SAYFALAR

31 Ocak 2021 Pazar

Ne varsa kendi özümüzde ve geçmişimizde var

"Aziz dost! Sen tek bir kişi değilsin, sen bir alemsin. Ey insan-I kamil! O senin muazzam varlığın belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce alem o denize gark olup gitmiştir."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi ilimlerle yüzyıllardır insanı tanımanın ve anlamanın peşindeyiz. Ben de insanı biraz daha tanıyabilmek, psikolojiye biraz daha vakıf olabilmek için yakın zamanda Engin Geçtan’ın İnsan Olmak adlı kitabını okudum. Kitapta insan davranışlarının altında yatan nedenler ve farklı psikoloji ekollerinin insanı değerlendirme biçimleri yer alıyordu. Yazar, içimizde iyi ve yapıcı özelliklerle kötü ve yıkıcı özelliklerin bir arada bulunduğunu ifade ediyordu. Sevgi ve kabulün olduğu bir ortamda büyüyen kişilerde iyi ve yapıcı özelliklerin öne çıkacağına inanıyordu. Ne var ki insan psikolojisine dair birçok bilgi edindiğim bu kitabı bitirdiğimde bir şeyin eksikliğini hissetmiştim içimde. İnsanı anlamaya ve anlatmaya yönelik yazılmış bir kitapta onu yaratandan hiç söz edilmemesinin eksikliğini. Değil mi ki türlü halleri, davranışları olan insan kendi kendine var olmamıştı. Onun her halinden haberdar olan, iyiye ve hakikate yönelmesini arzulayan bir yaratıcısı vardı.

Bu kitabın ardından okumaya başladığım Dokuz Yüz Katlı İnsan adlı kitap ise adeta hissettiğim bu eksikliği kapatmak için yazılmıştı. Yazarı Mustafa Merter uzun yıllar yurt dışında yaşamış, kendi deyimiyle gençliğinde hippicilere özenmiş, tüm edindiği psikoloji ilmine rağmen defalarca depresyona girmiş, meditasyon gibi yöntemlerle ruhunu yüceltmeye çalışmış ancak aradığı huzuru yıllar sonra ülkesine dönüp İslam’ı yaşamakta ve tasavvufta bulmuştu.

Kitaptan söz edecek olursak ilk sayfalarda bilinçdışının keşfinin tarihçesi, Freud, Jung, Maslow gibi farklı psikiyatristlerin düşünceleri ve kullandıkları yöntemler ayrıntılarıyla karşımıza çıkıyor. Psikoloji tarihine hakim olmayan biri buraları kavramakta zorlanacaktır. Ben bu kısımları birkaç kez art arda okuyup kısa notlar alarak ilerledim.- Kitabın ilerleyen sayfalarında bilinç halleri üzerinde durulduğunu görüyoruz. Günlük alışılmış bilinç durumundan ve bunun dışına çıkmak için kullanılan meditasyon, sarhoşluk, hipnoz, uyku gibi farklı bilinç durumlarından söz ediliyor. Tüm bunların ötesinde C. Tart tarafından araştırılan Değişik Bilinç Halleri’nin aslında bizde yüzyıllar önce ortaya konmuş tasavvuftaki “hâl” kavramını yansıttığı tespiti kıymetli. Benötesi psikolojisinin tasavvufla ne kadar örtüştüğünü de görüyoruz. Ama bunları keşf edenler uzak Doğu mistisizminin etkisinde kalmalarına rağmen tasavvuftaki nefs anlayışını bilmeden ortaya bir şeyler koymuş ve bir noktadan sonrasına geçememişlerdir. Bu tespitten sonra kitap ağırlıklı olarak tasavvufi bilgiler eşliğinde ilerliyor. Kuran’dan ve Mevlânâ'dan yapılan alıntılarla insanın, şu dokuz yüz katlı ruhu olan insanın ulaşabileceği mertebelerden söz ederek hayat yolculuğuna ışık tutuyor. Kitap boyunca bizle sohbet eden, kendi hayat tecrübelerini anlatan, İslam’la hayatını güzelleştiren, tasavvufla yaşamın anlamını keşf eden bir Mustafa ağabey sanki bizle sohbet ediyor. Bize yaratıcısının insanı ne için yarattığını anlamadan kat edilen psikoloji yolculuğunun ne kadar eksik ve yetersiz olduğunu, insanın çıkabileceği, ruhunu yüceltebileceği daha birçok basamak olduğunu hatırlatıyor.

Şöyle ki esasen insanın yaşadığı tüm zorluklar bir üst kata çıkabilmesi, kendini tanıyabilmesi içindir. Bu üst kat kavramı yani nefs mertebeleri kitapta bir gökdelen benzetmesiyle somutlaştırılıyor. Gökdelenin en alt katındaki karanlık odada kendini eğlenmeye veren, anlık hazlar peşinde koşup bir süre sonra iyice bunalan insanlar var. Bir üst katta parayı her şeyin önüne koyan, aklı fikri maddiyatta olan insanları görüyoruz. Onun üstünde dış görünüşe takılmış, estetik peşinde, kendini farklı gösterme derdinde olan insanlar yer alıyor. Bir üst katında ailesiyle ilgilenen, vaktini çoluk çocuğuyla geçiren bir insan görüyoruz. Onun üstünde ise bir aydınlık kaplıyor etrafı. O katta hastalara bakan, yetim başı okşayan bir insan var. Bir üst katta ışık daha da artıyor, kendisini ibadete vermiş, ağzı dualı bir zat görüyoruz. En son katta ise artık sadece ışık (nur) var, insan o ışığa karışmış ve artık ayrı bir varlık olarak görünmez olmuş. Ve bu katlarda olan kişiler aslında aynı kişi. Hepimiz bu katlar arasında gezinebiliriz. En alt katta hapis kalmak da mümkün, üst katlara çıkıp ışığa karışmak da. Batı psikolojisi maalesef bu katların varlığından habersizdir.

Yazar kitabında özetlediği tüm ekollerden sonra Batı psikolojisi ekollerini eleştirmeye ve eksik bulduğu yanlarına ışık tutmaya çalışıyor. Ona göre bu psikoloji bilimini inşa edenler; narsist ve hedonist insanların ortaya çıkmasını kolaylaştırmış, insanı vermek yerine daima almaya teşvik ederek adeta insanlığın çöküşünü hızlandırmışlardır. Bütün insanlar üst katlara hasret olmasına rağmen ona gidecek olan yolu bilmemektedir. Psikologlar insanı bir üst kata çıkarmak yerine içinde bulunduğu katı süslemeye yönlendirmektedir. Böylece insanlar kendini mutlu etme peşinde gittikçe bencilleşmektedir. Bu bencilleşmeyle insan sadece kendine zarar vermiyor, küresel boyutta ekolojik bir kirlenmeyi de beraberinde getiriyor. Oysa gerçek özgürlük için yükselmek gerekiyor, yükselmek ise vermekle, en az kendin kadar bir başkasını düşünebilmekle, sendekini paylaşmakla başlıyor.

Psikoloji alanında çok ilerlememize rağmen insanların neden tekrar eden depresyonlara, kaygıyla ilgili hastalıklara duçar olduğu sorusunu akla getiren kitap bu soruya verdiği tatmin edici cevaplarla benim başucu kitaplarım arasında yerini aldı. Bir kez daha görmüş oldum ki geçmişimiz, büyüklerimiz, verdikleri eserler, dikkat çekmek istedikleri noktalar çok kıymetli. Böyle bir geleneğin içerisinde, hak dine gönül vermiş zatların ardından var olmak da öyle. “Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler / O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” dizelerinde Fuzûlî’nin dikkat çektiği gafillerden olmayıp kendi değerlerimize sahip çıkarak önce onları özümseyebilmek ne kadar da önemli. Yeni çağ manevi arayışlarının çokça arttığı şu günlerde inancımızın, özümüzün, gerçek huzuru bulan büyüklerimizin kıymetini bilenlerden olmak ümidiyle…

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

30 Ocak 2021 Cumartesi

Tatlı gelen acılar

Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı.

Taze, demli bir çayın insanın dilinin ortasında bıraktığı tatlı bir acılık vardır ya hani, işte bazı kitaplar da dimağımızda öyle bir iz bırakıyor. Suzan Defter, benim için öyle bir kitap oldu. İnsan gönlünün kaybettiklerini kabullenemeyişi, geçmişte yaşayışı, ezilmişlik duygusu, unutmak ve unutulmak, bazen unutamamak.. Ayrılığın insan dimağında yarattığı tartışılmaz acı.. İnsan ve insana mahsus halleri, muazzam bir şekilde kaleme almış Ayfer Tunç.

Suzan Defter’de, vuslatla bitmemiş acıklı bir aşk hikayesi, gözlerimizin dolmasına sebep olacak melankolik bir üslupla anlatılmış. Kitap, iki farklı kişiye ait günlükler üzerinden ilerliyor. Kitabın sol sayfaları, Ekmel Bey’in günlüğünden, sağ sayfaları ise Derya’nın günlüğünden oluşuyor. Günlüklerde, esasen Ekmel ve Derya’nın mazileri ve bu mazilerin zihnî ve kalbî olarak bugüne etkisi hikaye ediliyor. Kitaba ince işlenmiş bir yalnızlık ve anlaşılmama duygusu hakim. Ekmel’in sırf eve gelen giden olsun diye evini satılığa çıkarması, kuşkusuz kitabın en etkileyici olaylarından biri. Keza Derya ve Ekmel’in yolları bu satılık ev ilanı sayesinde kesişiyor. İnsanın yalnızlığa, kendini ifade edememeye tahammül etmesinin ne kadar güç olduğunu kurguya muazzam bir şekilde yedirerek okura sunmuş Ayfer Tunç.

Kitapta günlüklerini okuduğumuz Ekmel ve Derya karakterlerinin birbirine benzeyen geçmişleri olduğu dikkat çekiyor. Derya’nın annesi, babası tarafından aldatılmış bir kadın, Ekmel’in babası ise annesi tarafından sevilmemiş. İki karakterin de hayatlarında bir sevgi eksikliği görülüyor. Genellikle kız çocuklarının kadın olarak annelerini ve erkek çocuklarının erkek olarak babalarını kendilerine idol seçtikleri görülür. Suzan Defter’de cinsiyet olarak bu iki karakterin de, hayatlarında rol model aldığı şahıslardan yaralı olduğunu söylemek mümkün. Ekmel ve Derya’nın birbirini anlamasında, benzer geçmişlerden geliyor olmaları oldukça etkili oluyor. Kitaba adını veren Suzan karakteri ise, Derya’nın abisinin, onu on beş yıl boyunca bekleyen sevgilisi. Derya, Suzan’ı abisinden daha çok sahipleniyor. Suzan’ın abisini sevişinde gerçek olan, aradığı sevgiyi görmesi, Suzan’a olan bakışının önemli bir kısmını oluşturuyor. Bu sebeple de Ekmel’e kendini Suzan adıyla tanıtıyor.

Suzan ile Derya’nın abisi arasında geçen, oldukça dramatik ve üzücü bir aşk. Derya’nın abisi, 12 Eylül olaylarına karışmış ve polis tarafından aranan birisi olduğundan Suzan’ın annesi kızı için endişeleniyor. Ancak Suzan, aşkından vazgeçmiyor. Sevgilisiyle mektuplaşmaya devam ediyor. Bu sırada Derya ile görüşüyor. Bir süre sonra, Derya’ya gelen mektuplar tek tük de olsa devam ederken, Suzan’a gelen mektupların ardı kesiliyor. Derya’nın abisi, Suzan’ın aşkı karşısında çaresiz düşüyor, eziliyor ve bu aşkı kaldıramıyor. Ancak bu aşk hikayesinde kucağında bir kucak dolusu korla kalan bir tek Suzan olmuyor. Derya da abisinin acıklı aşkından nasibini alıyor, yıllar sonra yeğenleri bile olmasına rağmen Suzan’ın hatırasını içinden atamıyor.

Ama bir kucak korla kalan siz olmuşsunuz.
İyi ya boş değildi kucağım.
Ama yandınız, kül oldunuz.
Ama vardım, kül bunun kanıtı.

Suzan Defter’de aşkı, aşkın izlerini, gerçek aşkın, sonunda vuslat olmasa bile unutulmadığını, acının nasıl tatlı olabildiğini okuyacaksınız. İnsanın, öldürücü görülen bütün acılara rağmen nasıl yine de yaşayabildiğini.. Suzan Defter’i okuyacak olan herkesin, bu güzel kitabı keyifle okumasını diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Gönlünün muradını keşfetmek

"Sultan suyu gibi çağlayıp, akma
Durulur, gam yeme, divane gönül."
- Pir Sultan Abdal

Şu üzerinde yaşadığımız coğrafya ne kadar bereketli ki bizi ayağa kaldırmak için mücadele eden, ömrünü insana hizmete adamış nice büyük gönül sahibini barındırıyor. Biri gidiyor, biri geliyor, hiç bitmiyor. Onlar bu coğrafyanın kendilerine kazandırdıklarının gayet farkındalar. Bu farkındalıkla, yeterli donanıma eriştiklerinde "bu topraklara ve insanına bir borcum var" diyerek hizmetlerini her alanda artırıyorlar. Kitaplarıyla, söyledikleriyle, bazen davranışlarıyla ve tavırlarıyla bize çok önemli şeyler işaret ediyorlar. Doğan Cüceloğlu da seksen yılı aşan ömrünü Türk insanını anlamaya, ona hizmet etmeye adamış bir bilge. Varlığına kattığı birikimi, görgüyü, zihniyet bileşenlerini yediden yetmişe herkese aktarmak için canla başla gayret eden, yüzüne baktığımızda daima yaşam coşkusu gördüğümüz bir yüksek gönül sahibi. Burada alçak gönüllü de diyebilirdim fakat gönül öyle bir kelime ki yanına ancak yüksek yakışıyor.

Savaşçı'yı ilk okuduğumda lise yıllarımdaydım. Gelecekte ne yapacağına henüz karar verememiş, düşünce dünyasını zenginleştirmenin tadını yeni yeni tadan ve bir evin bir evladı olması sebebiyle kendini korumayı bir yaşam biçimi hâline getirmeye başlamış biri olarak dört elle sarılmıştım kitaba. Çünkü kitap bana, ömrümün geri kalan kısmında hep ihtiyaç duyacağım bir abi yahut abla olmuştu, kılavuzdu. En yakınlarıma bile soramadığım soruların, henüz peşine düşmediğim meraklarımın cevabını erkenden alabilmiştim Cüceloğlu vesilesiyle. Özellikle "Niyetiniz, yaşamınızın pusulası olmalı" ve "Hayır demesini bilmeyen kişinin evet'inin de anlamı yoktur" cümlelerini zihnimin 'yardım odası'na yerleştirmiştim daha o zamanlarda. Şimdi, otuz beş yaşında, evlenip bir aile kurmuş, iki evladın mesuliyetini üstlenmiş, ilk yaptığı işi gönlüne uygun bulmadığından çok daha düşük maaşa asıl istediği mesleğe yönelip işini zevk hâline getirmiş, kendine doğru meşgaleler seçebilmiş ve dolayısıyla hayatta her zaman güzele, huzura, paylaşıma yönelebilmiş biriysem, bunu Cüceloğlu gibi bilgelerin yazdıklarını samimiyetle okuyup, söylediklerini cesaretle hayatıma katabilmeme borçlu olduğumu söyleyebilirim. Belki bu yazıyla, hocaya olan borcumu -asla mümkün olmayacağını bilsem de- öderim. Hiç değilse bir selam gönderirim, yürekten...

2016 sonbaharında yayın hayatına başladı Kronik Kitap ve ağırlıklı olarak tarih kitaplarıyla, bu alana çok büyük bir ivme kazandırdı. Zamanla çok önemli anı ve biyografi kitapları yayınlayarak çemberini genişletti. Nihayet, çok sıkıntılı geçen 2020'nin ardından 2021'i heyecan verici bir kitapla karşıladı: Var Mısın? Deniz Bayramoğlu'nun son derece yerinde hazırladığı sorulara Doğan Cüceloğlu'nun ilmi ve şahsi derinliğiyle verdiği cevaplardan oluşan bu kitap, insana kendini keşfetme ve zorlukla başa çıkma noktasında ufkunu genişletecek bir enginliğe sahip. Doğan hocanın verdiği tüm cevaplarda şunlar dikkati çekiyor: asla yukarıdan -bilgiç- konuşmuyor, her zaman muhabbet ve sevgi temelli bir yaklaşım -bilge- kuruyor. Dünyanın farklı bir kıtasında eğitim alıp orada uzun seneler geçirmiş olsa da, yeryüzünün birçok yerine ayak basıp genişlettiği görgüsünde en çok Anadolu yer tutuyor. Acılarıyla, dertleriyle, neşesiyle, üretkenliğiyle daima Anadolu. Davranışlarıyla, gelenekleriyle, kayıplarıyla, inançlarıyla, yoksunluklarıyla Anadolu insanı.

Hayatının anlamı nedir? İnsan kendini nasıl geliştirir? Umutsuzluğu nasıl aşarız? İçimizdeki "öz"ü nasıl buluruz? Çevremiz bizi nasıl etkiler? Kime akıl danışılır? Yaşam neleri ödüllendirir? Nasıl eş seçilir? Zihnimiz nasıl işler? Nasıl meslek seçilir? Nasıl biz oluruz? Toplum nasıl dönüşür? Nasıl okumalı, gezmeli ve ne dinlemeliyiz? Neleri okumalı, dinlemeli ve seyretmeliyiz? İşte kitap boyunca, Bayramoğlu'nun yönlendirmeleriyle Cüceloğlu'nun cevap aradığı sorular. Bu cevaplarda, Doğan hocanın sürekli vurgu yaptığı iki önemli mesele var: gönlünün muradını bulmak ve kendi özünü bulmak. Esasında her ikisi de birbiriyle ilgili meseleler. "İnsan kendi özünü ne kadar erken fark ederse, kendisiyle ne kadar erken ilişki kurarsa o kadar yaşıyor demektir. Bana göre hayatın anlamı 'keşif'tir. Hayat bir keşif yolculuğudur. Neyi keşfedeceksin? Özünü, kendini." diyor hoca. Demek ki evvela keşfetmek için yola çıkmayı göze almak gerekiyor. Tüm acılarımızla, hesaplaşmalarımızla, hüzünlerimizle yüzleşmek. Af dilemek, kabullenmek, sabretmek ve şükretmek. Burada belki hüzün kelimesi dikkat çekmiş olabilir. Hüzün önemlidir. "Hüzün insanın kendisini ihmal etmesinin bir sonucudur" diyor Doğan Cüceloğlu hoca. Muazzam bir söz olarak yazmalı bir kenara. Hüzünlendiğin an yüreğin seninle konuşmaya başlar çünkü. Kendine gel der, gönlünün muradına sahip çık der, bir türkü yahut şiir ısmarlar sana. Hüzün, sağaltır.

Her insan mutlaka yaşadığı hayatta bir anlam arar. Bunu bazen geç fark eder ve bir eksiklik olarak peşine düşer. Bazen de erken fark eder ve anlamını geliştirmek, genişletmek için çabalar. Kişi, geçmişiyle, yaşadığı şehirle, komşularıyla, dostlarıyla ve mutlaka işiyle, eşiyle, varsa evlatlarıyla kuvvetli bağ kurabilmek için muhakkak bir hikâyesi olmalıdır: "Hayata anlam verme beynin bir öykü oluşturmasıyla başlar. Doğası gereği insanın hayatında olayları anlamlı bir öykü biçimine sokma ihtiyacı vardır. Öyküleştiremediği bir hayat insanı sıkmaya başlar ve zamanla insan hayattan kopar." diyor hoca. Ne yapıyorum, ne yapmalıyım, ne yapacağım? Bu sorular, bir kariyer planlaması gibi değil, şahsiyet kurma biçiminde şekillenmeli. Şahsiyet kurmak önce insanın kendi elinde ve elbette çevresinin de etkisi var. Mesela hayır demeyi bilmek, şahsiyet kurma noktasında çok kritik bir yerde durur. "Kişiliğinin sınırlarını belirleyen insan tahribe uğramaz" demişti bir bilge. Çünkü insanın başına gelen sıkıntıların çoğu hiç hayır diyememekten. Hayır diyememek, sınır ihlalini, o da beraberinde tahribi getiriyor. Oysa şahsiyet, sınır çizmekle mümkün. İnsan annesiyle ve babasıyla olduğu gibi, eşiyle ve çocuklarıyla da kurduğu ilişkide kendi sınırlarını gözetmeli. Aksi hâlde tahribat başlıyor. Varoluşa saldırı. Kişiliğin yok oluşu.

Bugün en çok konuşulan meselelerden biri de çocuklarla kurulan iletişim. Burada bir nokta es geçiliyor. Bir insanın kendi çocuğuyla iyi iletişim kurabilmesi için evvela kendi çocukluğuyla iletişime geçmiş olması gerekiyor. Neler eksikti orada? Hangi kayıplar ve yaslar yaşandı? Ne tür neşeler ve sevinçler var? Anlamlı olan neydi? İmkânlar ve tuzaklar arasında nasıl mücadele edildi? Yalnızlık mı var yoksa tek başınalık mı? Birileri dinledi mi o çocuğu, anladı mı? Hep kendi kendine konuşmak zorunda kalan biri miydi o çocuk? Şimdilerde yardım alamıyorsa, kendisini ifade etmekte güçlük çekiyorsa, şahsiyet mücadelesine çok geç başlamanın yorgunluğuyla yaşıyorsa, tüm bunların arka planında boşluk hissinin yoğun olduğu bir çocukluk dönemimi vardı? Tam burada aklıma geldi, henüz "çocuğum sık sık uzaklara dalıp gidiyor acaba pedagoga mı gitsek?" diye tutuşanların olmadığı zamanlarda Kenan Rifâî şöyle ikaz etmiş bir dervişini: "Dünyaya evladın için değil Allah'ını bilmek için geldin. Evlat sana verilmiş bir emanettir. Gayret göster fakat tek gayen o olmasın." Ve sonra çocuklar da ebeveynlerine tapıyorlar. Ortaya her yönüyle sakat bir "ebeveyn dini" çıkıyor böylece. Evladı bir mobilya gibi görüyor. Onun hayatının her yönünü çizmeye, her tarafını dizayn etmeye çalışan korkunç bir ebeveyn tipi ve ezilmiş, insan bağımlısı olmuş bir çocuk. Kitapta Cüceloğlu bu tehlikeli hâllerin izahını da yapıyor. İlişkiler neden bu hâle geliyor, işte tam oranın üzerinde durmak gerekiyor.

"Hatalarım, günahlarım, sevaplarım, başarılarım, yenilgilerimle ben benim ve bugün hepsini sahipleniyorum." diyor Doğan Cüceloğlu. Şükür makamından sesleniyor. Kimse türküdeki gibi "Yıllarca aradım kendi kendimi / hiçbir türlü bulamadım ben beni" demesin diye hâlâ savaşıyor, keşfediyor ve insanlara birikimini aktarıyor. Uğruna ömrünü verdiği ilmiyle şifa dağıtmaya çalışıyor ve soruyor: Gönlünün muradını bulmaya, kendini keşfetmeye, daha güçlü yaşamaya var mısın?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Ocak 2021 Pazartesi

Günlük hayatın sevimli ve acı yanları

Barış Bıçakçı ile yaklaşık iki ay önce Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanıyla tanıştım. Çok sevmiştim o romanı okurken. Daha sonra okulda aldığım bir ders vesilesiyle Baharda Yine Geliriz adlı öykü kitabını okudum. İlk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'yi okumak, bugüne kısmetmiş.

Bir yazarı okurken, bir kitabında aynı yazarın başka bir kitabının atmosferini solumak çok olağan bir durumdur. Barış Bıçakçı’da da aynı durum söz konusu oluyor. Ancak bendeniz bunun fazlasını gözlemledim. Şimdilik üç kitabını okumuş olmama rağmen, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabında, Baharda Yine Geliriz kitabındaki Anlamayan Kadınlar öyküsünün adını ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanının baş karakterleri Ender ve Çetin’in de küçük öykülerini buldum. Bunun yanında henüz okumadığım Veciz Sözler kitabının adı da bu romanda bir cümlenin içinde geçiyor. Yazarın ilk kitabı olduğu düşünülürse, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi ve bundan sonra yazdığı diğer kitaplarındaki karakterler ve tabii ki atmosfer, bu kitapta toplanmış diyebilirim. Barış Bıçakçı’nın diğer kitaplarını okuduğumda bazı isimleri görüp, tekrar bu kitabı hatırlayacağımı düşünüyorum.

Roman, Abidin karakteriyle başlayıp, Burhan ve Mustafa Amca karakterleriyle sona eriyor. Esasen kitap, olaydan çok, duygusal dünya ve karakterler üzerine kurulmuş. Karakterlerin yaşamlarından kısa kesitler ve karakterlerin duyguları anlatılmış kitapta. Ancak, bu kısacık yaşam kesitlerinin, çok mühim, yaşamsal dönüm noktaları olmaması dikkat çekici. Gün içinde bir arkadaşınızla telefonlaşmanız kadar basit zaman dilimleri ele alınmış. Ya da evde yemek yaparken bir lise anınızın aklınıza gelmesi gibi. Hayatta gözümüze çok önemsiz görünen basit şeyler vardır ya, ama onları içimizde biriktirdikçe büyük sorunlar haline gelirler. İşte Barış Bıçakçı, bu küçükken birikip kocaman bir dağa dönüşen gündelik sorunlarımızı aydınlatmakta, oldukça usta. Aynı zamanda kitapta adı geçen kahramanların hepsinin birbiriyle arkadaş olduğunu düşündüm okurken.

Kitapta iç monolog ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmış kısımlara rastlamak mümkün. Olay bütünlüğü olan bir roman şeklinden çok karakterler üzerine kurulu öykülerin ucu ucuna eklenmesiyle oluşturulmuş gibi görünüyor kitap. Bu da incecik bir kitapta, pek çok duyguyu tatma fırsatı bulduruyor okura. Anlatım ve hissettirilen duygular bakımından bazı paragraflarda Oğuz Atay kokusu aldım diyebilirim. Ayrıca birbiriyle arkadaşmış gibi görünen insanların öykülerini ele alması yönünden de Oğuz Atay anlatılarıyla kitap arasında bir benzerlik kurulabilir. Barış Bıçakçı’nın duygusal atmosferinin ise Behçet Çelik’le benzeştiğini düşünüyorum.

Okuduğumuz kitaplarda yazarın kendisini aramamız, okur olarak sık yaptığımız bir şeydir. Ve genellikle metinlerde yazarın kendi hayatından parçalar bulunur. Bu eserde ve yazarın diğer eserlerinde yazar karakterlere rastlanması, Barış Bıçakçı için bu durumu destekliyor. Kitabın tamamına yoğun, incelikli bir anlatım hâkim. Yani dikkatle okunduğunda basit görünen cümlelerden oldukça duygu yüklü anlamlar çıkarılabilir. Kitapta beni etkileyen birkaç kesiti paylaşmak isterim:

Böyle şeyler köyde o kadar olağandır ki! Orada herkes doğuştan bir ölü yıkayıcıdır. Köylüler doğar, yaşar ve ölür, şehirliler ise doğuyorlar, yaşıyorlar ve ölümden korkuyorlar.

Hayat yine de kitapta durduğu gibi durmuyor, demişti Sulhi.

Uzun bir fermuarın dişlileri gibi birbirine kenetleniyor kendisi ve şu dünyanın dertleri. Kalbine dikiş iğneleri, topluiğneler, tığlar gibi saplanıyor tasalar."

Çünkü zamanla her şeyi sever insan. Çünkü bir gün öleceğini anlar.

Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, benim için, anlatılarını tanıdığım yazarların, hayatın ve gençliğin kokusunu aldığım, bazen anlık kahkahalar attıran, bazen acı tebessümler ettirip, bazen de hayrete düşüren satırlarla karşılaştığım, okurken çok zevk aldığım bir eser oldu. Kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç

23 Ocak 2021 Cumartesi

Haklı suskunlukların romanı

"Bizim kanatlarımız uçmazken de çırpar, âh
Yazgımızı biliriz, hep başkasına ıslanan mendiliz."
- Kemal Varol, Bakiye

Taşkale Cezaevi'ndeyiz. C-6 koğuşunda. Hepimiz oradayız. Tüm mahkumların pişmanlıklarına, sessizliklerine, zaaflarına şahidiz. Bu şahitlik kimi zaman yürekte bir acı, kimi zaman ve her şeye rağmen yaşama tutunma inadı. Mesut Hoca anlatıyor, koğuşun hikâyecisi. O aslında mahkumları ve hayat hikâyelerini bize aktarırken, kendi hikâyesini de ancak bir yere kadar gizleyebileceğini biliyor. Elbet koğuşa biri gelecek ve Mesut Hoca'ya sen neden buradasın diye sormadan, hoca tüm yaşamını, neden hüküm giydiğini anlatacak. İçini dökecek. Pişmanlığını bir kez daha, belki de daha güçlü biçimde yaşayacak. Ama hiç değilse anlatacak. Anlatmak, böyle durumlarda bir ekmeği ikiye bölüm paylaşmak gibidir. Dinleyen, duyduğu hikâyeden payına düşen lokmayı yerken belki kendinden bir şeyler bulacak, belki de bulmayacak. Ama neticede ortak olacak. Dostluk ve muhabbet, hayata 'her şeye rağmen' ortak olmayı gerektirir çünkü.

Bir gün Taşkale Cezaevi'ne yeni bir mahkum gelir. Adı, Barana. Müebbet yemiştir. İşlediği suçu kimse bilmiyor. Oysa bir cezaevinde hiçbir şey gizli kalmaz. Hiç yoksa, duvarlar şahit olur kimin hangi suçu işlediğine. Duvarlar dinleyicisi olur susmuşların, yalnızların. Barana, sanki dudaklarını mühürlemeye yeminli biri gibi giriyor cezaevine. Ta ki rüzgârın egemenliğine kendini bırakıp avluya düşen bir kızıl saç teli ona hayat verene kadar. O, bulduğu umut ve hayatla birlikte suskunluğunu bozmuyor aslında. Susmaya devam ediyor. Elindeki temizlik malzemeleriyle koğuşu kıyı bucak tertemiz ediyor. Yeryüzüne temizlik yapmak için gelmiş gibi yaşıyor, yaşamaya devam ediyor. Tam, acaba vicdanını temizlemek için mi bu kadar temizliğe düşkün diye düşünürken okuyucu, Barana'nın hikâyesi açılmaya başlıyor. Mesut Hoca, sonsuz sabırlı bir psikiyatrist gibi yaklaşıyor ona. Yavaş yavaş çözüyor. Sonra hikâyesine ortak oluyor. Zaman zamana Taşkale Cezaevi'ne çöken meşhur kara sisle birlikte tüm parçalar yerine oturuyor. Mesut Hoca aslında baştan biliyor ne yaşayacağını. Çünkü bir hikâyede mutlaka 'geriye kalanlar' vardır. Onların parçaları tamamlanmaz, koca bir eksiklik olarak kalırlar: "Dünya ve zamandan umudunu çoktan kesmiş kapkara bir nokta gelip adımızın yanına konmuştu. Hatta Barana'da fazladan iki nokta daha vardı. Herkes günün birinde dışarı çıkıp kendi yarım cümlesinin peşine düşecekti ama bizim cümlemiz hiçbir zaman tamamlanmayacaktı."

Koğuşun elbette başka misafirleri de vardı. İşlediği suça karşılık Kuran-ı Kerim'de ve hadis kitaplarında öbür dünyada alacağı cezayı aramakla zaman geçiren Asım Abi. Suçu sorulduğu zaman en yakın arkadaşını 'Timur adlı şahıs' diye anarak hikâyesini anlatmayı çok seven ve en az herkes kadar haksızlığa uğrayan Sıçan. Çevre köylerdeki bağ sahiplerinden aldığı birbirinden lezzetli boğazkere üzümlerini kasabadaki rakı fabrikasına satarak son derece rahat geçinen, günün birinde geçinemeyişine sebep olarak fabrika müdürünü vuran ve dolayısıyla hiç pişman olmayan Reco Dayı. Allah vergisi uzun parmaklarıyla kendisini çağa uydurmaktan asla geri kalmayan, kendi düğününde bile hırsızlık yapmaktan geri durmamış azılı bir yankesici, Casper. Babasının, en sevdiği türküyü kendisine isim olarak seçmesiyle kaderine bu türkünün şekil verdiğini düşünen Candan İleri. Burada, romanın her bir karakterinin kendisine verilen rolü yerli yerince oynadığını, ne bir eksik ne de fazla bir şey yapmamak için yazarın tüm maharetini ortaya koyduğunu söylemek gerekiyor. Onlar belki çok sonraları birbirlerine karşı vefasız oldular ama koğuşu paylaştıkları her anda dosttular. Bazı dostlukların nasıl bir yol süreceğine mekan ve zaman karar verir. Mühim olan, ortak mekanda ve zamanda aynı pencereden yeryüzüne bakma zorunluluğunu bir sabra, hatta şükre dönüştürmek belki de. Üstelik bunu yaparken mekanı da zamanı da hayatta kalmak, çökmemek, delirmemek için unutmak, unutmaya çalışmak.
Karşındakinin hırsız mı yoksa Hızır mı olduğuna takılmadan, acının birleştirici gücüyle nefes almaya çalışmak: "Çünkü bazı insanlar birbirlerini acılarından tanırdı ve yara sarmasını ancak canı yananlar bilirdi."

Barana, koğuşta bir tek Sıçan'a yakınlık besliyor, o da Sıçan delirdikten sonra. Sanki anlaşmak için delirmek gerekiyormuş gibi. Mesut Hoca'yla, bazı öteberi alışverişleri dışında hem koğuşu hem de maruz kaldığı işkencelerdeki yaralarını temizlemek için bir yakınlık kurduğu doğru. Ama bu yakınlık konuşkan bir yakınlık değil. Daha çok, müebbet yemiş bir mahkumun dahi kendisine mutlaka bir yaşama gücü bulabileceğine dair başka birini şahit tutma hevesi belki de. Heves demişken, Âşıklar Bayramı'nın saz ustası Heves Ali de, yazarın hayal gücümüze armağan ettiği coğrafya, Arkanya da kendini hatırlatıyor romanda. Barana, kimliği belirsiz ama âşık olduğu çok belli olan birine yazdığı mektuplarda tüm suskunluğunu konuşturuyor. Edebi derinliğine edebiyat öğretmeni olan Mesut Hoca da şaşırıyor. Barana hemen her mektubunda sanki yarın intihar edecekmiş gibi bir duygu hâli sergiliyor. Diğer yandan, intiharın işaret ettiği bazı diğer duyguları da akla getiriyor: kaçma, karşılama, kovulma, kurtulma: "Hayat her seferinde bir ağaç dalından düşmektir. Bir kez de benim için düş dünyadan. Bir kez de benim için kanat dizlerini. Bir kez de benim için sar yaralarını. Duyulmaz yaraları vardır çünkü aşkın ve çocukluğun.

Bir yazara sahiden gönül verdiğinizde, onun içinizdeki ses olduğunu düşündüğünüzde, yazdığı romanın karakterleriyle bir yakınlık kurduğunuzda, o yazarın kitabıyla yürüyüşe çıkarsınız. Kitabı montunuzun cebinde gezdirmek ferahlık verir. Dünyanın saldırısı yavaşlar. Kalp ferahlar...

Kemal Varol
, 21. yüzyıla Türkçenin en güzel romanlarını emanet etmiş bir şair. Kara Sis, susmanın vazgeçmeye değil umuda dönük yüzünü hatırlatan bir roman. Haklı suskunlukların romanı. En esaslı suskunluklar haklılara yakışır çünkü yalnız haklılar pişman olmazlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bu kadar kalabalığın içinde insan nasıl yalnız kalır?

Ben yalnızlığı istemiyorum ama yalnızlığa gereksinim duyuyorum."

Roland Barthes’in Yas Günlüğü kitabından yaptığı alıntıyla okuyucularına merhaba diyen Jean-Louis Fournier, yazdığı kitapları ile okuyucularına her zaman ki gibi duygu hazları yaşatmaya devam etmekte. Bu sefer ise yalnızlık üzerine bir kitap kaleme alır ve Yapı Kredi Yayınları tarafından Tek Yalnız Ben Değilim adıyla okuyucunun takdirine sunar. Kitabın ilk sayfasında yaptığı alıntıyı okuyunca 20. yüzyıla damgasına vurmuş sanatçı Orson Welles’in “Yalnız doğarız, yalnız yaşarız ve yalnız ölürüz. Sadece aşk ve arkadaşlık hissettiğimiz dönemlerde yalnız olmadığımızı düşünürüz” sözünü aklıma getirdi.

İki engelli evlada sahip bir babanın, çocuklarının hislerini, umutlarını, umutsuzluklarını, beklentilerini ve hayal kırıklıklarını samimiyetle kaleme aldığı "Nereye Gidiyoruz Baba?", Fournier’a ödül kazandırmakla beraber ünü Fransa sınırlarının dışına çıkıp geniş kitlelere hitap etmeye başlamasını sağladı.

Ayşe Ece çevirisiyle raflarda yerini alan Tek Yalnız Ben Değilim kitabı yalnızlıktan şikâyet etmemekte olup, bu kadar kalabalığın içinde insan nasıl kendisini yalnız hissettiğini sorgulamakta veya haykırmakta. "Bu kadar çok sayıda insanın yalnız olabileceğini hiç düşünmemiştim" cümlesiyle aslında kitabın içinde bize sesini duyurma çalışmaktadır.

Şuan yaşanan Covid-19 süreci belki bizi biraz birbirimize, iletişim halinde olmamıza bir dirhem olanak sağladı. Yalnız süreç içeresinde bizler sağlıklı iletişim kanalları içerisinde miydik? Cevap: Hayır. Elbette bu satıların size doğru iletişim kanallarını sunmayı vaat etmiyor ama iletişimin, sosyalleşmenin koptuğu bu çağda covid-19 ile birlikte daha da diplere indiği bir gerçektir. Sosyal medyanın başımızı gömdüğümüz kum olduğunu her gün bir uçak dolusu insanın vefat ettiği ortamda duyarsızlaşıp narsistik çağın hakkını vererek gösteriyoruz. İşte tam da burada Fournier yetişiyor imdadımıza, bu çağın başına gelmiş en büyük belanın kalabalık olduğunu satırlara düşerek.

İnsan sosyal bir varlık mıdır? İbn Haldun bu durumu "İnsan için, toplum içerisinde yaşamak zorunludur" diye belirtirken Fournier’da kitabında "Çiçeğin açmak için nasıl güneşe ihtiyacı varsa insanın da gelişmek için başka insanların sıcaklığına ihtiyacı var" diye yazar. Sanal bir kalabalığa dönüştüğümüz bir ortamdayız. Fakat Fournier kitabında bu yalnızlığın iç savaşını vermekte. İyi mi? kötü mü? Bunu okuyucunun görüşüne bırakmakta. Sizi bir yola sokmamakta ama yaşadığı tecrübeleri yalın ve mizahi bir dille eleştirmekten kaçınmamaktadır. Fournier hazırladığı bir belgesel sonunda bir mektup alır ve o mektupta kadın eşi ile arasında geçen diyaloğu anlatır. Fournier bu mektubun sonunda şöyle yazar: "Yalnızlık insanın başına gelecek en kötü şey mi yoksa en iyi şey mi?"

Burada Carl Gustav Jung’a kulak verelim: yalnızlık, çevrede insan olmaması değil, önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramaması ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğunda hissedilen duygudur. İşte Fournier kitabında okuyucuya aslında bunu anlatmaktadır. Ve satırlarına kitabın ilk başlarında şu notu düşmektedir: "Yaşadığımız bu çağın vebası yalnızlık."

Bu kitapta gizli Şükrü Erbaş dizeleri gördüm. Yaş aldıkça yalnızlaştığını söyleyen Fournier, "çok kötüyüm… daha da acısı bütün kadınlar öldü" diye yazarken şair Erbaş'ın Ağaran Bir Suyum şiirinde “Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı / kadınlar gittikçe daha güzel” dizelerini aklıma getirdi.

Kırlarda hiç yalnız olmayız, hep bir gürültü olur der Fournier, devamında ise; “köy boşalır her yeri bir sessizlik kaplarsa, kuşlar bir yiyecek bulamazsa, geceleri şehir ışıklarının kör ettiği gece kuşları aramızdan ayrılıp soyları tükenmeye yüz tutmuşsa bende bu dünyada kalmak istemiyorum.” diye yazar.

Peki siz hangi yalnızlığı tercih edersiniz?

Yasin Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

Gördüklerimizin öteki yüzü

Hayatta bazı manzaralar vardır. İnsanoğlunun gördüğünde, hatta göreceğini hissettiğinde beş duyu organını birden tıkadığı manzaralar. Asla sağalmayacağına inandığımız yaralar… Bir gün bir komşu kahve içmeye gelir, “Aşağı mahalledeki falan teyzenin başına şu hal gelmiş,” diye sanki kendi başına gelmesi imkansızmış gibi anlatır insanların acılarını. “Vah vah, yazık olmuş,” deriz. Oysa içeride duyumsadığımız tek cümle, “Nasıl olsa benim başıma gelmez,” ya da “İyi ki benim başıma gelmedi,” olur.

İşte Rüyalar Anlatılmaz’ı okurken, insanlar olarak o kulak tıkadığımız sesleri, çok yakından duyma fırsatı buldum. Bir tarafta kocası kaybolmuş bir kadının gelgitleri, bir tarafta kardeşini yıllardır görememiş, yalnızlığın burukluğuyla ciğer delmiş bir abla, hayatla bir türlü barışamamış, rüşdünü ne yapsa ispat edememiş ve edemeden göçmüş bir adam ve kadınca dertlerini hep içine atmış, anneliğini bile kendi iradesiyle seçememiş, kalbi ezilmiş bir kadın..

Nermin Yıldırım’la tanışma fırsatını bulduğum eser oldu Rüyalar Anlatılmaz. Kitabın her satırında hayatın bir başka acı yüzü, duru ve iz bırakan tasvirlerle anlatılmış. Roman, kahramanların duygu ve zihin dünyaları ve hedef kahraman Eyüp’ün rüyalarıyla ilerliyor. Romanda özellikle kadın karakterlerin, her yaştaki duygu dünyaları dikkat çekiyor. Bunlar, hayatlarının her döneminde mutluluğu beklemiş ama aradıklarını bulamamış gözü yaşlı kadınlar. Kitabın tamamına hâkim olan ana duygu “bekleyiş.” Bekleyişin ne denli can yaktığını şu satırlarla dile getirmiş Nermin Yıldırım:

Birini arayıp beklemek, onun varlığından başka her şeye kapatıyordu insanı. Beklenilenin sesinden başkasına sağır, arananın suretinden ötesine kör ediyordu. Beklenen bekleyene ne denli yakın olursa olsun, zamanla üçüncü tekil şahsa, uzaklaştıkça daha beter saplanılan bir bataklığa dönüşüyordu. Derken, varsa yoksa o oluyordu. Varsa o, yoksa hiç kimse!

Kitap, Pilar’ın bir sabah uyandığında yanında bulamadığı kocasının İstanbul’a uçtuğunu öğrenmesiyle başlıyor. Pilar, kocasının psikolog tavsiyesiyle tutmuş olduğu rüya günlüğünü de yanına alıp, ilk uçakla kocası Eyüp’ün peşinden İstanbul’a gidiyor. Ve kocasının yıllardır görüşmediği ailesinin evine misafir oluyor ve sorup soruşturarak Eyüp’ü aramaya başlıyor. Kitabın sonuna kadar nereye kaybolduğu çözülemeyen Eyüp’ün kaçışının altından büyük aile dramları çıkıyor. Kitapta okura, “aile” kelimesinin toplumsal bir kavram olmanın ötesinde, “birey”in zihin ve duygu dünyasının en derinlerini etkileyen çok önemli bir yapı olduğu mesajı veriliyor.

Pilar’ın kocasının kendisine bıraktığı küçük notu bulamayarak İstanbul’a gitmesi, kocasının en derin yaralarına dokunmasına ve ona hiç olmadığı kadar yakın olmasına vesile oluyor. Belki de o notu okuyup kocasının peşinden gitmeseydi, ya da notu okuduktan sonra İstanbul’a gitseydi, Eyüp’ün içinde boğuştuğu ailevi sıkıntıları hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Roman, bu ve bunun gibi birbiri ardına sıralanmış sebep-sonuç zincirleriyle dolu. Günlük hayatta bir tesadüf olarak nitelendireceğimiz basit hadiselerin aslında ne büyük tevafuklar olduğunu görüyoruz Rüyalar Anlatılmaz’da. Hayattaki her şeyin ve herkesin var oluşunun bir sebebe bağlı olduğu açıkça vurgulanıyor. İnsanın zâhirde gördüklerinin, bâtını bilmesi için ne kadar yetersiz olduğunu net şekilde yansıtıyor roman. Dışarıda görünen yüzün, derinden gelen bir sebebi olduğu muhakkak. Kitaptaki eksiksiz her karakterin iç dünyasından hareketle bu kanıya varmak mümkün. Ve romandan çıkarılması gereken bir diğer önemli mesaj da, insanın kötü olanı hiçbir zaman kendine yakıştırmıyor oluşu. Oysa hayatta dışarıdan duyduğumuz acıklı masalların içinde, -tıpkı Pilar gibi- biz de olabilirdik.

Rüyalar Anlatılmaz’ı okumak benim için etkileyici bir deneyim oldu. Nermin Yıldırım’ın okurken hissettiren anlatımını her okurun çok beğeneceğini düşünüyorum. Kitabı okuyacak olan herkese iyi okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

21 Ocak 2021 Perşembe

Sıradan hayatların sıra dışı hikâyeleri

Okuma eylemi gerçekleşirken bazen kendimizden bazen çevremizdeki insanlardan birtakım izler görmek isteriz anlatılarda. Bu bizi öykülere, romanlara bağlayan en önemli araçlardan biridir. Tam da burada sanatçının gücü devreye girer; sıradan olanı sıra dışı hale getirip, belki de söylenmeye layık bulunmayanı kalem ile dile getirip önümüze servis etmek. Çoğu zaman başımıza gelen olayların bir öykü haline geleceğini düşünemeyiz ama biri çıkar, yaşananları size öyle bir anlatır ki bunun sizin yaşadığınız ya da şahit olduğunuz bir şey olduğuna inanamaz, şaşırır kalırsınız. İşte Şermin Yaşar bunu çok başarılı bir şekilde gerçekleştiren yazarlarımızdan birisi.

2020’nin son demlerinde raflarda yerini aldı Deli Tarla. İçinde on altı farklı öykü bulunuyor. Kitaba adını veren öykü aynı zamanda kitabın açılışını da yapıyor. Dördüncü kitabında da daha önceki kitaplarıyla benzer bir üslubu var yazarın. Bir yandan gülüyor, bir yandan ağlayabiliyorsunuz. Mizah, psikolojik ögeler, duygusal sahneler, antikahramanlar, iyiler ve kötüler, hepsi iç içe anlatılarda. Zaten girişteki cümlelerimin sebebi de bu. Son derece gündelik, olağan konuları işliyor aslında ama o konuları öyle güzel işliyor ki bir kere okurken aynı zamanda izliyor gibi bir hisse kapılıyorsunuz, hatta bu edilgenliğin dışında öykünün bir parçası oluveriyorsunuz, hayatlarımızın doğal akışında nasıl gülüp ağlayabiliyorsanız kitapta da benzer bir duygu geçişini deneyimliyorsunuz.

Öykü kitaplarında genel bir durumdur, bazı öyküleri çok seversiniz, bazılarını ise başarısız bulursunuz. Deli Tarla, o kitaplardan biri değil. On altı hikayenin on altısı da kendi içinde hem üslup hem olay örgüsü hem kullanılan teknikler açısından oldukça başarılı. Her bir öykü, okuyucuların şaşkınlıkla noktalayacağı bir son barındırıyor kendi içinde. Burada da şu eksik kalmış diyebileceğim tek öykü yok.

Başlıkları dahi çok güzel belirlenmiş bu on altı öyküye kısaca değinmek isterim. Deli Tarla, sıklıkla şahit olduğumuz kardeşler arası miras kavgalarına farklı bir bakış açısı getiriyor. Bu öyküde olayların ortasında üç kardeş tarafından da istenmeyen bir miras var. Mizahi yönüyle öne çıkan bu öykü gerçekten de öyle güçlü ki adını kitaba vermeyi hak ediyor. Adieu Hala, göçmen ailelerin çocuklarıyla yaşadıkları zorunlu ayrılıkların sonuçlarını anlatan, okuyucuyu hüzünlendiren bir hikaye. Bir Garip Külkedisi Masalı’nda zengin kız-fakir oğlan evliliğinin ortaya çıkarabileceği absürtlükleri görürken ve yine gülümserken, Cebimdeki Osman’da bir antikacının dükkanında bulunan, tuhaf bir hikayesi olan bir fotoğrafın peşinden gidiyoruz. Ama Böyle Olmadı öyküsünde yazar, anne ve babası olmayan, hormonel bir sorun nedeniyle dev halini alan Ramiz’in acı hikayesini anlatıyor bize. Çitile öyküsünde ise aşkın gücünü, aşk için insanların neleri sineye çekebileceklerini bir temizlik hastası kadın kahraman etrafında izliyoruz. Senden Çocuğum Olsun, kitaptaki mizahi yönü güçlü öykülerden biri, kaçarak evlenen iki aşığın ve etrafındaki herkesin çiftin ilk çocukları İlker ile olan imtihanını okuyoruz. Çıksın Halim, işsiz kalan bir üniversite mezunu gencin yaratıcılığını kullanarak nasıl bir patrona dönüştüğünü anlatıyor bize. Marş Marş, öyküsünde üşengeç ama gerçekten tam anlamıyla üşengeç bir adamın hayatını pratikleştirme çabaları sonucunda başına gelenlere şahit olurken, Geçinip Gidiyoruz İşte öyküsünde evlilikte anlayışın nasıl sağlanacağı konusunda mizahi bir yorum görüyoruz. Kamil’in Denizkızı, annesini küçük yaşta kaybeden bir adamın kendine çare için oluşturduğu savunma mekanizması anlatırken, Büyük İkramiye’de umutları çeşitli nedenlerle tükenen bir adamın yeniden ayağa kalkmasını ve mutlu sonunu okuyoruz. Seni Seviyorum, Nice Senelere Aşkım öyküsü içten içe travmaları olan bir anne ve eşin terörüne maruz kalmış bir koca ve çocuklarını, tesadüfen ortaya çıkan bir aldatmayı anlatan birkaç konuyu ve kahramanı aynı anda paralel irdeleyen bir anlatı. İki Elma, bir vazgeçiş, bir iç hesaplaşma anlatısıyken Dünya Ahiret Abimsin tesadüfen iyi olmuş bir adamın eğlenceli hikayesi. Son olarak, Muazzez ve Yelkovan Çetesi’nde terk edilen ve tabir-i caizse yavaş yavaş deliren bir adamla sonlanıyor kitap.

Öykülerin tamamına kısacık birer cümle ile değinmeye çalıştım okuyuculara fikir olması açısından. Özetlemek gerekirse, gündelik hayatta rastlayabileceğimiz aslında sıradan olayların bile bu denli ustalıkla ve yaratıcılıkla işlenmiş olması ve en başta da dile getirdiğim gibi sıradan olanı sıra dışı hale getirmesi açısından Deli Tarla çok başarılı bir öykü kitabı. Şermin Yaşar’ın okurken bir yandan duygulandırıp, belki gözlerinizi doldurup hemen arkasından sizi güldürebilecek dolu dolu, akıcı, yormayan üslubu da bu öykülere bambaşka bir lezzet katacak.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

20 Ocak 2021 Çarşamba

Don Kişot'a öykünmek yahut İbrâhimî bir mücadele

Gerçek ile kurgu, sahte ile hakikî arasındaki çatışmanın zirve yaptığı çiğ bir çağın çocukları olarak açtık gözümüzü dünyaya. En basit, günlük işlerimizde, ilişkilerimizde dahi sonuçları bir güven bunalımına dönüşen, ruhumuzu örseleyen şizofrenik bir durum yaşadığımız. Tarafında olduğumuz yahut karşısında durduğumuz şeyler bütünlük algımızdaki eksiklik ve daha çok zayıflayan hafızamız sebebiyle sürekli yer değiştirip durmakta. Türlü kalbî hastalığın pençesinde can çekişen insanlar olarak kesilen dermanımıza yüksek dozlu heyecan yüklü gelecek söylemleri ile eczalar arıyoruz. Bu cümleleri yazınca annemin de çokça kullandığı bir deyimi hatırladım: Boşa yelmek.

Kelimelerden serbest sıçrayışlar yapmanın kaçınılmazlığından aldığım cesaretle sözü İspanyol yazar Cervantes’in 17. yüzyılda kaleme aldığı ve o dönemin tüm yazınsal türlerin otoritesini yıkan ve hatta postmodern anlatıyı dört yüz sene önceden haber veren meşhur Don Kişot romanına getireyim.

Malumunuzdur ki Batı edebiyatı için romanslardan romana geçişte bir başlangıç sayılan bu romanda, okuduğu şövalye romanlarından etkilenen, Le Mancha bölgesinde yaşayan daha sonra Don Quijote ismini alacak Alonso Quijano ve silahtârı Sancho Panza’nın serüvenleri anlatılır. Ünlü Rus yazar Dostoyevski’nin “İnsan düşüncesinin son ve en yüce sözlüğü” olarak tanımladığı eserde ironik bir dille o dönemde fevkalâde alaka gören şövalye romanlarının bir çeşit eleştirisi yapılır.

Toplum içinde Don Quijote deli olarak görülür. Romanda esasında deli olanın toplumun kendisi olduğuna dair bir alt mesaj verilmeye çalışılır. Sevdiği ve uğruna yel değirmenlerine saldırdığı Dulsinya’yı bir köylü kızı iken asil bir hanımefendi olarak gören kahramanın sevimli, tutkulu ve tabiî bir portresini çizen Cervantes’in romanın ilk bölümünde kendi gerçekliği ile ideali arasındaki bariz bir uçurum ve türlü maceralarıyla ünlenen Don Quijote’u, ikinci bölümde kafasındaki kurguladıkları ile yüzleştirdiğini görürüz. Özetle Dük ve Düşes’in davetiyle şatoda gerçek bir şövalye gibi iltifat gören Don Quijote ve kendisine bir ada niyetiyle bir çiftlik parçasının valiliği verilen arkadaşı Sancho Panza kendi kurgularına uygun bulmayınca bu gerçekliği, tekrar eski hayatlarına geri dönerler. Bir manada iyileşmiştir Don Quijote ancak onu yaşatan hayallerini kaybetmiştir.

Zihnimizin iki zıt kutup ucuna dokunan sorular karşısında her zaman kısa devre yapma tehlikesinin varlığını unutmadan gelin bir başka sıçrayış yapalım başka bir hikâyeye, ilk gençlik yıllarından itibaren kâinatı ve içindeki konumunu, içinde yaşadığı toplumun eğilimlerini sorgulamaya başlayan, kendisini dönemin hâkim anlayışına karşı hikmetli bir mücahedenin içinde bulan bir peygamberin Hz. İbrahim (a.s)’ın hikâyesine.

Kur’an-ı Kerîm’deki ifadesiyle “İbrahim çok içli, bağrı yanık ve Allah’a yönelen bir kimseydi.” (Hûd 75). İbrahim (a.s) çok farklı şekillerde sınanmış ve teslim olduğu ilahî irade tarafından risalet ile vazifelendirilmiş daha sonra da türlü eza ile yüzleşmiş bir peygamberdir. Gençlik yıllarında babası ve içinde yaşadığı toplum ile yaşlılık döneminde ise oğlu İsmâil (a.s) ile imtihan edilmiştir. Onun ulvî mücadelesinde “Halîl” olmanın verdiği yüksek bir seciyeye şahit olur kulak verenler. Hz. İbrahim (a.s) hayalin peşinde değildir, bilakis son derece buhranlı, her zaman mutmainliğin peşinde hikmetli bir arayışın içindedir. Karşısına aldığı her şeyin zorbalığı ve yalnızlığındaki ıstırap son derece gerçek ve gönül yakıcıdır. Ateşin bir selamet yurdu olması ilahî nusreti celbeden bir teslimiyet ve hakikî bir yöneliş sebebiyledir. Nemrut’un ateşinde yanmayan İbrahîm (a.s)’i en yakınlarını bile tasallutu altına alan sahtelik yakmıştır. Buna rağmen babası ile diyaloglarında, dualarındaki içli tavırda onun mücadelesindeki samimiliği ve hakikiliği görebiliriz. Onunkisi bir hülyanın peşinde koşmak değil bilakis belini büken bir yükün altına girmektir.

Çıplak gözle bakıldığında yaşadıkları toplum nazarında her iki hikâyenin kahramanına benzer bir şekilde delilik izafe edildiği görülür. Ancak iki kahraman arasında esastan bir mahiyet farkı vardır. Bize düşen belki bu iki hikayede, çabasını verdiğimiz şeylerin Don Quijote’a bir öykünme mi yoksa evvelâ kendimizi, insanlığımızı olgunlaştıran bağrı yanık, içli, İbrâhimî bir mücadele mi olduğu konusundaki empati tercihidir. Boşa mı geldik doluya mı? Soru bu. Hem ne demiş şair:

Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Düş İbrahim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz


Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

Kâinat tekkesine tutkun bir mecnun

"Gönlü saf sûfiyim ben,
Benim tekkem âlem;
Medresem dünya benim,
Değilim abalı sûfilerden."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Kur’an-ı Kerim’deki her bir cümleyi ya da ifadeyi karşılayan “ayet” sözcüğünün sözlük anlamının “işaret” olduğunu düşününce kâinatın bir bütün halinde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, ilmini, keremini ve dahi bütün sıfatlarını işaret eden bir ayet olarak okunması gerektiğini görebiliyoruz. Bu hakikati ifade eden pek çok ayet; geceyle gündüzün; güneşin, ayın ve yıldızların; dağların, denizlerin ve daha nice unsurun birer ibret vesile olduğunu hatırlatıyor. Pek çok hadis ve ariflerin sözleri de kâinata bakarak Hakk’ın hakikatini görebileceğimizi hatırlatıyor. Mümine Yıldız, İnce Hayat adlı kitabında; yoğun ve yorucu bir hayatın içinde; kalabalık ve gürültülü büyük şehirlerde kâh bir ağacın sonbaharda dökülen yapraklarına tutunuyor kâh bir nisan yağmurunun tanelerine. Şehrin betonları arasına süzülen doğanın içindeki hakikat parçalarından Hakk’a doğru güçlü bir yol buluyor. Çocukların saflığı, hayatın karmaşası içinde adeta bir bilgelik örneği olarak çıkıyor karşımıza. Mümine Yıldız, çocuklarındaki bu saf bilgelikte ayrıca kendi gündelik problemlerine de pratik çözümler buluyor.

Ağaç, güçlü bir motif olarak çıkıyor karşımıza kitapta. Özellikle sonbaharda düşen yapraklar ve ilkbaharda yeniden canlanan dallar ölüm hakikatini yeniden diriliş olarak okumamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Vakti geldiğinde büyük bir teslimiyetle yere düşen yapraklar, her türlü problem karşısında direnç gösteren ve isyan eden insana gerçek bir kulun nasıl davranması gerektiğini de gösteriyor. İnsan, ölümün esas dünyaya açılan bir kapı olduğu hakikatini idrak edemeyip onu yok saymayı tercih ederken yere düşen yapraktaki sükûnet ve dinginlik her bir ağacın bir derviş misali kâinat tekkesinde ders aldığını düşündürüyor. Bu konuyla ilgili olarak Mümine Yıldız bize Kızılderililerin doğayla olan ilişkisini örnek gösteriyor: “Görünen o ki bu insanlar tevhidi bulmuştu. Bu yüzden bir arif ile bir Kızılderili reisi, ‘yabani hatta ‘yamyam’ diye alçaltılan bir Aborjin, aynı dili konuşabiliyor zira hepsi de bilgiyi, görgüyü tek kaynaktan alıyor. Sanki kâinatın ortak bir bilinci, hafızası, aklı, bilgi deposu adı her neyse ortak bir şuuru vardı ve kaynak tam da oydu. İhtiyaç duydukça oradan çekip alıyorlardı has doğruyu.

Kulum beni nasıl bilirse ona öyle muamele ederim” ayeti ile “Şüphe yok ki Allah, insanlara hiçbir suretle zulmetmez fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” ayetini birlikte düşündüğümüzde insanın başına gelenler konusunda başkalarını suçlamalarının ya da problemlerini çözmek için başkalarından yardım istemelerinin ne kadar anlamsız olduğu da ortaya çıkıyor. Said Nursi’nin; “Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” sözü de bu anlamda okunduğunda daha bir anlam kazanıyor. Tevekkül ederek Allah’a teslim olmak, problemlerin çözülmesi için insanlara bel bağlamaktan çok daha isabetlidir zira yardım edeceklerin de en hayırlısı ve en bilgilisi Allah’tır. Hz. Mevlânâ’nın; “Dostum, sen düşünceden ibaretsin, gül düşünür gülistan olursun, diken düşünür dikenlik olursun.” sözü de aynı hakikati işaret ediyor.

Müminin üç hasleti olduğunu söylerler. Her kimde bu üç haslet bulunmazsa kendini yoklasın diye tavsiyede bulunurmuş arifler. Bu hasletler: dert, hastalık ve geçim darlığıdır. İnsan, günlük hayatın içinde büyük küçük pek çok nedenden ötürü şikâyet ediyor. Ayağımıza diken batsa dünya başımıza yıkılmış gibi tepki veriyoruz. Baş ağrısı, diş ağrısı; işe geç kalma, yağmura yakalanma, trafiğe takılma gibi ertesi güne kalmayacak dertler için birbirimizle tartışıyor hatta kalbimizi kırıyoruz. Allah’ın, derdi sevdiği kuluna verdiği gerçeğini unutarak derdin içindeki dermanı görmek yerine dertsiz tasasız bir hayat diliyoruz. Mümine Yıldız; “Neticede her sıkıntı Rabbimizin bizimle irtibatta olduğu ve bizimle bizzat ilgilendiği demek değil midir? Ne ki Firavun ömrü boyunca bir kez bile baş ağrısı çekmemiştir, o zaman yürürken ayağın taşa çarpması bile nimettir ve bu sebeple güzeldir.” diyerek bu gerçeğe işaret ediyor.

İnsanın asıl huzursuzluğu varlığı parça parça düşünmesindedir. Varlık birdir, bu nedenle Allah her yerde ve herkesledir; her yer ve herkes birdir. İnsan, kendi varlığını mutlak varlıktan ayrı düşündüğü için vahdet gerçeğini idrak etmekte zorlanıyor ama bütün kâinat her zerresiyle vahdeti işaret ediyor. Toprağın altındaki solucanın ağacın dallarındaki kuşlarla, gökyüzündeki bulutların yeraltındaki mağaralarla, hatta ayın dönüşü ile okyanusların yükselişi arasında kuvvetli bir bağ var. Bu bağ bize varlığın birliği hakikatini haykırıyor. Cenab-ı Hakk, Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi ruhundan üfleyerek yaratmıştır. İnsanın hakikatinde Allah’ın hakikatinin sırrı vardır. İnsanın varlık gayesi bu sırra ermektir. Bu sırra ermek de nefsi terbiye etmekten geçer.

Mümine Yıldız, şükretmenin ehemmiyetine de vurgu yapıyor. Günlük yaşantımızda bizi yoran, bize zahmet veren durumların bir şükür vesilesi olduğunu ve şükretmenin nimeti artıracağı hakikatini dile getiriyor. “Evet ev kirleniyor, çamaşır bulaşık çıkıyor, bu demektir ki bu evde yaşayanlar var. Şükür ki kalabalığız, şükür ki yaşıyoruz ve bunlar çıkıyor. Evet uzaklarda özlediklerimiz var ama şükür ki yalnız koymuyor Yaradan. En evvela kendini hatırlatıyor, yalnız değilsin, diyor.” Bu ifadeler; bize dert gibi görünenlerin ardında bir rahmetin gizli olduğunu ve bu nedenle derde şükretmenin derdi verene imanın gereği olduğunu hatırlatıyor.

İki çocuk annesi olan Mümine Yıldız, çocukların içten gelen, saf sözleriyle güçlü bir aydınlanma yaşıyor. Pek çok müşkülün içinden çocukların farkında olmadan verdikleri tepkilerle ya da söylediği sözlerle çıkıyor. Evin ortasında oyun oynayan çocuklar kendi etraflarında dönmeye başladıklarında çocuklardan biri şöyle bir cümle kuruyor: “Döndükçe her şey bir oluyor anne!”. Bu cümlede derin bir hakikatin gizli olduğunu keşfediyor anne. Daha sonra dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü, ayın dünya etrafındaki dönüşünü, Kâbe’nin tavaf edilişini ve Mevlevilerin semasını birlikte düşünüyor ve İbn-i Arabî’nin varlığın kökenin hareket olduğu ve iki cihanda bu yolculuğun durmayacağı görüşünü hatırlatıyor bize. Evet, döndükçe bir oluyor dünya çünkü döndükçe akıl devreden çıkıyor ve insan ortak aklın tesiri altına giriyor.

Etrafına bakmasını bilen insan, Allah’ın ayetlerini de okuyabilir. Mümine Yıldız, rüzgârın da bir ayet olduğunu fark etmiş ve bu ayetten bir ibret almış. İbn-i Arabî’nin naklettiği “Rüzgâra sövmeyiniz çünkü o Rahman’ın nefesindendir.” Hadisi gereğince ne kadar sert eserse essin, rüzgâra dahi bir nimet olarak bakabiliyor ve bu bakış açısının problemlerin çözümünde olumlu katkısının olduğunu ifade ediyor.

Kâinat, her gün bir kitap gibi açılıyor önümüzde ve kalp gözü açık olanlar o kitabı okuyor. Ağaçtan, yağmurdan, rüzgârdan, topraktan; kısacası tabiattan uzak kaldıkça, kendimizi şehirlerin betonları arasına hapsettikçe, insanların gönüllerine dokunmayı bıraktıkça bu ayetleri okumayı da unutuyoruz. Doğadan uzaklaşmak Allah’ın ayetlerinden de uzaklaşmak olarak yansıyor yaşantılarımıza. Şehrin gürültüsünden, kalabalığından kaçıp birkaç saat doğayla baş başa kaldığımızda yaşadığımız o iç huzurunun adı vahdetin tadıdır.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

16 Ocak 2021 Cumartesi

İnsanın bir başka insanda kendini bulabilmesi

"Varmak dediğimiz hep bir vahadır
Hiç gitmeyenler sonunda herkese yol olurlar.
"
- Kemal Varol, Bakiye

Engin Geçtan bu zamanların 'bunalım insanı'nın her zaman başvurması gereken bir bilge. Özellikle de insana kendi anlam terazisini hatırlatan. Bu terazinin en önemli kefesi kendini doğru ifade edebilmek, dolayısıyla "kendini tanımak". Kendini tanımak için başkalarıyla "bir arada olabilmek" gerekiyor. Metis Yayınları'ndan Ekim 2017'de çıkmıştı Orada Bir Arada. Bir sene sonra Geçtan vefat etti, bu da kitabı ayrı bir yere koydu okurların nezdinde. 

Orada Bir Arada, konuşma-dinleme-anlama üçgenine dair bir kitap. Engin Geçtan'ın otuz yılı aşan grup psikoterapisi deneyimlerinden esinlenerek kurguladığı bir metin. Düş ürünü olduğu belirtilse de Geçtan'ın tecrübesiyle ilmi derinliğinin birleşimi, metinlerinde ve söyleşilerinde olduğu gibi ortaya çok gerçekçi bir kurgu çıkarmış. Zaten onu diğer psikoterapistlerden ayıran en büyük özelliği de bu: gerçekçilik. Bu gerçekçilik, insanın biricikliğine değer veren, onu anlama ve onunla konuşma yolunda rehberlik eden bir gerçekçilik. Çünkü Geçtan'ı okuyan herkesin bildiği üzere romantizm bir süre sonra insanı hasta ediyor. Nasıl ki lodos bazı bünyelerde şiddetli baş ağrısına sebep oluyorsa, nostalji rüzgârına kapılmak da hem beyne hem de kalbe zarar veriyor. Orada Bir Arada, bizi tam da bu gerçekçiliğin içine sokuyor. Birkaç kişinin konuşmalarını dinlerken, birbirlerine verdikleri tepkileri izlerken, işte o gerçeği görüyoruz: insanı.

Kitabın yedi süreci var: tanışma, tartma, açılma, paylaşma, kaynaşma, bütünleşme ve tatil öncesi. Engin Geçtan'ın kurgusunu birbirinden oldukça farklı özelliklere sahip karakterlerden oluşturması, insanın biricikliğini gündemden hiç uzak tutmama adına oldukça etkin bir formül. Bu formülde iyimser, karamsar, sessiz, konuşkan, bencil, kıskanç, öfkeli ve düşünceli beyinler yer alıyor. Tıpkı bulunduğumuz ortamlarda ve yaşadığımız mekânlarda; evde, işte, okulda olduğu gibi. Asma, Hünkâr, Miralay, Fatima, Karyoka, Baraka, Mahidevran ve Tabu; bir arada olanların, grup psikoterapisindeki isimleri. Kod adı veya mahlas olarak da düşünülebilir. Dr. Q ise konuşmaları odanın bir kıyısında dinliyor, yeri geldiğinde müdahale ediyor yahut yönlendiriyor. Bir nevi moderatör. Mesela konuşmanın tam çıkmaza girdiği ve hatta dağılmaya varan bir sinirliliğin hâkim olduğu anda şöyle güzel açılımlar getirebiliyor: "Burada önceliğimiz, kendimizi tanımakta. Çünkü birbirimizi, kendimizi tanıyabildiğimiz oranda tanıyabiliriz."

Dr. Q'nun moderatörlüğündeki grup bazen kişisel dertlerin anlatılmasıyla, bazen bir şarkı söylenmesi yahut felsefi konuşmanın getirisiyle birbiriyle tanışıyor, kaynaşıyor ve açılıyor. Tam bu anda dünyaya olan tavırlar, insanın biricikliği çerçevesinde şekilleniyor. Yaşantılar birer imza gibi sunuluyor birbirine. Hünkâr, "düşman bir dünyada hissetmekten" bahsediyor ve diğer arkadaşlarını dinlerken ilginç bir sorunun zihninde belirdiğini söylüyor. "Biz düşman gördüğümüz o alanda saldırıya uğramaktan mı korkuyoruz, saldırmaktan mı?" diye soruyor. Dr. Q ise Erdoğan Özmen'in "depresyon politik bir sorundur" sözünü hatırlatırcasına şöyle cevaplıyor: "Saldırı senaryosunu kim yazmışsa, saldırma potansiyeli de ona aittir."

Grupta kavgalar, çatışmalar olduğu kadar paylaşımlar ve iç dökmeler de kendine yer buluyor. Tüm bu konuşmalar çerçevesinde Engin Geçtan'ın her zaman vurguladığı 'o mesele' kendini gösteriyor: İnsanın bir başka insanda kendini bulabilmesi. Öteki’nin varlığında yeniden var olabilmesi. Her farklılıkta insana dair yeni bir şeyler, kadim değerler bulabilmesi. Orada Bir Arada, bu yüzden önemli: Birlikte yeniden anlatılan, dolayısıyla yeniden kurulan yaşantılar içinde insanın kendini bir kez daha, belki de birçok farklı yönden keşfetmesi. Geçmişin yargısıyla veya geleceğin kaygısıyla değil, şimdinin tüm gerçekliğiyle ve doğallığıyla. Çünkü her insan doğaldır ve her insanın doğasında temel farklılıklar vardır. Sessiz, konuşkan, şüpheci, umutsuz. Ancak hepsini de yaşam bir araya toplar ve yeniden dağıtır. Ona bir kalbi olduğunu ve her an dağıldığı yerden yeniden toparlanabileceğini hatırlatır.

Peki bunun için nasıl bir anlayış tarzı, anlama tavrı gerekli? İşte kitabın temel vurgusu da burada ortaya çıkıyor: "Gerçek ilişki, kendimizden farklı kişilik özellikleri ve dünya görüşleri olan insanlarla bir arada olabilmektir."

Yağız Gönüler

Kendini bulmanın yolu derdini bilmekten geçiyor

"Dermân arardım derdime
Derdim bana dermân imiş."
- Niyazî-i Mısrî

Modern zamana dair yapılan değerlendirmelerin biri ve sanırım en önemlisi; hız ve hazzı önceleyen, tüketim odaklı ve faydacı bir birey algısı oluşturmuş olmasıdır. Yüz yıl öncesine kadar her milletin; tarihî süreç içerisinde dinî inançları, siyasi yapısı ve kültürel birikimiyle oluşturduğu bir yaşam biçimi vardı. Bu ortak yaşam biçimi milletleri; kılık kıyafetleri, gündelik yaşamları, hayatı algılayışları ve gelecek tasavvurları gibi konularda birbirlerinden ayırırdı. Bir İngiliz’i bir Türk’ten ayırmak için uzaktan bir süre seyretmeniz yeterliydi. Aynı şekilde bir Müslüman’ı bir Hristiyan’dan ayırmak için dinlerini sormanıza gerek yoktu. İnternet ve özellikle sosyal medyayla beraber küresel şirketler bütün dünya insanlarını ortak bir yaşam ve düşünüş formunun içine doğru çekiyor. Dünyanın bir ucundaki giyim tarzı ertesi gün bütün dünyada ortak giyim zevkine dönüşebiliyor. Koreli bir müzik grubu Türk gençlerinin kulak zevkini belirleyebiliyor. Bu yaşam formunun en büyük problemi bir değer yoksunluğu oluşturmasıdır çünkü kapitalizm her şeyin, hatta değerlerin dahi maddi bir ölçüsünün olduğunu varsayıyor. Modern insanın anlam arayışını bu şekilde okuyabiliriz.

Hilmi Yavuz bu değer boşluğuyla ilgili şunları söylüyor: “Değer boşluğu, eğitim sisteminin ‘varlığın, dolayısıyla hayatın bütünüyle barışık değil, onunla kavgalı’ oluşundandır, oysa irfanî bakış, kahrı olduğu kadar lütfu da hayatın kendisi olarak görüyor. Bu bütünlük, bu irfanî bakış, ancak tasavvufla sağlanır.Mahmud Erol Kılıç da aynı konuyla ilgili olarak; “Tasavvufun itirazı, inin hukuka/şekle indirgenmesinedir. Tasavvuf; ruhun, mananın, estetiğin gerekliliğine vurgu yapar.

Mahmud Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları adlı kitabında; “Daha çok maddilikle kurulmuş modern insan, kalbinden sürgün insandır; kalp gözü olmayan… Madde ile mana arasında makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılmış. Modern insan şimdi daha çok robotik biridir; vicdanın, müteal duyguların kendisine oturmadığı bir makine…” diyor. İnsan şüphesiz ki iki kanatlıdır; vücudu onun maddesi ise ruhu manasıdır. İki kanatlı bir varlık olan insanın uçabilmesi, yani varlığının anlamını bulabilmesi için her iki kanadının da kuvvetlenmesi gerekir. Tasavvuf, insanın ruh kanadını kuvvetlendirirken beden kanadını da zayıflatır (bedenin zayıflığı uçması için bir kuvvettir). Bu sayede her iki kanat da uçmaya hazır hale gelir.

Sanılanın aksine tasavvuf münzevi bir hayatı öngörmez. Halk içinde Hak ile olmak anlamına gelen “Halvet der encümen” prensibi tasavvufta önemli bir prensiptir. Bir dergâha intisap eden derviş, fıtratına uygun bir işle vazifelendirilir. Böylece hem hizmet ederek toplumsal hayatın devamına katkı sağlaması hem de nefsini yenerek manen yükselmesi amaçlanır. Bu açıdan dergâhlarla manastırları aynı kefeye koymak büyük bir yanılgı olur.

Mahmud Erol Kılıç, toplumsal düzenin sağlanması için belirlenen hukuk kurallarının, insan merkezli olmasının önemiyle ilgili şunları söylüyor: “Hukuki sözleşme elbette ki önemli ancak daha öncelikli olan manevi değerleri esas alan bir toplum ruhunun olmasıdır. Felsefi ve dinî referanslı bir toplumu öncelemek lazım. İnsanların suç işlememesi, kurallara saygılı olması ve kişisel tercihlere anlayış göstermesi kanunlarla mümkün kılınacak bir şey değildir. İçsel bir bilincin gelişmesi gerekir. Cuma namazına giderken dükkânın kapısını kilitlemeyen esnafın güvencesi devletin kanunları değil, insanların gönüllerindeki Allah korkusuydu. Günümüz insanının yaşadığı güvensizliğin sebebi de gönüllerdeki Allah sevgisinin yerini dünya sevgisinin, Allah korkusunun yerini ise yoksunluk ve yoksulluk korkusunun almış olmasıdır. “Değerler, insanın sırtını verdiği kabullerdir; bu kabuller, onun referansı olur.” diyor Mahmud hocamız. Günümüzde sırtımızı dayayabileceğimiz değerlerimizi kaybetmeye başladığımız için toplumsal bir güvensizlik ve memnuniyetsizlik hissi yaşıyoruz.

Fatih Türbedarı Ahmed Amiş Efendi; “Bir şeyin olup olmaması senin nezdinde eşit değilse nâkıssın evladım!” diyor. İrfani bakış, başımıza gelen kahra da lütfa da aynı değeri veriyor zira her ikisi de Allah’tan gelmiştir ve ondan gelen baş üstünedir. Ne güzel söylemiş arif; “Kaderden başkaca bir şey olmamakta!” Başımıza gelen musibetlere dövünmek, sahip olduklarımızla yetinmeyip daha fazlası için biteviye mücadele etmek, kendimizi tatmin etmek için sürekli tüketmek ve en nihayetinde kendimizi tüketmek… Bütün bunlar insanın varlığıyla arasının açılmasının bir sonucu. Oysa her an bir imtihanın içinde olduğumuz hakikatini idrak edebilsek ve gönlümüzdeki ışığın aydınlığıyla yürüyebilsek dünyada musibet diye bir şeyin olmadığını da görebiliriz.

Tasavvuf, sadece bireysel bir disiplin ya da sınırlı bir grubun faaliyetleri toplamı değildir. Özellikle Selçuklu-Osmanlı toplumunun oluşmasında, bu toplumun ekonomik faaliyetlerinin belirlenmesinde, askeri sisteminde ve şehirlerinin imarında dervişlerin ve tasavvufun önemli işlevleri olmuştur. Mahmud Erol Kılıç, tasavvufun bu anlamdaki önemiyle ilgili şunları söylüyor: “İslam, tasavvuf filtresinden geçerek demirciler çarşısına, ahi teşkilatına inmiştir. Şeyh efendi, mesleğin formu içinde tasavvufi terbiyeyi vermiş; okun neye işaret ve hedefin ne olduğunu, pehlivanlığın neyi yenmek olması gerektiğini anlatmış.” Günümüzde meslek erbabı olanların iş ahlakından yoksun olmaları nedeniyle en başta güven duygusu zarar görüyor. Güvensiz bir toplum korku ve kaygı üretiyor. Bu korku ve kaygılarımız üzerinden de tercihlerimiz yönlendiriliyor. Özellikle internet üzerinden yapılan alışverişlerde dolandırılmamak için kırk takla atsak da dolandırıcılar kırk birinci taklayı buluyor. “Bizde söz senettir!” anlayışından “Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!” noktasına geldik.

Günümüz modern insanının gerçeklik algısı, düşünce yapısı, tercih ve yönelimleri medya yoluyla şekilleniyor. Doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-faydasız, gerekli-gereksiz vb. ikilemlerden medyanın yönlendirmesiyle çıkıyoruz. Neye, nasıl inanmamız gerektiğine büyük göz karar veriyor. Mahmud Erol Kılıç bu durumla ilgili; “En son Irak işgalinden önce ve sonrasında filmlerde gördük. Bir buçuk milyon insanın öldürüldüğü Irak’ta Iraklı (insan) görülmedi, oraya öldürmeye giden Amerikalı askerlerin durumlarına dikkat çekildi.” Bu filmler üzerinden Irak işgalini okuyan modern insan Amerika’yı özgürlük savaşçısı ve demokrasi koruyucusu olarak görmeye devam ediyor. Günümüzde uluslararası şirketler ve özellikle sosyal ağlar bu algı operasyonunu çok daha derin bir noktaya taşıdı. Artık ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize, hangi siyasi tepkiyi vereceğimize, hangi müziği dinleyeceğimize kadar karar veriyor.

Özellikle son günlerde kadına şiddet ve kadın cinayetleri haberleri gündemimizi fazlasıyla meşgul ediyor. Kılıç, kadına yönelik şiddetin ardında cinsiyet rollerinin değişmesinin olduğunu belirtiyor. Kadın ve erkeğin cinsiyetleri itibariyle sahip oldukları birtakım hassasiyetleri ve ayırt edici özellikleri vardır. Bu hassasiyetleri ve özellikleri itibariyle gelenek içinde her ikisine de ayrı ayrı roller verilmiştir. Kadın ve erkek birbirine eşit iki varlık değil, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Dolayısıyla her ikisi de birbirlerindeki eksikliği tamamlayarak bir bütünlük oluşturur. Kadın erkek eşitliği üzerinden oluşturulan bir düşünce sistemi bir araya gelen kadın ve erkeğin birbirini tamamlamasını imkânsız hale getirmiştir. Modern zamanda kadının özellikle iş hayatının içine girmesiyle birlikte bir rol değişmesi yaşanmış ve kadınlar içine girdikleri bu yeni ortamda kendilerini kabullendirmek için erkekler gibi davranmaya başlamışlardır. Öbür taraftan bir erkek olarak kendi cinsiyet rollerini yerine getiremeyen erkek de kadını kendini tamamlayacak diğer yarısı olarak görmek yerine, kendi varlığı için bir tehdit unsuru olarak görmeyi seçmiştir. Mahmud Erol Kılıç bu durumu; “Erkeğin erkek, kadının da kadın olmasında problem yok, problem erkeğin kadına imkân vermemesi veya kadının erkeğe dönüşmesinde…” diyerek özetliyor.

Mahmut Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları kitabının üçüncü bölümünde “Anadolu’nun Ruhu” başlığıyla, Anadolu irfanını oluşturan üç mühim ismine işaret ediyor: Mevlâna, Yunus Emre ve Niyazî-i Mısrî. Mevlâna’nın bir vasiyet hükmündeki şu sözleri günümüz insanının gönül yangına merhem olacak olacak mahiyettedir: “Ben size gizli ve aleni Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Az yiyip uyumanızı, az konuşmanızı; günah konusunda dikkat kesilmenizi tavsiye ederim. Oruç ve namaza devam etmenizi; şehvetin tehlikelerinden kaçınmanızı ve eziyetlere sabretmenizi tavsiye ederim.” Tüketimin bir ifade biçimi olduğu günümüzde az yiyip içmek düsturu ne kadar büyük bir önem kazanmış durumdadır.

Yaradılanı hoş gördük / Yaradandan ötürü” diyen Koca Yunus, halkın anlayacağı bir dille İlahî hakikatleri dile getirmiş ve bir ömrün aşk ile nasıl yaşanacağının resmini çizmiştir. “Derman arardım derdime / derdim bana derman imiş” diyen Niyazî-i Mısrî ise bizi kendi içimize yönelmeye davet ediyor. Derdi veren, dermanı işaret eder; dermanı işaret edense dertliyi arzulamıştır. Derdine şükreden şifayı Allahtan bulur. Modern zamanlarda da kadim zamanlarda da kendini bulmanın yolu içindeki derdi sevmekten geçer.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Efsaneler, hevesler ve kader

Esasen muhtevasında fantastik ögeler barındıran kitapları okumayı sevmiyorum. Ancak Orhan Pamuk'un Kırmızı Saçlı Kadın'ı, genel okuma tarzıma hitap etmese de iki gün içerisinde kurmacanın içinde sürüklenmeme sebep oldu. Yazar, kitabına şu üç düşündürücü epigraf ile başlıyor:

Babasını öldüren, annesiyle yatan, Sphinks’in kördüğümünü çözen Oidipus! Bu üçlü yazgının anlamı nedir? İranlılar arasında yaygın eski bir inanca göre, yüce bir bilge fücurla peydahlanmalıdır.  (Nietzsche, Tragedya’nın Doğuşu)” 

Oidipus: Çok eskiden işlenmiş bir suçun izlerini nasıl bulabiliriz?  (Sophokles, Kral Oidipus)

Tıpkı babasız bir oğul gibi, oğulsuz bir babayı da kimse basmaz bağrına. (Firdevsî, Şehname)

Bu epigraflar kitabı elinize ilk aldığınızda muhayyilenizde dakikalar sonra ilerleyeceğiniz kurgu hakkında ipuçları doğmasına sebep oluyor. Normalde kitapların başlangıçlarında ve bölüm aralarında yer alan epigraflarla, kurgu arasında net bir bağlantı bulamam. Ancak Kırmızı Saçlı Kadın’da epigraflarda bahsi geçen efsaneler, kurguya çok net, açık ve anlaşılır şekilde yedirilmiş durumda. Daha sonuna gelmeden kitabın nasıl bir sonla biteceğini tahmin edebiliyorsunuz. Kitabın kapak resminin bile kurguyla iç içe geçmiş olması etkileyici. Kapakta bulunan resim, kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’ın evinin duvarına astığı Dante Gabriel Rossetti’nin elinden çıkmış bir portre olarak karşımıza çıkıyor.

Aslında romanı okurken zihninizden genel olarak geçen cümle şu oluyor: Acaba bundan sonra ne olacak?

Romanın arka kapağında şöyle bir soru cümlesinin varlığı dikkat çekiyor: “İlk aşk deneyimi bütün bir hayatı belirler mi? Yoksa kaderimizi çizen yalnızca tarihin ve efsanelerin gücü müdür?” bu cümleyi okuyunca kendime şu soruyu sordum: Neden Şehname’deki bir efsane benim kaderimi belirlesin ki? Aslında yaşamımızı belirleyen ölçütün tamamıyla kendi kişiliğimiz ve yaptıklarımız olduğu fikrindeyim. Bu sorunun yanıtını romanın son yarısını okuyana kadar veremedim. Ancak bitirdiğimde arka kapaktaki soruyla kişilik arasındaki bağlantıyı kurabildim. Romanda esas kahraman olarak karşımıza çıkan Cem, küçüklüğünden itibaren resimli romanlar, mitolojik öyküler, kitaplar, şarkî efsaneler okuyordu ve zihnini bunlara inanılmaz derecede saplıyordu. Özellikle Yunan mitolojisindeki bilmeden babasını öldüren Oidipus hikayesiyle ve Şehname’deki oğlu Sührab’ı öldüren Rüstem’in hikayesiyle çok fazla ilgileniyordu. Birçoğumuz için, okuduğumuz kurgusal metinler, okurken düşünüp canlandırdığımız, bir başka kurguyla tanıştığımıza fazla üzerinde durmadığımız, üzerinden vakit geçtikçe zihnimizde tozlanan metinlerdir. Ancak baş kahraman Cem için bu böyle olmuyor. Küçüklüğünde okuyup üzerinde çok düşündüğü bu efsaneleri hayatı boyunca tekrar tekrar okuyup araştırmaya devam ediyor ve bu kurgularla kendi hayatı arasında bağlar kurmak için uğraşıyor. Okudukları birer efsane olsa da onları kendi potasında eriterek kişilik kalıbına dahil ediyor ve kitabın yarısından itibaren tahmin ettiğimiz son gerçek oluyor. Kırmızı Saçlı Kadın'dan olan Cem’in oğlu Enver, hikayenin sonunda babasını öldürüyor.

Cem’e göre Oidipus, babasını öldüren katilin kim olduğunu merak etmeseydi, onu öldürenin kendisi olduğunu öğrenip, kendi gözlerini kör etmeyecekti. Şu halde bana göre de, Cem oğlundan korkup belindeki tabancayı aşikâr etmeseydi, kendi tabancasıyla öz oğlu tarafından vurulmayacaktı. Aslında fantastik denilebilecek bir kurguya sahip olsa da eser, gençlikteki heveslere aldanıp hatalar yapmanın sonucunun hiç beklemediğimiz gibi çıkabileceği, vicdanın rahat olması dediğimiz olgunun insan hayatı için ne kadar tesirli olduğu, ve esasen, düşünce ve duygularımızın gerçeğe dönüşmesi dedikleri şeyin de doğru olduğu mesajını veriyor. Netice itibariyle hayatta hepimiz, ne ekersek onu biçiyoruz. İçimizde ve hayatımızda neyi beslersek karşımıza da haliyle o çıkıyor.

Yoğun duygularla örülü dramatik eserleri okurken bir ara verip sürüklenmek isteyenler için Kırmızı Saçlı Kadın’ı okumanın ilginç bir deneyim olacağını düşünüyorum. İyi okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç
karakocnida@gmail.com

12 Ocak 2021 Salı

Anadolu topraklarını mayalamış efsaneler

"Güzel ne güzel olmuşsun,
Görülmeyi görülmeyi
Siyah zülfün halkalanmış
Örülmeyi örülmeyi
Benim yârim bana küsmüş
Gayrı sözü benden kesmiş
Zülüflerin göze dökmüş
Sevilmeyi sevilmeyi."

Bu sözleri ilk kez Kuan'dan daha sonra Fikret Kızılok'tan dinlemiştim. Kelimelerin duruluğuna rağmen taşıdıkları anlam yoğunluğu beni çok etkilemişti. Bu güzel sözlerin ardındaki kalemi araştırmaya başladığımda karşıma Karacaoğlan çıkmıştı. Daha sonra aynı hadiseyi Gurbette Ömrüm Geçecek, Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm, Gamlanma Gönül gibi parçaları dinlediğimde de yaşayınca bir an evvel Karacaoğlan'ın izini sürmem gerektiğine karar verdim. Onunla ilgili kitapları araştırdım ve en güzel seçimin Yaşar Kemal'in Üç Anadolu Efsanesi adlı kitabı olduğuna kanaat getirip siparişimi verdim. Kitabı elime aldıktan sonra birkaç her fırsat bulduğumda elimden düşürmeden okudum ve bittiğinde yüzümde tatmin olmaktan gelen bir tebessüm, damağımda tadına doyulmamış bir lezzet vardı.

Yaşar Kemal, edebiyat dünyasına şiirle hatta ilkokulda Aşık Mecit ile atışmalarıyla adım atar. Annesi, biricik oğlunun âşık olup yollara düşeceğinden, elinde sazıyla diyar diyar gezeceğinden ve onun bir kuş gibi avcundan kaçıp gitmesinden korktuğu için hep engellemeye çalışır. Yaşar Kemal, sazına düşman kesilen annesini yine sazıyla ikna eder.

17-18 yaşlarında Çukurova'dan, Toroslardan derlediği ağıtlarla ilk kitabı olan Ağıtlar'ı çıkarır. Bu topraklara olan sevdası bu çalışmayla dinmez aksine daha da gürler, çağıldar. Üç Anadolu Efsanesi de bunun en güzel örneklerden biri.

Köroğlu, Karacaoğlan ve Alageyik efsanelerini bir masal gibi merakla, soluksuzca; bir ağıt gibi gözü yaşlı okuyorsunuz. Efsane oluşuyla gerçeküstülüğe meyletse de hayatın tam kalbinden gelen kahramanlar bunlar. Satırlar arasında gezinirken kâh ayağınıza devedikeni batıyor, kâh tırmandığınız yamaçların keskin köşeleri elinizi kesiyor ama dağ kekiğinin, yavşanın kokusu burnunuzdan gitmiyor.

Yaşar Kemal için Çukurova'nın her bir karışını avucunun içi gibi bilir; dağlarında, ovalarında gezen her böceği, yetişen her bitkiyi, uçan her kuşu tanır denir. Bunun bir mübalağa olmadığını her sayfa yeniden onaylıyorsunuz. Karacaoğlan'ın derleme bir şiir kitabını alıp okumaktan farkı size bu büyük halk ozanının başından neler geçmiş, hangi sözler hangi olaylar üzerine dilinden dökülüp sazının tınısıyla dağlamış yürekleri, bunu hissediyorsunuz.

Hayatı boyunca zalimin ve zulmün karşısında olan Yaşar Kemal'in bu refleksini kitabındaki kahramanların başından geçen olayları anlatırken kullandığı dilde de görüyorsunuz. Belki de hamuru böylesi kahramanlarla yoğrulduğu için karakteri böyle şekillendi, kim bilir.

Anadolu'daki köylerde duvarların soğuğunu kırmak ve içerideki ısıyı korumak için duvar halıları kullanılır. Bazı köylerde bunu hâlâ görmek mümkün. Bu halıların pek çoğu geyik figürleriyle bezelidir. Ayrıca Ceylan, Karaca, Ceren isimleri de azımsanmayacak kadar yaygındır. Alageyik destanını okurken insanımızın bu hayvanlarla olan ilişkisini görüyor ve artık neden bu kadar geyik göremediğimizin de ipuçlarını alıyoruz.

Aynı şekilde Köroğlu destanında ise atların Türklerin hayatındaki anlamını ve değerini görüyor ve bu uğurda nelerden vazgeçebileceğini, uğruna ne savaşlar verebileceğini okuyoruz. Bolu Beyi’nin tavlasına bakan Seyis Koca Yusuf büyük bir haksızlığa uğrar ve sazıyla sözüyle savaş ilan eder. Bu savaşta onun eli, kolu, ayağı ise biricik oğlu Ruşen Ali olur. Her türlü zulmün karşısında dimdik durmayı; gücünü, yiğitliğini aşk uğruna kullanmayı ve yerine geldiğinde aşk uğruna da fedakârlık etmeyi bize öğretiyor bu üç halk öyküsü.

Âşıklarla, türkülerle bezeli bu kitaba vedayı da yine Karacaoğlan ile yapalım.

"Yürü bre yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekin misali
Seni eken biçer bir gün."

Mustafa Karaevli
twitter.com/karaevlimustafa

11 Ocak 2021 Pazartesi

Yerinden edilmiş gölge oyununun terbiyesi:
ölüm ve kirli eller

"Hüve'l-bâkī" 

Muadillerinden farklı olarak ölüm, mevcudunu yaşamakla tasdik eden bir oyundur. Oyunlar arasındaki bir oyun, bir gölge, kendisini aştıktan sonra da varlığını sürdüren, kabına sığan, endişeyi makul gösteren bir gölge. Öyle bir gölge-oyun ki, ona varanların, kaybettikleri anda kazanmaya da başladıkları, imgeler üzerinden devam eden, hepimizi yerin altında aynı hizaya getiren bir imge. Ne var ki ölümün endişesi ayak tabanlarımızda atarken bir de ölümün kamusallaştırılması, hem de birçok kurum eliyle, soylulaşmaya gidilirken bir terbiye yoksunluğuna da ulaşmış durumda. Bu da ölümü, gıyabında yaşamayı, devleti, kural ve başsızlığı, rutini, hafıza ve ifadeleri, siyasallaşmasını, iknayı ve lütfu ele almayı gerektiriyor. Dahası, ölüm kendi hâlinde zaten cereyan edecek bir olgu olduğu için, herhangi dışsal bir müdahalenin de aynı terbiyeden yoksun olduğunu ilan ve itiraf etmeye varıyor. Yani ölüm tek başına bilge bir ihtiyar iken kıyısından köşesinden törpülenmesini, bir kahır ve lütuf düzleminde başkalarınca verilen bir imtiyaz haline getirilmesini redde soyunuyor.

İsterdim ki yaşamın olmasa bile ölümün kendisi üzerinden bir zımparayla geçeyim, fazlalığından, ağırlığından, teni pütür pütür eden tanımsızlığından kurtulayım. Ama olmadı. Tereyağından kıl çeker gibi yaşayıp ölseydim, alan aldığıyla ben de sattığımla kalırdım. Bu da olmadı. Dünyada kalan, dünyaya kalırdı. Kural buydu. Kural buyken ölümün de tıpkı yaşamak gibi zaruri bir meslek haline gelmesi kirli eller problemini de yeniden gündeme getirdi. Ölümü terbiye etmek, ölümden ziyade, bu terbiyeyi ölümü hizaya getirmek için kullananlara da uygulamayı makul kıldı. Çünkü makul olan ölüm, tarihin seyri içerisinde makul-ölüme evirildi, bir kuruma, aksi düşünülemez bir nesnenin kendisi haline geldi. Üstelik edinilen değil, verilen, lütfedilen, öyle olması murat edildiği için ulaşılan bir nesne olup çıktı. Nasıl yaşanacağına olan müdahale yerini bir de nasıl ölüneceği, ölündüyse nasıl gömüleceği, gömülmek hakkı verildiyse cesedin hangi rutinlere göre hazırlanacağı gibi artçılar da artık birer hak oldu. Verilecek, makbul olması karara bağlanacak kamusal-ideolojik bir hak. Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi kitabında bu minvaldeki çıkmazları ele alarak ölüme, ölenlere, geriye kalanlara ve bunların kendilerini imgeler üzerinden var etmesine çok katmanlı, ifadenin gramatik ayrımını da es geçmeden değiniyor. Mülk edinmenin fenalık olması kadar, bu fenalığın en büyüğünün de insanın kendi bedenini temellük etmesi olduğunu söylerken bunu, ölümün dinamik bir var oluştan mutlak bir yok oluşa, o yok oluşun özündeki aslî var oluşa dayandırıyor. Yani geç kalınmış bir randevuya yetişmeyi, hiç olmazsa gölge oyunun kurallarını yeniden hatırlatarak rövanşı kazanmayı deniyor.

Ölüm Terbiyesi, temelde ölenin kimliğini öncelemeden, onun öldükten sonra da anılması şartının makul birey olması tezatından yola çıkıyor. Yani ölümü kurtarmak, en nihayetinde ölenin de paçayı kurtarmış olması anlamına geliyor. Toplumsal kaidelere -ki her devrin kendi ahlâki yansımalarından oluşan kaidelere uymayan, öteki, lanetli veya dünyanın fazlalıkları olarak mimlenenleri tekmelemenin ya da aziz kılmanın nerelerden geçtiğine ışık tutuyor. Kendi başına oldukça disiplinli bir kazı sürecini gerektiren bu çaba kitabın nezdinde ölüme yeni libaslar giydirmenin de mücadelesi. Belki de bir süredir çıplaklığa mahkûm edilen ölüme kendi libasını yeniden giydirmek, hakiki manada üstsüz olan ölümün şanını teslim etme mücadelesi. Bilinmez. Ancak ölüme ve imgelere karşı bu denli kuvvetli tasavvurlar başıboş değil. Bilindiği gibi, yakın zamanda Atina’da kurulan temsili bir mahkeme, Tanrılara saygısızlık ettiği ve gençleri baştan çıkardığı gerekçesiyle ölüme yollanan Sokrates’in masum olduğuna hükmetmişti. Bundan yirmi beş asır önce cereyan eden olay, yirmi beş asır sonra Sokrates’in beraat niyazına dönüştü. Şaşılacak bir şey olması gereken bu durum hem Ölüm Terbiyesi’nin hem de onun nezdinde yaşamın olağan akışında sıklıkla ortaya çıkan bir sonuç. Birisi ölür, tekmelemek için ayağa, okşamak için başa bakılır. Nokta. Diğer yandan, doğruluk hakkında konuşmak bireylerin değil, kurumların edindiği bir hak olarak görüldüğünden, bugün böyle yarın da şöyle hükümler vermek hayrete kapalı bir duruştur. Kitabın yazarı, bütün anlatı boyunca kavramların özüne inerken totalde devlet erkine atıfta bulunmayı ihmal etmediğinden ölümün terbiye sosuna tadını da yine devletin kendisi vermiş oluyor. Dolayısıyla iki şeyi daha karara bağlamak yerinde olacak. Birincisi, devlet, edinilen tüm sermayelerin toplamına denktir. Kudret, imtiyaz ve beraat hakkı dahil. Yani söylediklerinin teferruatı değil, esası baki. İkincisi ise, metnin girişince peşinen söylediğim şey: Hüve'l-bâkī.

Kalenderilerden, Babailerden, Celâlilerden yola çıkıp Bedrettinlerin, Şahkuluların isyan ahlâkına teşne Ölüm Terbiyesi, kelleyi koltuğa alanların mottolarını kitap boyunca hatırlatıyor: ser-bürîde mürde. Ölmeden önce ölmenin yolu. Kalenderilerin dünyaya çer çöp muamelesi yapmalarını onların başsız, kuralsız olmalarına bağlayan kitap, evvelce de belirttiğim gibi yüzünü dünyadan dönen, coşku ile Allah’a yönelenlerin dünya ve dünyadakilere tamah etmemelerini ölüme saygılarından, ölümü soylulaştırmışlarından aldıklarıyla ilintiliyor. Bunun karşısına ise yaşama hakkını elinde tutan erklerin bir de ölüm hakkını sahiplenmesindeki yozlaşmayı, tahribat ve bugünlere değin gelen yerleşik bir inanç kaidesi olmasını koyuyor. Burada açık bir devlet tartışması yürütülebilir, fakat bu da anlatımı gittikçe didaktikleştireceğinden, kitabın künhü ve üzerine eklemlenecek üç beş notla yetinmek gerekir. Ölümü ve terbiyesini konuşmak, kavramlara kalıcılık yüklemek isterken onları özlerinden saptırma tehlikesini de doğurduğundan bir Hegelci duruşu öncelemeyeceğim. Fakat, varlığa “fırlatılmışlık” yükleyen Hegel’in, burada ölümü terbiye etmediği gibi, ucu açık kavramsallaştırmalarla bir tık daha bulandırmaya memur olduğunu demeden de edemeyeceğim. Yine de bu kavramsallaştırma ve içini boşaltma, aynı anda doldurma merasimi, yaşamı ölümden koparmak isteyen güçlerin bilindik taktiğidir. Sayın, kudret ve iktidarı merkezileştirmeyi yeğlediğine kanaat getirdiği Osmanlı’nın da fetvalar, imgeler (cami, medrese, kitabe veya fetihlerle) gücü yekûn hale getirdiğini anlatırken iddiasını da kitap boyunca verdiği örneklemeler, kavramsal derinliklerle güçlendiriyor. Anlatı, dünü, günü içerdiği gibi kendine içkin bir yarın tasavvurunu da geliştirmeyi ihmal etmiyor. Hülasa, eğer bugün Batı, moderniteyi inşa ederken kötülüğün sıradanlaşmasını insana fatura etme yolu olarak Tanrı’yı öldürmekte bulduysa, ölümü tanrılaştıran, ona da dünyevi komutlar yükleyen yerli erkler de ölümün haysiyetini, cesetin hakkını gasp etmeyi benzer yolla buldu. Bu iddia, kitabın uzun uzadıya tartıştığı bir sav.

Kendisini yapıda, mimaride, müzikte, sanatta, yasada, coğrafyada, tarihte, bilim ve edebiyatta bir şekilde var eden ölümün saltanatına göz dikenlerin onu alaşağı etmek, haysiyetinde tahribat oluşturmak için başvurduğu yollar anlattıklarımız -dahası hâlâ duran anlatamadıklarımız kadarıyla kitabın içerisinde mevcut. Çokkatmanlı, anlaşılır izah ve hemen her alandan örneklem ile kabul edilsin ya da edilmesin, ayrı, sıklıkla düşünmeye sevk ettiren değerli bir eser, Ölüm Terbiyesi. Başta da belirttiğim üzere, makul bir ölümü tekelleştirip makul-ölüm statüsüne geçirenlere reddiye kitabı. Bu yüzden tekrar etmek gerek: Hüve'l-bâkī.

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann

Anadolu'nun manevî fatihi: Harakânî

"Kişinin aklı için en manalı uğraş 
dostu zikretmektir."
- Ebu’l-Hasan Harakânî

Sözlük anlamı; “açma, açılma” olan feth sözcüğü Türk-İslam tarihinde daha çok “İslam’ı yaymak ve adaleti hâkim kılmak için yeni kalelerin ve şehirlerin ele geçirilmesi” anlamıyla kullanılsa da İslam’ın maneviyat erleri olan sufiler paslı gönüllere mübarek nefesleriyle üfleyerek nice fethin mimarı olmuşlardır. Nice küffar beldesinin kapıları gazi ve şehitlerin kılıçlarından önce evliyanın, dervişanın ve dahi arifanın dualarıyla açılmıştır. Alp ve eren kavramlarını bir potada eriten bu maneviyat erleri, “alperen” adıyla hem aşk şehidi hem de gaza şehidi olmak için gaza etmişlerdir. İslam ordularından önce bu maneviyat erleri küffar beldelerindeki yaralı gönüllere sevgi tohumu ekmiş, İslam sancağı altında da vakıflar yoluyla hem Müslüman halkın hem de gayrimüslim halkın her türlü yardımına koşmuştur. Bu gönül erlerinden biri ve pek mühimi de Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleridir. Harakânî Hazretlerinin Kars’a gelişi ve Sultan Mahmud’un Hindistan’a, Tuğrul ve Çağrı Beylerin ve dahi Sultan Alparslan’ın da Anadolu’ya yönelmelerindeki manevi telkinleri onun Anadolu’nun Türk-İslam yurdu olmasındaki ehemmiyetini gösterir mahiyettedir. Harakân’dan sonra Kars’a gelerek burada halkı irşad etmiş, hem pek çok âlimin yetişmesine, hem de bölge halkının esenlik bulmasına vesile olmuştur.

Sadık Yalsızuçanlar’ın Harakânî Vakfı'nın başkanı Yavuz Selim Uzgur’la Ebu’l-Hasan Harakânî üzerine yaptıkları söyleşi, Anadolu’nun Kalbi: Harakânî adıyla kitaplaşmış. Harakânî Hazretleri tarihî açıdan önemli bir figür olmasına rağmen tek başına tarihî bir karakter değildir. Aynı şekilde, güçlü bir edip olmasına rağmen tek başına bir şair de değildir, eriştiği yüce mertebeye rağmen tek başına bir din adamı da değildir. Bu nedenle Harakânî Hazretlerine dair konuşmak için Türk-İslam tarihine, Türk edebiyatına ve bilhassa tasavvuf şiirine ve dahi tasavvuf geleneğine hâkim olmak gerekir. Bu açıdan Sadık Yalsızuçanlar’ın isabetli soruları ve Yavuz Selim Uzgur’un tatmin edici cevaplarıyla şekillenen kitap on birinci yüzyıl Türk-İslam fetihleri ve tasavvuf geleneği hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. Sadık Yalsızuçanlar giriş yazısında; “Tuğrul ve Çağrı Bey’leri de irfanıyla etkilemiş olan Harakânî’nin ‘çoklukta birlik’ öğretisi, Selçuklu medeniyetinin zeminini beslemiştir. Farklı kavim ve dinlerin, adalet ve sevgi temelinde bir arada, esenlik içinde yaşamasını sağlayan bu öğretiye, bugün fazlasıyla muhtacız. Özgür ve barışçıl bir dünyanın kurulmasında Harakânî gibi bilgelerin yaşamı ve öğretileri bize ışık olacaktır.” diyerek hem Harakânî’nin öğretilerinin Selçuklu medeniyeti için önemini ortaya koymuş hem de bugün içinde bulunduğumuz yoksunluğun sebebini açıklamıştır.

Harakânî Hazretlerini ve dahi cümle Allah dostunu anlamak, onların sözlerine ve eylemlerine bir anlam yüklemek; kapalı bir kutunun içinde ne olduğuna dair, kutuya dokunmadan hüküm vermek ve hükümle kutunun içindekini yargılamak gibidir. Tasavvuf, hâl ilmidir; mekteple ve kitapla öğrenilmez. Bu nedenle mektep hocasının ve kitap ehlinin tasavvufa dair verdiği hükümler eksik veya isabetsizdir. Harakânî Hazretleri; “Bu aşkı tatmak için okyanusta bir balık ol…” sözüyle okyanusun dışındakilerin bu aşkı anlayamayacaklarını da ifade etmiştir. Okyanus, deniz ya da derya; tasavvufta vahdetin sembolüdür. Vahdet denizine dalmadan okyanusun derinliklerine dair hüküm vermek hamlıktır. İnsan, denizin kendisini boğacağını düşünür ama Cenab-ı Hakk bu konuda kuluna eman vermiş ve “Ben kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür." buyurmuştur. Bu hadis-i kutsi, kendi benliğinden soyunan aşığın Allah’tan başkasıyla hesabı kalmadığını da işaret eder. Cüneyd-i Bağdadî’nin tasavvuf tanımına baktığımızda da bu kutsi hadisi daha iyi anlıyoruz: “Tasavvuf, Allah’ın seni sende öldürüp kendinde ebediyen diri kılmasıdır.” 'Seni sende öldürmek'ten kasıt, nefsin terbiye edilmesi ve masivadan yüz çevrilmesi, kısaca ölmeden ölme ölünmesidir. 'Kendinde ebediyen diri tutması'ndan kasıt ise aşığın gönlüne kendi varlığının, bütün esmasının tecelli etmesi ve böylece kendi nuruna aşığı vesile etmesidir.

Harakânî Hazretleri bir sözünde şöyle diyor: “Fütüvvet ehli cennete giden yolda değil, Allah’a giden yoldadır.” Hazretin bu sözü Yunus’un; “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene vergil anı / bana seni gerek seni” dizelerindeki haykırışın izahıdır. Cenab-ı Hak, Yasin suresinde “Onlara Rableri katından bir selam vardır.” buyuruyor. Tasavvuf ehli, gönlündeki Hak nefesinin kokusuyla öylesine kendinden geçer ki sadece kokunun sahibini yani Allah’ı arzular. Bu kokuyu ona duyuracak olan kahır da olsa lütuf da olsa hoş gelir artık ona.

Tasavvuf ehli, bulunduğu makamdan konuştuğu için sözlerini zahir anlamıyla değil, batın anlamıyla düşünmek gerekir. Bu nedenle Hak aşığı pek çok sufi birbirlerinden söyledikleri sözleri açıklamalarını istemişlerdir. Abdullah Ensarî, Harakânî’nin maneviyatından gıdalanmış bir Hak dostudur. Huzuruna geldiğinde “Sufi, gayr-i mahlûktur.” sözünü açıklamasını ister. Bu söz, “Sufi, yaratılmamıştır.” manasına geldiğinden kapalı bir gönül gözüyle okunduğunda şirk barındırdığı düşünülebilir. Hâl ehli olanlar sözde bir irfan olduğunu bildiklerinden şerhini isterler. Harakânî şöyle izah eder: “Sufi sizin anladığınız gibi yiyen, içen, yatan, uyuyan değildir. Gönlündeki Allah’ın sırrıdır sufi, gönüldeki Hak’tır.Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi ruhundan üfleyen Cenab-ı Hak, âşık kulunun gönlünde tecelli eder. Bu tecelliden sufi ortaya çıkar. Elbette, “oldum” demekle olunacak bir mertebe değildir bu. Yavuz Selim Uzgur; “Kul vara vara sultan olur.” diyerek tasavvuftaki azim ve sebatın önemini işaret ediyor.

Bakara suresinde mealen; “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” buyruluyor. Tasavvuf ehlinin bu konudaki düşüncesi; Hz. Âdem’e öğretilenlerin Allah’ın isimleri, yani Allah’ın hakikati olduğunu ve bu nedenle meleklerin secde edeceği bir mertebeye eriştiği yönündedir. İnsanoğlu da nefsini terbiye etmek yoluyla gönlünde Allah’ın nurunu parlatır ve meleklerin secde edeceği mertebeye erişebilir. İbn Arabî; “Allah, insana ihtiyacı suretinde tecelli eder.” diyor. İnsanın ihtiyacını bilmesi için ise nefsini tanıması gerekir. Bu minval üzere; “Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Nefsini yani fıtratını bilmek, ihtiyaçlarını ve nefsini eğitme yollarını da bilmeyi sağlar. Mürşid-i kâmil, irşad edeceği dervişe fıtratına göre görev verir. Molla Güranî Hazretleri Somuncu Baba’nın huzuruna gelip “Ben de dervişiniz olmak istiyorum. Ne yapmam lazım, ne emredersiniz?” diye niyaz edince Somuncu Baba; “Şu eşeğime bin, Bursa sokaklarında dolaş da gel!” buyuruyor. Molla Güranî “Bunu yapamam sultanım!” deyince Somuncu Baba; “Peki evladım, yapacağın kadarını veririz sana da” diyor. Her nefis, aynı şekilde eğitilmez, kişi önce nefsini bilmeli.

Harakânî fakr ehli olmakla Peygamber Efendimizin varislerindendir. Sultan Mahmud’un ikramı olan altınları, “Boğazımızdan geçmez” diyerek geri çevirmiş ve biriktirmekten ziyade tasadduk etmeyi öğütlemiştir. Bir sözünde; “Âlimler diyorlar ki, ‘Biz Peygamberlerin varisleriyiz. Hâlbuki Peygamberin vârisi onun manevi ilmini taşıyanlardır. Peygamber fakrı seçmişti, biz de fakrı seçtik, Peygamber kimseden korkmazdı, Peygamber’in tıynetinde kandırma yoktu, insanların üzüldüğü şeye üzülmezdi, sevindiği şeye sevinmezdi, hizmet ederdi ve hizmetiyle de hiçbir zaman kendini üstün görmezdi, mütevazıydı, alçakgönüllüydü…” diyerek Peygamber Efendimizin asıl varislerinin marifet ehli olanlar olduğunu ifade etmiştir. Âlimlerle sufilere dair söylediği şu söz hem ilim ehlinde hem de tasavvuf ehlinde bulunması gereken hasletlerin neler olduğunu işaret ediyor bize: “Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: dünya hırsına sahip âlim ve ilimden yoksun sufi.

Dervişi şu şekilde tanımlıyor Hazret: “Üç nehirden beslenen bir denizdir: cömertlik, şefkat ve insanlardan müstağni olmak.” Bu sözüyle hem kendi yaşayışını özetliyor hem de bizlere asırları aşan bir mesaj gönderiyor. Bugün, toplumumuzun kaybettiği haslet tam olarak bu derviş tanımıdır. Anadolu’yu İslam irfanıyla mayalayan bu gönül erlerine gönül gözümüzü ve gönül kulağımızı yeniden açmamız gerek. Harakâni Hazretleri bir başka sözünde şöyle buyuruyor: "Türkistan'dan Şam'da kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa o kalp benim kalbimdir." Maneviyatından beslenen pek çok gönül erinden biri de Yusuf Hemedani'dir. Yusuf Hemedani, Hoca Ahmed Yesevi'nin üstadıdır. Yesevi'nin gönül sofrasından gıdalanan erenler de Anadolu'nun ıslahında önemli rol oynamışlardır. Anadolu'da gelişen tasavvuf anlayışının "Hak rızası için halkın gönlünü almak, halkın derdiyle dertlenmek" düsturu Harakâni'nin öğretilerinde de kendini göstermiştir. Bu da bize fethin manevi boyutunu ziyadesiyle izah ediyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc