SAYFALAR

17 Ekim 2022 Pazartesi

Bir bahçeden konuşuyor gibi

II. Yeni ile birlikte modernliğin şiirdeki yansıması farklı şekillerde algılanıp değişik biçimler almaya başladı. Yer yer şiirin konuşan dilinin bağlanıp anlamı boğan bir karmaşaya kurban edilişine tanık olduk. Elbette bunda modern insanın içinde yaşadığı iklimi ve çağı tanımlayıp bir yere oturtmakta çektiği sıkıntının da rolü vardı. Modern şiirin çağdaş insanın açmazlarını ve de çıkmazlarını karşılayıp yaşadığı anla ilişkisini yeniden belirlemesi bir taraftan gelenekle arasına mesafe koymasına sebep olurken diğer taraftan mevcut zamanın dışında başka bir zaman arayışını doğurdu. Yalın ve sadelikten uzak durmak, imge yoğunluğu ile şiiri nefessiz bırakmak sanki moderniteye ait problemleri modern bir biçim ve biçimle ifade etmenin değişmez kuralı gibi görülüyor. Çoktan beridir yalınlık ve sadelik şiirimizi terk etmişse sebebini biraz da burada aramalı. Halbuki yalınlığın da sade söyleyişin de bir gücü ve orijinalitesi vardır.

Günümüz şiirinde yalınlığı özensizlik, sadeliği basitlik zannedip vasatın üzerine çıkamayan örnekler bir tarafa, gerçekten modern şiirde yalın, sade ve gereksiz süsleme ve betimlemelerden kendini koruyabilmiş şairlerimiz de yok değil. İlk şiir kitabı’ (Dünyaya Sarkıtılan İpler)ndan bu yana her kitabında bu yalınlığı hep doğada aramış ve onu hikayesinin tamamına ortak edebilme ustalığı göstermiş bir şair olarak Ömer Erdem kuşkusuz bu şairlere en güzel örnektir. Onun şiirinin doğasını oluşturan en önemli unsurlardan biri doğa ise diğerleri mekân, tarih ve medeniyettir. Diğer üç unsur Ömer Erdem şiirinde doğanın hakimiyet alanı içerisindedir. Özellikle bunu şairin yakın zaman önce çıkan Güneş Kalır Bir Başına isimli 11. şiir kitabında yakından görüyoruz.

Neredeyse kitabın bütün şiirlerinde “güneş” kesif bir imge olarak tüm dizeleri ısıtıyor. (“gökte güneş kararmış portakal”, “gençlik bir gökkaldıran portakalı” (s.9) “güneş gözünde şimdi balıkların” (s.10)) Mevsimler mekanik sayılarla uygun adım yürüyen yılların önüne geçmiş. Mevsimler yeryüzü ve hayat üzerinde doğanın canlı etkisinin bir tezahürdür. Ağaçlar, bitkiler, meyveler ve her türlü hayvanat şairin hem şimdiye hem geriye hem de ileriye işleyen saati gibidir. Bütün saatlerin, mevsimlerin ve de tabiat denen devingen organizmanın merkezinde güneş vardır. Şair bunu kendisiyle yapılan bir söyleşide, öğle uykusundan uyandığı bir vakitte yaşadığı bir görsel tecrübeye dayandırıyor. Karşı apartmanların göründüğü yere kadar ağaçlarla kaplı olan penceresinin camından gökyüzüne doğru baktığında gözlerinde bir tuhaflık sezer şairimiz. Güneş kendi formunu kaybetmiş ve binlerce buğday başağına dönüşür. Birbirine karışan görüntülerle başaklar arasından mavi gökyüzünde birden uçak gibi bir metal geçer. Fakat bu geçen uçağa benzeyen mavi metal aygıt göğe değil de şairin beynine, beyninin uzayına doğru yol alıp sonra orada kaybolur. Bu gizemli olay şairin hayatındaki başka olayların habercisi olur ve şair doğaya karşı yeni bir bilinç geliştirmeye başlar. Ömer Erdem bu süreci şöyle özetler: “Doğa bende bir bilgi olmaktan kurtulmak istiyordu, diyordu ki artık benim bilincim ol ve duyarlılığında bunu taşı.

Burada basit, yalın ve göz önünde olan bir şeyi daha önce hiç görülmeyen tarafından bir görebilme tecrübesi var. İnsan tabiata nesne olarak yaklaştığında ondaki asli melekeleri ve doğal refleksleri görememektedir. Şairlerin doğaya sadece bir güzellik unsuru gibi bir pastoral öğe olarak yaklaşması belki şiire çok çarpıcı tablolar armağan edebilir ama şiirin yakına dair imkânlarını geliştiremez. Oysa doğa şaire en yakın pozisyondadır ve kendisi kadar yakındır. Doğanın reflekslerini ancak onunla arasına bir duyuş mesafesi koyabilenler fark edebilirler. Bu duyuşun beraberinde şairin göğsüne yükledikleri şaşkınlık, hayranlık, dinginlik ve büyülenmedir. Ömer Erdem şiirinde bu dört duyuş biçimini de görebiliyoruz. Şu cümleyi dize yapan dünyaya isterseniz bir duyuş aralığından bakalım: “üzüm salkımları iri iri güneşin alnında” (peşi sıra-s. 15) Burada bir tabiat tablosu mu var yoksa doğaya ait bir refleks mi? Zahirde olduğu gibi çıplak gözle güneşe bakanlar orada hiçbir şey göremeyeceklerdir, görünen sadece “iri üzüm salkımları”dır. Şair tabiatı bir tuval olarak kullanmadığı için okuyucusuna da bir görsel şölen vaat etmemektedir. Güneş etkilenerek etkiliyor. Güneşin ısı ve ışığını üzümün iri salkımında arayanlara özgü bir tasvir yok burada. Saadetin en küçüğünde de güneşin payı vardır: “ekim güneşi duvara abanmış/ önümde bir lokmacık çay” (bir lokma çay-s. 20) Çayın katık edildiği yerde saadet vardır. Ve her zaman güneş mutluluğa tanıklık etmek için oradadır. Güneş yukarıdan aşağıya doğru uzanan el gibi sırtları sıvazlar, omuzlara dokunur ve sönmüş bir gülümsemeyi tutuşturur. Yağmur, fırtına, devrilmiş ağaçlar, japon elması, çürük akasya, kayalıklardaki kediler, kargalar, dip balıkları ve daha o saatte orada olması gereken daha birçok şey güneşin organize ettiği bir festivalde bir araya gelecekler. Yine güneş çekip çevirmenin merkezindedir: “bu sabah güneşe çok iş düşecek/ ısıtıp ışıtmak için karmaşık her şeyi.” (s.21), “kadından erkeğe akan ılık ışık/bu güneşten” (güneş ağacı-s.10)

Güneş her zaman o sizin bildiğiniz güneş değildir. Sürprizler yapar, tabloyu hiç bilmediğiniz renklere de boyar. Şairin muhayyilesi güneşin dünya etrafındaki dönüşüyle uyumludur: “kar gibi güneş yağıyor ocak ayında/ kuzey rüzgârı tembel bir telde terliyor/ duvarlar çiçek açmış çoktan” (yanlış tabiat-s.38) Güneş sadece tabiatın devingen eli değil aynı zamanda insanlık normlarının hatırlatıcı imgesidir: “güneşten habersiz olanların zulmü/ gecenin torbasını doldursa da/ yaşayamaz ışıksız hiçbir karanlık/ yakındır yıkılışı sonunda” (karanlığın yıkılışı-s.36) Çok uzakta hiç kimsenin bilmediği bir rengi, kimsenin gitmediği bir ülkeyi ya da bir şehri gösteriyor Ömer Erdem, kendini onlardan uzak kılan insanlara kendi bakışını yaklaştırıyor. Tabiata ait olanı insanlaştırırken insanı tabiata yaklaştırıyor. Bir bahçeden konuşuyor gibi. (“uğradığın yollar mürdüm tadında” (gibi-s.14) Kimi zaman bir ormandan, bir ağaçtan, bir insandan ve bir hayvandan konuşuyor. (“ne çok tat karışmış hayata dutlardan” (s.27) Söylemenin imkânlarını artırmak için kasti anlamı kırmaktan çekinmiyor: “sakla gibi bir ormanı” (gibi-s.14)

Güneş Kalır Bir Başına'da son dokuz şiir “kısa halk şiiri ölçüsüz” adıyla kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor. Bu şiirler sosyal meselelere ince dokunuş ve eleştiri özelliği taşıması noktasında diğerlerinden belirgin şekilde ayrılıyor. “Sert sözler”, “Rahat yeri bulmak” ve “bakkal önünde üç kapıcıdan birinin marşı evdekal” şiirlerini de ses ve söylem itibariyle ayrı bir yere yerleştirmek nasıl olur bilmiyorum. Ortada farkını tabiat kadar sadelik ve doğallığının yanı sıra ustalığından almış şiirler varken, herhalde en iyisi hepsini aynı güneşin altında toplamaktır.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder