SAYFALAR

18 Ekim 2021 Pazartesi

Bir İngiliz subayın gözünden Anadolu

Sosyal tarih alanında ortaya konan eserler her zaman ilgimi çekiyor. Buna seyahatnameleri, anıları, mektupları, belgeleri de dâhil ediyorum. Çünkü tarihi sadece savaşlardan ibaret gören bakışı biraz yana kaydırıyor bu tür eserler. Anlatılan zamanda insan tekinin yaşamını konu alması, sosyal-günlük hayatı daha içten anlatması, insan yaşamını daha özele indirgemesi bu tür eserlerin değerini çoğaltıyor bence. Örneğin, “Selçuklularda sosyal hayat” gibi genel bir başlık yerine “Selçuklu zamanında yaşamış bir ailenin günlük hayatı” tarzı içerikler benim için daha değerli olabiliyor. Tabiî bu eserler oldukça az. Seyahatnamelerle bu açığı kapatmaya çalışıyoruz. Seyahatnameler de bir bölge için kısa bir zaman dilimini esas alsa da (çünkü seyyah kısa süre duruyor gittiği yerde) bazı çıkarımlarda bulunabiliyoruz.

Bu anlattığım türdeki eserlerden biri İngiliz subay Frederick Burnaby’nin At Sırtında Anadolu kitabıdır. İstanbul’dan başlayıp Anadolu’nun doğu ucuna (hatta az da olsa İran topraklarına) 1876-1877 yıllarında at sırtında giden İngiliz subayın anlattıkları bize, yaklaşan Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) kokusunu vermekle kalmıyor sosyal hayat yönünden zengin bir içerik de sunuyor. Daha önce Turkuvaz Kitap etiketiyle basılmış bu eser. Fakat İletişim Yayınları'nın, kendi baskısında, arka kapakta biraz da manidar bir şekilde “sansürsüz” basımını yaptıklarını söylemesi, kitabın bir önceki yayınevi tarafından sansüre uğradığını gösteriyor. Gerçekten bazı insan topluluklarını rahatsız edecek pek çok şey var kitapta ancak sansür konusunda yayınevlerinin birbirinden daha temiz olduklarını düşünmüyorum. Çoğu yayınevi kendi düşünce yapısına göre az veya çok bazı sansürler uyguluyorlar bastıkları kitaplarda. Nâzım Hikmet, Dostoyevski gibi isimlerin eserlerinde dahi bu durumu gördük çünkü Türkiye’de.

Subay Burnaby sadece Türkiye’ye değil başka bölgelere de seyahatler düzenlemiş bir asker. Fakat bunların sadece seyahat amacıyla olduğunu düşünmek bana fazla çocukça geliyor. Londra’daki konforunu bozup Anadolu’yu at sırtında geçmek, durduk yere yapılacak bir şey değil çünkü. Burnaby öyle şeyler anlatıyor ki herhangi bir Türk vatandaşı bile bunu yapmaz. Fakir köylerde ahırlarda, böceğin pirenin içinde konaklamaktan tutun da karda dağ başında mahsur kalmalara kadar birçok şey yaşıyor Burnaby. Bu zorluğa katlanmasının önemli bir nedeni de casusluk olsa gerek. Çünkü Anadolu hakkında; köylerden kasabalardan tutun da insanlara ve hatta nerede hangi köprü var (yıkık dökükler dâhil) gibi bilgilere kadar öyle detaylar veriyor ki, bu gezinin sadece bir seyahat olduğunu düşünmek safça geliyor. Tabiî Burnaby’ye göre bu gezinin amacı “İngiliz halkında Türklerin çok olumsuz bir imaja sahip olması, Bulgaristan’da Türk çetelerin bazı katliamlar yapması ve Osmanlı’nın İngiltere’ye olan faiz borcunu ödeyemeyecek olması sebebiyle bunları yerinde görüp karar vermek”tir: “…Bu kargaşa ortamında doğruyu bulmak güçtü. Türkler anlatıldığı kadar korkunç birer cani miydiler? Az önce sözünü ettiğim dindar beyefendiler, Hıristiyanların kazığa oturtulduklarına gerçekten tanık olmuşlar mıydı, yoksa bu din adamları bir sanrının mı etkisinde kalmışlardı? Bâbıâli uyruklarının anlatıldığı kadar kötü kalpli olup olmadıkları sorusuna doyurucu bir cevap bulmanın tek yolu vardı. Anadolu’ya gitmeye karar verdim; çünkü orada herhangi bir Avrupalı gözetiminin çok uzağında yaşayan Türklerle bir araya gelecektim…” Kim inanırsa artık. Çünkü Burnaby, bu kadar tehlikeli olduğu söylenen geziye kendi uşağı, İstanbul’dan aldığı Müslüman bir yardımcı ve biraz silahla çıkıyor. Fakat üzücü olan şu ki, gittiği her köy veya kasabada o bölgenin mülki veya askeri amirince bütün kapıların İngiliz’in önüne açılması, askeri bilgilere kadar. Burnaby de boş bulunmayıp bütün bilgileri topluyor elbette.

Kitap hem zamanın Osmanlı halkını, onların yaşayışını, gayrimüslimler ile Müslümanların ilişkisini konu ediyor hem de savaş konusunda bir takım bilgiler veriyor. Şunu söylemekte fayda var, Burnaby’de Türk halkına karşı bir tepeden bakma, bir kibir durumu var. Yani “ben dünyaya hükmeden bir ülkenin subayıyım sizse sıradan bir Türk halkı” durumunu okur hissedecektir. Sadece Burnaby’de değil yanından hiç ayrılmayan sadık uşağı Radford’ta da bu durumu görebiliyoruz. Ancak hakkını verelim, Burnaby adalet duygusundan hiç ayrılmıyor ve Avrupa’da inanılan şeylerin doğru olmadığını açık açık yazıp bunları resmi diplomatik mektuplarla ve belgelerle destekliyor. Örneğin Müslüman idarecilerin gayrimüslim halka kötü davrandığını işittiği yerlere özellikle gidiyor ve bunun tamamen yalan olduğunu gözleriyle görüyor. Bunları da açık açık yazmaktan çekinmiyor tıpkı Türk halkında gördüğü aksaklıkları açık açık yazmaktan çekinmediği gibi: “Türk yetkililerin en büyük kusuru, askerî konularda ağırdan almalarıdır. Ancak onları suçlamak bir İngiliz’e düşmez. Belki de hiçbir ülke bu konularda bizden daha ihmalkâr değildir. ‘Ruslar gelmez inşallah,’ der bir Müslüman ve oturup tütün dolu çubuğunu yakar.

Bu gibi çok tespit var kitapta. Kitabı okurken hem Anadolu’nun fakirliğini görüp hem de İngiliz’in bu şekildeki haklı tespitlerini okuyup üzülüyoruz. Bir de tabiî gittiği her yerde ondan kendisi için ‘referans’ olmasını isteyenler var. Yani bir Türk subayı dahi yüzbaşılıktan binbaşılığa yükselme konusunda komutanıyla veya amiriyle konuşması için İngiliz’den ricacı oluyor. Tabiî halkta da bu bakış açısı var. Burnaby’nin yazdıklarını doğru kabul edersek, Türk halkı tamamen “İngilizler Türk-Rus harbinde bizi desteklesin yoksa mahvoluruz” anlayışında.

Anadolu uzun yıllar gayrimüslimlerle Müslümanların sorun yaşamadan hayatlarını sürdürdüğü bir coğrafyaydı. Bu durumun biraz da Müslümanların siyasi ve askeri gücünden kaynaklandığını düşünüyordum. Hâlâ da bu düşüncelerim tam anlamıyla değişmiş sayılmaz ancak Osmanlı’nın güçsüz dönemleri denebilecek bu gezi tarihlerinde de Burnaby’nin yazdıklarında bu durumun emarelerini görebiliyoruz. Kitapta dikkat çekici noktalardan biridir bu: Gayrimüslimler genel anlamda hatta neredeyse tamamen başlarındaki Müslüman idarecilerden memnun. Avrupa’da yanlış aksettirilen birçok olayın doğru olmadığını kanıtlıyor Burnaby ve bu halkların Müslüman idareciler yönetiminde gayet rahat yaşadıklarını söylüyor. Ufak tefek istisnalar olsa da…

Kitapta, Anadolu’da yaşayan bazı halklar için rahatsız edici ifadeler mevcut. Bunları söylemeyeceğim, merak edenler zaten kitabı alıp okuyabilir ama tarihi olayların seyrine yani geçmişe bakarak Burnaby’nin çok da haksız olduğunu söyleyemiyoruz.

Kitabın önemli özelliklerinden biri de en arkada bazıları oldukça uzun bazıları çok kısa resmi belgeler ve resmi mektuplar içermesi. Toplumsal olaylarla ilgili birçok belge sunuyor Burnaby okura ve bu belgeler genel anlamda Türkler lehine. İngiliz’in bir kibri var ancak adaleti de var.

Roman gibi okunabilen bir kitap At Sırtında Anadolu. Biraz ağır akıyor ama çok sade bir dille yazılmış. Sonu daha derli toplu olsa iyi olabilirdi. Yani ülkemize gelişini çok detaylı anlatmış Burnaby ancak Londra’ya dönüp kitaba bir son yazma durumu fazla aceleye gelmiş. Yine de ana konu subayın Anadolu’da geçirdiği süreyse, bu kısım fazlasıyla doyurucu. Yaklaşık 150 yıl önceki Anadolu’yu merak edenler için kıymetli bir eser.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder