SAYFALAR

2 Kasım 2021 Salı

"Bu gidiş nereye?"

“Bombalardan çok daha önemli bir şey üzerine düşünüyorum: Bilgisayarlar.”
- John von Neumann (1903-1957)

George Orwell (1903-1950) 1984’de “Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden de geçmişi kontrol eder.” diyor. Bireysel düşüncelerimiz bir yana geçmişiyle, hatta geçmişinde yaşayan bir toplumuz. Bu kötü bir şey diyemeyiz belki fakat geçmişe düşkünlük konusunda dengeyi kuramamak geleceği etkileyebilecek nitelikte sorunlara yol açıyor. Peki, bunu önemsiyor muyuz? Tek kelimeyle hayır. Çünkü sosyo-kültürel kodlamamız “başımıza icat çıkarma” ya da “eski köye yeni adet getirme” gibi diskurlara bağlı. Yeni olana, farklı olana, değişik olana kadim alerjimiz var. Geçmişe ait bazı şeylere kutsallık izafe edip derin bir saygıyla önünde eğiliyoruz. Maksadım geçmişi kötülemek, tamamen ortadan kaldırmak, birikimi yok saymak değil elbette. Aksine, geleceğin inşasında geçmişim sunacağı projeksiyonun önemli olduğu kanaatindeyim. Fakat gelecek bizim için “ahir zaman” adı altında mutlak kötüye gidiş anlamına geliyor ve gelecek için kafa yormak kadar geçmişten ders almaktan da zorlanıyoruz. Konforumuzdan ödün vermeyip kolay olanı, tarih tekerrürden ibarettir demeyi seçiyoruz. Ama düştüğümüz çelişkinin farkında olmadan geçmişi hamasetle romantize etmekten, yüceltip kutsamaktan geri de durmuyoruz. Bizimkisi kaderci tazim.

Bana yukarıdaki cümleleri yazmaya iten şey, yaklaşık yüz elli yıl öncesinden oluşturulmaya başlanan bir düşüncenin yavaş yavaş hayata geçirilen bir projeye dönüşmesini anlatan bir kitapçık. Kitapçık diyorum çünkü cep boy ebatlarında ve yetmiş sayfalık bir eser bu. Tudem Yayın Grubu markası olan Deli Dolu etiketli eser iki bölümden oluşuyor. Mehmet Albayrak tarafından tercüme edilen kitabın ilk bölümünde Robbert Dijkgraaf (1960) imzalı “Geleceğin Dünyası” adlı makale (bir anlamda sunuş yazısı) yer alıyor. Yazıda, “Geleceğin Dünyası” ifadesinin 1939 yılında New York’ta düzenlenen bir bilim ve teknoloji fuarının teması olduğu belirtiliyor. Fuarda bilim ve teknolojinin geleceği nasıl biçimlendireceğinin gösterilmesi amaçlanmış ve bu bağlamda günlük hayatta kullanılabilecek birçok elektronik ürün sergilenmiş. Dijkgraaf o dönem için yakın gelecekte dünyaya yön verecek olan nükleer enerji ve bilgisayar teknolojilerinin fuarda olmamasının garipliğine dikkat çekiyor. Oysa fuarın bilim kurulu üyesi olan Albert Einstein (1879-1955) açılış konuşmasında atom parçacıklardan, kozmik ışınlardan ve uzay teknolojilerinden bahsetmiştir.

Kitabın temel konusu burada devreye giriyor. Princeton Üniversitesi bünyesinde Einstein gibi alanında prestij sahibi bilim insanlarının özgürce çalışma ortamı buldukları bir enstitü bulunmaktadır. İleri Araştırmalar Enstitüsü olarak isimlendirilen bu kurumun kurucusu Abraham Flexner (1866-1959) adında bir eğitimcidir. Flexner kurduğu enstitünün eğitim anlayışında merak, araştırma ve öğrenme konuları dışında herhangi bir unsura yer vermez. Araştırmacılara sadece üzerinde çalıştıkları konulara odaklanabilecekleri ortamı sağlayan enstitünün ilkesi “faydasız bilginin engelsizce peşine düşülmesi” şeklinde belirlemiştir. Ona göre araştırmacı ve öğrencilerin çalışmasına mani olacak maddi manevi tüm engeller kaldırılarak özgürce araştırma, öğrenme ve düşünme ortamı sağlanabilirse ilerleme ve gelişme ortaya çıkabilir. Gerçek fayda ancak böyle sağlanabilir. Çünkü hiçbir bilgi faydasız değildir, kullanılabilmesi için yeri ve zamanını bekler. Örneğin kuantum teorisi ilk başlarda önemsiz ve gereksiz bir oyun alanı gibi görülürken bugün kuantum olmadan maddenin herhangi bir özelliğini kavrayamayacağımızı kavramış bulunuyoruz.

Bu bilgileri okuduğumuz Robbert Dijkgraaf’ın makalesinde Abraham Flexner’ın kim olduğundan düşünce yapısına, kurduğu enstitünün işlevinden sağladığı faydaya kadar geniş bir değerlendirme yer alıyor. O günün şartlarında iyi bir eğitim alan Flexner Amerikan eğitim sistemine yönelik raporlarında eleştiri ve çözüm önerileriyle bir takım önemli yapısal değişikliklerin meydana gelmesini sağlamış biridir. Flexner’a göre “öğrencileri pratik eğitimden mahrum bırakan sahtekâr eğitim anlayışı sorumsuz ve kâr odaklı makinelerdir.” Tam bir proje insanı olan Flexner ayırt etmeksizin her türlü bilimsel çabayı desteklemenin hayatı derecede önemli olduğu belirtir. Bu bağlamda serbest düşünce akışının önünde durulmamalı, hayal gücünün bilimsel alandaki etkisinin önü açılmalıdır. O, bu sayede işlenen bilgiyle kamunun dönüştürülebileceğini söyler. Engelleri aşabilecek tek kuvvet insanın merak dürtüsüdür ve faydalı bilgi bu dürtü sayesinde üretilebilir.

Flexner kurduğu enstitüyü yukarıda özetlenen anlayış doğrultusunda yönetir. Bu amaçla o dönemin matematik ve fizik alanında dahi olarak bilinen isimlerinin enstitüde bulunmasına vesile olur. Özellikle Avrupa’da yükselişte olan faşist uygulamalardan kaçan bilim insanlarının Amerika’ya gelmesi ve enstitüde çalışmaları için büyük çaba sarf eder. Dijkgraaf’a göre bugüne etki eden dijital teknoloji ve tıbbi gelişmeler büyük oranda Flexner’ın ön ayak olduğu özgür düşünce ortamında üretilen bilgiye dayanıyor. Dijkgraaf görüşünü desteklemeye yönelik teorik ve pratik birçok örnek veriyor ve meseleyi bu bağlamda genişletiyor. Buna karşın bugün Flexner’ın düşüncesinin büyük oranda yok olmuş durumda olduğunu, devletin bilimsel çalışmalara yönelik desteğini geri çektiğini, sermayenin ise kâr getirmeyecek alanlara kesinlikle yatırım yapmadığını ve ar-ge çalışmalarında bulunmadığını belirtiyor. Yaptığı karşılaştırmalı analizde Flexner’ın yönteminin ne anlama geldiğini göstermeye çalışan Dijkgraaf’a göre teknolojinin aydınlık kadar karanlığı da beraberinde getirme potansiyeli vardır fakat sağduyulu insanlar bilim ve kamu arasında iyiliği arttıracak bir ilişkiyi tesis edebilir. Dijkgraaf çoğunlukla iyimser tutum takınsa da bazen kapitalist sistemde faydasız bilginin fayda sağlayacağına ikna etmenin zor olduğunu söyleyecek kadar realist olabiliyor.

Kitaptaki ikinci makale kitaba da isim olan Flexner’in makalesi fakat yazılanlar bize “Faydasız Bilginin Faydası”nın sadece bir makaleden ibaret olmadığını gösteriyor. Zira Flexner’ın düşüncesini hayata geçirdiğini ve önemli başarılar elde ettiğini görüyoruz. Onun projesinin temelinde “merak ve hayal gücünü tetiklemek üzere özgür bırakılmış ortamda bilimsel düşünme” bulunuyor. Bu amaçla kurduğu enstitüyü mantık ve matematiğin üssü hâline getiren çalışmalara imza atıyor. Geniş bir perspektifle baktığımızda yirminci yüzyılın ilk yarısında matematiğin her alanda çok güçlü ve etkili olduğunu görürüz. Sosyal bilimlerin alanına giren konuların bile matematiksel anlayışla tasarlandığı gerçeği pozitif bilimlerin sahip olduğu etki ve gücün tezahürü olarak değerlendirebiliriz. Mevcut durum amaç ve yöntem açısından Flexner’ın düşünceleriyle örtüşmediği gibi onun eleştirdiği salt fayda/kâr anlayışına da işaret ediyor.

Flexner çalışmalarında genel kabulün ‘işe yaramayan bilgi’ olarak nitelediği olgu üzerinde duruyor. Yürürlükte olan bu anlayışa göre bazı çalışmalar ve bu çalışmalarda elde edilen bilgiler çalışma konusuyla ilgisinin olmadığı veya başka bir alanla ilgili olduğu gerekçesiyle anlamsız, gereksiz, saçma ya da faydasız bulunarak yok sayılmaktadır. Oysa bu çalışmalar veya elde edilen bilgiler iddia edilenin aksine çok önemli işlere yarar diyen Flexner bu görüşünü destekleyecek uygulamaya yönelik örnekler sıralıyor. Verdiği örneklerin ortak noktası bilgi ve buluşlar uzun süreci kapsayan gelişme veya ilerlemelerdir. Bu bağlamda gelişme ve ilerleme tekil (bireysel) bir durum değildir. Bütün icatlar farklı kişilerin düşünceleri sonucunda oluşan bilgi birikimi sayesinde ortaya çıkar ve bu nedenle herhangi bir icadı tek bir kişiyle anmak doğru olmaz.

Salt faydaya yönelik bilimsel çalışmaların ilerleme ve gelişmeye sınırlı katkı sunacağını söyleyen Flexner, asıl faydanın fayda kaygısı güdülmeden sadece merak dürtüsüyle yapılanlar olduğunu iddia ediyor. Ona göre bu anlayışla hareket edilmeyip yalnızca faydaya yönelik yapılan keşifler insanlık için yıkım ve zarara yol açar. Böylesi bir durumda gerek bilim insanları gerekse eğitim kurumları üzerlerine düşen sorumluluklarını yerine getirmedikleri görülür. Oysa “eğitim kurumları merakı kıvılcımlandırmayı amaçlamalıdır.” Çünkü tarih göstermiştir ki, merak duygusunu tatmini için yapılan araştırmalar teorik çalışmaların yanında pratik uygulamalarda da işe yaramıştır. Buluşların önünü açan şey meraka dayalı araştırmaların engellenmemesidir. Bilimsel açıdan mantıklı olan da budur zira teorik bilgi ne kadar artarsa çözüm için uygulanacak pratik alternatif o kadar artar.

Flexner savunduğu bilgi sistemini açıklarken itirazları dikkate alıyor. Ona göre bazı çalışmalar ya da bilgiler an itibariyle faydayız ya da gereksiz gibi görülebilir ve hatta parasal açıdan kayıplara yol açabilir lakin uzun vadede öyle olmadığı anlaşılır. Bunun kanıtı olan tarih faydasız addedilen bilgilerin birikerek faydalı çalışmaları ortaya çıkardığı kayıtlarla doludur. Teknoloji ve bilim tarihinin gelişimi böyle olmuştur. Bu yüzden herhangi bir bilgiyi gereksiz, faydasız ya da saçma olarak tanımlamak gibi herhangi bir bilimsel keşfi de bir kişiye atfetmek eksik yorumlamadır. “Bilim, küçük bir gözden akmaya başlayıp denize dökülünceye kadar bir sürü kaynakla birleşerek gücü ve etkisini arttıran nehir gibi ilerler.” Hiç bir icat tekil bir mucidin buluşu değildir. Arka planında gerek teorik gerek pratik olsun kocaman bir tarih yatar. Flexner’a göre istisna olarak mühendislik ya da hukuk gibi bazı dallar salt faydayı gözetebilir lakin meraka dayalı özgür bırakılmış araştırma ortamı deneysel bilimler kadar tüm soyut çalışmalar ve sosyal bilimler ile entelektüel uğraş ve sanatların hepsi için de geçerli olmalıdır.

Faydasız Bilginin Faydası modern insanın bilgi ve bilim anlayışını inşa eden kapitalist-liberal felsefedeki kâr odaklı fayda anlayışını sorguluyor. Bu anlamda fayda kavramının -sadece Batı düşüncesinde değil, İslami düşüncede de- yeni bir tanımlamaya ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan eser bir modernite eleştirisi olarak okunabilir fakat ne Flexner’ın ne de Dijkgraaf’ın niyetinin bu olduğunu iddia edebiliriz. Ben onların meselesini ilerleme ve gelişmeyi sağlamanın yolunu aramak olarak yorumladım ve bu arayışın anlamsal uzamının moderniteye içkin olduğunu düşünüyorum. Modern paradigmanın sınırsızlıkla ilişkilendirdiği özgürlük, bilgi ve rekabet savunusu Flexner’ın ‘her türlü engelden azade edilmiş özgür bilgilenme ortam oluşturulması ve kurumsallaştırılması’ düşüncesiyle örtüşüyor. Sıkıntı kuramda değil uygulamada ortaya çıkıyor. Flexner’ın itiraz ettiği nokta da burası oluyor.

Ve eserin işaret ettiği önemli bir başka nokta ise gelecek meselesi elbette. Bu hamur daha çok su kaldırır lakin mademki irfan bu topraklarda anlatıldığı kadar derin, güncel bir haberle sözü sonlandırayım ben. Geçtiğimiz günlerde dünyanın ilk ‘düşünen’ robotunun Japon bilim insanları tarafından geliştirildiği duyuruldu. Haberin içeriği bilim-kurgu filmlerini aratmayacak nitelikte. Metni cep telefonun ekranından dijital bir platformda dizi izliyor gibi okudum ama içinde olduğum(uz) simülasyon nedeniyle gerçekliğini iliklerime kadar hissetim. Trans-hümanizm artık o kadar yakın ki dokunacak kadar hissetmeyene gıpta, ihtimallerinden ürkmeyeni tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum. Haberde, bir robota eklenen yapay zekânın laboratuvar ortamında çoğaltılan insana ait canlı beyin hücreleri kullanılarak desteklendiği ve robotun algoritmaya dayalı yapay zekâsı yanlış karar verdiğinde nöronların müdahale ettiği bildiriliyor. Bu, kendine ait iradesi olan, yani düşünebilen ve karar verebilen bir varlık anlamına geliyor. İnsanın suni olarak ürettiği ve fakat insanın özelliklerine sahip ve bir varlık! Bu ve benzeri gelişmeleri hayatın her alanını etkileyecek kadar büyük bir sisteme dönüşmesi için henüz çok erken şeklinde yorumlayanlar olabilir. Bundan bu kadar emin olmamak gerektiği kanaatindeyim. Kırk elli yıl öncesinin uçuk kaçık fantezilerinin birçoğu bugün hayatımızın orta yerinde. O yüzden insanlığın yakın gelecekte karşılaşacağı dehşetengiz dünyayı arif olan anlar.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder