SAYFALAR

28 Eylül 2022 Çarşamba

Tanrısız ahlak mümkün mü?

Amerika’da görev yapan ateist felsefe profesörü Walter Sinnott Armstrong, din felsefesi, felsefe kategorilerinde eserler yazmış, Tanrısız Ahlak kitabının yazarıdır. Yazar’a göre yalnızca yalın ahlâk vardır ve bu kitabın yazılış amacı da Tanrısız ahlâk konusunun bir sorun olmadığını göstermektir. Armstrong’un ifadesiyle teistler, hangi nedenle olursa olsun, ahlâkın dine bağlı olduğunu düşündükleri için teisttir ve öte yandan çoğu teist ve agnostik de dini ahlâkla özdeşleştirir; dini terk ettiklerinde ahlâkı -en azından nesnel ahlâkı- da terk ederler. Örneğin Richard Taylor, “ahlâki yükümlülük kavramı Tanrı fikrinden ayrı tutulduğunda muğlaktır” ifadesini kullanır.

Tanrısız Ahlâk terkibini bir bütün olarak ele almadan önce “ahlâk” kavramını ve doğru bir ahlâk öğretisinin ne olduğu konusunu Ahlâk Felsefesi kapsamında incelemek daha doğru görünüyor. Çünkü antik çağdan beri tüm felsefeciler ahlâkı felsefenin alt dalı olarak görmüşler. Modern dönemlerde de ahlâk, felsefenin dört temel dalından biridir. Ahlâk felsefesi disiplininde ise temelde üç öğretinin öne çıkmakta olduğunu söyleyebiliriz. İlki, en yüksek iyinin mutluluk olduğunu söyleyen ve bundan dolayı “mutluluk ahlâkı” olarak nitelendirilen Aristoteles’in görüşüdür. Aristoteles, éthike kelimesini ahlakı ifade eden temel kavram haline getirmiş filozof olarak, ahlakın değişebilir olduğuna dair bir yaklaşım sergilemiştir. Éthike kavramı, kelime köken olarak ethos, yani alışkanlık kelimesinden türetilmiştir. Alışkanlıklarımız doğuştan değildir, dünya hayatında sayısız kez tekrarladığımız davranışlarımızın bizde yerleşik hale gelmesidir. Aristo’ya göre mutluluk ve ahlâk arasında sıkı bir ilişki vardır ve insanların nihai amacı mutluluktur. Mutluluğun ise üç özelliği vardır: Mutluluk, bizatihi kendisi bir amaçtır, kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz ve akla uygun erdemli faaliyetin belirlediği bir hayattır. Aristo’nun ahlâk felsefesine göre erdemli olmak zordur ve bunun da bazı koşulları vardır. Her şeyden önce zorla, bilgisizce yapılan bir iş erdemli değildir. Erdem, insanın kendi iradesini ortaya koyabileceği özgür ortamın varlığında söz konusu olabilir ki, istek ve tercih aynı şey değildir. Erdem, isteğin düşünülüp tercihe dönüşmesi ile ilgilidir. Bilinçli tercihler, tekrar eden eylemlerle pekiştiğinde asıl erdeme dönüşürler. İslam filozofu Farabi de Aristotelesçi bir yaklaşım sergilemektedir. Ahlak felsefesinde öne çıkan ikinci öğreti Epikür’ün hazcı ahlak felsefesidir. Ona göre ahlak, “insanın acılardan kaçınması ve hazlara yönelmesidir.” Epikür ahlâk söz konusu olduğunda hazzı kriter olarak ele almaktadır ve bizim açımızdan bu durum hazza yüklediği anlamı dikkate almayı gerekli kılmaktadır. Epikür, haz derken yalnızca maddi değil, manevi hazları da kastetmektedir. Örneğin insanın muhtaç kimselere yardım etmesi ona manevi bir haz veriyorsa bu ahlâki bir eylemdir. Aristo gibi Epikür de mutluluğa ulaşmayı en yüksek iyi olarak görmektedir. Bu alandaki en önemli üçüncü ve aynı zamanda Epikür ahlak anlayışıyla çelişen görüş Kant’ın ‘vazife ahlakı’dır. Kant için, iyi olan yatkınlıklardan değil, vazife duygusuyla yapılan şeylerdendir. Salt kendi eğilimlerinden dolayı, haz amaçlı bir eylemi yapmak erdem değildir ve bundan dolayı bu eylem mutluluğa da ulaştırmaz kişiyi. Kant’ın ahlâk felsefesinde yüksek bir vazife duygusu ahlâkın temelini oluşturmaktadır. Görüldüğü gibi tarih boyu ahlâk konusunda farklı görüşler ortaya konulmuş, Antik ve Ortaçağ’da ahlâki norm özne dışında aranmış ve kendi başına iyi olan -doğa ya da Tanrı yasası- bir kaynağa dayandırılmıştır.

Özgürlük, ahlâkın gerçekleşmesinin en önemli koşullarından birisidir. Ahlâki eylemin ideal ortamı, iyi ve kötü olanın beraber bulunduğu bir ortamda iyi olanı özgür irade ile seçmektir. Her türlü zorunluluk, seçme eylemini ortadan kaldırdığı için insan eylemi özgürlük olmaksızın anlamlı olmaktan da çıkmaktadır. Bizde var olan, ama bizim tarafımızdan seçilmiş olmayan her durum, her irade, her istek ve her eğilim, bir belirleyiciliğin/cebrin ürünüdür. İnsan eylemini zorunlu hale getiren tarihsel, coğrafi, toplumsal ve kişisel biçimler vardır.

Özgürlüğün ve dolayısıyla ahlâkın Tanrı veya dine dayanması sonucunda tüm ateistlerin ahlâken kötü olduğu, -ateist ve agnostiklerle dolu- seküler toplumların yoz ve ahlâksız olmaya sürüklendiği, nesnel ahlâkın herhangi bir mantığının olmadığı, ateistlerin ahlâklı olacak kadar akıllı olmadıkları veya Tanrı’nın, dini kurumların ve kutsal kitapların rehberliği olmaksızın ateistlerin ahlâken neyin doğru-yanlış olduğunu bilemeyecek oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır. Peki, ateistlerin ahlâken kötü olduklarına dair empirik iddia doğru mudur? Esas sorun, sadece ateistlerin ahlâksızlığa meyyal olup olmadıkları değil, diğer seküler teist ve agnostik insanların da ahlâksız olabileceği ihtimalidir. Ahlâklı ateistler bir Hristiyan kültürü içinde büyüdükleri, yani o kültürü özümsedikleri için ateist olmalarına rağmen iyi birer insan olabilirler. Dolayısıyla bir ateistin ahlâklı olmasının sebebi doğrudan olmasa bile dolaylı olarak geçmişte kalmış bir dinin tortularıdır, çünkü yeni kuşakların sadece ideolojileri vardır, fakat dinlerin tarihi ideolojilerden eskidir. Aynı şekilde dindar kimliğe sahip fakat dini kültürü özümsememiş bir insan ahlâksız olabilir.

Armstrong, ahlâkın özünün Tanrı’ya bağlı olmadığını ve bundan dolayı temel ahlâkı kabul edip anlamak için herhangi bir dini kabul etmeye ya da Tanrı’ya inanmaya gerek olmadığını iddia etmektedir. Bir ahlaki önermenin nesnel olduğu iddiası, onun doğruluk değerinin toplumun ahlaki görüşünden bağımsız olduğu anlamına gelmektedir. Ahlaki realizm ise ahlaki önermelerden en az bir tanesinin doğru ya da yanlış olduğunu iddia eden felsefi bir görüştür. Ahlâki realizm savunucularına göre, ahlâki önermelerin doğruluk değeri toplumun ahlâk teorisinden bağımsızdır. İster teist, ister ateist ya da agnostik olsun tecavüz ahlâken yanlıştır. Çünkü kurban özgürlüğünü kaybederek aşağılanmış olur, onurunu kaybederek acı çeker ve kalıcı pek çok hasara maruz bırakılır. İnsanları – hiçbir haklı neden yokken- öldürmek ahlaken neden yanlıştır? Çünkü yaşam hakkı elinden alınır. İnsanlara verilen sözü tutmamak ve yalan söylemek ahlaken neden yanlıştır? Çünkü bu durum onları incitir ve size olan güvenlerini kaybetmelerine neden olabilir. Armstrong’un iddia ettiği gibi Tanrısız bir evrende nesnel ahlâki ilkelerin varlığından söz edebilir miyiz?

İslam Kelamı tarihinde ahlâki bilginin nesnelliği ya da öznelliğine ilişkin bir tartışma yaşanmıştır. Kur’an’dan hareketle evrensel bir ahlak teorisi inşa etmeyi amaçlayan Mu’tezililer, ahlaki hükümlerin nesnel varlığını ve ayrıca bu hükümlerin de akılla bilinebileceğini iddia eder. Yani ahlaki ilkeler, insan aklının bilmek ve donanmak zorunda olduğu şeylerdir. Mu’tezile’ye göre ahlakın peygamberden bağımsız kavranabilen ontolojik ve epistemolojik boyutu evrensel, dolayısıyla nesneldir. Nesnel olan ahlaki değerler insan varlığından bağımsız ve aşkın olduğu için tüm insanlar ahlaki olanı akılla bilebilirler. Mu’tezile’nin ahlaki nesnelliğine karşı Eş’ariler ahlakın ilahi iradeyle belirlendiğini, ahlaki değerlerin belirleyicisinin Tanrı olduğunu, iyilik ve kötülüğün bilgisinin nesnel olmayıp yalnızca peygamber tebliğiyle bilinebileceğini öne sürmüşlerdir. Zira bu gruba göre ahlakın akli nesnelliğinden ziyade vahyi bağlayıcılığı önemlidir.

Armstrong, insanın kendisine zarar vermesini akıldışı bulup bu durumu ahlâkdışı bulmamaktadır. Oysa aklın gayri insani bulduğu her şeyi din, gayriahlaki bulur. İmam Mâturidi, ahlakın din, dinin rasyonelite olduğunu söylerken, aklen doğru bulduğumuz şeylerin ahlaken olumsuzlanan şeyler olduğunu ifade etektedir.

Modern dönemin ateist felsefecileri olan Jean Paul Sartre, F. Nietzche, B. Russell ve R. Dawkins Tanrısız bir evrende nesnel ahlaki önermelerin olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Sartre’a göre Tanrı olmadığı için insanın içsel değeri yoktur ve ahlak dâhil tüm değerleri insanın kendisi yaratır. Nietzsche, Tanrı’yı öldürmekle ahlakın öleceğini ve ahlakın gerçekliğini Tanrı’nın gerçekliğiyle özdeş olduğunu ileri sürer. Russell biraz ileri giderek ahlakın, bireyin üstündeki toplumsal baskıdan kaynaklandığını ve bundan dolayı Tanrı’nın da nesnel ahlaki önermeler gibi var olmadığını savunur. Armstrong ateist felsefecilerin aksine “insanlar genel anlamda neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilme yetisine sahiptir.” “Ahlak, Tanrı’ya bağlı değildir, ahlaki yanlışlık, Tanrısız var olabilir.” görüşünü ileri sürmektedir. Ahlaki realizm tüm bu iddiaları doğrular mı? Ateist ya da teist olsun tüm insanların inandığı en az bir tane nesnel ahlaki önerme vardır, örneğin yalan söylemenin kötü bir şey olduğuna dair hepimiz nesnel bir inanç taşırız. Üstelik ahlaki realizmi reddetmek için rasyonel argümanlar ileri sürülmelidir, aksi halde ahlakın doğası hakkında agnostik bir tavır takınmamız gerekmektedir. Kürtajın ahlakiliği tartışmaları özelinde farklı kültür ve toplumların bazı ahlaki konuların göreceli olduğunu ileri sürerek ahlaki realizme karşı yükseltilen itirazlar vardır. Fakat bu eleştiriler bizim ontolojik görüşlerimizin ve toplumsal algılarımızın ahlaki yargılarımızı ciddi şekilde etkilediği gerçeğinden uzak bir yargıdır. Naziler soykırımı haklı çıkarmak için Yahudilerin olmadığı bir dünyanın daha iyi olacağına dair ahlaki bir önerme ileri sürmüştür. Bu demektir ki toplum, bizim ahlaki yargılarımızı etkileyebilir, fakat aynı toplum ahlaki yargılarımızın doğruluk değerinin nesnel olup olmadığı konusunda görüş ileri süremez. Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı’nda insanın özgürlüğü ve ahlaki eylemleri önündeki engellerden söz etmektedir. Çünkü insan, günlük yaşantısında çoğunlukla içinde doğup büyüdüğü toplumdaki kültürel, geleneksel, tarihsel değerlerin güdümündedir. “Ben” dediğimiz, toplumun, tarihin, coğrafyanın bir meyvesidir. İnançlarımızı, aidiyetlerimizi, düşünce kalıplarımızı, korkularımızı kısaca sahip olduğumuz her şeyi bize içinde yetiştiğimiz toplum yükler. İnsan, toplumun olduğu kadar kendi benliğinin de esiridir ve en güçlü, aşılması zor olan bu insanı Şeriati “ego” olarak nitelendirir. Eleştirel düşünce yoluyla tabiat, tarih ve toplum zindanından çıkmayı başarabilen insanın benlik zindanından kurtulması oldukça zordur. İnsanda yerleşmiş bulunan güdüler, eğilimler, arzular Kur’an’da Heva olarak nitelenir. İnsan, seçimlerinin kendi dürtülerinden bağımsız olduğunu düşünmesine rağmen, tercihlerini kendi nefsinin arzularına göre yapmaktadır. Kontrolsüz arzularına esir olan insan, ancak kendini yıkmak, kendine isyan etmek suretiyle özgürlüğünü elde edebilir. Şeriati’ye göre diğer üç zindandan kurtulmak için lazım olan akli değerlendirme kendine isyan etme söz konusu olduğunda işe yaramaz, kendi zindanından kurtulmak isteyen insanın mantık dışı bir güce ihtiyacı vardır: “din”. İnsan tabiatının iyiliği-kötülüğü meselesini antik yunanda ilk olarak ele alan Platon, beden hapishanesinden çıkmanın ancak nefsin kanatlarıyla mümkün olduğunu, Tanrı’nın bu yetkiyi kanatlara verdiğini söylemektedir.

Ahlak felsefesi, felsefenin alt dallarından biridir ve bundan ötürü felsefenin temel özelliklerini taşımaktadır. Buradan hareketle ahlak felsefesinin de felsefe gibi nesnel doğrular üretme çabası vardır. Yani ahlak felsefesi de nesnel olarak doğru-yanlış önermeler üretebilir ve bu durum nesnel ahlaki ilkelerin varlığını göstermektedir. Bu demektir ki, iyi ve kötünün bilgisini akıl içerir ve İslam, Hz. Âdem’den itibaren insanlığa bu evrensel değerleri hatırlatır. Gündelik hayatta ateist, agnostik birçok ahlaklı insanın varlığı ahlakiliğin bir dine bağlı olmadan da gelişebileceğini gösterir. Ahlâkın nesnelliğinden dolayı bir toplumdaki din farklılıklarına rağmen ortak ahlaki ilkeler ortaya konulabilir. Fakat dini ve seküler ahlaki önermelerde bazı farklılıklar vardır, çünkü din ve ahlak arasında özel bir ilişki vardır. Özellikle dinin metafizik boyutları sebebiyle ahlaki emirleri meşruiyet kaynağı haline getirdiği gözlemlenmektedir. İnsan aklı tabii olarak iyi, doğru ve estetik olanı bulmak ve ona meyletmek zorundadır, bu durum ahlaki bir aklın gereğidir fakat din, iyi ve doğru olanı bilen akıl sahibi insanın iradesini harekete geçirerek onun iyi ve doğru olanı yapmasını zorunlu kılar. Bu noktadan hareketle ahlaklı ateistten söz edilebilir, fakat ahlâklı ateizmden söz edilemez, çünkü aklın bir şeyin kötü olduğunu bilmesi insanı zorunlu olarak o şeyden uzak durması gibi bir sonucu doğurmayacağı gibi; nesnel iyiliğin bilgisine sahip akıl, insanı sürekli iyi olanı yapmaya yöneltecek kadar güçlü bir kuvve değildir.

Bir kutsal emir ahlak teorisinin iddiasına göre, ahlakdışı eylemleri ahlakdışı yapan şey, onları yapmamamızı bize Tanrı’nın emretmiş olmasıdır.” Armstrong, bu düşünce özelinde teistik ahlaki ilkelerin Tanrı’nın keyfi seçimleri sonucu oluşturulduğu kanaatine ulaşıyor. Ona göre Tanrı bir şeyi yapmamamızı emrediyorsa bu şey her ne olursa olsun, onu yapmamak zorundayız, ayni şekilde bir şeyi yapmamızı emrediyorsa o şeyi yapmak zorundayız; o şey ne olursa olsun. Armstrong’un bu iddiası İslam Kelamının merkezi tartışma konularından birini içeriyor. Ahlaki davranışların Tanrı tarafından emredildiği için ahlaki olduğu iddiası İslam Felsefesinde başta Gazali olmak üzere Eş’ari kelamcıları tarafından, Evangelik Hristiyan düşüncesinde ise Ochham tarafından savunulmuştur. Bu iddiaya göre Tanrı fikrini değiştirip tecavüzü ahlâklı görürse, tecavüz ahlâklı olacaktır. Fakat bu durum ateistlere göre kabul edilebilir değildir, üstelik böyle bir iddia söz konusu olduğunda ahlâkın nesnelliği değil Tanrı’dan kaynaklı teistik ahlakın keyfiliği yargısı oluşabilir. Eşari tarzdaki bu ahlâk yaklaşımı bizi septisizme götürür. Keyfi bir Tanrı tasavvuru, adaletsiz ve güvenilmez bir Tanrı tasavvurunu da beraberinde getirir. Örneğin her ne kadar kutsal metinde dürüst olduğunu söylese de keyfi davranışlar sergileyen bir Tanrı, iyi olanları da kötülerle birlikte cehenneme atabilir. Görüldüğü gibi bu yaklaşım, Tanrı’nın reddi için makul bir gerekçe sunmaktadır.

Ahlâki davranışlar ahlâki olduğu için Tanrı tarafından emrediliyor olabilirler mi? Bu düşünceye göre de ahlâk Tanrı’dan bağımsız olacaktır ve ahlâk Tanrı’dan bağımsızsa, Tanrı olmasa bile ahlâk var olabilir. Konu hakkındaki üçüncü ve Augustine, Anselm, Aquinas gibi teistik felsefecilerinde savunduğu en doğru yargı, merhamet, adalet gibi temel ahlâki özelliklerin Tanrı’nın doğasının parçası olduğudur. Bu görüşe göre ahlâki değerlerin standardı Tanrı’nın doğasıdır. Tanrı, merhametli, adil ve iyidir; bu sıfatlar onda temel ve zorunlu olarak vardır. Yani Tanrı, merhamet, adalet gibi ahlâki özellikleri herhangi bir kaynaktan almaz, o mutlak olarak ahlâklıdır. Tanrının ahlâkiliği metafiziksel bir zorunluluk olduğu için ateistler tarafından kavramsal olarak algılanamamaktadır.

Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder