu iddiasıdır. Sufilerin şeriatı önemsemediği, şeriatın ahkamlarını terk ettiği gibi iddialar her zaman dile getirilmiştir. Her toplulukta her zaman çürük meyveler bulunur. Anacak bu genelin muhtevasını zedelemez. Büyük mutasavvıfların eserlerine baktığımızda şeriatın terkini değil, bilakis şeriatın sıkı sıkıya uyulması gerekli bir emir olduğu uyarısını görürüz. Nitekim Mahir İz de Tasavvuf adlı eserinde “Şeriat bir fetva, tarikat ise bir takva yoludur ve hiçbir zaman birbirinden ayrı şeyler değildir. Temel inançları bir, gayeleri aynıdır” diyerek tasavvufun şeriat ile ilişkisini çok güzel ve anlamlı bir şekilde özetlemiştir.

Mahir İz’in Ketebe etiketiyle yayınlanan Tasavvuf kitabı, tasavvufa dair özet bir ders kitabı niteliğinde. Tasavvufun doğuşu, tasavvufi kavramların anlamları, tarikatların adabı, tarikatların isimleri, büyük mutasavvıflar, mutasavvıfların tarikat anlayışı-sözleri, silsileler gibi tasavvufa dair her konu okuru sıkmayacak şekilde, gereksiz ayrıntılara boğmadan, temel bilgi almaya müsait bir düzende sunulmakta.

Eser giriş bölümüyle birlikte toplam altı kısımdan oluşmakta. Giriş bölümünde tasavvuf yolunun neden açıldığı, zikir, medrese ve tekke ilişkisi gibi konular ele alınmaktadır. Birinci kısımda, birinci bölümde tasavvufun ne olduğu anlatılmakta, menşei, gayesi ve özellikleri anlatılmaktadır. İkinci bölümde büyük mutasavvıfların dilinden tasavvufun tarifleri dile getirilmektedir. Üçüncü kısmın ilk bölümünde büyük mutasavvıfların dilinden sufi kelimesinin tanımları anlatılmakta, ikinci bölümde ilk mutasavvıflar açıklanmakta ayrıca keramet gibi kavramlar ele alınmaktadır. Üçüncü kısmın ilk bölümünde tarikatın on esasları, ikinci bölümünde önemli terimler üçüncü bölümde de bazı izahlar yapılmaktadır. Dördüncü kısmın ilk bölümünde tarikatların doğuşu ve adabı, ikinci bölümünde ise tarikatlar ile kurucu pirleri anlatılmaktadır. Son kısımda da İslam alimlerinin tasavvuf hakkındaki fikirleri sunulmakta ve bir neticeye varılmaktadır.

Kitap genel mahiyeti itibarıyla ansiklopedik bir biçim taşısa da ehlullahın sözlerine, hikmetlerine yer verdiği için okuyanın mutlaka kendinden bir parça veya kendine bir merhem bulacağı bir yön de içermekte. Seriyy-i Sakati’nin bir menkıbesini aktararak yazıyı bitirelim, payımıza düşen bir hisse olsun hem böylece.

Seriyyi-i Sakati der ki: Bir gün Bağdat çarşısında yangın çıkmıştı, bir adamla karşılaştım, “Senin mülkün kurtuldu” dedi. Ben birdenbire “Elhamdülillah” demiş bulundum. Otuz yıldır o an dediğim “Elhamdülillah” için istiğfar ediyorum. Diğer Müslümanların yanan mallarına telehhüf etmek dururken, kendi malımın kurtulmasına şükretmenin azabı içindeyim.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Zamanın gizinde saklanan yüreklerin romanı

Fırat Sunel’in 2011 yılında yayımlanan Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı romanı yazarın edebî kariyerinde önemli bir yere sahiptir. Yazar bu romanda bir ulusa yapılan zulmü toplumsal gerçeklikle harmanlayarak aktarır. Eser; geleneksel toplum yapıları, kimlik arayışı ve bireysel özgürlük temaları etrafında şekillenir. Salkım Söğütlerin Gölgesinde yalnızca bir hikâye değil tarih sahnesinden yok edilmeye çalışılan bir ulusun varlığına dair bir delildir. Toplumun yanısıra derin kimlik çözümlemeleri ve çevre tasvirleriyle okuru Nika ve Ömer adındaki iki kafadara arkadaşlık ettirmektedir.

Yazık ki tarih boyunca insanlığın acısı hiç bitmemiş; gücü elinde tutan yakarak-yıkarak yaptığı kıyıma toplumları yurt edindikleri bölgelerden sürgün etmekle devam etmişlerdir. Salkım Söğütlerin Gölgesinde, II. Dünya Savaşı dolaylarında Stalin’in Ahıska Türklerini –tabiri caizse- trenlere bir yükmüşçesine doldurup acıya ve ölüme çıkardığı sürgünü anlatılır. Güneşin yeterince parlak olduğu bir sabahta, çocukların koşup oynadığı yerlerdeki karlara yansıyan güneş ışınları, soğuk ve zalim Rus kumandanlarının kaskatı yüreklerini ısıtmaya yetmiyordu. Öyle görünüyor ki yetmeyecekti de... Kurbanlarının kanlarının rengini alan Kızıl Ordu’nun geçimsiz neferleri söğütlerin dallarını hareketlendiren uysal rüzgârın Ahıskalılara ulaşmasına izin vermiyorlardı. Güneş, Stalin’in ağzı süt kokarken çaldığı Türk evlatlarından oluşan ordusunun üstüne bütün heybetiyle doğmuştu. Keyifle çaylarını yudumlayan köylülerin üzerine bir ateş parçası olup düşeceğini, hayatlarının bir alacakaranlığa dönüşeceğini ne güneş ne de Ahıskalılar biliyordu.

Sunel’in edebî kuvvetinin geride kalanların gördüklerinin dehşetiyle sarsılmasını satır arasından okurun dimağına işlediğini gördük. Gidenlerin saç diplerini çeken dikenli düşüncelerin okurun sayfalar arasında gezinen ellerini kestiğini, gözbebeklerinden fırlayan korkularla göz göze geldiğimizi tahta vagonlar arasından sızan soğuğun kombili evlerimizde ayaklarımızı battaniyenin altından kestiğine şahit olduk. Ve yürüyen ayakların bastığı toprağı tanıyamayıncaya kadar gittiği bir günde, Kızıl Ordu’nun yalnız kurbanlarının kanını içerek değil bütün değerlerini yıkarak enkazın üzerine kurulduğunu gördük. Salkım Söğütlerin Gölgesinde yalnız bir sürgün romanı değil; kimliksizleştirilmeye çalışılan bir toplumun kültürünü, sosyal ve içtimai hayatının bütün değerlerinin yok oluşunun panoramasıdır. 40 gün sürecek bir ölüm yolculuğuna çıkarılan binlerce insan kardeşlerini, evlatlarını, anne babalarını bırakacaklardır. Dört tahta arasında yaşam mücadelesi veren birbirini tanımayan onlarca insan, 30 çiviyle birbirine bağlanmış hayatlar olarak gün geçtikçe birbirlerine en yakınlarından daha yakın olacaklardır.

40 gün... 960 saat, 57 bin 6 yüz dakika... Hiç tanışılmayan birisiyle geçirmek için çok uzun, fakat bir milletin tarihinin, kimliğinin, bilincinin, kültürünün silinmesi için çok kısa... İşte Kızıl Ordu’nun Ahıska’yı hafızalardan silmesi için yeterli zaman. Silmek denilirse... Tarihini hatırlayan son Ahıska Türkü kalıncaya; bir zulmü duyuracak son soydaş kalıncaya dek yaşayacak olan tarihtir bu. Neyse ki Fırat Sunel hepimiz adına bütün zarafetiyle tarihe bir not düşüyor. Orta Asya’ya sürülen millet, gün olur doğduğu toprağa geri dönerse diye, Ahıska’yı gidip yerinde görüyor. Anlattığı hikâyenin kişileriyle tanışıyor. Yazarlığının yanında diplomat da olan Sunel, tarihe estetik bir yönden şahitlik etmek isteyenlere Salkım Söğütlerin Gölgesinde'yi armağan ediyor. Anlatı kişilerinden Yorgo’nun da deyimiyle:

Memleket olmayınca, baharda uçuşan radika tüyleri gibi vatansız, köksüz insanı rüzgâr canı nereye isterse oraya savurur. Yersiz yurtsuz biçare insanlar da çiçeğin kömecindeki tüyler gibi konacak yer bulamazlar.

Halide Şeyma Kuzgun
halideseymak@gmail.com

Boşluk neden hep aynıdır?

“…usunu bir seccade gibi kullanan yaşamakta…”
- İsmet Özel, Geceleyin Bir Koşu

İnsanlığın müşterek tarih tecrübesinde dünden bugüne sürekli bir iddia sahibi ve gayesi olan bir millet olarak yerimizi aldık ve müstahkem kıldık. Dünyanın sancılı değişimlere gebe olduğu bunalımlı zamanlarda, kendisinin varlığını bir başkasının yok oluşunda gören küresel kötülük lobilerinin karşısında, zikredilen hasletimize binaen hep bir teklifle durduk. Teklifimiz nedir, sorusu bu yazının kapsamında değildir. Bu yazıda; teklifimiz nedir, sorusundan ziyade; teklifimiz nedir, sorusunun cevabını nasıl buluruz, sorusunun peşine düşülecektir.

Zikredilen soruya bir cevap verebilir miyiz? Versek tatmin edebilir miyiz? Her ikisi de meçhul. Esasen biz sormakla mükellefiz; medeniyetimiz sorular medeniyetidir, haddini bilenlerin yahut arayanların medeniyetidir. İhsan Fazlıoğlu, katıldığı bir programda soru sormakla had bilmek arasında yakın bir ilişki olduğundan söz etmişti. Hatırladığım kadarıyla şöyle devam etmişti: Bu had bir kopukluk manasında değildir. Buradaki “had bilmek” tabirinin vurgusu hürmet kelimesinedir. Hürmet kelimesi de gün sonunda had, sınır bilmek demektir, birine karşı duyulan ölçülü davranma hissidir. Soru soran kendi yerini bilendir. Kulluğunun bilincinde olan demektir. Heidegger’in deyişiyle soru sormak aklın dindarlığıdır. Soru, bir tarafıyla da üzerine konuşulan konuyu açar, cevabın aksine. Sormak kelimesinin Eski Türkçede “peşinden gitmek, iz sürmek” gibi bir anlamı da vardır. Tüm bunlardan hareketle denebilir ki; biz haddimizi bilmekle, açmakla, iz sürmekle, aklımızın dindarlığını yerine getirmekle mükellefiz. Şairin dediği gibi tuttuğumuz her işte bizatihi yaşamımızın kendisinde, en tanrısal olan yanımızı yani aklımızı, usumuzu; bir altlık, bir zemin, bir korunak, bir araç, bir işaret en nihayetinde bir seccade olarak kullanabilmeliyiz. Peki ya sorulara cevap bulmak, işte orası takdir-i ilahi.

Gelelim sorumuza: “Teklifimiz nedir, sorusunun cevabını nasıl buluruz?” Teklif, vitrin ister. Teklif sahibi kültürlerin ve toplumların vitrini ise teklifi; her teklif edilişinde tekrar üreten, teklifin çerçevesini çizen, ifadesini kuran, sınayan, tahlil edip neticesinde tahkim eden, başıboş dolaşan bilgi kümelerini tertip eden ve bir terkip haline sokan mütefekkirleri yani büyük zihinleridir. Aslında sorumuzun cevabı böylelikle ortaya çıktı: Bir medeniyetin teklif ettiğini öğrenmek, bulmak ve kendimizi o teklif dairesine ait hissetmek; teklif sahibi o medeniyetin bağrından çıkan mütefekkirleri takip etmekle, okumakla, anlamaya çalışmakla mümkündür. Ahmet Hamdi Tanpınar içinde yaşadığı toplumun gerilimlerini çok boyutlu bir sahada ele alabilen bir mütefekkirdir. Manevi kimliğine yabancılaşmış bir kitleyi hapsoldukları bu dargınlık soğukluğu içerisinden çıkarmak için ömrü boyunca çaba göstermiştir. O; medeniyetimizin, kültürümüzün sözcüsüdür adeta.

Edebiyatımızda, Tanpınar hakkında yapılan çalışmaların çokluğu malumunuzdur. Fakat; Tanpınar, çoklaştıkça azalan bir şahsiyettir. Ne demek bu? Onun hakkında yapılan her araştırma, çalışma, mütalaa en nihayetinde düşünce üretimi ona dair yeni, aşılması gereken, ötesi bilinmeyen bir eşiğin önüne bırakıyor bizi. Varıp da önüne düştüğümüz eşiğe yüz sürmek, bilinmeyeni bilinir kılmak, hakkında konuşulanı yani hakikat olanın dairesini genişletmek bizim inisiyatifimizde. Tanpınar’ın tüketilemezliği üzerinde durulması gereken ayrı bir düşünce konusu. Ama şunu belirtmek gerekir ki bu tüketilemezliğin sebeplerini Tanpınar’ın çok farklı ve çok çeşitli pınarlarla beslediği geniş kültürel birikiminde ve kültürel sürekliliğinde aramalıyız. Bu arayışın araçlarından birisi de inceleme konumuz olan kitap: Hep Aynı Boşluk.

Türk edebiyatının şüphesiz en önemli yazarlarından olan Tanpınar, esas şöhretini şair olarak şiirleriyle kazanmak istese de onun hakkını ona teslim eden kurmaca nitelikli eserleri olmuştur. Fakat Tanpınar; büyük bir incelik ve özveriyle ördüğü roman, öykü ve şiirlerinin yanı sıra makale, deneme, günlük, röportaj ve sohbet gibi kurmaca olmayan türlerde de eserler kaleme almıştır. Hatta denilebilir ki; kurmaca dışı türlerde daha velut bir yazardır. Bir yazarın kurmaca nitelikli eserleri; yazarın “sanatçı” kimliğine dair çıkarımlarda bulunup fikir yürütmemize imkan tanır. Ancak yazarın “insan” oluşunun gereklerine bir bakış atmak istersek kurmaca dışı eserlerine de uzanmamız gerekir. Elbette bu kurmaca ve kurmaca dışı eserler arasındaki geçiş bu denli sert değildir. Pek tabii kurmaca bir eser üzerinden de yazarın, insanlığına, gündelik yaşam mevzularını nasıl ele aldığına, devrinin meselelerini nasıl değerlendirdiğine hülasa kendi dünyasına dair çıkarımlarda bulunulabilir. Hatta kimi zaman bu çıkarımlar, kurmaca olmayan bir metin üzerinden elde edilen çıkarımlardan daha geçerli, etkili ve kalıcı olabilir.

Tanpınar, Hep Aynı Boşluk’ta da örneklerini gördüğümüz kurmaca dışı metinlerinde kalemiyle kendi arasındaki duvarları yıkar, perdeleri kaldırır. Gerçek Tanpınar’ı bize sunar, hislerini açar. Aslında Tanpınar’ın bütün eserleri, Tanpınar’ın karşısında/huzurunda durduğu aynalardır, diyebiliriz. Bu husus, bana kalırsa Hep Aynı Boşluk’un içinde geniş bir katolog halinde örneklerine rastladığımız mektup, deneme ve günlük gibi kurmaca dışı türlerdeki yazılarında da oldukça belirgindir. Örneğin, Hep Aynı Boşluk’ta Mektuplar başlığı altında yer alan Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı mektupların birinde kendisi için şöyle bir belirlenimde bulunur Tanpınar:

…kaç kişiyim ben? Bazen bütün şahsiyetlerimi yan yana göz önüne getiriyorum, kalabalıkta kendim kayboluyorum. Hülasa, bölünmek, dağılmak, öyle bir haldeyim ki birisi gelip de canlı mahlukların en mükemmeli kabuklu hayvandır, dese inanacağım. Mukavemetsizliğinin yıktığı adamım.

Tanpınar’ın kendisi hakkındaki bu belirlenimi oldukça içtendir. Sanatçı kimliğinden müstakil insan tarafını, hayat debdebesindeki bunalımlarını, acılarını sarsıcı bir şekilde okura yansıtır.

Yalnızlık ve acı büyük zihinlerin yazgısıdır. Malumunuz Tanpınar da yaşadığı devir de bir “sükut suikasti”ne uğradığını savunur ve bundan pek mustarip olduğunu Hep aynı Boşluk da dahil olmak üzere gerek doğrudan gerek dolaylı bir şekilde eserlerinde dile getirir. Durum böyleyken; yalnızlığı, aleladenin aşıldığı eşik olarak görmesi şaşırılacak bir mevzu değildir. (Tanpınar’ın yaşadığı çağda aleladeliği aşılması gereken bir eşik olarak görmesi ve bu aşma işinin anahtarını yalnızlık olarak görmesi olağan olabilir. Fakat günümüzde aleladelik hali; sanki, ulaşılması gereken, arzulanan bir menzil oldu. Neyse bu başka bir konu, dağılmayalım.) Nurettin Topçu, Akif’i anlattığı eserinde şöyle der:

“Hayattan kaçan bu büyük mustaripler, ıstıraplarına deva ararken sanatlarına sığınıyorlar. Bunlar için sanat hayat çılgınlığında tedavi yeridir; yaşama boşluğundan kurtuluş vaadidir. Bazen hayatın darlığına bir cezbe, dünyamızın manasızlığına bir tükürüş, hayatın hiçliğinden bir intikam oluyor.”

Bu gerekçe ile Tanpınar için yalnızlık sayesinde aleladeliğin aşıldığı eşikten ötesi sanattır, diyebiliriz.

Tanpınar’da, Türk edebiyatında çok az sanatçıda görülen bir multidisiplinerlik söz konusudur. Güzel sanatların her şubesiyle ilgilidir. Hep Aynı Boşluk da bu hususiyetinin bir göstergesidir. Kitap; Edebiyat, Estetik ve Plastik Sanatlar, Medeniyetler ve Zihniyetler, Toplumsal ve İktisadi Hayat, İnsana Dair, Siyaset ve Siyaset Adamları, Mektuplar, Anketler, Röportajlar ve Diğer Yazılar olmak üzere on başlık altında yapılandırılmıştır. Zikredilen başlıklar altında, fazlasıyla çeşitli bir konu kataloğunun yardımıyla Tanpınar’ın kültürel birikiminin ve İnci Enginün’ün belirttiği üzere, Tanpınar’ın hem birey hem toplum için en önemli yetiştirici güç olarak gördüğü kültürel süreklilik kavramını kendi kişiliğinde tatbik etmek amacıyla yaşamın ve sanatın hangi sahalarında bulunduğunun, hangi kavramlarına göz gezdirdiğinin, hangi meşgalelerle alakadar olduğunun, hülasa multidisipliner kişiliğinin portresini çizer.

Hep Aynı Boşluk, ele aldığı mevzular ve bu mevzulardan hareketle yaptığı açılımlar bakımından öyle bir eser ki namütenahi hakkında konuşulabilir. Sadece, okumayı bilhassa Tanpınar’ın dilini ve estetiğini tatmayı sevenlerin zevkle okuyacağı bir kitap değil; Türk milletini seven, Türk milletinin kültürel sürekliliği içinde kendine bir yer arayan yahut bulan, medeniyet dairemizin son yüzyıldaki kabuk değişimine Tanpınar’ın gözünden şahitlik etmek isteyenlerin de uğrak noktası olacak bir eserdir. Ama şu bilinmeli ki: Bu kitap ile çıkılacak yolun bir menzili yoktur, uğrakları çoktur. Bu da yine Tanpınar’ın geniş kültürel birikiminin ve sürekliliğinin maharetindendir. Tanpınar gibi mütefekkirlerin inşa ettiği kubbelerin altında hayatımızın, milletimizin, memleketimizin muhasebe ve murakabesine dalmak önemli bir mesele. Bunu yapmaya mecburuz. Mensubu olduğumuz medeniyetin teklifini bilmek ve bütün varlığımızla ruhumuza sirayet etmesine imkan tanımak mecburiyetindeyiz. Tarih bizi, yetişmiş ve yetişen nesilleri bunu yapmak zorunda bırakacak elbette. İhsan Fazlıoğlu bir yazısında Metin Bobaroğlu’nun şöyle bir sözünü aktarır: “Tarihsizlik, talihsizliktir.” Talihsizliğe boyun eğmemek istiyorsak eğer; tarihimizi, medeniyetimizi, kültürümüzü öğrenmek, bilmek ve muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Tanpınar bir çeşmedir, medeniyetimizin, kültürel sürekliliğimizin, tarihi birikimimizin çeşmesidir. Bu çeşmeden kana kana içmek, gıdalanmak gerek.

Sona yaklaşırken birkaç kelam daha etmek isterim: insan; daima, durmaksızın, enine boyuna özler. Oruç Aruoba; özlem için, “gitmekte olmanın sürekliliği” şeklinde bir tanımlama yapıyordu. Buna göre, insan, yaşamak yolunda yol aldıkça, gittikçe özlem de yanı başından ayrılmayacaktır. İnsan özlediği, özlem duygusuna müdavim olduğu müddetçe de eksiklik, boşluk duygusunun elinden yakasını kurtaramayacaktır. Çünkü özlem, özsel, insanın özü ile ilgili bir durumdur. Özünde boşluğunu, eksikliğini hissettiğine varma eksikliğini giderme, boşluğunu kapatma, kendini tamamlama arzusudur. Özlemi içimizden söküp atmak mümkün müdür? Bana sorarsanız değildir. Özlem insanın yaradılışından, fıtratındandır. İnsan oluşunun bir hassasıdır. Mebde ve mead, yani başlangıç ve son, yani gelinen ve gidilen yer ile alakalı sorgulamalar kadim felsefe geleneğimizin yaygın olarak irdelediği meselelerdendir. İnsan; gelinen ve gidilen, başlangıç ve son, mebde ve mead tüm bunların arasında olandır. Arada olan ise ya ötenin ya berinin, yani arayı kuran iki unsurun özlemini duymaya mahkumdur. Yazgısı arada olmak ve bundan dolayı özlemek olan insanın boşluk duygusuyla ilişkisi daha da detaylandırılmaya muhtaçtır.

Tanpınar’ın boşluğu, yalnızca, arada olan insanın duyduğu özlem ile açıklanamaz elbette. Aslında hepimizde olan medeniyetimize, kültürümüze, milletimize, ülkemize karşı duyduğumuz mesuliyet duygusu, Tanpınar’da çok daha yoğundur. Ülkesi ve milleti için hem toplumsal hem ferdi yaşamında meydana gelen açmazların, çıkmazların, olmazların ortasında arzuladığı güzelliklere ulaşamamanın eksikliğini, boşluğunu derinden duyar. Hem insan olarak hem Tanpınar ile aynı medeniyetin fertleri olarak boşluk duygularımız birbirine benzerdir. Hepimizde benzer olan fakat o hissi, yaşayış itibarıyla aynılığına dair kesinliğimizin olmadığı bu boşluk hissine dair Tanpınar’ın ifadesini her okuyuşumuzda kalbimizin, ruhumuzun, aklımızın bir kenarından tutar ve kemirmeye başlar:

Ben benden evvel, daha evvel, evvelden evvel; benden sonra, daha sonra, daha sonradan sonra… Ya Rabbim ne kadar korkunç hesap… Hep aynı boşluk… Aynı boşluğun ıstırapla, acıyla, beyhude ümitle dolması…

Tüm bu söylenilenlerden sonra: Boşluk hep aynı mıdır yahut boşluk hepimizde aynı mıdır, cevaplaması zor. Ama denilebilir ki; boşluk vardır, insan yaşadığı müddetçe de olacaktır. Bize düşen ise arada oluşumuzun gereğini yerine getirmek, bulunduğumuz arayı öğrenmek, bulunduğumuz arada boşluk, eksiklik duygusunu hissederek ama onlara gark olmadan bizi ayakta tutabilecek teklifin, medeniyetin, kültürün, manevi dünyanın izlerini sürmektir.

İmanımız ve inancımız gereği sevgi/muhabbet neredeyse Allah oradadır. Muhabbetimiz daim olsun, aşk olsun! Tanpınar’la, her anınızda aşkla ve dahi sağlıcakla kalın…

Doğuş Bektaş
dgsbkts@outlook.com

İlim sevgiden doğar

Fuzuli aşktan yanıp kavrulduğunda o meşhur beytini tüm insanlık adına haykırdı: "Aşk imiş her ne var âlemde / ilm bir kıyl ü kâl imiş ancak."

Bizler, Allah’ın kelamından doğan ilmin, binlerce yıllık emek ve birikimin meydana getirdiği teknik bilginin, insanoğlunun tecrübe ve tekabül ettiği her mananın kendine yer tuttuğu yaşamın fertleriyiz. Yalnızca bu fani alemin ferdi olmanın, içerisinde zerre kadar yer tutmanın, aleme gelişimizin esası olmadığını idrak etmeli ve dünyaya gelişimizin nafile olmadığını ispat etmeliyiz. İspata kalkıştığımız, kendimizi ve etrafımızı sevgiden yoksun bırakmadığımız ve yalnızca maddi dünyanın soğuk komut ve gereklerini yerine getirmediğimizde Fuzuli’nin bu beytinin anlamını kavramış ve yolumuza ışık tayin etmiş oluruz. Yalnızca maddiyatın soğukluğu bizleri mutlu etmeye, yaşamı yaşanılır kılmaya yetmez. Manevi olan, hislerle örülen ve aşkla söylenen bizi doyurur ve ruhumuza yol çizer.

Müellif Mehmet Kaplan’ın aşkın evrenselliğine dikkat çektiği kitapta şu ifadeleri hepimizi düşündürmelidir; “bütün dünya masallarının konusu aşktır. Romanların, tiyatroların, filmlerin, operaların da böyle değil mi? Sevilenler mesut, sevilmeyenler bedbahttır. Sevilmeyenlerin trajedisi, kıskançlık, sevişenlerin hemen yanı başında biten karaçalıdır. O karaçalı insanın içini bürümeye görsün, dünya insana zindan olur. Aşk ise “üniversal” bir benzetmeye göre hayat ve kâinatı aydınlatan bir güneştir.” Müellifin aşkı benzettiği güneş tüm insanlığı aydınlatır ve yaşatır. Öyleyse aşk, insanlıktan zerre kadar nasibini almış her ademin imtihanı ve yaşam kaynağıdır. Kendini bilen insanın modern dünyada kaybolmayacağı açıktır. O insan için tüm yollar bilindik, tüm sokaklar tanıdıktır. Medeniyetine yabancı değil bilakis bizatihi medeniyetinin vücut verdiğidir. Taşa şekil veren de musikiye ruh veren de bu medeniyetin kodlarıdır. Saadettin Ökten arabayı biz icat etmiş olsaydık içine ayakkabılarımızı çıkarıp binerdik.” Demişti. Bu söylemin içerisinde bizim kimliğimiz ve hayata bakışımız saklıdır. Belki arabayı icat etmedik ancak şehirlerimize, zihinlerimize kazandırdığımız her eserde imzamız olarak kimliğimize yer verdik. Bugün duvarların üstüne geldiği, sokakların kendisini çıkmazlarda hapsettiği, gidişinin nereye olduğunu, amacının ne olduğunu bilemeyen modern dünya insanının kurtuluşu, kimliğini tekrar kazanmasında yatmaktadır. Süleymaniye’nin ve Selimiye’nin büründüğü şeklin bir medeniyet imzası olduğunu anlamak ve İslam’ın taşa olduğu kadar insana da şekil vermek gayesi taşıdığını bilmek modern dünyanın bunalımlarından sıyrılmamıza vesile olacaktır. Müellifin 1967 yılında Hisar dergisinde yayınlanan ve kitapta da yer alan cümlelerinde bu meselenin izahı bulunmaktadır; “Anadolu dağlarla, taşlarla, madenlerle doludur. Onlara şekil vermesini bilebilseydik Türkiye’de binlerce yıldır devam edecek bir medeniyet kurabilirdik. Dört yüz yıldır İstanbul ufuklarını süsleyen Süleymaniye’den ders aldığımız gün Türkiye’nin çehresi değişecektir.” Müellif şekilden yola çıkarak din ile sanat arasındaki intibaya dikkat çeker ve her ikisinin de kaynağının bir olduğunu işaret eder. “Din şekle ne kadar hürmet ederse, sanat da o kadar hürmet gösterir. Şekilde, bize kendisini empoze eden, anarşik ruha nizam ve saadet veren bir taraf vardır.” Bu tesirden yola çıkan müellif din ile sanatın kaynaklarını bir tutmuş, sanat ve dini iç içe geçirmiştir.

Kitapta müellifin türlü fikir ve hisleri kendini bilmenin, zamana ve çağa rağmen muhafaza etmenin kodlarını taşır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir eserinde söylediği “gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız.” Sözüyle örtüşen bir muhafazadan bahsetmek gerekir. Milletçe bizim olanı, bize ait olanı muhafaza etmek ve buradan kudret alarak taşa, musikiye, madene şekil vermek ve ilerlemek. İlerlemenin esası da müellifin yazılarında işaret ettiği gibi milletçe her bölgede kalkınmak ve bunu yaparken kimliğimizi korumaktan geçmektedir. İnanıyoruz ki varlığımız tesadüfi değildir. Varlığımız amaçsızlık veyahut boşluk sebebiyle de değildir. Bir gayemiz var ancak yaşam boyunca bu gayenin ne olduğunu tartışmak ve çeşitli fikirlere kapılıp belirli dönemlerde bunların izinden gitmek insanın, insan olma çabasının sonucudur. Sevgi ve İlim de bu çabanın meydana getirdiği fikir ve hislerin bir araya gelişidir. Fikirlerin dahi bir nizama oturduğu ve insanın şekillendiği evreler yaşamımızın en önemli evreleridir. Müellif “insanoğlunun en büyük düşmanı gayrimuayyenlik, karışıklık ve müphemiyettir.” Derken karışıklık ve belirsizliği insana en zararlı durumlar olarak belirtmekte ve “Din, sanat, medeniyet, tabiat hep bir nizama, bir disipline, bir kanun ve kaideye bağlıdır” diyerek nizamın her şeyin özü olduğuna işaret etmektedir.

Müellif akla ve bilime inandığını bunun yanında medeniyetinin, milletinin inancına mensup olduğunu ve değerlerine sahip çıktığını sıkça dile getirmiştir. Ona göre insan akla ve bilime inanmalı, aklın ve bilimin açacağı yolda sevginin yani ilahi kudretin kalplere aşıladığı duygunun ışığıyla hareket etmelidir. Evet medeniyetin maddi yanı ilerlemiştir. Bugün maddiyatın meydana getirdiği medeniyet hiç olmadığı kadar ileride ve söz sahibidir. Bilimin ve teknolojinin meydana getirdiği bu ilerleme yanında medeniyetin özünü oluşturan maneviyatın zayıflamasını ve karışıklığı getirmiştir. Teknik imkanlar arttıkça karışıklıklar ve kaos azalmamış bilakis artmaya devam etmiştir. İnsanın özünü ve ruhunu doyurmayan her şey insanı daha fazla açlığa ve çılgınlığa sevk etmiştir. İşte bu açlık ve çılgınlık ancak sevginin tokluğu ve dinginliği ile ortadan kalkabilir. Müellif bu dengeye ve ahenge inanmaktadır. İnsanın meselelerinin yine insanda başladığı ve bittiği gerçeği müellifin de kabul ettiği bir gerçektir. Hemşehrim dediği Yunus Emre Hazretlerinden misal vererek aktardığı kısımda “Yunus Emre, 'seni deli eden şey yine sendedir sende' diyordu. Şu muhakkak ki insanoğlunun çılgınlıklarının sebebi, tabiat ve eşyada değil, yine kendi içindedir. Yunus doğruyu söylemiştir. Fakat insan nedir? Her şey, sonunda insan denilen muammaya gelip dayanır.” diyerek insana ve insanda yatan sırra dikkat çekmiştir.

İnsan ki birbirinden farklı, muammalarla dolu, her biri ayrı alemdir. İnsan ki biraz kemik ve bolca endişedir. Akıl sır erdiremediğimiz, düşünce ve davranışlarında kimi zaman mantık ve izahat bulamadığımız insan, bu derinlikle ve bilinmezlikle eşref-i mahluktur. Allah, insanı yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmış ve düşünebilmeleri için akıl, sevebilmeleri ve yaratıcılarını bulabilmeleri için aklın yanında kalp ihsan etmiştir. Müellifin konu ettiği, alimlerin kelam ettiği, insanların denge ve ahenginde gidip geldiği ilim ve sevgi budur. Mevlâna Hazretleri buyurmuştur ki “Biz aşktan doğduk.” Allah’ın bize bahşettiği, bizim çeşitli teknik ve tecrübelere dayanarak bir araya getirdiğimiz ve ilgilenen her kula “Allah artırsın” diye dua etmeyi eksik etmediğimiz ilim, sevgiden doğmuş ve sevgi ile vücut bulmuştur. Çünkü kâinat, insan ve dua aşkla var olmuştur.

Velhasıl kelam Sevgi ve İlim, Fuzuli’nin beytinin etrafına örülmüş, müellifi olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi, edebiyat tarihçisi, tenkitçi ve müellif Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın türlü meseleler hakkındaki fikir ve hislerinden meydana gelmiştir. Kitapta yer alan yazılar çeşitli mecmualarda yayınlanmış ve müellifin çeşitli kitaplarında da kendine yer bulmuştur. Söz konusu fikir ve hisler edebiyat, şekil, gerçek, din, ilim, tarih, kültür gibi birçok kavram ve disipline dairdir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan sohbet ederek kısa kısa yazdığı ve kendi deyimiyle “düşünce temrinleri” olarak nitelendirdiği bu teknikle yazılarında bolca değindiği “şekil” kavramı için uğraş vermekte, yazılarını şekle sokmayı amaçlamaktadır. Hayatta güzel ve nizami olan her şeyin bir şekiller sistemi olduğuna kanaat getiren müellifin, böyle bir arayışla teknik geliştirmesi ve yazın dünyasına kazandırması oldukça kıymetlidir.

Müellifin “yazarak düşünün” tavsiyesini bilen her okur fikir ve hislerin zihinlerde toparlanacağı ve yeni ufuklar kazandıracağı anlayışına uzak olmasa gerektir. Muhtevası bu kadar geniş olan bir eseri sindirerek okumak, mevzu bahis meseleleri şahsi gayretlerle irdelemek ve bir de kendimizce düşünmek biz okurlara büyük katkı sağlayacaktır efendim.

Erdi Oran
oranerdi@gmail.com

8 Kasım 2024 Cuma

Travma Tramvayı’na binmek ister misiniz?

İrem Oturaklıoğlu Kaya, bir uzman psikolog. Onun önce gözlemlerinden sonra kaleminden çıkan ve 6-10 yaş arasına göre kurgulanmış Renklerimin Sırrı Ne, zorluklardan geçen, umuda giden yolculuğun hikâyesi. Kitabın alt başlığı bize zor ama oldukça özel bir maceraya davet ediyor zaten: Travma Tramvayı’nda Yolculuk. Ayça Tuba Kaya’nın çizgileriyle ilerleyen ve ‘yolumu renklendiren bütün çocuklara’ ithafıyla başlayan öykü şu cümlelerle ‘merhaba’ diyor: “Simla, yaz tatilini anneannesi ve dedesinin yanında geçirdi. Meyve bahçelerinde koştu, komşu teyzeleri ziyaret etti, sıcacık kumlarda oynadı, yıldızları seyretti, balık tuttu, gitar çaldı, ip atladı ve buz gibi limonatalar yudumladı. Tam anlamıyla harika bir yaz geçirmişti.

Sonra ‘Gizemli Olayları Sil Süpür Ekibi’ ve aileleri, Travma Tramvayı adı verilen trenin kalkış noktasında buluşmak için sözleşirler. Günlerdir bu ânı bekleyen Simla, buluşma yerine ilk gelen kişi olur. Ardından Agâh, Elif, Nehir, Lina ve Mert gelirler istasyona. Bu Gizemli tren, göz alabildiğine uzanıyor, sanki onların hayal ettiklerinden daha geniş gibidir. Hâliyle şu sorular peş peşe sıralanır: “Acaba içinde yüzebileceğimiz bir havuz, tırmanabileceğimiz bir macera parkuru, geçmişe yolculuk yapabileceğimiz bir müze, yıldızları seyredebileceğimiz bir planetaryum var mıdır? Bir trene tüm bunlar sığabilir mi?” Fakat trenin ilk vagonunda küçük odalar vardır ve herkes kendi ailesiyle burada kalacaktır. Neden sonra treni keşfetmek için odalarından çıkar herkes. ‘Güç Rehberi’ Ahmet’in bilgilendirmesiyle tramvayı yakından tanımaya başlamazdan evvel şu sözlerin ışığı altında aydınlanırlar: “Bu yolculuk, hepiniz için unutulmaz bir macera olacak! Ancak unutmayın ki yolculuk sadece gidilen yoldan ibaret değildir. Yola çıkarken düşündüklerimiz, yolda öğrendiklerimiz, hedeflerimiz ve bu süreçte kendimize kattıklarımız da çok önemlidir.

Önce hep beraber ‘Umutsuzluk Koridoru’na adım atarlar. Yolculuk sırasında bazen ayağın takılıp, afallama ihtimalinden, bazen önünde aşılması zor tepeler, bazen geçmesi zor ve ürkütücü görünen çukurlar hatırlatılır. İnsan bazen kendisini bir bataklığa düşmüş ve oraya çekiliyormuş gibi hissedebilir kendini. Bu duyguların sonunda korku, acı ve endişeye kapılabilir. Fakat yazar tam da burada çocuklara zihinlerinde açması gereken bir kapı olduğunu anımsatıyor, bir mutluluk kapısı ve bu yerin adının ‘umut’ olduğunu. Trendeki bu tuhaf bölümle ilgili Ahmet Bey, “Bazen başımıza öyle şeyler gelir ki o anları sadece unutmak isteriz. Keşke hiç yaşan masaydı, deriz. Gücümüzün daha fazlasına yetmeyeceğini düşünürüz. Kendimizi çaresiz ve yapayalnız hissederiz. Siyaha bulanmış gibi… Karanlık, renksiz ve hissiz… Peki, renkleri nasıl geri getirebiliriz? Onca zorluk yaşadıktan sonra renkli kapıya ulaşmak mümkün müdür? Öncelikle o kapının varlığını hatırlamak gerekiyor. Ne kadar zorluk yaşarsak yaşayalım, renkler hep orada. Bunu yeniden fark etmek, atabileceğimiz en önemli adım.” sözleriyle izah ediyor.

Velhasıl; Gizemli Olayları Sil Süpür Ekibi, yani GOSSE yolculuğun neticesinde çok farklı bir ruh iklimine varırlar. Yaşadıkları tecrübenin, öğrendikleri bilgilerin sesleri altında; üzgün olmayı, öfkelenmeyi, incitilmeyi, belki aldatılıp haksızlığa uğramayı, bazen mağdur, bazen suçlu olmayı görürler. Günün sonunda kurgudaki herkes, hislerini hayat filtrelerinden geçirip, bizlerle paylaşıyor. Okuru, çok farklı bir trende, insanın kendisinden kendisine yolculuğa çıkaran İrem Oturaklıoğlu Kaya’ya bu güzel hikâyenin duyulmasına vesile olan Timaş Çocuk mutfağına teşekkür ederek, yazıyı bitirelim, sonraki istasyonda görüşmek üzere…

Sevim Şentürk