SAYFALAR

25 Ekim 2021 Pazartesi

Her yolcu kendi yolunda gerek

Engin Geçtan 19 Şubat 2018’de, 86 yaşında vefat etmiş bir bilge adam. 1 Temmuz 1957’de başladığı klinik çalışmalarını, psikiyatristliğinin elli yedinci yılında (2014) sonlandırdığında yaşamlarını, duygularını ve davranış sistemlerini paylaştığı insanlara acaba neler kattığını düşünürken bunun ölçülebilir bir şey olmadığına kanaat getirmiş ve asıl önemli olanın, o insanlar tarafından kendi hayatına katılanların önemini fark etmiş. Yaşamın muhasebesini hiçbir zaman tutmamış ve bunu da Milan Kundera’nın bir sözünü hatırlatarak açıklamış: “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz.

Rastgele Ben, vefatına dek Geçtan’ın yayımlanmış son anı kitabı denebilir. Zira 2018’de yayınlanan “Orada, Bir Arada“, otuz yılı aşan grup psikoterapi deneyimlerinden esinlenerek kurgulanmış ve eğitici tarafı daha ağır olan bir kitaptı. Rastgele Ben için bir tecrübeler kitabı diyebiliriz. Bu kitapta öğüt hiç yok, gayet gerçekçi bir süreç anlatımı var. Yaşamın devasa bir süreç olduğu düşünüldüğünde Geçtan’ın bu kitapla yapmak istediği de anlam kazanıyor: şimdiye kadar hep danışılan tarafta olanın, hayatla münasebetine düştüğü küçük bir şerh. Metis Yayınları tarafından yayınlanan bu kitabın ismi içinde her ne kadar “rastgele” kelimesi geçse de, Geçtan’ın yazdıklarından hayatta hiçbir şeyin rastgele olmadığı ve olamayacağı net biçimde okunuyor. Bunu kendisi de farklı konular üzerinden aktarıyor:

"Doksanlı yılların başıydı, bir gün Pandora Kitabevi’ndeki raflarda bir kitap dikkatimi çekti. Size de olur mu bilmiyorum, bazen kitapçılarda ya da müzik dükkânlarında bir kitap ya da bir disk sizi kendine çeker. Ve bu buluşma çoğu zaman isabetlidir."

Bir Zamanlar Amerika‘da, Dipsiz Kuyuda Yolculuk, La Turchia più bella, Matriks ya da Apocalypse Now isimli dört bölümü var kitabın. Kronolojiye çok da bağımlı kalmadan, öğrencilik yıllarıyla birlikte Geçtan’ın hayatındaki kritik anların birçoğu bu 170 sayfalık kitapta okunabiliyor. İlk bölümde ‘Amerikan Rüyası’yla buluşması, aynı zamanda iyi bir sosyolojik ve toplumsal bir okuma sağlıyor, özellikle de o yılları düşünürsek bu daha da anlamlanıyor. Bu ülkede öğrenim ve sosyalleşme heyecanını sonuna kadar sahip çıkarak günlerini geçirse de “Bu mu yani Amerika?” dediği şeylerle karşılaşmalarına da bizi tanık kılıyor. Mesela şu anısı New York’tan:

"Hastanenin polikliniğindeyim. Bana Türkçe küfürle günaydın diyen kızıl saçlı hemşire çömelmiş, karşısında oturan perişan görünüşlü bir adamın bacağını temizliyordu. Adamın ayağı ve bacağı binlerce kurtçukla kaplanmıştı. Muhtemelen İrlanda kökenli bir alkolik. Böyle bir şey görmemiştim, görebileceğim de söylenmemişti. Memlekette hiçbir insan bu hale gelene kadar kaderine terk edilemezdi. Ve yine o soru: Amerika bu mu?"

Geçtan’ın psikiyatri ve diğer bilim çevresinden tanıştığı yahut tanışamadan bu dünyadan göçen isimleri görünce insan ne büyük bir tecrübeyi sayfalar boyunca okuduğunu yeniden hissediyor ve heyecanlanıyor. Dünyaca ünlü çocuk psikiyatristi Lauretta Bender ve yine dünyaca ünlü nöroloji profesörü Morris Bender, suçlular ve holokost mağdurlarına uzun yıllar destek veren psikanalitik psikiyatrist Alfred Messer, varoluşsal psikoterapinin önde gelen isimlerinden Rollo May ile onun önerisiyle Geçtan’ın dairesine misafir olarak gittiği Leslie Farber sadece birkaçı. “Tanıdığım üçüncü Türksünüz” demiş Farber, Geçtan’a. Duvarda asılı tabloyu işaret etmiş: Abidin Dino. Sonra Ahmet Ertegün’le tanıştığını söyleyip fişeği ateşlemiş: “Bu ofisi Erich Fromm’dan devralmıştım, üzerinde oturduğunuz koltuk da ona aitti.

Rastgele Ben; Engin Geçtan’ın müzik zevkiyle, film beğenisiyle, kitap seçimleriyle de her sayfasında zenginleşen bir özelliğe sahip. Kitaba ‘kıyak’ geçelim: Freud’un talebelerinden olup kendi ekolünü kuran psikanalist Karen Horney’den Çağımızın Nevrotik İnsanı (Kişiliği), Şilili diplomat Miguel Serrano’nun yazdığı C. G. Jung ve Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları, en son April Yayıncılık tarafından basılan ama şimdilerde bulunması mümkün olmayan Elisabeth Kübler-Ross’tan Ölüm ve Ölmek Üzerine, Martin Heidegger’den Varlık ve Zaman, daha niceleri. Elbette arada Geçtan’ın kendi kitaplarının fikir ve yazım süreçlerine dair bilgiler. Mesela yürümeye verdiğim önemle birlikte kütüphanemden “ilk on say” dediklerinde daima başlarda saydığım bir kitabına dair:

"1981 yazında Kaş’ta, bir akşam Ali Baba Oteli’nin bahçesinde oturuyoruz. Ani bir dürtüyle yerimden kalktım, biraz yürümek istediğimi söyledim. Kamping’e kadar yaptığım yürüyüşten döndüğümde İnsan Olmak kitabının başlıkları belirlenmişti. Vahiy inmesi böyle bir şey olmalı, çünkü yürüyüşe başladığım anda aklımda hiç olmayan bir şeydi. Ertesi sabah kahvaltıda o başlıkları kâğıda döktüm."

Darbeler, göçler, yoksulluklar, çocukluk ve yetişkinlik anıları akıp giderken 'planlanmış' yerlerden çok 'kendiliğinden oluşmuş' mekânlara olan hevesini aktarıyor bir yandan bilge adam. Kendi tabiriyle 'meraklı kedi' yanını hep koruyor her eyleminde, seçiminde. Belli bir olgunluğa eriştikten sonra yüzleşmeler yapmaktan hiç kaçınmıyor ve bizi de buna ortak ediyor, nazikçe öneride bulunuyor:

"Ebeveynimin bazı özellikleri, ne olmam gerektiğinin yanı sıra, ne olmamam gerektiği konusunda da bana yol göstermiş olabilir. Ama beni uğraştıran, toplumun ve onun araçlarının beni iteklemiş olduğu yanıltıcı yönlerdi."

Çağın en büyük sorunları arasında sayılan kimlik bunalımları, aidiyet sorunları, anlam kayıpları ve kentleşmenin hem maddi hem manevi anlamda açtığı gedikler Geçtan’ın bu kısa yaşam öyküsünde kendine önemli bir yer buluyor. Aslında tüm bunlar bebeklik, çocukluk ve ergenlik denen o ‘mühim üçlü’nün eksiklikleri yahut fazlalıklarıyla meydana çıkan şeyler. Mesela özerklik, Geçtan’a göre oldukça kritik bir hak ve bu hak bir ila üç yaş arasında kazanılabiliyor. Bu hakkı kazanamayan karakterler oldukça yaralı, ağır ve kişiliksiz bir gelecekle yaşamın hem somut hem de soyut ağırlığını taşımak zorunda kalıyorlar, hiç de farkına var(a)madan. Burada ebeveynin konuşma, görme ve dokunma gibi davranışlarla bebeğin gelişimine sürekli katkı sağlaması en kritik mesele. Kimlik yeterince gelişemediğinde ortaya bugünün sorunları, en ağır sorunları çıkıyor:

"Kişisel kimliği yeterince gelişememiş insan, varolan inanç ve ideolojileri fanatik bir boyutta kimliğine katarak boşluğunu ödünleme eğilimindedir. Bir şahsın, imgenin, ideolojinin ya da inanç sisteminin, inatçı ve değişmez bir halde insanların benliklerinde içleştirilmesi, ‘kimlik geçişmesi sendromu’nun temel belirtisidir. Her benliğin bir kimliğe ihtiyacı olduğundan, kimlik insanının benliğini sürdürmesi için hayatidir. Kimlik vakumuna çözüm olarak içleştirdiği imgeyi ya da ideolojiyi yitiren insan, kendine ve dünyasına yabancılaşma tehlikesiyle karşılaşır ve bu, kişiliğin dağılmasıyla sonuçlanabilir. Dolayısıyla, içleştirdiği her ne ise, ona kayıtsız şartsız tutunmak zorundadır. Bu, biat etmekten öte bir durumdur."

Bugün dünyanın farklı yerlerindeki halklara öfke ve nefret saçan, kendi düşüncelerinden ve eylemlerinden başka hiçbir fikri kabul etmeyen, kendi tebaası dışında hiçbir topluluğu görmeyen, varlığını başkalarının üzerinde kurduğu zorbalıkla anlamlandıran, biat dışındaki hiçbir ilişkiyi önemsemeyen, ‘kendine bakabilme yürekliliği’ne sahip olmayan ama onunda dışında her şeyin sahibi olmak için savaşan/yaşayan kişilerle, kişiliklerle birlikte yaşıyoruz. Sadece yaşam biçimimiz değil inançlarımız, tutkularımız, ahlakımız, düşüncelerimiz zedeleniyor. Şehirlerimiz tıka basa dolarken içlerimizdeki boşluk gittikçe genişliyor. Rastgele Ben’de Engin Geçtan, gittiği her yerde bu boşluğu hem fiziki hem ruh boyutunda görüp değerlendiriyor. Çünkü onun görgüsünde şehir; aidiyetin, kimliğin, özerkliğin, birliğin ve dayanışmanın tüttüğü yer. Kolektif bilinçdışı ve arketip kavramlarıyla çağdaş düşünceye muazzam katkılar sunmuş olan Jung için de insan geçmişiyle bağlantılıdır. Üstelik bu geçmiş sadece kişisel geçmiş değil, ait olduğu toplumun geçmişini de doğrudan içerir. Şimdilerde türlü hamaset ve romantizm edebiyatına konu edilen “geçmiş” yazarlarının derdi fetih değil, ganimettir. 'Gönülleri fethedenlerin' torunları ganimet toplamaya şehirlerimizden başlamıştır.

Nereden nereye geldik? Geçtan’dan okuyalım:

"Son yıllarda insan, doğanın evcilleştirilemeyeceğini idrak etmiş gibi görünüyor. Çünkü doğa kendisine yapılanların bedelini uzun bir süredir pahalıya ödetmekte, üstelik daha kötülerine hazırlandığını da açıkça belli ederek. Ama artık insan dönüşü olmayan bir yolda ve durmaksızın tüketmek zorunda, kurduğu düzeni başka türlü sürdürebilmesi mümkün değil. Gerekli gereksiz, ama sürekli yeni ürünler üretmek, varolan eskimeden yenisini edinmek. Tüketmek için daha çok talan etmek ve sadece gezegeni değil, stratosferi de çöplüğe çevirmek."

Rastgele Ben‘i, “her yolcu kendi yolunda gerek” diyerek bitiriyor meraklı kedi, iyi yolculuklar diliyor bizlere. İnsan bu sonun akabinde dağılıyor. Eh, dağılmadan toparlanmak mümkün değil, o yüzden bir süre “bırak dağınık kalsın” diyebilmeli. Elbet bir bilge adam çıkar, dağılanları toplar cümleleriyle…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Şeytan arketipi ve kültürel yansımaları

Jung'a göre, "herkes bir gölge taşır." Gölge, insanın karanlık yönü ile ilişkilendirilir, yok sayılır ve yok sayıldıkça güçlenir. Bizler, gölgemizi inkâr ederek, kendi gölgemizden doğan ve onaylanmayacağını bildiğimiz duyguları, düşünceleri başkalarına yansıtarak kendimizi güvence altına alarak büyümeyi öğrendik. Biz derken, bu dünyada yaşayan herkesin oluşturduğu dünya toplumundan söz ediyorum. Medeniyet dediğimiz şey, gölgenin mümkünse ehlileştirilmesi, mümkün değilse de yok sayılması üzerine kurulu değil midir?

Kötülük problemi tartışmalarının başlangıcını pre-sokratik döneme götüren kaynaklar olsa da bu konunun kapsamlı şekilde ele alındığı ilk metinler, Sokrates'in öğrencisi Platon'un kaleme aldığı metinlerdir. Felsefe tarihinde ilk teodise girişimi de yine Platon'a aittir. Kötülük problemini Tanrı'yla ilişkili şekilde tartışan bu alanda, Tanrı'nın adaleti ile kötülük arasındaki etik ve adalete dayalı tartışmalar yürütülür. İnsanın doğasında iyi mi kötü mü olduğu sorusu da felsefenin temel sorularından biridir. Bazı düşünürler, insanın doğasındaki iyiliği gölgeleyenin şeytanın varlığı olduğunu ileri sürer. Şeytan, mitolojik bir kahraman ve arketip olarak insanlığın başlangıcından beri hayatın merkezinde yer alan karakterlerden biridir. İyi olan şeyin karşısında konumlandırılır; sinsi, hesapçı olarak resmedilir ve ötekileştirilir.

Emin Gürdamur, uzun yıllar konuşulacak, çok zengin ve ufuk açan bir kitaba imza atmış. Âşık Şeytan Kör Talih: Şeytanın Kültürel Biyografisi kitabının “Sunuş” bölümünde yazar, uzun yıllardır çağrısını duyduğu bu çalışmanın peşine düşmesinin detaylarını ve bu uğurda geçtiği yolları okurla paylaşıyor. "Bu kitap mitlerden, destanlardan, kadim söylencelerden modern edebiyatın kült metinlerine varıncaya değin geniş bir arazide izini sürdüğü şeytanın kültürel biyografisinin sınırlarında dolaşmakla beraber, içimizdeki karanlığın parçası olan bir varlığın temsil ettiği anlam alanına dair pek de yabancısı olmadığımız bir öngörü sunuyor."

Bu yazıda, kitabın tüm bölümlerinin detaylarına yer vermem mümkün değil. Bu sebeple beni en etkileyen bölümlerden söz edeceğim. Kitabın ilk bölümlerinde, İslam mitolojisinde şeytanın yeri ve Hallâc-ı Mansûr'un şeytana ilişkin özgür yorumu aktarılıyor. Beni en şaşırtan ve etkileyen bilgiler ve yorumlar bu bölümdeydi. "Şık Şeytan Kör Talih" isimli ikinci bölümde Gürdamur, şeytanın İslam anlatılarındaki izini sürüyor ve okura, şeytana dair özgün bir bakış açısı sunan Hallâc-ı Mansûr'un yorumlarından söz ediyor. İslam'da şeytanın Tanrı karşısında bir iktidar alanı yaratmasının mümkün olmadığının altını çizen yazar, Şeytan'ın "sadıklar" arasındaki yerine dikkat çekiyor. Hallac-ı Mansur, İslam tasavvufunun gördüğü en cesur ve özgün isimlerden biri. "En-el hak" feryadında, Allah'a duyduğu aşk ile kendinden geçen, onun birlik mesajını iliklerine kadar hisseden ve tüm tehlikelerine rağmen varlığında tecelli eden Allah ile birliğini vurgulayan bir bilgenin sesi duyulur. Hallâc-ı Mansûr, Şeytan'ın bir Allah aşığı olduğuna işaret eder. Hallâc-ı Mansûr uzmanı Fransız Louis Massignon da emir ile irade ayrımını, Hallâc'ın orijinal buluşu olarak nitelendirir. Hallâc'ın öncüsü olduğu bu yorum, Adem'e secde etmeyi reddederek aslında Allah'tan başkasına secde etmeyi reddeden, Allah aşığı bir Şeytan'ı işaret eder.

Başkaldıran Kurmaca” isimli bölümde ise kurmacanın sınırları, sınırsızlığı ve bunun kötülük ve iyilik ile ilişkisi tartışılıyor. Türkiye'deki edebiyat sahnesinde şeytana dair ilk değerlendirmeleri Hilmi Ziya Ülken'in kaleme aldığını belirten yazar, edebiyatımızda şeytan, demon, kötülük anlatısının olmamasının nedenlerinin de peşine düşüyor. Türkiye'deki anlatılarda kötülük, hiçbir zaman zafer ile ödüllendirilmez. Daima kaybetmeye mahkum, iyinin yüceltilmesine hizmet eden bir aracıdır.

"Altı çizilen, Türk edebiyatında kötülük anlatımının yokluğu değildir. Kötülük vardır ama ötekidir. Sonunda yenilmeye mecburdur. Kurmacadan muzaffer çıksa bile dilde kaybeder, kaybettirilir."

Kitabın tüm bu etkileyici bilgileri toparlayacak ve okuru uğurlayacak bir kapanış bölümüne ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Gerçi yazar, okuru için öyle zengin bir yolculuk hazırlamış ki, bunu nasıl noktalayacağına karar verememiş de olabilir. Kitap, bu alanda okuma yapmak ve farklı kanallardan şeytana dair farklı metinler okumak isteyen okur için de zengin bir kaynakça sunuyor.

Özge Uysal
ozgeuysal@yahoo.com

18 Ekim 2021 Pazartesi

Bir İngiliz subayın gözünden Anadolu

Sosyal tarih alanında ortaya konan eserler her zaman ilgimi çekiyor. Buna seyahatnameleri, anıları, mektupları, belgeleri de dâhil ediyorum. Çünkü tarihi sadece savaşlardan ibaret gören bakışı biraz yana kaydırıyor bu tür eserler. Anlatılan zamanda insan tekinin yaşamını konu alması, sosyal-günlük hayatı daha içten anlatması, insan yaşamını daha özele indirgemesi bu tür eserlerin değerini çoğaltıyor bence. Örneğin, “Selçuklularda sosyal hayat” gibi genel bir başlık yerine “Selçuklu zamanında yaşamış bir ailenin günlük hayatı” tarzı içerikler benim için daha değerli olabiliyor. Tabiî bu eserler oldukça az. Seyahatnamelerle bu açığı kapatmaya çalışıyoruz. Seyahatnameler de bir bölge için kısa bir zaman dilimini esas alsa da (çünkü seyyah kısa süre duruyor gittiği yerde) bazı çıkarımlarda bulunabiliyoruz.

Bu anlattığım türdeki eserlerden biri İngiliz subay Frederick Burnaby’nin At Sırtında Anadolu kitabıdır. İstanbul’dan başlayıp Anadolu’nun doğu ucuna (hatta az da olsa İran topraklarına) 1876-1877 yıllarında at sırtında giden İngiliz subayın anlattıkları bize, yaklaşan Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) kokusunu vermekle kalmıyor sosyal hayat yönünden zengin bir içerik de sunuyor. Daha önce Turkuvaz Kitap etiketiyle basılmış bu eser. Fakat İletişim Yayınları'nın, kendi baskısında, arka kapakta biraz da manidar bir şekilde “sansürsüz” basımını yaptıklarını söylemesi, kitabın bir önceki yayınevi tarafından sansüre uğradığını gösteriyor. Gerçekten bazı insan topluluklarını rahatsız edecek pek çok şey var kitapta ancak sansür konusunda yayınevlerinin birbirinden daha temiz olduklarını düşünmüyorum. Çoğu yayınevi kendi düşünce yapısına göre az veya çok bazı sansürler uyguluyorlar bastıkları kitaplarda. Nâzım Hikmet, Dostoyevski gibi isimlerin eserlerinde dahi bu durumu gördük çünkü Türkiye’de.

Subay Burnaby sadece Türkiye’ye değil başka bölgelere de seyahatler düzenlemiş bir asker. Fakat bunların sadece seyahat amacıyla olduğunu düşünmek bana fazla çocukça geliyor. Londra’daki konforunu bozup Anadolu’yu at sırtında geçmek, durduk yere yapılacak bir şey değil çünkü. Burnaby öyle şeyler anlatıyor ki herhangi bir Türk vatandaşı bile bunu yapmaz. Fakir köylerde ahırlarda, böceğin pirenin içinde konaklamaktan tutun da karda dağ başında mahsur kalmalara kadar birçok şey yaşıyor Burnaby. Bu zorluğa katlanmasının önemli bir nedeni de casusluk olsa gerek. Çünkü Anadolu hakkında; köylerden kasabalardan tutun da insanlara ve hatta nerede hangi köprü var (yıkık dökükler dâhil) gibi bilgilere kadar öyle detaylar veriyor ki, bu gezinin sadece bir seyahat olduğunu düşünmek safça geliyor. Tabiî Burnaby’ye göre bu gezinin amacı “İngiliz halkında Türklerin çok olumsuz bir imaja sahip olması, Bulgaristan’da Türk çetelerin bazı katliamlar yapması ve Osmanlı’nın İngiltere’ye olan faiz borcunu ödeyemeyecek olması sebebiyle bunları yerinde görüp karar vermek”tir: “…Bu kargaşa ortamında doğruyu bulmak güçtü. Türkler anlatıldığı kadar korkunç birer cani miydiler? Az önce sözünü ettiğim dindar beyefendiler, Hıristiyanların kazığa oturtulduklarına gerçekten tanık olmuşlar mıydı, yoksa bu din adamları bir sanrının mı etkisinde kalmışlardı? Bâbıâli uyruklarının anlatıldığı kadar kötü kalpli olup olmadıkları sorusuna doyurucu bir cevap bulmanın tek yolu vardı. Anadolu’ya gitmeye karar verdim; çünkü orada herhangi bir Avrupalı gözetiminin çok uzağında yaşayan Türklerle bir araya gelecektim…” Kim inanırsa artık. Çünkü Burnaby, bu kadar tehlikeli olduğu söylenen geziye kendi uşağı, İstanbul’dan aldığı Müslüman bir yardımcı ve biraz silahla çıkıyor. Fakat üzücü olan şu ki, gittiği her köy veya kasabada o bölgenin mülki veya askeri amirince bütün kapıların İngiliz’in önüne açılması, askeri bilgilere kadar. Burnaby de boş bulunmayıp bütün bilgileri topluyor elbette.

Kitap hem zamanın Osmanlı halkını, onların yaşayışını, gayrimüslimler ile Müslümanların ilişkisini konu ediyor hem de savaş konusunda bir takım bilgiler veriyor. Şunu söylemekte fayda var, Burnaby’de Türk halkına karşı bir tepeden bakma, bir kibir durumu var. Yani “ben dünyaya hükmeden bir ülkenin subayıyım sizse sıradan bir Türk halkı” durumunu okur hissedecektir. Sadece Burnaby’de değil yanından hiç ayrılmayan sadık uşağı Radford’ta da bu durumu görebiliyoruz. Ancak hakkını verelim, Burnaby adalet duygusundan hiç ayrılmıyor ve Avrupa’da inanılan şeylerin doğru olmadığını açık açık yazıp bunları resmi diplomatik mektuplarla ve belgelerle destekliyor. Örneğin Müslüman idarecilerin gayrimüslim halka kötü davrandığını işittiği yerlere özellikle gidiyor ve bunun tamamen yalan olduğunu gözleriyle görüyor. Bunları da açık açık yazmaktan çekinmiyor tıpkı Türk halkında gördüğü aksaklıkları açık açık yazmaktan çekinmediği gibi: “Türk yetkililerin en büyük kusuru, askerî konularda ağırdan almalarıdır. Ancak onları suçlamak bir İngiliz’e düşmez. Belki de hiçbir ülke bu konularda bizden daha ihmalkâr değildir. ‘Ruslar gelmez inşallah,’ der bir Müslüman ve oturup tütün dolu çubuğunu yakar.

Bu gibi çok tespit var kitapta. Kitabı okurken hem Anadolu’nun fakirliğini görüp hem de İngiliz’in bu şekildeki haklı tespitlerini okuyup üzülüyoruz. Bir de tabiî gittiği her yerde ondan kendisi için ‘referans’ olmasını isteyenler var. Yani bir Türk subayı dahi yüzbaşılıktan binbaşılığa yükselme konusunda komutanıyla veya amiriyle konuşması için İngiliz’den ricacı oluyor. Tabiî halkta da bu bakış açısı var. Burnaby’nin yazdıklarını doğru kabul edersek, Türk halkı tamamen “İngilizler Türk-Rus harbinde bizi desteklesin yoksa mahvoluruz” anlayışında.

Anadolu uzun yıllar gayrimüslimlerle Müslümanların sorun yaşamadan hayatlarını sürdürdüğü bir coğrafyaydı. Bu durumun biraz da Müslümanların siyasi ve askeri gücünden kaynaklandığını düşünüyordum. Hâlâ da bu düşüncelerim tam anlamıyla değişmiş sayılmaz ancak Osmanlı’nın güçsüz dönemleri denebilecek bu gezi tarihlerinde de Burnaby’nin yazdıklarında bu durumun emarelerini görebiliyoruz. Kitapta dikkat çekici noktalardan biridir bu: Gayrimüslimler genel anlamda hatta neredeyse tamamen başlarındaki Müslüman idarecilerden memnun. Avrupa’da yanlış aksettirilen birçok olayın doğru olmadığını kanıtlıyor Burnaby ve bu halkların Müslüman idareciler yönetiminde gayet rahat yaşadıklarını söylüyor. Ufak tefek istisnalar olsa da…

Kitapta, Anadolu’da yaşayan bazı halklar için rahatsız edici ifadeler mevcut. Bunları söylemeyeceğim, merak edenler zaten kitabı alıp okuyabilir ama tarihi olayların seyrine yani geçmişe bakarak Burnaby’nin çok da haksız olduğunu söyleyemiyoruz.

Kitabın önemli özelliklerinden biri de en arkada bazıları oldukça uzun bazıları çok kısa resmi belgeler ve resmi mektuplar içermesi. Toplumsal olaylarla ilgili birçok belge sunuyor Burnaby okura ve bu belgeler genel anlamda Türkler lehine. İngiliz’in bir kibri var ancak adaleti de var.

Roman gibi okunabilen bir kitap At Sırtında Anadolu. Biraz ağır akıyor ama çok sade bir dille yazılmış. Sonu daha derli toplu olsa iyi olabilirdi. Yani ülkemize gelişini çok detaylı anlatmış Burnaby ancak Londra’ya dönüp kitaba bir son yazma durumu fazla aceleye gelmiş. Yine de ana konu subayın Anadolu’da geçirdiği süreyse, bu kısım fazlasıyla doyurucu. Yaklaşık 150 yıl önceki Anadolu’yu merak edenler için kıymetli bir eser.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

13 Ekim 2021 Çarşamba

İçinde bulunduğumuz alem ancak ilimle anlaşılır

Peygamber Efendimiz (sav) bir sohbet esnasında şöyle buyurdular: “Allah’ın bütün sırları semavi kitaplardadır. Semavi kitaplarda olanların hepsi Kuran’dadır. Kuran’da olanların hepsi Fatiha’dadır. Fatiha’da olanların hepsi Besmele’dedir. Besmele’de olanların hepsi b’nin altındaki noktadadır.Hz. Ali Efendimiz bunu duyunca gönlünden gelen aşka engel olamadı ve “b’nin altındaki nokta benim” diye seslendi. Rasulullah Efendimiz gülümsedi. Öyle ya, Allah’ın Habibi “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır” buyurmamış mıydı?

Hz. Ali Efendimiz’in b’nin altındaki nokta olarak kendini tanıtması, ilmin kapısı olması hasebiyleydi. İlim, Allah’ı bilmekti. Taklidi imandan kurtulup, hakiki imana kavuşmaktı. Kendini bilmeyen, Hakk’ı bilemezdi. Hakk’ı bilmek kendini bilmekle, nefsini bilmekle mümkündü ancak. İnsanın kendini bilmesi de özünü bilmesi ile mümkündü. Özüne inen insan, her şeyin başladığı noktaya (ki burada başlamak somut bir durum değildir, Allah anda olduğuna göre başlamak ile bitmek aslında aynı noktada deveran edip duran bir histen ibarettir) gelecek ve orada Hakk ile karşılaşacaktır. Hakk ile karşılaşan insan da Hakk’ta yok olmanın sırrına erecek ve elbette Hakk olacaktır. Her şeyin başladığı nokta Peygamber Efendimiz’in “Allah vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu” dediği noktadır ki bunu duyan Beyazıd Bestami Hazretleri “hala öyle” demiştir çünkü az önce de dediğimiz gibi her şey andan ibarettir. Varlık yaratıcıya atfedildiğinde mahlukun onu sahiplenebilmesi nasıl mümkün olabilirdi ki?

Tasavvufla ilgili “hal ilmidir, kal ilmi değil” tanımından da anlayacağımız üzere salikler yaşadığı hali anlatmamışlar, anlatanlar da ancak tecrübe edilerek anlaşılabilecek bir hal olduğu için halkın tepkisiyle karşılaşmışlardır. Bazen tekfir edilmişler, dışlanmışlar öyle ki aralarında katledilenler, aşkın şehidi olarak deftere kaydı düşenler dahi olmuştur. Hallâc-ı Mansûr, İsmâil Ma‘şûkī, Nesîmî gibi…

Yıllar yıllar boyunca süren gelişimden sonra hanifliğin Hz. İbrahim ile görüntüye kavuşması, manasını kazanması gibi; yıllar yıllar süren gelişimden sonra Peygamberimizin insanlığa marifeti anlatması ve “bugün dininizi tamamladım” şeklinde buyurması gibi ilim de dile dökülebilmesi, insanlara sunulabilmesi için zamana ihtiyaç duymaktadır. Zamanı gelmeden dile getirildiğinde az önce ismini saydığım şehitler gibi anlaşılmamış ve düşmanca bir reaksiyonla karşılaşmıştır.

İşte Lütfi Filiz Efendi, hakikat sırlarını bir bir meydana dökerken kendisini bu düşünceye yaslıyor. İlim, Allah’ın ilmi olduğu için meydana çıkması ancak Allah’ın izni ve emri ile gerçekleşmektedir ve bu izne de veliler, mürşitler aracı olmaktadır. Lütfi Filiz Efendi mürşidinden emri alıyor ve bu emre uyarak insanın özünde var olan ilmi dile ve kağıda döküyor.

B’nin altındaki noktayı anlatıyor bize. Hakikati, marifeti, Hakk’ı! Bugüne kadar mutasavvıflar tarafından yazılmış eserlere, şiirlere, şathiyelere dört ciltlik bir şerh düşüyor aslında. İlim Allah’ın ilmi ve her şeyin özünde “bir” olduğu düşünülürse farklı bir şeyden bahsetmesi düşünülemez elbette. Lütfi Filiz Efendi günümüz diliyle, geniş bir perspektiften ele alarak hakikati tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Evet, çıplaklık kelimesini kasıtlı kullandım çünkü Lütfi Filiz Efendi’de perde yok, sözü saklama yok. Hiçbir söze benzemeyen bir söz söyleyen Yunus Emre Hazretleri gibi mana yüzünü örtmüyor Efendi. Allah’ın varlığından başlayarak insana, dine, hakikate, hikmete, dervişliğe, mürşitliğe, ibadete, günaha, vakte, evrene, yaratılışa, ölüme, ahirete, cennete, cehenneme, meleklere, şeytanlara ışık tutuyor ve ehli şeriattan farklı olarak ayetleri, hadisleri sadece zahiri manalarıyla ele almıyor, batıni manalara değiniyor. O kendi bulunduğu mertebeden anlatıyor, biz mertebemizi bilmeden anlayabildiğimiz kadarını anlıyoruz ve şükrediyoruz.

Lütfi Filiz Efendi, Fani mahlasıyla yazdığı şiirlerinde neyi anlatıyorsa aslında Noktanın Sonsuzluğu’nda da onu anlatıyor çünkü ilim birdir, o da noktadadır. Tasavvufi meseleleri derinlemesine inceliyor gibi bir tanım aslında doğru olmuyor bu yüzden. Çünkü incelenen meseleler İslam’ın meseleleri, tasavvuf İslam’dan ayrı bir şey değil ki. Din Allah’ın, ilim de Allah’ın; ikisinin birleştiği yer bir “nokta.

Tasavvufi yol insanın benliğinden kurtulup Hakk’a ermesinin yoluysa, ki İslam, insanı Allah’a ulaştıracak ise bizim noktaya varmamız gerekiyor ki cümleler, mahluklar, kainat yok olsun ve geriye Allah kalsın. Lütfi Filiz Efendi noktaya varmanın yolunu anlatıyor. Kainat bir noktayken, noktanın uzatılmasıyla harfler, harflerden de kelimeler meydana gelmişti. O kelimelere bir isim verilmiş, her isme bir huy biçilmiş ve ortaya dağdağalar çıkmıştı. Eğer insan cümleyi bir noktada toplayabilirse geriye ne isimler, huylar, dağdağalar kalacaktır ne de kainat ve Hakk’la Hakk olunacaktır.

Çünkü içinde bulunduğumuz alem ancak ilimle anlaşılır, öğrenilir. İlim arttıkça alemler artar. İşte bu alemleri bir noktada toplayabildiğimizde insan oluruz, insanı kamil. İnsanı kamil, alemlerden sıyrılıp varlığını Hakk’a kurban etmiş kişidir, o kurbanlıkta noktadan başka neyin varlığından söz edilebilir?

Peygamberde miracın, ariflerde sülukun nihai amacı da bu değil midir? “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” dediğine göre Cenab-ı Hakk, miraç da süluk da içten içe gerçekleşmiş demektir. Ve elbette insan Allah’ı kalbinde bulacaktır. İnsanın kalbinde Allah’ı bulması da böylece miracı olacaktır. İnsanın yokluğa ererek varlık kazanmasıdır. Kendisi yokluğa ererken, kendisiyle beraber cümleyi, kainatı, isimleri, mahluku da yokluğa erdirmesidir. Filhakika noktaya ulaşmasıdır. Be’nin altındaki nokta olan Hz. Ali böylece ilmin kapısı olma şerefini kazanmıştır.

Allah sırrını mukaddes kılsın, Fani Hazretleri, Lütfi Filiz Efendi, beytinde böyle buyuruyor:

"Sen der isem şirk olur, ben der isem küfr olur,
Her ikiye bir demek Hakk’a hemen şükr olur."

Eyvallah. Hû!

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

9 Ekim 2021 Cumartesi

Çocuk yetiştirirken teknolojiyi doğru kullanma yolları

Kristy Goodwin, teknoloji ve çocuk gelişim uzmanı. Dünyanın farklı coğrafyalarında uzman olduğu konular üzerine seminerler veriyor. Hassasiyetle üzerinde durduğu nokta, uzun uzun konuşmak yerine pratik çözümler üretmek. Dijital Dünyada Çocuk Büyütmek kitabında da teknolojinin bir korku unsuru değil bir araç olduğunu, bilimsel araştırmalar eşliğinde kritik öneriler sunarak anlatıyor. Kısacası Goodwin'in kitabı, taşıdığı alt başlıktaki gibi teknolojiyi doğru kullanmanın yollarını irdeliyor.

Teknolojinin insan hayatındaki ilişkileri ıskartaya çıkarmasının son derece tehlikeli olduğunu düşünen Goodwin, "çocuklarımızın sağlıklı ilişkiler geliştirebilmesi :için ekran başında geçirilen zaman konusunda sağlam sınırlar koymamız gerekir" diyor. Biz istediğimiz kadar mesafe koyalım, yine de çocuklar dijital sınırları aşıp kendilerine göre alışkanlıklar geliştirebiliyorlar. Bu durumda annelerin ve babaların yapması gereken ise bu dijital alışkanlıkların bağımlılığa dönüşmesini önlemek. Sağlıklı dijital alışkanlıklar geliştirirken Goodwin 7 ipucu sunuyor:

1. Katı kurallar belirleyip uygulayın: Ekran başında günde ne kadar zaman geçirecekleri konusunda. Onlar cihazı açmadan önce bu konuda net olun - cihaz bir kez açılınca artık çok geç kalınmış olur.
2. Süreye değil miktara odaklanın: Zaman, pek çok küçük çocuğun anlayamadığı soyut bir kavramdır. Zaman sınırları getirmeyi zorlamaktansa bir çocuğun izleyebileceği dizi bölümü sayısını ya da ulaşabilecekleri oyun seviyesini belirleyin. Bu özellikle küçük çocuklar için çok daha anlaşılır olur.
3. Zamanlayıcı kullanın: Çocuğumuzun bir akıllı telefon alarmıyla ya da yumurta pişirme saatiyle didişmesi, bizimle tartışmasından çok daha düşük bir olasılıktır! Daha büyük çocuklar söz konusu olduğunda medya fişleri ya da medya sözleşmeleri, ekran başında geçirdikleri zamanı denetlemenin etkili ve kesin yolları olabilir.
4. Ekrandan uzakta dönüşmeye ihtiyaçları olduğuna dair ipuçları sunun: Cihaz kapamaları gerektiği konusunda çocuklara bol bol uyarıda bulunun. Yaptıkları işle aşırı meşgul olabilirler. Bu yüzden göz kontağı kurup söylenen şeyi kabul ettiklerinden emin olun.
5. Cihazları kendilerinin kapaması konusunda çocukları teşvik edin: Bu önemsiz görünebilir ama televizyonu hemencecik, öfkeyle bizim kapamamızdan ya da tableti ellerinden çekip almamızdan çok farklıdır. Bize pekiştirip teşvik edebileceğimiz olumlu bir şey verirken, cihazı kendileri kapayınca kontrolün kendilerinde olduğunu hissetmeleri de olasıdır.
6. Yedek planınız olsun: Çocuğunuz cihazı kapadığında severek yapacağı bir aktivite bulun. Ayrıca bir can sıkıntısı panosu (bir ekransız fikirler listesi) oluşturun. Çocuğunuz bu listeden cihazı kapadıktan sonra yapabileceği bir aktivite seçebilir.
7. Kötü polisi oynayın: Yukarıdaki ipuçlarını kullandıktan sonra bir tekno-öfke nöbetiyle karşı karşıya kaldığınızda, ertesi gün aynı ayrıcalığı tanımamak gibi doğrudan bir sonuca varın. Çocuğumuzun cihazı kullanma arzusu onlar için çok güçlü bir motivasyon sebebi olduğundan, özellikle bu sınırların uygulanabilir olduğunu fark ettiklerinde, oldukça etkilidir. (Bu, teknolojiyi genel bir ceza biçimi olarak kullanmaktan farklıdır.)

Çocukların birçoğu bu önlemleri ya aşıyor ya da bu önlemlerin akabinde öfke nöbetlerine kapılıyor. Kristy Goodwin bunu "tekno-öfke nöbeti" olarak isimlendirmiş. Peki bundan sonra yaşanacak olası tekno-öfke nöbeti için neler yapılabilir? İşte bu bölüm çok önemli. 6 madde sunuyor Goodwin:

1. Taleplerini saygılı biçimde dinleyin: Durumu çocuğunuzun bakış açısından görmeye çalışın. Bu onların taleplerine boyun eğdiğimiz anlamına gelmez ama hepimiz anlaşılmak isteriz. Bazen öfke nöbetinin ekranı kapamakla hiçbir ilgisi olmayabilir.
2. Güven ve rahatlık sunun: Öfke nöbetini bir öğrenme deneyimi olarak kullandığımız ve çocuğumuzun otokontrol becerilerini geliştirmesine yardım ettiğimiz yer aslında burasıdır. Duygularını etiketlemeye çalışın ve böyle yaparak, duygusal kelime dağarcıklarını geliştirin. Örneğin, belki şöyle söyleyebiliriz: "Annenin televizyonu kapamanı istemesine sinirlenmeni anlıyorum."
3. Rahatsızlık hissettiğiniz için taleplerine boyun eğmeyin: Onların (genellikle mantıksız) taleplerine, özellikle de başkalarıyla aynı ortamdayken evet demenin ne kadar cazip olduğunu ilk elden biliyorum. Bu, mevcut durumu hafifletse de sorunu uzun vadede çözmez. Aslında sadece şiddetlenmesine hizmet eder. Katı olun, çocuğumuz kısa zamanda öfke nöbetinin bir pazarlık aracı olmadığını öğrenecektir.
4. Duygularınızı ifade edin: Genellikle en iyisi, bu stratejiyi öfke nöbeti yatıştıktan sonra kullanmaktır.
5. "Evet" ya da "belki" demekten kaçının: Ekran başında geçirilen zaman konusunda kararımızdan taviz vermemek önemlidir.
6. Öfke nöbeti yatıştıktan sonra gelecekteki durumları daha iyi nasıl idare edebileceğinizi konuşun: Fırtınanın dinmesini bekleyin. Ardından neler olduğu ve gelecekteki krizlerden nasıl kaçınılabileceği konusunda konuşun. Bu, sürecin gerçekten çok önemli bir parçasıdır. Çocukları dillerini kullanmaya teşvik edin. Bu onların duygusal kelime dağarcıklarını geliştirir, böylece gelecekteki benzer durumlarla başa çıkma konusunda donanımlı olurlar.

Aganta Kitap tarafından neşredilen Dijital Dünyada Çocuk Büyütmek, hikâyeleriyle, ipuçlarıyla ve pratik çözümleriyle; çocukların dijital dünyada kaybolmasını önlemek isteyen ebeveynlerin işini kolaylaştırıyor.

Yağız Gönüler

Hırs ve kibir, insanı kemirir

İnsan, aklı buluğa erdiği yaşlardan itibaren sürekli kendisini bu dünyada tutacak arzular peşindedir. Bu dünyaya çivilenip kalacakmış gibi çabalar durur. Sürekli bir şeylere sahip olma, bir şeyleri kontrol etme arayışı içindedir, amma velâkin bir şeylere sahip olmakla ya da bir şeyleri kontrol etmekle de iktidar hırsı bir türlü durulmaz. Kumar gibi.. İnsanın hırsı ve kibri, en sonunda kendi başında patlar, insan kendi içini kemirir, kendi kendini yer durur.

İhsan Oktay Anar, Kitab-ül Hiyel’de özellikle Yafes Çelebi ve Calûd adında iki ana karakter üzerinden iktidar hırsının, kibrin insanı ne hale getirdiğini anlatıyor. Okuması pek zevkli olan bu kitap oldukça didaktik. Kitabın ilk bölümünün ana karakteri olan Yafes Çelebi gençliğinde bir ustanın yanına çırak olarak gidip kılıç yapımını öğrenmeye başladığında, hiyel, yani mekanik ilmine merak salıyor. Sürekli yeni bir şeyler tasarlayan Yafes Çelebi, yaşı biraz geçtiğinde köle pazarından kendine Calûd adında hem zeki hem de irice bir köle satın alıyor, en az efendisi kadar hırslı olan Calûd ise, kendi çocukları sürekli ölü doğduğundan, İstanbul Sanayi Mektebi’nden ilmini ve tahayyülünü devam ettirecek Üzeyir adında bir çocuk getiriyor. Kitabın bu ana üç karakterinin yaşam öyküleri Üzeyir Bey’in hikayesinin anlatıldığı kısımda çözülüyor.

Yafes Çelebi ve Calûd’un karakterlerinde meskûn bazı huylar ve tasarladıkları silahlarla kitapta önemli meselelerin sembolize edildiğini düşünüyorum. Nitekim yukarıda bahsettiğim üzere, iktidar hırsı, kibir ve ek olarak “yenilen pehlivan güreşe doymaz” kıssası. Hem Yafes Çelebi, hem de kölesi Calûd sinsi, dünyaya ve tabiata hükmetmeye çalışan, kibirli tipler. Bu karakterlerde benim dikkatimi çeken şey ise, ikisinin de mekanik gibi mühim bir bilim dalı ile uğraşmalarına rağmen, bunu sürekli silah tasarlamakta, sürekli kendi hükümlerini dünyaya kabul ettirmek peşinde kullanmaları ve tıpkı kumar oynar gibi de her seferinde yaptıkları makineleri hiç edip, bir araba para kaybetmelerine rağmen yine de doymayıp hırslarının katlanması.

Üzeyir Bey ise bu karakterlerden ayrı olarak, Yafes Çelebi ve Calûd “hiyelkâr” iken onların tersine “hayalkâr” ve yumuşak başlı bir karakteri temsil ediyor romanda. Ve aslında ilmin bir nokta olduğunu, dünyadaki iktidarın sürekli el değiştirdiğini, insanlara da bir görünüp bir kaybolduğunu işte bu karakter çözüyor.

Roman boyunca bazı meseleleri temsilen semboller kullanılıyor. Örneğin dünyadaki iktidarın ve gücün sürekli el değiştirdiğini ve bir gelip bir gittiğinin anlatımı yazar tarafından gerek Yafes Çelebi’nin, gerek Calûd’un ve gerek Üzeyir Bey’in eline geçtiğinde yok olan, bazen kaybolup bazen ortaya çıkan bir taşla sembolize edilmiş. Hiyelkârların sürekli tasarlayıp, her seferinde işin içinden çıkamadığı makineler ise insanın ancak kendine zarar veren hırs ve kibir gibi kötü huylarını temsil ediyor.

Bu esir kuvvetler, aynı zamanda kendilerine sahip olan kişinin, yani Yafes Çelebi’nin kudreti ve iktidarıydı. Böylece o, kendini on yıllardır mutsuz eden şeyin, benliğine hükmeden bu iktidar tutkusu olduğunu anladı. O güne dek kendisi için her şey bir iktidar kaynağıydı: Ateş, buhar makinesini çalıştıran;su, bir çarkı döndüren; toprak ise demir, altın, gümüş ve elmaslarla dolu olan; rüzgar da, değirmenleri döndüren bir kuvvetti.(…) İşte iktidar susuzluğu çeken kendisi, Dünya’yı yıllardır bu güçlerin, cebirlerin ve kuvvetlerin toplamı olarak görmüş ve ona hâkim olmak istemişti. O, dünyadaki bütün güçlerin ve fiillerin öznesi olmak peşinde koşmuş, böylece bir demir külçesini müzik kutusuna dönüştürdüğü gibi, dünyayı ve içindekileri de bir makineye dönüştürmeye çalışmıştı.

…Yafes Çelebi ise onun başını okşayarak, mucizelere inanması gerektiğini, çünkü mucizelerin gerçeklik duygusunun değil, gerçeğin bir parçası olduğunu anlatıyordu: Zaten gerçeğin kendisi bir mucizeydi.

Nihayet sabahı müjdeleyen ilk horoz öttü ve taş, tıpkı üflenerek sönen bir mumun alevi gibi, ellerinin arasında kayboldu. Üzeyir Bey devri daimin esrarını çözmüştü. Mesele, adeta bir nokta kadar basitti.

Hıçkırıkları artınca içindeki sesi işitti ve o hayali gördü: Ses ona, bu canavarın aslında insanoğlunun kibrinin ta kendisi olduğunu ve kibrin de kendi kendisini tüketeceğini söylüyordu.

Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında şöyle bir cümle geçiyor: "Okuyanın okumayanlara kolay anlatamayacağı, hayal gücünün sınırsızlığını gösteren çizimleriyle, insanın birileriyle paylaşmak isteyeceği romanlardan.

Gerçekten de Kitab-ül Hiyel, kolay tarif ve tasvir edilemeyecek, pek nadide bir üslupla kaleme alınmış ve kurgu içerisinde bireyi ve toplumu derinden ilgilendiren konulara değiniyor. Tıpkı Nâbî Efendi'nin buyurduğu gibi;

Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbalde
Biz hezaran mest-i mağrurun humârın görmüşüz.


Çok severek okuduğum bu romanı okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

6 Ekim 2021 Çarşamba

Gönüller Tahtının Sultânı: Yunus Emre

Ümmî kelimesi; okuma yazma bilmeyen, herhangi bir tahsil görmemiş, tüm bu sebeplerle az konuşan, az söyleyen manalarına gelir. Anne anlamına gelen “ümm” kelimesine nisbetiyle “annesinden doğduğu gibi kalmış, özü değişmemiş” ve topluluk, millet anlamına gelen “ümmet” kelimesine nisbetiyle de “yaşadığı topluluğun özelliklerini taşıyan” gibi manaları da vardır. Bunlar işin teknik, diğer tabirle alışılagelmiş boyutlarıdır. Bir de işin irfani tarafı vardır. Bir ariften duymuştum: bir insanın ümmi olduğunu duyduğumuzda ya da okuduğumuzda, hemen onun mektep-medrese görmemiş bir kimse olduğunu, okur-yazar olmadığını anlarız. Halbuki iş bu kadar basit değildir. Ümmi olmak, algıyı ve bilinci Hakk’a teslim etmek, hakiki varlığın deryasında yüzmek, hakikate teslim olmak ve daima oradan bakmak, söylemek anlamlarına da gelir. Bu durumda hem efendimize hem de onun yolunu takip eden kâmil kimselere baktığımızda ne görürüz? Ümmi olmanın irfani boyutunu görürüz.

Yunus Emre için yapılan eski veya yeni araştırmalarda, ortaya konan eserlerde onun ümmi tarafından sıkça söz edilir. Diğer yandan diğer bazı metinlerde de onun medrese eğitimi aldığımı ve hatta kadılık yaptığı da belirtilir. Türk televizyon tarihinin en çok izlenen ve çok takdir gören dizilerinden Yunus Emre’ye kaynaklık eden, İbrâhîm Hâs Halvetî’ye ait olan Tezkiretü’l-Hâs’ta Yunus Emre’nin medrese eğitimi gördüğü, birçok ilme vakıf olduğu, ulu hocalardan dersler aldığı yazılmıştır. Nitekim dizide de bunu görürüz. Her ne kadar efsanevi bir tarafı olsa da özellikle gönül eksenli bir yaşamı benimseyenlerce daima kılavuz olarak görülen Yunus Emre, okusun ve okumasın, ders görsün ya da görmesin, Hakk’tan gelen şerbeti içmiş bir kimsedir. Öğrendiğimize göre hikmetli sözlerle, şiirle arası hep iyidir. Seyr ü süluk’uyla beraber ulaştığı her manevi makamdan insanlığa seslenmiştir. Kimi şiirinde çok yukarıdan, kiminde aşağıdan konuşur. Bazı şiirlerinde toplumu yargılar, bazılarında ise ikilikten ve kötülüğü görmekten sıyrılıp birliğe ve güzelliğe davete işaret eder. Divanı okunduğunda bir bütünlük görülememesinin sebebi, divanın onun bu alemden göçtükten sonra ve kronolojik bir yapı gözetilmeden hazırlanmaması sebebiyledir. Mesela büyük gönül sultanlarından Niyâzî-i Mısrî, seyr ü sülûk’a girmesiyle şiir yazmaya başlamıştır. “Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar bizi / ilm-i sırrda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi” demesi bundandır.

Mustafa Özçelik, Yunus Emre üzerine çok önemli metinler vücuda getirmiş bir hocamız. Onun tüm gayretlerini takip eden bir okuru olarak acizane ilk fark ettiğim şey, Yunus Emre’yi sadece şiir, yani sanat çerçevesine hapsetmemek oluşuydu. Unutulmamalı ki her biri bu toprakların irfan ocağını temsil eden ve bu ocaklardan yanan tüten aşk ateşini kıyamete dek dünyanın her köşesine ulaştıran ulu kimseler, sade birer şair, yani sanat adamı değildir. Başta Yunus Emre olmak üzere; Ebu’l-Hasan Harakânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Ahmed Yesevî, Niyâzî-i Mısrî, Eşrefoğlu Rûmî, Aziz Mahmud Hüdâyî ve sözle, şiirle, yazıyla meşgul olmuş daha nice zatlar, aynı zamanda birer felsefenin temsilcileridir. Yalnız onları çoğu filozoftan ayıran çok önemli bir mesele vardır ki kâl ile değil, hâl ile varolmuşlardır. Onların yaşantıları söz, fikirleri şiir, yazıları sanat, aşkları zevk olmuştur. Onlar; ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn basamaklarını aşıp zevke’l-yakîn zirvesine ermişlerdir. Refikleri Allah, tarikleri aşktır. Epey çileli, gayet ıstıraplı, herkesin göze alamayacağı bir yola talip olmuşlar, nihayet ulaştıkları her bir gönülde sultanlık makamına oturmuşlardır. Tüm bu istikametin özetini ise Yunus Emre şöyle yapmıştır: “Eğer 'aşkı seversen cân olasın / gönüller tahtına sultân olasın.

Anadolu’nun Gönül Dili: Yunus Emre; Muhit Kitap’ın deneme koleksiyonuna ait üçüncü eser. Özçelik hoca bu çalışmasının ilk bölümünde Yunus’un yaşadığı devrin hemen akabinde hem tarihi hem de menkıbevi hayatını değerlendiriyor. İkinci bölüm ise çalışmanın adını şerh eden makalelerden oluşuyor. Bu makalelerde Yunus’un neden Anadolu’nun gönül dili olduğu, ondaki terk ve teslimiyet hâli, mürşidi Tapduk Emre, Dertli Dolap ve sarı çiçek metaforları, şiirlerinin ve ilahilerinin bugünün dünyasında neye karşılık geldiği, nefs muhasebesi, sosyal tenkitleri, birlik’de çokluk ve çokluk’ta birlik meselesi, Türk topraklarına yaydığı nefesi, Molla Kasım’la imtihanı, şiir olarak gördüğümüz duaları, fıtrat eğitimcisi tavrı, hayatı ölümle anlamlı kılan yanı, yol-yolcu-yolculuk kavramları, akıl ve gönül bağlantıları, sûfî şair olarak nasıl yorumlanması gerektiği, şiirinin teknik yapısı, sözünün gücü ve şiirimizdeki Yunus Emre geleneği gibi konular ele alınıyor. Özellikle Yunus Emre şiirlerinde yer alan ayet ve hadis yorumları, günümüzde onu yalnızca hümanist bir şair olarak gören, gösteren kimselere bir cevap niteliği taşıyor. Diğer yandan, yazının başında belirttiğim ümmilik vasfının yeniden yorumlanması gerektiğini ortaya koyuyor. Özçelik hoca, “O, ayet ve hadisin doğrudan lafzını iktibas etmez. Bunların anlamlarını şiir diliyle ifade eder yahut onlara telmihlerde bulunur. Dolayısıyla onun dili bir müfessirin, mütercimin yahut vaizin dili değil bir mutasavvıf şairin dilidir. Üstelik bunu muhataplarının ana diliyle yani Türkçe ile yapar” diyor ve Yunus’un şiirlerinde karşılık bulan ayetlerden ve hadislerden birkaç misal veriyor.

Çünki gördüm ben Hakk’umı Hakk’ıla olmışam biliş / her kancaru bakdumısa hep görinendür cümle Hak.” (Bakara, 115: Nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi oradadır.)

Yunus bu sözleri kogıl kendözünden elin yugil / senden ne bir digil çün Hak’dan gelir hayr u şer.” (Tevbe, 51: De ki Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla isabet etmez.)

Sen kim dedin ya Rab bana ben yakınam senden sana / çün yakından benden bana görklü yüzün göster bana.” (Kaf, 16: Biz ona şahdamarından daha yakınız.)

Kün’i bir kez’in söyledin / her nesneyi var eyledin.” (Bakara, 117: Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’tır. O, bir işin olmasını dilerse, ona ancak ol der ve olur.)

Dost sureti gözgüdür bakan kendi yüzün görür / gelsin ol kendisiz gelen ben razıını ona derim.” (Hadis: Mü’min mü’minin aynasıdır.)

Âşık Yunus n’eder dünyayı sensiz / sen hak peygambersin şeksiz gümansız / sana uymayanlar gider imansız / adı güzel kendi güzel Muhammed.” (Hadis: Bana itaat eden cennete girer. Bana uymayan da cenneti istememiş demektir.)

Tartalum günahumzu arturalum ahumuz / idelüm hisabumuz hisab olmamagıçün.” (Hadis: Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin.)

Ne dirisen sen di bana koma beni benden yana / benüm hâcetüm bu sana bana beni istetmeyem.” (Hadis: Beni nefsimin hâkimiyetine bırakma ve bana verdiğin güzel şeyleri geri alma.)

Bütün bunlardan çıkan sonucu Mustafa Özçelik kitabında şöyle özetliyor: “Yunus Emre de bütün mutasavvıflar gibi İslam’ın iki temel kaynağına dayanarak, oradan aldığı ilhamla her biri birer ayet ve hadis yorumu sayılabilecek sözler / şiirler söylemiştir. Böylece hakikat, şiir vasıtasıyla da dile getirilmiş, akıllarda ve gönüllerde karşılık bulmuştur. Bu yüzden mutasavvıfların şiirlerini herhangi bir şairin şiirinden ayrı bir yerde görmek ve ona göre okuyup anlamak gerekir.

Velhâsıl; Anadolu’nun Gönül Dili: Yunus Emre, Türkçenin Cebrail’ini nasıl anlamamız gerektiğine dair oldukça zengin metinler ihtiva ediyor. Gönüller tahtının sultanı Yunus’a muhabbeti olanları, ilahi aşk ve şiir ile derinleşen irfan yolunda kaybolmaya çağırıyor. Zira insan kaybolmadan bulamaz, bulmadan olamaz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 21. sayısında yayınlandı.

Yûnus’un denizinde, kalbe dokunan bir gezinti

"Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer."

Aşka düşen gönüller yanarmış, aşk odu ile aşık kül olur, mum gibi yumuşayıp erirmiş o aşığın gönlü, aşktan nasibi olmayan gönüllere ise kar yağarmış, zorlu, katı bir kış çökermiş o gönüllere. Katı bir gönül ikliminde de gül yetişmeyeceğinden, Yûnus Emre, vahdet denizinde yol alan yolcuya rehberlik ediyor, aşk oduyla yanmak gerektiğini söylüyor. Yûnus Emre’nin mısralarının tadını alınca da, ağzına bir kaşık bal çalınmış bir bebek gibi sürekli devamını istiyor insan.

Yûnus’un Denizinde, küçük sînesinde büyük bir deryanın suyunu barındıran bir röportaj kitabı. Eserde Mustafa Tatcı, Yûnus Emre’nin Türkçe’yi mâna ve tasavvuf dili haline getirmesinden, kendisinden öncekilerin mecazlarla boyadığı manaları, apaçık şekilde anlatmasından, Yûnus Emre’nin menkıbevi hayatından ve hayatına dair rivayetlerden, Yûnus Emre’nin hayatının anlatıldığı hikayelerdeki remizlerin ne anlama geldiğinden bahsediyor. Röportaj 12 başlık altında toplanıyor ve en son başlık olan “Yûnus’un Denizinden İnciler” kısmında Mustafa hoca, Yûnus Emre’nin iki ilahisinin açıklamasını yapıyor.

Hiç şüphesiz Anadolu erenlerinin hepsinin amacı kemâle ve hakikate giden yolu göstermektir, Yûnus Emre’nin de hakikat noktasında diğer büyüklerden bir farkı olmamakla birlikte, ilim dilinin Arapça ve Farsça olduğu bir devirde Yûnus Emre, seyr ü sülük adı verilen tasavvuf yolculuğunu ve temaşâsını, batı Türklerinin diliyle, arı duru bir Türkçe ile anlatıyor. Mustafa Tatcı bu noktada şöyle söylüyor: “Yûnus gerek Türk toplumu ve gerekse Türkçe konuşanlar için, daha açık söylersek, dönemine göre Arapça ve Farsça bilmeyen insanımız için hakikaten bir lutf-ı ilahîdır. O bize Tapduk Emre Hazretleri’nin vesile olduğu en büyük armağandır. Çünkü o, İslam’ın hakikati demek olan tasavvuf yolculuğunu Batı Türklerinin diliyle ilk defa gündeme getiren kişi olmuştur. Hani Kehf suresinde işaret edilen 'Ona katımızdan ilim öğrettik' denilen ledün ilmini Türk diliyle beyan eden kişidir o. Bu sebeple Yûnus için “Türkçe ledün dilinin müessisi” de diyebiliriz."

"Aynı zamanda Yûnus Emre, Türk diliyle tasavvuf yolculuğunu anlatırken, Türkçe’de her kesimden halkın günlük dilinde kullandığı kelimelere yeni mânalar yüklüyor. Örneğin ben veya kendi gibi kelimeleri “…varlığın değişmeyen özü yani hak ve hakikat anlamına gelen 'ayân-ı sâbite' için…” kullanıyor: Bir ben vardır bende benden içeri."

Türk dilini mana dili haline getirmesinin yanı sıra, Yûnus Emre, kendinden öncekilerin mecazlarla boyadığı tasavvuf yolculuğunu apaçık şekilde anlatıyor.

Bu bizden önce gelenler mânâyı pinhan dediler
Ben anadan doğmuş gibi geldim ki uryân eyleyem


Yûnus Emre menkıbevi hayatından bilindiği üzere Tapduk Emre’ye intisap etmezden evvel Hacı Bektaş Velî’nin huzuruna köyünde meydana gelen kıtlık sonucunda buğday istemek için çıkmış, buna karşın Hacı Bektaş Velî Yûnus Emre’ye nefes teklif etmiştir. Mustafa Tatcı hoca, burada adı geçen nefesin erenler nefesi olduğunu açıklıyor. Erenler nefesi, ölüyü dirilten bir nefes-i kudsî…

Erenler nefesi, ölüyü dirilten bir nefes-i kudsîden kinayedir ki içinde Muhammedî sır vardır. Siz bunu Yûnus’un “dirilik suyu” da dediği “âb-ı hayat” olarak da anlayın. (…) Öncesi ölüdür insanın. Yani bedeni diri olsa da, mânası ölüdür.

Erenler nefesidir devletimiz
Anınçün fitneden olduk selâmet


Bizler ise, Yûnus Emre gibi bir hazineye sahip iken, onun sözlerini tutmalı, aşkı aramalı, aşk ile aslımıza dönmek için çalışmalı, endişeden geçmeli, vehimlerimizi terk etmeli, aşka ulaşmalıyız, vehimlerimizden yalnız aşk ile kurtulacağımızı söylüyor Yûnus Emre:

Geç Yûnus endişeden ne gerek bu pîşeden
Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer


Özünü tevhide tapşırıp Yûnus gibi olacaksınız. Gayemiz Yûnus’u okumak değil, Yûnus olmaktır. Samimiyet her engeli yok eder. Dağ ne kadar yüce olsa yol onun üstünden aşar. Yürüyeceksiniz. Ne diyelim Cenab-ı Hak hepimize aşk versin, birlik ve dirlik şuuru versin.

Okurunu Yûnus’un denizinde, kalbe dokunan bir gezintiye çıkaran bu kitabı okuyacak olan herkese mânâ dolu ve feyizli okumalar diliyorum. “Kendi mâna dili mâna olan” Yûnus Emre’yi cümlemizin anlaması temennisiyle…

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc