SAYFALAR

29 Kasım 2021 Pazartesi

Bir Filistin kadar uzak

“Düşmanlıklar zamanında işinizin, her şeyden önce gelen erdeminizi korumak, yani hayatta kalmak olduğunu varsayalım. Geri kalan her şey ikinci plandadır. Ancak, kesintisiz bir düşmanlıklar zamanında hiçbir şey ikinci planda olmaz. Her şey birinci gelir.”
- Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları: Hayfa’ya Dönüş

Kitabın lükse dönüştüğü bugünlerde sırtını yağlı kapıya dayamayan yayınevlerine şaşırıyorum. Hem butik yayınevi olacaksınız hem de okunmayacağını, dolayısıyla satmayacağını bile bile nitelikli kitaplar neşredeceksiniz. Bir okur olarak bu yayınevlerinin aldıkları riski takdir ederken kültür dünyamıza yaptıkları katkıdan dolayı müteşekkir olmamız gerektiğini düşünüyorum. O yayınevlerinden biri de nitelikli kitaplarıyla dikkat çeken Zoom Kitap. Yayınevinin ilgiyle takip ettiğim “not defterleri” serisinin üçüncüsü olan Düşmanlıklar Zamanı’nda görünüşte pek yabancısı olmadığımızı zannettiğimiz ama biraz dikkatli bakınca pek de aşina olmadığımız bir durumu ele alıyor: Filistin direnişi. Yabancısı olmadığımızı zannettiğimiz tabirine muhtemelen itiraz edilecektir. Zira bu ülkede İslamî hassasiyeti olan her birey bu konunun içinde kendine mutlaka bir konum bulur. Genelde de bu konum hamasi söylemi ağır basan bir ve hatta konforlu bir yerdir. Bizde mutat olduğu üzere Sünni (başka yerlerde başka) bakış açısına sahip bu konum imanî boyutta ele alınır. Düşüncenin alışık olduğumuz seyrini burada durdurarak kitaba gelirsek, Düşmanlıklar Zamanı meseleyi bu konuyla ilişkili ama farklı bir zaviyeden ele alıyor. Gassan Kanafani ve Filistin Direniş Edebiyatı alt başlığını taşıyan eser Filistin sorununa bir edebiyatçı olan Kanafani özelinde bakmaya çalışıyor.

Yazar Filistin sorununu İsrail’in bölgeyi işgal edişinin öncesinden başlayarak işgal sürecini, sonrasını ve Arap coğrafyasının verdiği tepkileri birlikte ele alıyor. Bu yönüyle yüz otuz iki sayfalık metin bir yandan Gassan Kanafani’yi (1936-1972) tanıtırken bir yandan da tarihsel süreci eşsüremli olarak okumaya imkân tanıyor. Kitap üç bölüm ve Kanafani’nin ABD’deki bir dostuna yazdığı duygu dolu bir mektubun yer aldığı Ek’ten oluşuyor. Bölümler sırasıyla Düşmanlıklar Zamanı, Mağlup ve Güneş, Umut ve Varlık Sebebi Olarak “Hata” isimlerini taşıyor. Müellif Ali Çakmak, Düşmanlıklar Zamanı adlı ilk bölümde Kanafani’nin kim olduğuna değinmiş ve onun içinde doğarak yetiştiği atmosferi gösterebilmek için sosyal, siyasi ve askeri gelişmeleri kronolojik şekilde aktarmış. İkinci bölüm olan Mağlup Güneş’te Kanafani’nin edebiyatı nasıl ve niçin kullandığını göstermeye çalışmış. Umut ve Varlık Sebebi Olarak “Hata” adlı üçüncü bölümde ise özellikle Kanafani sonrasında Filistin direnişinin geçirdiği aşamaları daha geniş bir perspektif ile değerlendirerek başta Edward Said (1935-2003) olmak üzere bir kısmı Yahudi olan birçok entelektüelin Filistin-İsrail sorunuyla ilgili eleştiri ve özeleştirilerine “hata” vurgusuyla yer vermiş. Ali Çakmak’ın her üç bölümde de Kanafani’nin gerçekliğe dayanan eserlerinde yaptığı alıntılarla onun edebiyat anlayışını açığa çıkarmayı denediğini söyleyebiliriz. Diğer yandan Kanafani’nin eserlerinde ele aldığı konuların kendi hayatındaki yaşanmışlıklardan örüntüler taşıdığını bir dipnot olarak belirtelim. Burada bir noktanın altını çizmek gerektiği kanaatindeyim. Yukarıda değindiğim üzere, Filistin’i ele alış biçimimizden dolayı pek bilmediğimiz yönlerinin ve kahramanlarının olduğunu ancak kapsamlı okumalar yaptığımızda anlayabiliyoruz. Gassam Kanafani onlardan birisi ve bu durum Filistin ile sınırla değil. Bu coğrafyada önemli işler yapmış birçok ismi tanımıyor olmamızın en önemli sebebi mezhep kutuplaşması ya da ideolojik saplantılarımız olduğu bir gerçek. Bu bağlamda Kanafani’ye Filistin ile ilgili sol, sosyalist literatür karıştırıldığında rastlanması tesadüf olmuyor. Söz konusu kutuplaşma ya da saplantıyı kısa süre önce ebediyete göç eden Sezai Karakoç’un (1933-2021) ardından konuşulanlar kanıtladı diye düşünüyorum. Hâsılı görmeme, aşağılama ya da indirgeme eğilimimiz bir kesimle sınırlı değil. Sağ, sol, laik, milliyetçi, dindar, muhafazakâr, seküler fark etmiyor. Farklı olduğumuzu düşünüp, söyleyip aynı tavrı takınıyoruz.

Tekrar konuya dönersek, kitapta ele alınan dönemle ilgili ‘karşılaştırmalı’ birkaç okuma yaptığınızda Kanafani’yi solun sahiplenmesinin nedenini de görüyorsunuz. Öncelikle Kanafani’nin katledilmeden birkaç yıl önce tümüyle sol, sosyalist, Marksist düşünceyi benimseyen bir isim olması bunun asıl nedenidir. Bununla birlikte sol literatürün vurgulayarak aktardığı bazı detaylar ilgi da ilginç. Bunların arasında Kanafani’nin Hıristiyan asıllı olduğu, misyoner okulunda okuduğu, Danimarkalı bir çocuk hakları savunucuyla evlendiği, dünyanın farklı yerlerindeki marjinal sol örgütlenmelerle dirsek temasında bulunduğu gibi değini ve vurguların maksatlı olduğu açıkça görülüyor. Diğer yandan Kanafani’nin Müslüman olduğu, babası tarafından misyoner okuluna gönderildiği ve Marksist düşünceye kayışıyla eşzamanlı olarak Tanrı inancında değişimler görüldüğünü aktaran kaynaklar da yok değil. Hangisinin doğru olduğundan ziyade söylemin kimin tezgâhından geçtiğiyle ilgileniyorum ve sonuç Cemil Meriç’in deyimiyle “aklımıza giydirdiğimiz deli gömlekleriyle” yaklaşıldığının kanıtı oluyor.

Eser her ne kadar biyografik bir metin olsa da Kanafani’nin eserlerinde yapılan alıntılar sayesinde farklı konuma yerleşiyor. Zaten kitabın amacı Kanafani üzerinden Filistin özelinde genel anlamda direniş edebiyatını örneği sunmak. Bu bağlamda Kanafani’nin eserlerinde sadece Filistin’deki işgal ve mücadele durumunun yer almadığını söyleyebiliriz. Zira Filistin’i çevreleyen Arap coğrafyasındaki değişimler de net şekilde görülür. Zaten Ali Çakmak Kanafani’yi değerlendirirken Filistin’deki siyasi, askeri ve sosyal seyir ile onun edebiyatının seyrinin etkileşim içinde olduğunu vurguluyor. Dolayısıyla kitap bugün Filistin’in simgesi hâline gelen savaş, saldırı, gerilla, bombalama gibi doğrudan yok edici, zarar verici şiddete yönelik fiili eylemlerin ötesinde daha felsefi ve edebi şeyleri konu ediniyor. Bu yönüyle Düşmanlıklar Zamanı’nın konuyu başka bir boyuta taşıyıp entelektüel seviyeyi yukarıya çektiğini söyleyebiliriz. Elbette bu eğilime ve yoruma pasifliğe yol açması nedeniyle karşı çıkanlar çoğunlukta olacaktır deyip konuyu kapatayım.

1936 yılında dönemin İngiliz Mandası olan Filistin’de dünyaya gelen Gassan Kanafani gençlik yıllarında Arap milliyetçiliğini benimsemiştir. On iki yaşında İsrail’in kuruluşuna ve sonrasında yaşananlara bakıldığında Kanafani’nin seçiminin mantığı anlaşılır. Zaten o dönem sadece Filistin’de değil Arapların arasında da Mısır’ın başını çektiği Arap milliyetçiliğinin kurtuluş sunacağı düşüncesi oldukça yaygındır. Mısır’ı 1956-1970 yılları arasında yöneten Cemal Abdünnasır (1918-1970) 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olur. Amacı bütün Arap ulusları tek bir devlet altında birleştirmek olan bu girişim üç yıl sonra, 1961’de sona ermiştir. Arap Birliği idealinin önderi olan Abdünnasır’ın popülaritesinin sona ermesi ise 1967 Arap-İsrail Savaşı’yla (Altı Gün Savaşı) olmuştur. İsrail altı günde, aralarında Mısır, Suriye ve Ürdün’ün doğrudan, Suudi Arabistan, Irak, Cezayir, Tunus ve Fas’ın dolaylı olarak katıldığı Arap ittifakını yenilgiye uğratmıştır.

1948’den beri çatışmalar nedeniyle evini terk eden Filistinlilere geri dönmeleri için imkân tanıyan İsrail hükümeti, onların mülklerine yerleştirdiği Yahudiler üzerinden, altı günde elde ettiği askeri zaferi psikolojik üstünlüğe dönüştürmek amacındadır. Buna karşın yıllar süren işgal, sürgün ve yenilgiye Arapların sessiz kalması ve hiçbir şey yapamaması Kanafani’yi hayal kırıklığına uğratmıştır. Mülteci olarak gidenlerden geri dönüşler yaşansa bile bulunan yer bırakılan yer değildir. İsrail’in dünyanın farklı yerlerinden getirdiği Yahudiler yurdundan edilen Filistinlilerin mülklerinin sahibidir artık. Mağdur Filistinlileri savunacak, onlara destek olacak hiç kimsenin olmadığını gören Kanafani Arap milliyetçiliğinden Marksizm’e doğru bir kayma yaşamıştır. Artık düşman başta Siyonizm olmak üzere emperyalizm, kolonyalizm ve Arap gericiliğidir. Ona göre Arap liderleri Arap toplumlarının arzusu yerine Siyonist İsrail ile işbirliği içinde hareket etmektedir. Kanafani 1968’den itibaren Arap ulusçuluğundan tamamen koparak Marksist görüşü benimsemiştir. Bu değişim Altı Gün Savaşı sonrasında ortaya çıkan Filistin gerilla örgütlenmesiyle de yakından ilgilidir. Sonraki yıllarda sosyalist bir örgüt olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) sözcüsü ve uluslararası ilişkiler sorumlusu olmuştur. 1972 yılında henüz otuz altı yaşındayken Beyrut’ta MOSSAD tarafından yapılan bir suikast sonucu hayatını kaybetmiştir. Kısa hayatını işgal, sürgün, kaçış ve savaş içinde yaşayan Kanafani direniş mücadelesini edebiyat eserleri ve sanatsal çalışmalarıyla vermiştir. Lübnan’da yayınlanan The Daily Star gazetesi Kanafani katledildiğinde onun edebiyat ve sanatla yaptığı direniş mücadelesini "Hiç ateş etmemiş bir komando." şeklinde vurgulamıştır. Ali Çakmak Kanafani’nin edebiyatını adil bir düzlemde oluşturmaya gayret ettiğini belirtiyor. Yahudi imgesini doğrudan düşman olarak belirlemeyen ve öyle tanımlamaktan kaçınan Kanafani adil ve önyargısız bir dil oluşturmuştur. Eserlerinde empati kurarak ya da kahramanlarının iç seslerini aktararak aslında yapmak istemedikleri şeyleri yaptıklarını ya da yapmak zorunda bırakıldıklarını işlemiştir. Bir yanıyla onlar da sürgün yaşamaktadır ve bir kurtuluş umuduyla geldikleri topraklar onların muhayyilelerindeki Yahudilikten çok farklı çıkmıştır. Benzer bir yaşanmışlığı Yahudi asıllı Zygmunt Bauman’ın (1925-2017) hayatında da görürüz. Kendisi de sosyalist olan Bauman sosyalist devletinin politikalarını eleştirdiği için dışlandığı ülkesinden (Polonya) gitmek zorunda bırakıldığında (1969) ilk yer “ata yurdu” İsrail olur. Fakat İsrail devletinin uygulamalarını onaylamaması yüzünden orada da barınamaz ve kısa süre sonra (1971) İngiltere’ye gitmek zorunda kalır. Kanafani’nin de üzerinde durduğu konularda görüldüğü üzere o dönem Filistin’e göç ettirilen bazı Yahudilerin de aynı süreçleri yaşadığı anlaşılıyor.

Kitabın özellikle ikinci bölümümde Kanafani’nin edebiyat anlayışı üzerine duruluyor. Yazılanlara göre Kanafani öykülerinde Filistin-Yahudi ‘savaşını’ anlatır fakat bunu hamasi üslupla yapmamaya özen gösterir. Öncelikle toptancılıkla tüm Yahudileri düşman olarak betimleme kolaycılığı yerine o toplumun içinde insani yaşanmışlıkları olan bireyleri göstermeyi seçer. Filistin topraklarına göç eden -ya da ettirilen- Yahudileri yaşam süreçleriyle birlikte değerlendirmeye çalışır. Asırlardır Avrupa’da yaşadıkları yersiz-yurtsuzluk psikolojisini yanlarında getiren bu insanlar inandıkları ilkelere uygun ya da alışık oldukları veya arzuladıkları yaşam biçimi oluşmamıştır. Hatta Kanafani’nin eserlerindeki Yahudi karakterler kültür ve değerlerinin hızla yok olduğu korkusuyla yaşar ve aralarında bu gidişata karşı koymak isteyenler çıksa da egemen olan işgalci siyasi kesime boyun eğmek zorunda kalır.

Ali Çakmak, Gassan Kanafani için Filistin direniş edebiyatının ilkidir diyor. Kanafani’ye göre direniş edebiyatı Filistin toplumunun önemli bir dinamiğidir ve Filistin direnişi 1920’lerden beri buradan güç almaktadır. Bu direniş damarı Siyonist işgalin öncesine, İngiliz kolonyalizmine kadar uzanmaktadır. Kanafani’nin edebiyatı metaforlar ve alegoriler içermektedir. Bireysel hikâyelerin detaylarındaki muazzam yaşanmışlıklar ulusa teşmil etmektedir. Ali Çakmak Kanafani’nin edebiyatını Frederic Jameson’ı referans göstererek yorumluyor. Jameson’a göre bütün Üçüncü Dünya metinleri alegoriktir ve bu örnekler ulusal alegoriler olarak okunmalıdır. Bireysel deneyimi kolektif durumun başarı ölçütü olarak kullanarak anlatmak Üçüncü Dünya edebiyatının en önemli özelliklerindendir. Çakmak Kanafani’nin özellikle Güneşteki Adamlar’ının aynı kategoriye girdiğini belirtiyor. Romandaki sessizlik ve iktidarsızlık olgularıyla toprağından koparılarak mülksüzleştirilen Filistinlilerin hesap soramayışı anlatılmaktadır.

Kanafani’nin eserlerinde buruk bir her zaman ümit vardır ve özellikle bu bağlamda çocuklar ile gelecek önemli yer teşkil etmektedir. Fakat geç dönem eserlerinde görülen karamsar üslup Arap toplumunun parçalanmışlığına işaret eder. Filistin soyut anlamda da parçalanmış ve dağılmıştır. Kanafani yersiz yurtsuz bireylerden oluşan kahramanları üzerinden mülteci psikolojisini ele almıştır. Zaten onun yazdıkları yaşadıklarıdır ve eserleri en nihayetinde Filistin’in hikâyesidir. Kanafani romanlarında evrensel mutluluk ve üzüntüyü Filistin ve Filistinliler üzerinden göstermeyi dener. O, siyasi kimliğin edebiyatı değil, edebiyatın siyasi faaliyetleri belirlediğini vurgulamak için yazmaktadır. İşgal sonrasını konu alan yazılarında Filistinli artık kim diye sorar ve yanıtlar bulmaya çalışır. Bütün amacı güzel ve huzurlu geçmişinden kovulan Filistin halkına geleceğe dair birleştirici ümit vermektir. Onun edebiyatı birleştirici bir güçtür.

Kanafani’nin eserlerinde etik, estetik ve politik arasındaki ilişki zorlama değil gerçek ve doğaldır. Onun bazı eserlerindeki geçmiş-gelecek arasındaki dalgalanmaya dayalı kurmaca tekniği bilinçakışı yöntemini kullanan Batılı romancılarla bir arada anılmasını yol açmış, onlardan oldukça etkilendiği şeklinde yorumlanmıştır. Zaten kendisi de özellikle William Faulkner’ı kendisine yakın bulduğunu söylemiştir. Yazar yirminci yüzyıl Batı edebiyatının genelde Arap, özelde Kanafani’nin eserlerindeki etkisine değinerek konuyu detaylandırıyor.

Yazının sonunda bir şerh düşmek istiyorum. Ali Çakmak, İsrail’in yaptıklarını yanlış bulan isimler arasında Yahudi asıllı entelektüelleri de sayıyor. Bu isimler İsrail’in yirminci yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da maruz kaldıkları her ne varsa Filistin halkına uygulayarak Avrupa’nın oryantalist ve sömürgeci özelliklerini barındıran bir görürüm arz ettiğini belirtiyor. Farklı isimlere atıfla yapılan alıntı ve tartışmaları “Yahudilere Auschwitz’de yapılanlar, İsrail’in Filistin’de Filistin’e ve Filistinlilere yaptığı yanlışları doğru ya da haklı yapmayacağı” şeklinde özetleyebiliriz. Bu özete katılmakla birlikte yazarın çok temel bir sorunu gösteren yorumuna katılmadığımı belirtmek isterim. Çakmak’a göre İsrail’in giderek sağcılaşan ve saldırganlaşan tavrının izahını 1948’deki kuruluşunda, kuruluş politikaları ve felsefesinde aranması gerektiğini söylüyor. Bu tavrın köklerinin çok daha derinlere, eskilere gittiği, ortaya çıkışının kazanılan ya da verilen imkânlar ile ilişkili olduğu kanaatindeyim. Ayrıca Siyonist düşünceyi bu denli azgınlaştıran uğradıkları zulüm ve ötekileştirme değil bana göre. İsrailli olma idesi bir varoluş dinamiği olarak ‘şımarık’ hareket etmeyi kanıksamış bir eğilimdir. Zira etnisitelerini de belirleyen inançlarının bir dayatmasıdır bu. Belirli bir güce ve imkâna sahip olduklarında bugünün İsrail’i gibi davranmak zorundadırlar. Aksi hâlde yokturlar, yok olurlar. Bu yaklaşım Bauman’ın Holokost değerlendirmesiyle ilginç bir benzerlik gösteriyor. Bauman Holokost’un (katı) modernleşmenin zorunlu sonucu olduğunu ve onu Hitler güdümündeki Almanlar yapmasaydı yine de (birileri tarafından) yapılacağını söyler. İsrail’in kuruluşu ve sonrasındaki yaşananlar da Holokost’un ya da 1948 kuruluş felsefesinin sonucu değil, Yahudi kimliğinde içkin olan varoluş idesinin sonucudur. Siyonist düşünce öyle ya da böyle bir yolunu bulup yapacağını yapacaktı.

Dipnot:
1. Konu hakkında detaylı bir çalışma için Filistin'in Çocukları Hayfa'ya Dönüş ve Diğer Hikâyeler adlı eser tavsiye edilir.
2. Zoom Kitap’ın “not defterleri” serisinin ilk ikisi hakkında değerlendirmeler için aşağıdaki linklere bakılabilir:
- Ataç, Meriç, Caliban, Bandung
- Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?


Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder