SAYFALAR

30 Ocak 2023 Pazartesi

Kâinat lügatinde kelimelerin tükenmezliği

Berat Demirci Türk deneme yazarlığının usta ismi. Onun denemelerinde tabiat, insan ve eşya hayatın akışına birlikte tempo tutuyor gibidir. 2022’nin sonlarında Muhit Yayınlar'ından yayımlanan Serçe Saati kitabı bu kanaatimizi pekiştirecek niteliktedir. 2013 yılında başka bir yayınevi tarafından yayımlanan bu denemelerin hak ettiği dolaşıma sahip olmadığını ve bu yüzden okuyucusuyla tam bir buluşma sağlayamadığını söylemeden geçmeyelim. Denememizin birkaç özgün isminden biri olan Berat Demirci’nin eserlerinin çok daha geniş okuyucu kitlelerine ulaştırılması yazarının olduğu kadar okuyucusunun da hakkı olsa gerektir.

Asaf Halet ÇelebiHe’nin iki gözü iki çeşme” demişti. Berat Demirci ise Asaf Halet’e Çelebi’ce bir selam çakarak “Şe’nin iki gözü iki çeşme” başlığı altında çeşmeleri dolaşıyor. Kurumuş çeşmeleri suya kavuşturur gibi türkü pınarlarından onlara arklar açıp yollar gösteriyor. Akmakla akışmak arasındaki senfoni farkını “Kütahya’nın pınarları akışır” türküsünün peşine takılıp aynı akışkanlıkla anlatır. Ben kitabı okurken şurada durdum ve uzun uzun kulağımı o akışan çeşmelere verdim: “Evinize en fazla kırk elli adım arayla üç çeşme varsa ve gecenin bir yerinde pencereyi araladığınızda ses sese katıp şakımalarını dinliyorsunuz. 'Kütahya’nın Pınarları' bütün mesafeleri aşar, gelir gönül şehrinize bağdaş kurar.” Hacı Mehmet Çeşmesi’ni, dağ başlarındaki yalnız çeşmeleri ve derinde kaynayan pınarları Berat Demirci’nin anlatımı ile dinleyip okurken ıssız çeşmeler gibi tabiata dair ne çok şeyi kaybettiğimizi fark edip kederleniyoruz. Yazarından ödünç alarak söyleyecek olursak: Çeşmelerle akışmayı da unuttuk, çeşmelerin akıştığını da sadece çeşmelerin değil, dağın taşın kurdun kuşun; her şeyin…

Serçe Saati kitabında yer alan denemeler söz sözü açar kabilinden uzun denemeler. Oktay Akbal’ın “Önce ekmekler bozuldu” deyişiyle değişimin başı olarak kabul edilen ekmek üzerinde de aynı hassasiyetle durulmuş. Ekmek kokusundan hızla uzaklaşmış şehirlerin soğuyan yüzü, mis gibi ekmek kokusuyla beraber yok olan içtenlik ve kanaat ahlakı şehirleri bir mevtaya dönüştürerek kentleştirmiştir. Keşikli Fırınlardan bahis açsak şu kent hayatında söylediklerimizden kim ne anlayacak? Anlamaz elbet. Ekmeğin hamuru ve mayası değişir de nesillerin mayası ve hamuru hiç değişmez mi? Zeron buğdayından söz etsek kim bizi nereden anlayacak? Yazarımıza göre Zeron buğdayı günlük hayatımızdan çekildiği günden beri kadınlarımızın yüzü gülmüyor. Ekmek Aşı nedir bilmeyenler ne demek istediğimizi nasıl bilsinler? Elektrikli fırınlar ve mikrodalga ile birlikte taze ile bayatın tanımı ve anlamı bile değişti.

Serçe Saati’nde türkü izini takip ederek ulaşılan konulardan biri de mendil. Mendil deyip geçmemek lazım. Onun da uzun bir serüveni olduğunu Berat Demirci’nin satırlarından anlıyoruz. Mendil efendiliğin, nezaketin ve nezahetin bir simgesiyken, tarak, ayna, çakı ve çakmak da bu yerli yerindeliği tamamlayan unsurlardır. Mahrama ve peşkiri de hafızamızın kaybolan yerine iliştiriyoruz. Sepetli ve de fileli dönemlerden habersiz poşet döneminin çocukları elbette bu incelikten nasipsiz olacak, mendili tek kullanımlık bir burun silme aracı zannedeceklerdir. Bir de halayda mendil vardır ki yazarın da teslim ettiği gibi o bir dekor değil asli unsurdur.

Hayatımızdan çekilen şeyler sadece hayatla aramıza bir boşluk oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda bir geleneği geldiği yere geri postalayıp yaşanmış zamanların demirbaş kelimelerini de ardiyeye kaldırıyor. Ölümün dünya hali bunlardan biri. Gusülle gasil arası insanın ruhu bile duymazken gelip geçen hayatın başlangıç ve bitiş seremonileri. Şu cümle karşısında bir kere daha kalakalıyorum: “Eskiden hanemizde ölürdük, evinde döşeğinde, eşiyle aşiyanıyla ve birdenbire… Tam da birdenbire değil elbet, kısa bir yatak ömrüyle…Ölüm, 'Daha geçenlerde çarşıda çay içmiştik!' gibi sözlerle karşılandı. Şimdi son anlarımızı hastanede ve belki makineye bağlı geçirmekteyiz.” Modern hayatla beraber ölülerimizi nasıl kaldıracağımızı da unuttuk. Geleneğimizde “Ev Açma” diye bir şey vardı, ölen kişinin elbiselerini yıkamak için “Çamaşır Günü” diye bir gün tayin edilirdi, ölüyü defnettikten sonra “Can Yemeği” diye bir yemek adeti vardı, şimdilerde bütün bunların yerini kalıplaşmış törenler, kır pideleri, taziye halkaları almış. Alkışlı cenaze merasimleriyle ölüleri yakmak diye bir şey evvel yok idi iş bu âdet yeni çıktı.

Her deneme birbirinden güzel olsa da ben kitapta en çok “Valide Çiçeği” denemesini daha çok sevdim. Güzelliği ile dokunaklı oluşu arasında bir ilgi var mıydı, bilmiyorum. “Son üç gününde tam anlamıyla bebekti…” cümlesini okuduğumda rahmetli annemin bu dünyadaki son günleri geldi aklıma. Ölümün ve dirimin kodlarını çözmemizi sağlayan birçok şeyi Serçe Saati'nde bulabiliyor okuyucu. Bugünlerin dünyasında yastık kelimesi de mendil gibi çeşme gibi kendine dayatılan anlamın üzerine çıkamıyor ne yazık ki.

Yine Zevrak-ı Derunum Kırılıp Kenâre Düştü” diyen şairin işaret ettiği “kenar”dan derkenara doğru oradan da dağ kenarına yürüyerek ateşin kenarına, oradan da kenarın dilberine doğru uzanan denemeyi kitabın en alımlı kenar süsü kabul edebiliriz. Dikiş, iğne ve düğümle kalemin ve silginin ifade edeceğinden çok daha büyük hayat dersleri alınabileceğini öğrenmek nasip olarak her okura fazlasıyla yeter. Kitabın son bölümlerinde yazar odasına giren kanatlıgiller üzerine hafızasına konup havalanan duyguları yazmış. Karasinekten bal arılarına, eşek arılarından kelebeklere kadar kâinat lügatinde kelimelerin tükenmezliğini dile getiriyor. Son iki yazı mutlu sonla bitiyor, yazar yazı yazmıyor da sanki kiraz kuşunun gagasından muhabbetle öpüyor. Güneş tutulmasına maruz kalan serçe parmak kadar bedeniyle yükün bir kısmını omuzlarına alarak sanki insanların yaşadığı kadere eşlik ediyor.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder