SAYFALAR

20 Ağustos 2020 Perşembe

Yaban'da Türk aydını ve Anadolu insanı arasındaki ilişki

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban romanında İstanbul sınırları içinde hapsolmuş Türk entelektüeli ile her biri zihnen kendi köyünün sınırları dışına çıkmamış Anadolu insanı arasında bir yakınlık, bir ilişki, hatta ortak bir gelecek kurmak istemiştir. Roman boyunca sürekli değişen karakterler üzerinden bu çabasını sürdürmesine rağmen romanın sonunda Ahmet Celal karakteri yoluna kendi başına devam edeceğini; “Bize gene yalnız yol göründü. Bu defteri Emine’ye teslim edip, tek başıma, yarı aç ve çıplak böğrümden kanım sızarak bitmez tükenmez uzaklara doğru yürüyeceğim.” sözleriyle bildiriyor. Yazar, Ahmet Celal karakterine bu sözleri söyleterek Anadolu insanı ile İstanbul entelektüeli arasında ortak bir gelecek tasavvurunun mümkün görünmediğini de ifade etmiş oluyor.

Mustafa Kemal önderliğinde bütün cephelerde Kurtuluş Savaşı’nın verildiği bir dönemde, bir Çanakkale gazisi olarak Eskişehir yakınlarında bir köye yerleşen bir Osmanlı subayının halkla yakınlaşma çabalarını ve Anadolu köylüsünün milli mücadeleye karşı takındığı kayıtsızlığı gözler önüne seren roman, cehaletin pençesinde boğulan Anadolu insanının dini ve ahlaki değerlerini gündelik çıkarlarına ve dünyevi zaaflarına kurban edişlerini de resmediyor.

Ahmet Celal; Celal Paşa’nın oğlu, Fransızca eğitimi almış, yetkin ve seçkin bir Osmanlı subayı olarak dönemin entelektüel kesimini temsil ediyor. Sürekli okuyan Ahmet Celal, köy halkının davranışlarını yer yer Shakespeare karakterleriyle yer yer de Yunan mitolojisine ait karakterlerle kıyaslayarak nasıl bir entelektüel birikime sahip olduğunu gösteriyor. Ahmet Celal’in peygamberlere ve kutsal metinlere dair verdiği örnekler de dönemin entelektüellerini tanımak açısından önemlidir sanıyorum. Ahmet Celal, daha ziyade Batı kaynaklı dini metinleri okumuş ve söz dağarcığı da bu şekilde oluşmuş bir karakter. “Yanımda bir ses. İsmail’in sesi. Hay, bu Tevrati akşam şerefine, seni adaşın İsmail gibi bir taş üstüne yatırıp boğazlamak kabil olsaydı.” sözleri buna örnek verilebilir. Ahmet Celal İslami hassasiyetin yerine pozitif bilimlere iman eden ve dini metinleri birer destan ya da efsane gibi okuyan Batı hayranı İstanbul entelektüeline de örnek teşkil ediyor.

Ahmet Celal, ilk olarak Mehmet Ali ile bir yakınlık kuruyor. Mehmet Ali; Ahmet Celal’in emrindeki bir asker iken onun sözünden çıkmayan, çalışkan, zeki ve iyi niyetli bir gençtir. Köye birlikte döndüklerinde ise şartlar değişir ve Mehmet Ali, kumandanı ile köylüleri arasında kalır. Ancak binlerce yılda oluşan kadim Anadolu yaşayışı içinde Ahmet Celal’le olan bağı kopar. Ahmet Celal, Mehmet Ali’nin tekrar askere alınmaktan çekinmesi karşısında ilk darbeyi yer. Milli mücadele ve Mustafa Kemal’e karşı köylüyle aynı tavrı takınması karşısında ise Mehmet Ali’ye olan güveni yok olur. Yazarın aydın halk yakınlaşması için ilk denemesi böylece başarısız olur.

Ahmet Celal, Mehmet Ali’nin tekrar askere alınmasından sonra annesi Zeynep Kadın’la yakınlaşmayı dener ama Zeynep Kadın da ona bir ‘yaban’ gözüyle bakmaktadır. Zeynep Kadın, oğlu İsmail’in isyankâr tavırlarından sonra kendine; “Ah, Mehmet Ali’m burada olsaydı. Ben ona gösterirdim,” şeklinde hayıflanınca Ahmet Celal; “Ben burada değil miyim? Sana söyledim, beni her işte Mehmet Ali’nin yerine koy diye.” sözleriyle yakınlık kurmak ister ama Zeynep Kadın hiçbir karşılık vermez. Böylece aydın halk yakınlaşması bir kez daha başarısız olur.

Ahmet Celal ve İsmail arasında daha farklı bir yakınlık gerçekleşir. İlk başlarda evin hesaba katılmayan küçük çocuğu olan İsmail, Emine’yle evlendikten sonra Ahmet Celal için bir düşmana dönüşür. Bu ilişki de aydın halk arasındaki çatışmanın temelde bir zihniyet farkıyla beraber bir çıkar ilişkisine de dayandığını göstermesi itibariyle önemlidir. Romanın sonunda Ahmet Celal ve Emine’nin birlikte kaçmaya başlamaları da Türk entelektüelinin bu çıkar çatışmasında masum olmadığını gösterir.

Ahmet Celal, Emine’nin İsmail’le evlenmesinden sonra Zeynep Kadın’ın evinden ayrılarak Bekir Çavuş’un eski bir evini tamir ettirmek suretiyle oraya yerleşir. Esasen bu olaydan sonra köyü terk etmesi de beklenebilirdi ama yazar, Türk entelektüeli ile Anadolu köylüsü arasında bir bağ kurma çabasına devam edecektir. Bu sefer Emeti Kadın ve daha çok torunu Hasan ile yakınlık kurmaya çalışır Ahmet Celal. Her ne kadar Hasan’ın kendisini anlayacak yegâne ruha sahip olduğunu söylese de onunla da mevcut durumu tartışamaz. Ülkenin içinde bulunduğu duruma dair köy halkından kimseyle dertleşemez.

Ahmet Celal’in en sağlıklı ilişkileri Süleyman ve Memiş karakterleriyledir. Bu iki karakter de yarı meczup, yarı düşkün insanlar olmaları bakımından ironik bir çağrışım taşırlar. Memiş ansızın ortadan kaybolurken Süleyman Yunan ordusunun yaktığı yangında yok olur. Bu iki karakter eylemsizliği temsil etmeleri itibariyle Anadolu köylüsünün olası bir ortak gelecekte eylemsiz kalacağını, en iyi ihtimalle olumlu bir katkısının olmayacağını göstermeleri bakımından önemlidir.

Ahmet Celal, köyde ayrıca Salih Ağa ve Beki Çavuş’la da ilişki kurar ama bu ilişkilerin biri çıkara dayalı iken bir diğeri düşmanlık esasına dayalıdır. Bununla beraber en gerçekçi ilişki Salih Ağa’yla arasındaki düşmanlık ilişkisidir. Ahmet Celal’in bütün ilişkileri bir vesileyle son bulurken Salih Ağa’yla düşmanlığı sona ermiyor ancak roman boyunca Salih Ağa’ya toz kondurmayan köylü, Yunan mezaliminden işbirliği sayesinde kurtulan Ağa’ya karşı nefret duymaya başlıyor.

Ahmet Celal’in yakınlık kurmak istediği karakterlerden Mehmet Ali, ikinci kez askere alınmasından sonra bir daha köye dönmüyor; Memiş, ansızın köyden kayboluyor; Hasan, Yunan askerleri tarafından öldürülüyor; Zeynep Kadın ve kızları, Yunan askerlerinin tecavüzüne uğruyor; Süleyman, Yunan askerlerinin çıkardığı yangında yanarak can veriyor; Emine ise Ahmet Celal’le kaçarken vurularak yolda kalıyor. Bütün bunlar Türk entelektüeli ile Anadolu köylüsü arasında kurulacak ortak bir geleceğin mümkün görülmediğini işaret ediyor.

Ahmet Celal’in romanın son kısımlarında not defterine yazdıkları bir entelektüel olarak bu ilişkiyi nasıl yorumladığını göstermesi açısından önemlidir. “… Ondan ricam şudur ki, burada bana bir yabancı muamelesi ettikleri, beni kendilerinden saymayıp daima manevi bir ezaya mahkûm kıldıkları için köylülere bir öfke bağlamasın. Onları, ben küçük sığırtmacın ölüsü başında affettim. Ve bu umumi facia anında hepsine, hatta Salih Ağa’ya bile hakkımı helal ediyorum. Bunların hiçbiri ne yaptığını bilmiyor.". Bu satırlar, Anadolu köylüsünün içine düştüğü atalette Türk entelektüelinin de suçu olduğunu itiraf eder niteliktedir.

Yazar, bu ortak gelecek fikrinin her ne kadar mümkün görünmediğini söylemiş olsa da bunu bir rüya gibi yaşamaktan ve bu geleceğin rüyasına inanmaktan kendini alamıyor. Ahmet Celal ve Emine’nin kaçarken vuruldukları esnada Ahmet Celal bir anlık bir rüyaya dalar ve rüyasını şu şekilde tasvir eder; “Bir rüyada Türk köylüsüyle, Türk entelektüeli arasındaki acıklı davadan hiçbir eser kalmadığını gördüm. Emine’nin bir ağaç dalına benzeyen kolları benimle o husumet ve ilgisizlik dünyası arasında kalın ve sağlam bir bağdı. Köyde geçirdiğim iki-üç yıllık zaman içinde, bana bir cehennem azabı çektiren bütün tiksintilerim, öfkelerim, gayızlarım, isyanlarım, umutsuzluklarım sağ böğrümdeki yaradan sızan kanlarla beraber akıp gidiyor. Sanki içimin ufuneti patlayıp bu delikten boşalıyor gibi… Öyle bir rahatlık, öyle bir rahatlık hissediyorum ki…

İşte bu rüya, romanın sonunda, gelecek asırlarda Türk köylüsüyle Türk entelektüeli arasındaki derin uçurumun kapanacağına dair bir umudu salık vermesi itibariyle oldukça önemlidir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder