Tarık Buğra, Türk Edebiyatı’nın tamamına baktığımızda, tüm eserleri göz önüne alındığında en yetkin yazarlarımızdan biridir. Deneme, öykü, roman gibi birçok alanda eser veren yazar, Türk okurlarca iki romanıyla bilinir daha çok: Küçük Ağa ve Osmancık. Liselerde dahi bu iki roman dışında pek tanıtılmaz öğrencilere. Ancak her eseri birbirinden kıymetlidir ve okura bir şeyler öğretir, en azından bir bakış açısı kazandırır mutlaka. Bunlardan biri, diğer romanlarına göre daha az bilinen kitabı Dönemeçte’dir.
Bir misyon kitabı diyebiliriz Dönemeçte’ye. Bir görev duygusuyla yazılmıştır. Tarık Buğra Türk insanına, tek parti döneminden çok partili hayata geçiş dönemini Anadolu’nun küçük bir kasabasından bakış açısı sunmuştur. Bu tür kitaplar edebiyatımızda mevcuttur. Daha önce ‘Esir Şehir’ üçlemesinin üçüncü kitabı Yol Ayrımı’nda Kemal Tahir, Serbest Fırka'nın kurulma hikâyesini kendine göre yazmıştır. Bu kitap ise daha sonraki bir süreci, bu kez akamete uğramayan bir süreci konu edinir: Demokrat Parti’nin kuruluş aşamasıdır bu. Fakat Yol Ayrımı romanıyla şu açıdan farklılık gösterir: Yol Ayrımı’nda asıl konu particilik ve bunun etrafında dönen olaylardır. Ayrıca Yol Ayrımı’nın esas kahramanları siyasetin içinde olan kişilerdir. Dönemeçte’de ise, demokrasiye geçiş, küçük bir Anadolu kasabasından ve bu tür particilik ve siyaset işlerine uzaktan bakan kasaba halkı ve bu küçük kasabanın bazı memurları üzerinden kurgulanır. Ayrıca Dönemeçte romanında, asıl konu olan Demokrat Parti’yle beraber demokrasiye geçişten başka bir de bir aşk hikâyesi konu edilir. Hatta diyebilirim ki asıl konu bu aşk hikâyesi olmasa da bu konu, diğerinden çok daha fazla işlenmiştir.
Kitap hâkim akış açısıyla yazılmıştır. Kitabın asıl kahramanı ‘hökumat’ doktoru Şerif’tir. Bundan başka Doktor Cevdet, Cevdet’in kızı Handan, kasabaya yeni atanan genç savcı yardımcısı Orhan, Eczacı Celal, kasabanın yerlisi, terzilik yapan, herhangi bir eğitimi olmayan ama oldukça bilgili ve açık fikirli Fakir Halid ve Kahveci Şükrü romanın asıl kahramanlarıdır ve okuyucunun gözünde başarılı bir şekilde somutlaştırılmışlardır.
Dönemeçte üç bölümden oluşur: Her İnsana Bir Başka Sabah, Hep Aynî Şarkılarla ve Kader Olandır. 271 sayfalık eserin ilk 100 sayfası ilk iki bölümü ihtiva ederken son 170 sayfa civarı üçüncü ve son bölüme ayrılmıştır.
"Tan yeri nerdeyse ağaracaktı" cümlesiyle birlikte ilk bölümünün temellerini atan yazar, her ana kahramanın aynı sabahına ışık tutar. Bu, hem kahramanların kim olduklarını okura etraflıca tanıtır hem de onların birbirleriyle olan ilişkilerini aydınlatır. Aynı günün aynı sabahına bütün kahramanlar nasıl başlamış bunu da öğrenmiş oluruz. Başlangıçta Handan ve Doktor Şerif arasındaki eski aşk hikâyesini de öğreniriz (yazar detayları ileriki bölümlerde açıklar), genç savcı yardımcısının kasaba treninden inişini de. Ancak kitabın asıl yazılma sebebi olan politik unsurlar yoktur. Hatta bu politik unsurlar kitabın içine diyaloglar veya iç monologlar yardımıyla serpiştirilse de ta kitabın sonlarında asıl yoğunluğuna kavuşur. Hatta bazı okurlara göre esas konunun aşk hikâyesi olduğu bile söylenebilir ancak değildir.
Dönemeçte’de bu aşk ve demokrasiye geçiş konusunun dışında en net işlenen konu, kasabada bulunan Şehir Kulübü baz alınarak kurgulanan ve tek parti döneminin tipik bir özelliği olan aydın-halk kopukluğudur. Bu konu da oldukça detaylı işlenmiştir Tarık Buğra tarafından. Doktor Şerif ve Fakir Halid bu kopukluğun farkındadır ancak çaresizdirler, doktor kendini alkolle avutur, Halid ise işiyle. Şerif’in en yakın arkadaşı Operatör Doktor Cevdet de bu durumdan rahatsız olanlardandır ancak poker masasından ve dolayısıyla hiçbir şeyi umursamayan, halktan kopuk memur takımından kopamaz. Doktor Şerif de bu tür konulara dert ortağı olarak kendi gibi olan Fakir Halid ve bazen de kahveci Şükrü’yü seçer. Fakir Halid için de durum farklı değildir:
“Sezişti ama sadece. Konuyu bu işleri iyice bilen, aklı eren biriyle, meselâ Doktor Şerif ile konuşmak isterdi. Ama onlar kendi âlemlerine dalıp gitmişlerdi. Şehir Kulübü etrafı kalelerle, aşılmaz surlar ve hendeklerle çevrili bir derebeyi konağına benzerdi. Girilemezdi oraya. İçindekiler dışarıya çıktıkları zaman da zırhlara bürünmüş gibiydiler; atlarını mahmuzlayıp dört nala geçer gibiydiler. Bu yüzden de, kendisine değilse bile, halka kala kala Karcı Yusuf’lar kalıyordu.”
İsmet Özel 1946 seçimleri için “Türk Milleti’nin başında olmasını istediklerini değil, olmasını istemediklerini seçtiği seçimdir” der. Buna göre Türk Milleti Halk Partisini değil Demokrat Parti’yi seçmiştir. Demokrat Parti’nin kuruluşunu ve halk nezdinde bir karşılık bulma çabalarını Tarık Buğra yerel kahramanların rolleri üzerinden okura aktarır. Aslında bu kitap Tarık Buğra’nın taraf tuttuğu bir kitap değildir. Demokrat Parti’nin daha işe başlarken Halk Partisi’nin yanlışlarını benimseyerek başlamasını eleştirir ve dini siyasete alet etmekten basını sansürlemeye, örnekler üzerinden gider. “Haşâ sümme haşâ, Allah’ı bile fırkacı yapıp çıktık işte” ve “Siyasî haklar, bu arada da basın hürriyeti Demokrat Parti’nin, aşağı yukarı kuruluş sebeplerinin en önemlisi idi; buna karşılık bu partinin, kurucularında gördüğü bu sansür titizliği insanda hangi umudu bırakırdı” gibi cümleler bu konulara getirilen tipik örneklerdir.
Yazar kitabına Dönemeçte ismini vermiştir. Bu hem Türkiye’nin politik manadaki dönemecidir hem de Doktor Şerif’in özel hayatındaki dönemeçtir. Fakat doktorun özel hayatındaki dönemeç de particilikten ayrı tutulamaz ve kendisine verilen siyasi görevi bir nevi kabul etmek zorunda kalır Şerif. Türkiye’nin siyasi manadaki dönemecini ise Kemal Tahir’e belki de ‘taş atarak’ açıklar Tarık Buğra:
“Ve düşünüyordu ki, dönemeç yalnız kendisinin değil, bütünüyle Türkiye’nin, Türkiye insanlarının önünde idi.. üstelik bir yol ayrımı söz konusu değildi: Yol mutlaka bu dönemeçten geçecekti.”
Devlet konusunda, demokrasi konusunda kişisel fikirlerini satır aralarına yerleştiren Tarık Buğra’nın bu romanda yaptığı en önemli işlerden biri Anadolu insanının ya da Türk insanının güç karşısındaki duruşudur. 1940’larda da bu durum böyleydi, 1840’larda da, muhtemelen 2040’da da böyle olacak. Çünkü tek taraflı ve birbirini yok etmek üzerine kurulu siyaset her zaman vardı. Tarık Buğra’nın bunu görmesi olağan bir durumdur ve bu durumu da romanında kullanmaktan geri durmamıştır. Çünkü eğer bu Türkiye’nin dönemeciyse, aynı zamanda halkın da ‘dönmesi’dir belki de. Ve tabiî ki son dönemlerin moda tabiriyle kamplaşma da:
“Dün Millî Şef’i övmeyi bir şan, şeref yarışı ve yurtseverlik gereği sayan bu insanlar; bugün ayni yüceliği ona sövüp saymakta, onun yönetimini ve onu şaşırtıcı, hattâ korkutucu bir hırsla kötülemekte görüyorlardı. Bu yeni faziletin kâşifleri ile eski inançta direnenler arasında kanlı bir savaş çıkıverecekmiş gibiydi. Doktora öyle geliyordu. Ve doktor bu milletin Yunan’a, Moskof’a veya Bulgar’a bile artık bu kadar düşmanlık duymaz olduğunu düşünüyordu.”
Buraya kadar genelde, romanın Türk siyasi hayatının bir dönemine bakan tarafından söz ettim ancak Handan-Orhan-Doktor Şerif ve bunlara ekleyebileceğimiz Eczacı Celal arasındaki evlilik, karşılıklı aşk ve karşılıksız aşk türünden ilişkiler de daha önce dediğim gibi oldukça fazla yer kaplıyor. Ancak benim okuma sebebim ‘dönemeç’i öğrenmekti. Fakat bu aşk teması da romana oldukça iyi yedirilmiş. Karakterlerin insani yönünü betimleme açısından gerekliydi bile diyebilirim.
Önemli bir döneme, başarılı bir kurguyla ışık tutuyor Tarık Buğra. Osmancık ve Küçük Ağa’dan başka da bir Tarık Buğra var. Hiç eskimeyecek bir kitap ve hiç eskimeyecek bir yazar. Kemal Tahir ve Yakup Kadri’yle beraber milli edebiyat diyebileceğim kavramı oluşturan -bana göre- üçgenin üçüncü ayağı. Bu romanı da iyi romanlarından biri. Es geçilmemeli diyorum.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
SAYFALAR
▼
31 Temmuz 2019 Çarşamba
26 Temmuz 2019 Cuma
Güncel olayları geçmiş ve gelecekle ilişkilendiren
esaslı analizler
“Marx, tarihin iki kez tekrarlama eğiliminde olduğunu söylemişti: Önce drama, sonra kaba komedi olarak.”
- Zygmunt Bauman, Bu Bir Günlük Değildir
Daha çok kurgu eserlerini okuduğumuz Jaguar Kitap’ın az da olsa kurgu dışı/düşünce ağırlıklı yayınları bulunuyor. Sosyolog Zygmunt Bauman’ın (1925-2017) kaleminden çıkan Bu Bir Günlük Değildir de onlardan birisi. İki yüz seksen sekiz sayfalık eserin çevirisi Didem Kizen tarafından yapılmış. Kitap, Bauman’ın 2010 yılının Eylül ayında başlayarak 2011 yılının mart ayına kadar geçen süreçteki notlarını kapsıyor. Toplamda yedi aylık bir süre içinde yazılan metin, her ay bir bölüm olacak şekilde oluşturulmuş ve yazılar tarih (ay/yıl) belirtilerek kronolojik olarak düzenlenmiş. Her ne kadar yazılar farklı günlere nispet edilerek yazılsa da ortaya çıkan ürün -isimlendirmede de belirtildiği üzere- bir günlük değil. Zira kitap ‘günlük duygu aktarımı’nın çok ötesinde güncel olayları geçmiş ve gelecekle ilişkilendiren esaslı analizler içeriyor.
Metnin formatı farklı olsa da Bauman okuru yine aynı muhalif-entelektüel karakter ile karşılaşıyor. Bauman her zaman yaptığı gibi sıkı bir ABD eleştirisi yapıyor ve Batı’nın tutarsızlıklarını, iki yüzlülüklerini sıralıyor. Eleştirilerini, Batı’nın ‘ilerleme’ dışında bıraktığı toplumları nasıl sömürgeleştirdiği ve çaresiz bıraktığı üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu anlamda konuya tarihsel perspektiften bakan Bauman, Avrupa’nın sömürü açısından şansı olarak değerlendirdiği sanayileşme sürecinin bir daha yaşanmasının mümkün olmadığını belirtiyor. O dönem için üstün gücünü kullanan Avrupa diğer toplumları kolonizasyona tabi tutarak gücüne güç katmıştır. Bugünkü yaşananlar o dönem elde edilen üstünlüğün ve sömürünün sonucudur. Yalnız buradaki önemli konu, artık bu çarkın dişlilerinin kırılmaya başlamasıdır. Batı, on sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar geçen süreçteki kolonizatör üstünlüğünü daha fazla devam ettirememektedir. Döngüyü kıracak olan ise bugüne kadar sömürülen toplumların sadece Batı’ya karşı değil, Batı’nın iş ortağı yerel yönetimlere karşı da demokrasi, adelet, özgürlük, eşitlik ve hukuku önceleyen bir anlayışı benimsemeleri olacaktır. Bu aşamada Bauman, Batı’nın ‘öteki’ toplumlara yönelik demokrasi savunuculuğunu da diğer icraatları gibi riyakârca bulduğunu belirtiyor. Suç kapsamındaki kirli ilişkileri ve gayriahlaki olarak olayları yönlendirmesine yönelik örnekler bunun kanıtıdır. Batı sadece kendini düşünen hırslarına yenik düşmüş bir anlayışın ürünüdür.
Bauman, güncele dair gelişmeleri, zenginlik ve yoksulluğun oluşumunu politik icraatlar açısından irdeleyerek ulaştığı sonuçları küreselleşme, yerelleşme ve küreyerelleşme bağlamında ne anlama gelebileceğini açıklıyor. Özellikle ABD’deki gelişmeleri analiz eden Bauman, siyasi iktidarın sermayenin kontrolü altına girişini ve kapitalist sistemin lehine verilen kararları gösteriyor. Bu süreçte gerçeklerden soyutlanan vatandaşın retorik ile kolayca ikna edildiğini söylüyor. Sosyal hakları elinden alınan birey çalışma dünyasında vahşi rekabete dayanamamaktadır. Toplumun neredeyse tamamı hayatını kredi ve kredi kartlarıyla idame ettirmeye alıştırılmıştır. Ev, araba, iş hayaliyle borçlandırılarak geleceği ipotek altına alınan toplum için başka türlü yaşam düşüncesi ortadan kalkmıştır. Bir zamanların “fırsatlar ülkesi” olarak anılan ABD artık o özelliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla bir kabusa dönen Amerikan Rüyası’ndan uyanmanın vakti gelmiştir. Bauman’ın ABD ile ilgili yazdıklarını Türkiye bağlamında değerlendirdiğimizde benzerliklerin dehşet verici olduğunu söyleyebiliriz. “Küçük Amerika” söylemi Türkiye için bir dönemin hayaliydi. Bu hayale göre “her mahallede bir milyoner” peydahlanacaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD güdümüne giren Türkiye’ye yapılan ‘yardım’ görünümlü ‘yatırım’ların karşılığını fazlasıyla verdiği görülüyor. Siyasi ilişkilere, iş dünyasının işleyişine, ülke politikalarının ve ssosyo-kültürel dokunun dönüşümüne baktığımızda ABD’nin küçücük bir imitasyonuyla karşı karşıyayız. Teknik olarak hiçbir farkın olmadığı bu yapıda sadece yerel unsurların kullanılıyor olması hiçbir anlam ifade etmiyor. Zaten Bauman da küreselleşmenin korkutucu yönüne karşın küreyerelleşme denilen olgunun uygulamaya sokulduğunu söylüyor. Bu açıdan Avrupa da dâhil olmak üzere dünyanın tamamında ürkütücü bir ABD hegemonyasının işbaşında olduğunu söyleyebiliriz. Burada Bauman’ın dikkat çektiği bir noktayı söylemek gerekiyor sanıyorum. Türkiye’deki Amerika(n)laşma politikaları sağ/muhafazakâr cenaha izafe edilir. Bu politikaların konjonktürel uygulayıcısı böyle gözükse de ABD’nin Türkiye’ye girişi, sistemi değiştirme y/etkisi ve yardımların başlangıcı kendini sol diye adlandıran yapı döneminde olmuştur. Kaldı ki, Türkiye’de yönetime gelen ilk sağ/muhafazakâr parti sol partinin içinden neşet etmiştir. Burada Bauman’ın dünya geneli için söylediği “sol, sol değil” tespiti Türkiye için de uygun düşüyor. Bauman özellikle sosyal demokratların liberallerin suyuna dümen kırdığını, bunun başlangıç noktasının ise “refah devleti” söylemi olduğunu belirtiyor. Sol da tıpkı sağ gibi konfor ve paranın peşine düşmüştür. Teorik söylem pratikte uygulanamamıştır.
Oldukça istifade ettiğim kitaptaki iki konu alışık olduğum Bauman figürünün dışında kalıyor. Bunlardan ilki olan, internet ve gençliği romantik derecede olumlayan bakışı -ki bu anlaşılabilir bir durum olarak görülebilir lakin metnin yazıldığı dönem itibariyle Mısır’daki gelişmelere atfen yazılan şeyler Bauman sağduyusuyla örtüşmüyor diye düşünüyorum. Müslüman Kardeşler’in demokratik yöntemlerle iktidara gelmesini Adolf Hitler (1889-1945) iktidarıyla (Hitler seçimle yönetime gelmişti) özdeşleştirerek sadece anakronizm yapmıyor Bauman. Aynı zamanda Batı’nın pozitivist bilimciliği temele alarak doğa bilimlerinin ilkelerini sosyal bilimlere uyguladığı genellemecilik/kesinlik hatasına da düşüyor. Farklı sosyo-kültürel yapıdaki iki toplumu aynı parametrelerle değerlendirmekle kalmıyor, farklı dinamikleri sahip iki olgu arasında olmuş olaylar üzerinden gerçekleşmemiş bir durumu açıklamaya kalkışıyor.
Değerlendirmelerinde çok yönlü bakış açısını benimseyen Bauman’ın yazıları tarihten ekonomiye, kültürden sanata kadar geniş bir alana yayılıyor. Örneğin aynı yazı içerisinde hem tarihten hem de internetten bahsedebiliyor veya sporla ilgili bir konuyu doğa sevgisi görünümlü popülizm ile harmanlayabiliyor. Ama genel olarak yazılarında kapitalizmin motor gücü olan tüketim kültürünü; zengini daha da zenginleştirirken yoksulu daha da yoksullaştıran liberal-ekonomik politikaları; internet ve teknolojinin insan hayatına etkilerini; küreselleşmenin getirdiklerini; teolojik anlayışın sosyolojik yansımalarını ve sosyo-kültürel farklılıkların çatışmacı yönlerini öncelediği görülüyor. Metinlerdeki temel izleğe baktığımızda yerel halklar, mülteciler, azınlıklar, etnik gruplar, demokrasi, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramların öne çıktığını söyleyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Zygmunt Bauman, Bu Bir Günlük Değildir
Daha çok kurgu eserlerini okuduğumuz Jaguar Kitap’ın az da olsa kurgu dışı/düşünce ağırlıklı yayınları bulunuyor. Sosyolog Zygmunt Bauman’ın (1925-2017) kaleminden çıkan Bu Bir Günlük Değildir de onlardan birisi. İki yüz seksen sekiz sayfalık eserin çevirisi Didem Kizen tarafından yapılmış. Kitap, Bauman’ın 2010 yılının Eylül ayında başlayarak 2011 yılının mart ayına kadar geçen süreçteki notlarını kapsıyor. Toplamda yedi aylık bir süre içinde yazılan metin, her ay bir bölüm olacak şekilde oluşturulmuş ve yazılar tarih (ay/yıl) belirtilerek kronolojik olarak düzenlenmiş. Her ne kadar yazılar farklı günlere nispet edilerek yazılsa da ortaya çıkan ürün -isimlendirmede de belirtildiği üzere- bir günlük değil. Zira kitap ‘günlük duygu aktarımı’nın çok ötesinde güncel olayları geçmiş ve gelecekle ilişkilendiren esaslı analizler içeriyor.
Metnin formatı farklı olsa da Bauman okuru yine aynı muhalif-entelektüel karakter ile karşılaşıyor. Bauman her zaman yaptığı gibi sıkı bir ABD eleştirisi yapıyor ve Batı’nın tutarsızlıklarını, iki yüzlülüklerini sıralıyor. Eleştirilerini, Batı’nın ‘ilerleme’ dışında bıraktığı toplumları nasıl sömürgeleştirdiği ve çaresiz bıraktığı üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu anlamda konuya tarihsel perspektiften bakan Bauman, Avrupa’nın sömürü açısından şansı olarak değerlendirdiği sanayileşme sürecinin bir daha yaşanmasının mümkün olmadığını belirtiyor. O dönem için üstün gücünü kullanan Avrupa diğer toplumları kolonizasyona tabi tutarak gücüne güç katmıştır. Bugünkü yaşananlar o dönem elde edilen üstünlüğün ve sömürünün sonucudur. Yalnız buradaki önemli konu, artık bu çarkın dişlilerinin kırılmaya başlamasıdır. Batı, on sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar geçen süreçteki kolonizatör üstünlüğünü daha fazla devam ettirememektedir. Döngüyü kıracak olan ise bugüne kadar sömürülen toplumların sadece Batı’ya karşı değil, Batı’nın iş ortağı yerel yönetimlere karşı da demokrasi, adelet, özgürlük, eşitlik ve hukuku önceleyen bir anlayışı benimsemeleri olacaktır. Bu aşamada Bauman, Batı’nın ‘öteki’ toplumlara yönelik demokrasi savunuculuğunu da diğer icraatları gibi riyakârca bulduğunu belirtiyor. Suç kapsamındaki kirli ilişkileri ve gayriahlaki olarak olayları yönlendirmesine yönelik örnekler bunun kanıtıdır. Batı sadece kendini düşünen hırslarına yenik düşmüş bir anlayışın ürünüdür.
Bauman, güncele dair gelişmeleri, zenginlik ve yoksulluğun oluşumunu politik icraatlar açısından irdeleyerek ulaştığı sonuçları küreselleşme, yerelleşme ve küreyerelleşme bağlamında ne anlama gelebileceğini açıklıyor. Özellikle ABD’deki gelişmeleri analiz eden Bauman, siyasi iktidarın sermayenin kontrolü altına girişini ve kapitalist sistemin lehine verilen kararları gösteriyor. Bu süreçte gerçeklerden soyutlanan vatandaşın retorik ile kolayca ikna edildiğini söylüyor. Sosyal hakları elinden alınan birey çalışma dünyasında vahşi rekabete dayanamamaktadır. Toplumun neredeyse tamamı hayatını kredi ve kredi kartlarıyla idame ettirmeye alıştırılmıştır. Ev, araba, iş hayaliyle borçlandırılarak geleceği ipotek altına alınan toplum için başka türlü yaşam düşüncesi ortadan kalkmıştır. Bir zamanların “fırsatlar ülkesi” olarak anılan ABD artık o özelliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla bir kabusa dönen Amerikan Rüyası’ndan uyanmanın vakti gelmiştir. Bauman’ın ABD ile ilgili yazdıklarını Türkiye bağlamında değerlendirdiğimizde benzerliklerin dehşet verici olduğunu söyleyebiliriz. “Küçük Amerika” söylemi Türkiye için bir dönemin hayaliydi. Bu hayale göre “her mahallede bir milyoner” peydahlanacaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD güdümüne giren Türkiye’ye yapılan ‘yardım’ görünümlü ‘yatırım’ların karşılığını fazlasıyla verdiği görülüyor. Siyasi ilişkilere, iş dünyasının işleyişine, ülke politikalarının ve ssosyo-kültürel dokunun dönüşümüne baktığımızda ABD’nin küçücük bir imitasyonuyla karşı karşıyayız. Teknik olarak hiçbir farkın olmadığı bu yapıda sadece yerel unsurların kullanılıyor olması hiçbir anlam ifade etmiyor. Zaten Bauman da küreselleşmenin korkutucu yönüne karşın küreyerelleşme denilen olgunun uygulamaya sokulduğunu söylüyor. Bu açıdan Avrupa da dâhil olmak üzere dünyanın tamamında ürkütücü bir ABD hegemonyasının işbaşında olduğunu söyleyebiliriz. Burada Bauman’ın dikkat çektiği bir noktayı söylemek gerekiyor sanıyorum. Türkiye’deki Amerika(n)laşma politikaları sağ/muhafazakâr cenaha izafe edilir. Bu politikaların konjonktürel uygulayıcısı böyle gözükse de ABD’nin Türkiye’ye girişi, sistemi değiştirme y/etkisi ve yardımların başlangıcı kendini sol diye adlandıran yapı döneminde olmuştur. Kaldı ki, Türkiye’de yönetime gelen ilk sağ/muhafazakâr parti sol partinin içinden neşet etmiştir. Burada Bauman’ın dünya geneli için söylediği “sol, sol değil” tespiti Türkiye için de uygun düşüyor. Bauman özellikle sosyal demokratların liberallerin suyuna dümen kırdığını, bunun başlangıç noktasının ise “refah devleti” söylemi olduğunu belirtiyor. Sol da tıpkı sağ gibi konfor ve paranın peşine düşmüştür. Teorik söylem pratikte uygulanamamıştır.
Oldukça istifade ettiğim kitaptaki iki konu alışık olduğum Bauman figürünün dışında kalıyor. Bunlardan ilki olan, internet ve gençliği romantik derecede olumlayan bakışı -ki bu anlaşılabilir bir durum olarak görülebilir lakin metnin yazıldığı dönem itibariyle Mısır’daki gelişmelere atfen yazılan şeyler Bauman sağduyusuyla örtüşmüyor diye düşünüyorum. Müslüman Kardeşler’in demokratik yöntemlerle iktidara gelmesini Adolf Hitler (1889-1945) iktidarıyla (Hitler seçimle yönetime gelmişti) özdeşleştirerek sadece anakronizm yapmıyor Bauman. Aynı zamanda Batı’nın pozitivist bilimciliği temele alarak doğa bilimlerinin ilkelerini sosyal bilimlere uyguladığı genellemecilik/kesinlik hatasına da düşüyor. Farklı sosyo-kültürel yapıdaki iki toplumu aynı parametrelerle değerlendirmekle kalmıyor, farklı dinamikleri sahip iki olgu arasında olmuş olaylar üzerinden gerçekleşmemiş bir durumu açıklamaya kalkışıyor.
Değerlendirmelerinde çok yönlü bakış açısını benimseyen Bauman’ın yazıları tarihten ekonomiye, kültürden sanata kadar geniş bir alana yayılıyor. Örneğin aynı yazı içerisinde hem tarihten hem de internetten bahsedebiliyor veya sporla ilgili bir konuyu doğa sevgisi görünümlü popülizm ile harmanlayabiliyor. Ama genel olarak yazılarında kapitalizmin motor gücü olan tüketim kültürünü; zengini daha da zenginleştirirken yoksulu daha da yoksullaştıran liberal-ekonomik politikaları; internet ve teknolojinin insan hayatına etkilerini; küreselleşmenin getirdiklerini; teolojik anlayışın sosyolojik yansımalarını ve sosyo-kültürel farklılıkların çatışmacı yönlerini öncelediği görülüyor. Metinlerdeki temel izleğe baktığımızda yerel halklar, mülteciler, azınlıklar, etnik gruplar, demokrasi, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramların öne çıktığını söyleyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
24 Temmuz 2019 Çarşamba
Zamanının ötesindeki adamlardan ilham almak
"- Neler okuyorsunuz Lordum?
- Kelimeler, kelimeler, yalnızca kelimeler."- William Shakespeare, Hamlet
M. Fatih Andı tarafından yazılan ve bu yıl Ketebe tarafından basılan kitaptan en çok akılda kalan, kelimeleri genişleterek vardığı yaşam gayesi oluyor.
Zamanının ötesinde adamlardan ilham edinmiş yazar, “etkisiz ödüller ödülsüz şahsiyetler”den bahsederken aslında edebiyata tutarlı bir tavrın şikayetini etmiş. Dehalar zaten zamanlarının ötesine yazmazlar mı?
Ahmet Hamdi Tanpınar’a, hepimizin kalbindeki özel köşeden bakan Andı, çok haklı serzenişler etse de yaşamış olması silinmek istercesine soluklaştırılmış bir Safiye Erol vardır mesela. Cumhuriyetin “Sinekli Bakkal” ergenliğine ihtiyacı olan yıllarının mağdurlarındandır. Ne batıya tutunmayı içi istemiş ne doğu da yer edinebilmiş. Nietzsche vardır, yüzyıl sonraya yazıyorum diyen. Etiğin babası olup bilginin değil irfanın kıymetini bas bas bağırsa da hala pozitivizmin sularında dolaşanların sahiplendiği. Sağın zahmet edip edinmediği solun anlamaya zihinsel kabiliyetinin yetmediği Nietzsche…
M.Fatih Andı, “klasikler” kelimesinin içerik ziyanına, ithaf edebiyatına, dağınık yazıp gidenlerden kalanların edebiyata katılmasına, moda olan yazınların furya veya bereket olması üzerine kendi tabiri ile “niteliğin itibarı”na doğru meylederek değinmiş. Niceliğin istilasında olduğumuzun altını da ince ince çizmiş.
Okuduklarından değil tercümelerinden dilinin imkanlarına vardığını kendi dili ile de ifade eden Cemil Meriç’ten dem ederek, Ömer Hayyam Rubailer’inin tercüme serüveninin çileli öyküsünü anlatmış. Bir yüzyıl öcü muamelesi, sonrasında; Hüseyin Rıfat, Feyzullah Sacit, Abdülbaki Gölpınarlı, Asaf Halet Çelebi, Vasfi Mahir Kocatürk, Rüştü Şardağ, Yahya Kemal, Orhan Veli… Kimler dokunmamış ki Hayyam’a tercüman olmaya?
Bu bilgiden ilhamla insan nasılda hatırlar birden memleket insanının en cafcaflı kusurunu. Ya tekfir ederiz ya kutsarız biz. Taşınamadığımız orta, en büyük kusurumuz. Döneminin en ortasında yaşayan peygamberi bile kendi dönemimize aşırılık olarak ikame eder, adına “sünnet” deriz. Hayyam için de hayranlığın devşirildiği yılların ideolojik çalkantıları ve dönüştürmek istedikleri nüveye her türlü malzemeyi meze ediş ayrı bir bahsin konusu olur vesselam. Melamilikten dem vuranların deistler olduğu bir karmaşada mevcut durum geçerliliğini pek de yitirmiş sayılmaz zaten. Hayyam da orijinal adam ve her orijinal adam gibi sahip bulamaz yerli yerince. Nereye koysan güdük kalır. Meriç’in batılı okumasını, İsmet Özel şiirine Cezmi Ersöz hayranlığını anlayamayanlara, ifadesi zor keyiflerdir. Zihinsel sınıf meselesidir.
Kitaba dönelim:
En azından kendi adıma kaçaklarımı yakaladım diyebilirim. “Bir muazzam eserdir ki misli yok naziri yok; zahiren saat çalar manen hükümet seslenir” diye edebiyatçının saat kulelerine biçtiği devlet-i ali temsilinin zamanı dillendirişini fark edememişim mesela. “Hiç kimsenin, Yahya Kemal hariç tesirinde kalmadım” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ı neden sevdiğimi daha bir anladım. 19. asır Avrupa’sının prototipi Beyoğlu’na bir daha baktım. “Ezansız Semtler”de yitenin dinden çok olduğuna kanaat ettim. “Ev” karşısındaki tutumu ile belki de bizim edebiyatçıların, bir yere ait olma hissine mukabil, batıdan ayrılan en derin yanlarını, en derin yansıtan Tevfik Fikret’e ve aşiyanına aşina oldum.
Zül Cenaheyn bilgeliğinde Osmanlı erenleri…“Bir doğu bir batı bir de biz varız” dedikleri bölgenin nev-i şahsına münhasır kerameti… Gözlerinde İslam medeniyetinin ışığı, akılları hür, hürriyetini Tanrı’dan aldığından emin yürüyebilen bir grup bilgenin nüveleri…
M. Fatih Andı, tüm bunları anlatırken bu nüvenin erezyona uğrayan etiğini, “salikin” düsturundan geriye doğru bozulan toplum ile bencilleşen bireye dönüşümünü, yine en iyi edebiyatla anlayabileceğimizi ifade etmiş:
17.yy’da sürgün ve umutsuzluklar içinde bir adem, Nâilî “Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı yâ Rab şâd olsun / benimçün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun” diye, şer olana hayır ile mukabele ederken; Akif Paşa ise “Ber-murad olmayacak ben, yere geçsin âlem” der. Yükselen öfkemizin, alçalarak gelen özümüzün resmi gibidir. Yazar, edebiyatın, cemiyetin sosyal-psikoloji dahlindeki fotoğrafını betimlemesini, çok estetik iki örnekle sayfalara kazır.
Keza, Ahmet Mithat Efendi’nin Jean Baudrillard’dan aşağı kalmayan anti-kapitalizm şiarı da bu nevi bir betim ile değerlendirilir. Ahmet İhsan’ın “ilancılık” dediği reklama “şarlatanlık” olarak yorumu “Türk dediğin anti-kapitalisttir” diyen herkesin yüreğine sular-seller serpmez mi? Propaganda reklam ve ilancılık diye nitelediği bu üç şarlatan işi için: “Bunu bizim her milletten iyi bilmemiz lazım iken hiç bilmeyiz. Her milletten iyi bilmekliğimiz lazım olması propagandanın ahkam-ı İslamiyye’den olmasındandır” demektedir. Tüm bunlar diklemesine anlatılardır. Belli ki üzerine tefekkür edilmiş, bizim de etmemiz tavsiye edilir.
Hülasa:
Okuduklarından tanrılar yaratan çıtayı geçecek kadar okumuşlara, okuduklarından kendini edinmişlere, edindikleri ile yeniden okumak isteyenlere, okudukça cehaletinin arttığı hissinden hem beslenen hem eksilenlere, bütün başladığını zannettiği yolda gittikçe yarım kalan ama yarım yanını sevenlere, yolun başında olanlara değil epeyce yol almışlara, bundan sonraki okumaları için önsöz yazmış yazar.
Kelimeler demiş! Kelimeler demişlerden demlenmiş:
"Sana durlanmış kelimeler getireceğim
pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler
kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir."
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
- Kelimeler, kelimeler, yalnızca kelimeler."- William Shakespeare, Hamlet
M. Fatih Andı tarafından yazılan ve bu yıl Ketebe tarafından basılan kitaptan en çok akılda kalan, kelimeleri genişleterek vardığı yaşam gayesi oluyor.
Zamanının ötesinde adamlardan ilham edinmiş yazar, “etkisiz ödüller ödülsüz şahsiyetler”den bahsederken aslında edebiyata tutarlı bir tavrın şikayetini etmiş. Dehalar zaten zamanlarının ötesine yazmazlar mı?
Ahmet Hamdi Tanpınar’a, hepimizin kalbindeki özel köşeden bakan Andı, çok haklı serzenişler etse de yaşamış olması silinmek istercesine soluklaştırılmış bir Safiye Erol vardır mesela. Cumhuriyetin “Sinekli Bakkal” ergenliğine ihtiyacı olan yıllarının mağdurlarındandır. Ne batıya tutunmayı içi istemiş ne doğu da yer edinebilmiş. Nietzsche vardır, yüzyıl sonraya yazıyorum diyen. Etiğin babası olup bilginin değil irfanın kıymetini bas bas bağırsa da hala pozitivizmin sularında dolaşanların sahiplendiği. Sağın zahmet edip edinmediği solun anlamaya zihinsel kabiliyetinin yetmediği Nietzsche…
M.Fatih Andı, “klasikler” kelimesinin içerik ziyanına, ithaf edebiyatına, dağınık yazıp gidenlerden kalanların edebiyata katılmasına, moda olan yazınların furya veya bereket olması üzerine kendi tabiri ile “niteliğin itibarı”na doğru meylederek değinmiş. Niceliğin istilasında olduğumuzun altını da ince ince çizmiş.
Okuduklarından değil tercümelerinden dilinin imkanlarına vardığını kendi dili ile de ifade eden Cemil Meriç’ten dem ederek, Ömer Hayyam Rubailer’inin tercüme serüveninin çileli öyküsünü anlatmış. Bir yüzyıl öcü muamelesi, sonrasında; Hüseyin Rıfat, Feyzullah Sacit, Abdülbaki Gölpınarlı, Asaf Halet Çelebi, Vasfi Mahir Kocatürk, Rüştü Şardağ, Yahya Kemal, Orhan Veli… Kimler dokunmamış ki Hayyam’a tercüman olmaya?
Bu bilgiden ilhamla insan nasılda hatırlar birden memleket insanının en cafcaflı kusurunu. Ya tekfir ederiz ya kutsarız biz. Taşınamadığımız orta, en büyük kusurumuz. Döneminin en ortasında yaşayan peygamberi bile kendi dönemimize aşırılık olarak ikame eder, adına “sünnet” deriz. Hayyam için de hayranlığın devşirildiği yılların ideolojik çalkantıları ve dönüştürmek istedikleri nüveye her türlü malzemeyi meze ediş ayrı bir bahsin konusu olur vesselam. Melamilikten dem vuranların deistler olduğu bir karmaşada mevcut durum geçerliliğini pek de yitirmiş sayılmaz zaten. Hayyam da orijinal adam ve her orijinal adam gibi sahip bulamaz yerli yerince. Nereye koysan güdük kalır. Meriç’in batılı okumasını, İsmet Özel şiirine Cezmi Ersöz hayranlığını anlayamayanlara, ifadesi zor keyiflerdir. Zihinsel sınıf meselesidir.
Kitaba dönelim:
En azından kendi adıma kaçaklarımı yakaladım diyebilirim. “Bir muazzam eserdir ki misli yok naziri yok; zahiren saat çalar manen hükümet seslenir” diye edebiyatçının saat kulelerine biçtiği devlet-i ali temsilinin zamanı dillendirişini fark edememişim mesela. “Hiç kimsenin, Yahya Kemal hariç tesirinde kalmadım” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ı neden sevdiğimi daha bir anladım. 19. asır Avrupa’sının prototipi Beyoğlu’na bir daha baktım. “Ezansız Semtler”de yitenin dinden çok olduğuna kanaat ettim. “Ev” karşısındaki tutumu ile belki de bizim edebiyatçıların, bir yere ait olma hissine mukabil, batıdan ayrılan en derin yanlarını, en derin yansıtan Tevfik Fikret’e ve aşiyanına aşina oldum.
Zül Cenaheyn bilgeliğinde Osmanlı erenleri…“Bir doğu bir batı bir de biz varız” dedikleri bölgenin nev-i şahsına münhasır kerameti… Gözlerinde İslam medeniyetinin ışığı, akılları hür, hürriyetini Tanrı’dan aldığından emin yürüyebilen bir grup bilgenin nüveleri…
M. Fatih Andı, tüm bunları anlatırken bu nüvenin erezyona uğrayan etiğini, “salikin” düsturundan geriye doğru bozulan toplum ile bencilleşen bireye dönüşümünü, yine en iyi edebiyatla anlayabileceğimizi ifade etmiş:
17.yy’da sürgün ve umutsuzluklar içinde bir adem, Nâilî “Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı yâ Rab şâd olsun / benimçün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun” diye, şer olana hayır ile mukabele ederken; Akif Paşa ise “Ber-murad olmayacak ben, yere geçsin âlem” der. Yükselen öfkemizin, alçalarak gelen özümüzün resmi gibidir. Yazar, edebiyatın, cemiyetin sosyal-psikoloji dahlindeki fotoğrafını betimlemesini, çok estetik iki örnekle sayfalara kazır.
Keza, Ahmet Mithat Efendi’nin Jean Baudrillard’dan aşağı kalmayan anti-kapitalizm şiarı da bu nevi bir betim ile değerlendirilir. Ahmet İhsan’ın “ilancılık” dediği reklama “şarlatanlık” olarak yorumu “Türk dediğin anti-kapitalisttir” diyen herkesin yüreğine sular-seller serpmez mi? Propaganda reklam ve ilancılık diye nitelediği bu üç şarlatan işi için: “Bunu bizim her milletten iyi bilmemiz lazım iken hiç bilmeyiz. Her milletten iyi bilmekliğimiz lazım olması propagandanın ahkam-ı İslamiyye’den olmasındandır” demektedir. Tüm bunlar diklemesine anlatılardır. Belli ki üzerine tefekkür edilmiş, bizim de etmemiz tavsiye edilir.
Hülasa:
Okuduklarından tanrılar yaratan çıtayı geçecek kadar okumuşlara, okuduklarından kendini edinmişlere, edindikleri ile yeniden okumak isteyenlere, okudukça cehaletinin arttığı hissinden hem beslenen hem eksilenlere, bütün başladığını zannettiği yolda gittikçe yarım kalan ama yarım yanını sevenlere, yolun başında olanlara değil epeyce yol almışlara, bundan sonraki okumaları için önsöz yazmış yazar.
Kelimeler demiş! Kelimeler demişlerden demlenmiş:
"Sana durlanmış kelimeler getireceğim
pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler
kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir."
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
23 Temmuz 2019 Salı
Dünyanın gümbürtüsünden gariplerin sessizliğine
Şu dünya hayatını, kendine en yakın yerde yaşayan insanlara garip denir. Evet, pekala denir. Neresidir insanın kendine en yakın yeri? Herhalde kalbinin olduğu yer. İşte o yere türkülerimizde gönül deniyor. O hâlde gariplerin dostları gönülleridir dememizde bir sakınca yok. Ethem Baran, her öyküsünde olduğu gibi Döngel Dünya'da da gariplerin yanına çağırıyor bizi. Aslında götürüyor. Usulca, kolumuza girerek, hikâyelerine tam kalbinden şahit tutarak. Biraz da sanki bizi test ediyor, "ey okur bakalım sen ne göreceksin bu yazılanlarda, sen neler hissedeceksin, dertlenecek misin garibin derdiyle" der gibi.
Sanırım öyküde tercihim belli; günlük hayatta olan biten ama çok da gör(e)mediğimiz, hatta şu çağda görmemizin pek mümkün olmadığı hadiseler sadelikle, doğallıkla harmanlanınca okumaya doyamıyorum. Bu duyguyu Ethem Baran gibi ömrünün önemli bir bölümünü Yozgat'ta geçirmiş yazar Mustafa Çiftci'de de hissediyorum.
On beş öykü var Döngel Dünya'da, rakam korkutmasın çünkü kitap 115 sayfa. Üstelik öykü geçişlerinde hiç yormadığından roman gibi okunabiliyor. Sanki önümüzde bir perde var, yazar oraya birbiriyle komşu olan karakterleri teker teker yansıtıyor. Hâliyle insan bir oturuşta bitiriyor kitabı. "Derken, bahar geldi" diye açılıyor kitap. Bu bir taktik miydi, yoksa yazar bu öyküsünü yazmaya baharda mı başladı bilmiyorum ama henüz ilk sayfada karşılaşınca içi ferahlıyor insanın. Ne yazın teri ne ayazın donu. Baharlar güzeldir. Ancak peşinden, "Çoktan ölmüş annesini her gün dışarı çıkarmaya..." diye başlayınca ikinci satır, o ferahlık yerini tedirginliğe bırakıyor. Baharlar da böyle değil midir? Ferahlıkla tedirginlik iç içe, canlılıkla kaygı beraber.
Kitabın dördüncü öyküsü Kuşlar'dan bahsetmek isterim. Bazen bir kitapçıdan çıkıp başka bir yere giderken, içinde bulunduğumuz otobüste, vapurda, tramvayda sevdiğimiz bir yazarla karşılaşıyoruz. Aslında bu bir karşılaşma değil; bizim, okuyucu olarak sevdiğimiz yazarı görmemizden ibaret bir hâl. Ne oluyor bu hâli yaşarken? Önce mutlu oluyoruz. "Bak işte, koskoca yazar, tramvayda..." diyoruz. Boş bir yer bulup oturabilmişsek ve o ayaktaysa, yer vermenin formüllerini, eğer ikimiz de ayaktaysak ona yakınlaşmanın yollarını arıyoruz. Tek taraflı bir yakınlaşma, selamlaşma, helalleşme, vedalaşma mücadelesi. İşte Kuşlar'da bunun çok çarpıcı bir anlatımı var. Öykünün sonuna kadar kim olduğu sorusu havada duruyor, yaşanılan her şey bize çok yakın geliyor. Diğer yandan, okurla yazar arasındaki bu 'herkesin anlayamayacağı gerilim'in dışında olanlar da var tabii: "O böyle, hayranı olduğu ve tanışmak için can attığı yazarla bile konuşamazken, pırasalı poşetini kucağına çekmiş yaşlı adamla, bu öğretmen olduğunu söyleyen kadın ve şoför nasıl oluyor da yarım kalmış bir konuşmayı sürdüren kırk yıllık dostlarmış gibi hemencecik dünyalarını açıyorlardı! Oysa onu, her gün alışveriş yaptığı markettekiler, gazete, ekmek, sigara aldığı evinin yakınındaki büfeci, hatta yıllardır tıraş olduğu berberi bile tanımıyordu. Berberinin ona bir kez bile adıyla hitap ettiğini duymamıştı. Ağbi ya da hocam gibi aklına ne gelirse öyle sesleniyordu berberi, o da mecbur kalırsa."
Döngel Dünya'da sık sık terzilerle karşılaşmak da sanırım beni çok etkiledi. Terzileri, saat tamircilerini hep ilgiyle izlemişimdir. Bir de kasapları ama o daha çok fiziki bazı hareketlerin sakinleştirici etkisiyle ilgili. Terziler mesela, dünyanın en sessiz insanları birbirlerine belli etmeden bir araya gelmişler ve ölçüp biçmeye karar vermişler gibi. Gözlerle anlaşmak, işleri hiç aksatmadan daima yavaş hareket etmek, sabahtan akşama dek tatlı bir sessizliği sürdürmek terzilerin fıtratında olan özellikler sanki. Babam Terzi Ben Çocuk öyküsü bir çocuğun terzi olan babasıyla anlaş(ama)ma meselesini anlatıyor. Babasıyla doğru düzgün konuşamayanlar çocuklar babalarını en samimi biçimde anlatan çocuklardır: "Babam bir gün sustu. Ben bu dünyadan bir şey anlamadım dedi ve sustu. Daha doğrusu mecbur kalmadıkça konuşmadı. Sanki ölüp gitmiş ama yorgun bedenini burada, aramızda, gözümüzün önünde bırakmıştı. Benim ölüm, yaşayan halimden daha iyidir; varlığım, yokluğumdan daha çok acı verir sizlere dercesine usulcacık sıyrılmıştı aramızdan. O susunca, ben çocukluğumu, gençliğimi unutur gibi oldum."
Gördükleri hoşuna gitmeyebilir diye insanların yüreklerineyakından bakmamayı tavsiye edenler, yağmura ve hayata inat sigarasını yakanlar, saf görünmenin insanı rahatlatan, koruyan bir tarafı olduğuna inananlar bir arada Ethem Baran'ın öykülerinde. Radarcı Raci öyküsünde mesela, yaptığı iş ve yaşantısı nedense başkalarının gözünde hep bayağı biri Raci. Kırk yaşına gelmeden kendini radara hapsetmiş onlara kalırsa. Ama o bu 'kalış'ı hiç kalış olarak görmemiş, dert etmemiş, bildiği yolda yürümüş. Üstelik Raci onlara bu hayattaki tercihlerini hiç sormamış, gözle görülür tercihlerini de sorgulamamışken, onlar kendilerinde nasıl buluyorlardı böyle bir sınırsızlık? Bir bilselerdi keşke yüklerini: "Sizin yaşadıklarınız benimkinden fazla da ne olmuş sanki diyordu içinden. Bir sürü işe yaramaz, önemsiz şeyi zihinlerinde biriktirdiklerinden, gereksiz yere kocaman dağları sırtlandıklarından ve bütün bunları ömür boyu didikleyip duracaklarından habersizdiler. Üst üste yığdıkları bunca kalabalığı didikleyip duruyorlardı. Unutmak için uğraşacakları şeyler de çoğalıyordu böylece."
Üç İyidir öyküsünü de çok sevdim, hem de çok. Seksen altı yaşında bir dede. Dünyanın en ağır, hiç acelesi olmayan adamı. Hiçbir hikâyesi yokmuş gibi yaşayan, her kelimesinin arasına sonsuz boşluklar koyan, tamamlanmış cümlesi olmayan bir dede. Ne konuşursa konuşsun başladığı yere geri döner ama. Yürümekten çok yolda durmayı sevenlerden o. Yediği içtiği hep sayılı: çayını üç bardak içer, kahvaltıda ve akşam yemeğinde üç bardak su içer. Üç iyidir çünkü. Sayılarla yaşayan insanların da akıbeti az çok bellidir; unutkanlık, dalgınlık, yaşlandıkça boşlukta yaşama hissi. Ama bu dedenin her hâli ilginçtir: "Namazdan sonra ettiği dualar adrese teslimdir. Sesini bir türlü saklayamadığı için dua ettiğini duyar, zaman zaman dinlerim. Yeni tanıştığı insanların ahirete intikal etmiş yakınlarını da listeye ekler, böylece her geçen gün duaya ayırdığı süreyi uzatmış olur. Yalnız, bir karışıklık olmaması için adresi doğru verir dedem ve nokta atışı yapar: 'Küçük kızım Elif'in kocası, damadım Bahri'nin Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nden arkadaşı Tuncay Hoca'nın da ahirete intikal etmiş geçmişlerinin ruhlarına...' diye devam eder."
Döngel Dünya'nın son öyküsü Yamaçta Yağmur Var. İnsanı kaskatı eden bir anlayışsızlık, basiretsizlik ve görgüsüzlük öyküsüyle bitiyor kitap. Özellikle yazarların yaşadığı bir hadise ancak okurun da yüreğini sızlatacak, onu sinirlendirecek bir öykü. Statükonun liyakatsizlikle birleşmesiyle ortaya çıkan ve hiç de kızarmayan suretler. Koltuğun, makamın, unvanın her şeyi sağlayacağına inanan yüreksiz yürekler ve bir yazar. Kendi memleketinde dara düşen bir yazar: "Duvarlardaki gösterişli çerçevelerin içinden bize gülümseyen devlet büyüklerinin fotoğrafları, bu masa, bu koltuk, bu sıra sıra dizilmiş telefonlar ona günün herhangi bir ânında kendisi olması için bir fırsat veriyor muydu acaba?"
Dünyanın gümbürtüsünden gariplerin sessizliğine kaçmak isteyenlere seslenmiş Ethem Baran. Döngel Dünya her öyküsüyle böyle bir kitap. Hani çok sıkıldığınız bir anda of çeker, bu of'u denize yahut ufka doğru üflemek istersiniz ya, öyle.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Sanırım öyküde tercihim belli; günlük hayatta olan biten ama çok da gör(e)mediğimiz, hatta şu çağda görmemizin pek mümkün olmadığı hadiseler sadelikle, doğallıkla harmanlanınca okumaya doyamıyorum. Bu duyguyu Ethem Baran gibi ömrünün önemli bir bölümünü Yozgat'ta geçirmiş yazar Mustafa Çiftci'de de hissediyorum.
On beş öykü var Döngel Dünya'da, rakam korkutmasın çünkü kitap 115 sayfa. Üstelik öykü geçişlerinde hiç yormadığından roman gibi okunabiliyor. Sanki önümüzde bir perde var, yazar oraya birbiriyle komşu olan karakterleri teker teker yansıtıyor. Hâliyle insan bir oturuşta bitiriyor kitabı. "Derken, bahar geldi" diye açılıyor kitap. Bu bir taktik miydi, yoksa yazar bu öyküsünü yazmaya baharda mı başladı bilmiyorum ama henüz ilk sayfada karşılaşınca içi ferahlıyor insanın. Ne yazın teri ne ayazın donu. Baharlar güzeldir. Ancak peşinden, "Çoktan ölmüş annesini her gün dışarı çıkarmaya..." diye başlayınca ikinci satır, o ferahlık yerini tedirginliğe bırakıyor. Baharlar da böyle değil midir? Ferahlıkla tedirginlik iç içe, canlılıkla kaygı beraber.
Kitabın dördüncü öyküsü Kuşlar'dan bahsetmek isterim. Bazen bir kitapçıdan çıkıp başka bir yere giderken, içinde bulunduğumuz otobüste, vapurda, tramvayda sevdiğimiz bir yazarla karşılaşıyoruz. Aslında bu bir karşılaşma değil; bizim, okuyucu olarak sevdiğimiz yazarı görmemizden ibaret bir hâl. Ne oluyor bu hâli yaşarken? Önce mutlu oluyoruz. "Bak işte, koskoca yazar, tramvayda..." diyoruz. Boş bir yer bulup oturabilmişsek ve o ayaktaysa, yer vermenin formüllerini, eğer ikimiz de ayaktaysak ona yakınlaşmanın yollarını arıyoruz. Tek taraflı bir yakınlaşma, selamlaşma, helalleşme, vedalaşma mücadelesi. İşte Kuşlar'da bunun çok çarpıcı bir anlatımı var. Öykünün sonuna kadar kim olduğu sorusu havada duruyor, yaşanılan her şey bize çok yakın geliyor. Diğer yandan, okurla yazar arasındaki bu 'herkesin anlayamayacağı gerilim'in dışında olanlar da var tabii: "O böyle, hayranı olduğu ve tanışmak için can attığı yazarla bile konuşamazken, pırasalı poşetini kucağına çekmiş yaşlı adamla, bu öğretmen olduğunu söyleyen kadın ve şoför nasıl oluyor da yarım kalmış bir konuşmayı sürdüren kırk yıllık dostlarmış gibi hemencecik dünyalarını açıyorlardı! Oysa onu, her gün alışveriş yaptığı markettekiler, gazete, ekmek, sigara aldığı evinin yakınındaki büfeci, hatta yıllardır tıraş olduğu berberi bile tanımıyordu. Berberinin ona bir kez bile adıyla hitap ettiğini duymamıştı. Ağbi ya da hocam gibi aklına ne gelirse öyle sesleniyordu berberi, o da mecbur kalırsa."
Döngel Dünya'da sık sık terzilerle karşılaşmak da sanırım beni çok etkiledi. Terzileri, saat tamircilerini hep ilgiyle izlemişimdir. Bir de kasapları ama o daha çok fiziki bazı hareketlerin sakinleştirici etkisiyle ilgili. Terziler mesela, dünyanın en sessiz insanları birbirlerine belli etmeden bir araya gelmişler ve ölçüp biçmeye karar vermişler gibi. Gözlerle anlaşmak, işleri hiç aksatmadan daima yavaş hareket etmek, sabahtan akşama dek tatlı bir sessizliği sürdürmek terzilerin fıtratında olan özellikler sanki. Babam Terzi Ben Çocuk öyküsü bir çocuğun terzi olan babasıyla anlaş(ama)ma meselesini anlatıyor. Babasıyla doğru düzgün konuşamayanlar çocuklar babalarını en samimi biçimde anlatan çocuklardır: "Babam bir gün sustu. Ben bu dünyadan bir şey anlamadım dedi ve sustu. Daha doğrusu mecbur kalmadıkça konuşmadı. Sanki ölüp gitmiş ama yorgun bedenini burada, aramızda, gözümüzün önünde bırakmıştı. Benim ölüm, yaşayan halimden daha iyidir; varlığım, yokluğumdan daha çok acı verir sizlere dercesine usulcacık sıyrılmıştı aramızdan. O susunca, ben çocukluğumu, gençliğimi unutur gibi oldum."
Gördükleri hoşuna gitmeyebilir diye insanların yüreklerineyakından bakmamayı tavsiye edenler, yağmura ve hayata inat sigarasını yakanlar, saf görünmenin insanı rahatlatan, koruyan bir tarafı olduğuna inananlar bir arada Ethem Baran'ın öykülerinde. Radarcı Raci öyküsünde mesela, yaptığı iş ve yaşantısı nedense başkalarının gözünde hep bayağı biri Raci. Kırk yaşına gelmeden kendini radara hapsetmiş onlara kalırsa. Ama o bu 'kalış'ı hiç kalış olarak görmemiş, dert etmemiş, bildiği yolda yürümüş. Üstelik Raci onlara bu hayattaki tercihlerini hiç sormamış, gözle görülür tercihlerini de sorgulamamışken, onlar kendilerinde nasıl buluyorlardı böyle bir sınırsızlık? Bir bilselerdi keşke yüklerini: "Sizin yaşadıklarınız benimkinden fazla da ne olmuş sanki diyordu içinden. Bir sürü işe yaramaz, önemsiz şeyi zihinlerinde biriktirdiklerinden, gereksiz yere kocaman dağları sırtlandıklarından ve bütün bunları ömür boyu didikleyip duracaklarından habersizdiler. Üst üste yığdıkları bunca kalabalığı didikleyip duruyorlardı. Unutmak için uğraşacakları şeyler de çoğalıyordu böylece."
Üç İyidir öyküsünü de çok sevdim, hem de çok. Seksen altı yaşında bir dede. Dünyanın en ağır, hiç acelesi olmayan adamı. Hiçbir hikâyesi yokmuş gibi yaşayan, her kelimesinin arasına sonsuz boşluklar koyan, tamamlanmış cümlesi olmayan bir dede. Ne konuşursa konuşsun başladığı yere geri döner ama. Yürümekten çok yolda durmayı sevenlerden o. Yediği içtiği hep sayılı: çayını üç bardak içer, kahvaltıda ve akşam yemeğinde üç bardak su içer. Üç iyidir çünkü. Sayılarla yaşayan insanların da akıbeti az çok bellidir; unutkanlık, dalgınlık, yaşlandıkça boşlukta yaşama hissi. Ama bu dedenin her hâli ilginçtir: "Namazdan sonra ettiği dualar adrese teslimdir. Sesini bir türlü saklayamadığı için dua ettiğini duyar, zaman zaman dinlerim. Yeni tanıştığı insanların ahirete intikal etmiş yakınlarını da listeye ekler, böylece her geçen gün duaya ayırdığı süreyi uzatmış olur. Yalnız, bir karışıklık olmaması için adresi doğru verir dedem ve nokta atışı yapar: 'Küçük kızım Elif'in kocası, damadım Bahri'nin Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nden arkadaşı Tuncay Hoca'nın da ahirete intikal etmiş geçmişlerinin ruhlarına...' diye devam eder."
Döngel Dünya'nın son öyküsü Yamaçta Yağmur Var. İnsanı kaskatı eden bir anlayışsızlık, basiretsizlik ve görgüsüzlük öyküsüyle bitiyor kitap. Özellikle yazarların yaşadığı bir hadise ancak okurun da yüreğini sızlatacak, onu sinirlendirecek bir öykü. Statükonun liyakatsizlikle birleşmesiyle ortaya çıkan ve hiç de kızarmayan suretler. Koltuğun, makamın, unvanın her şeyi sağlayacağına inanan yüreksiz yürekler ve bir yazar. Kendi memleketinde dara düşen bir yazar: "Duvarlardaki gösterişli çerçevelerin içinden bize gülümseyen devlet büyüklerinin fotoğrafları, bu masa, bu koltuk, bu sıra sıra dizilmiş telefonlar ona günün herhangi bir ânında kendisi olması için bir fırsat veriyor muydu acaba?"
Dünyanın gümbürtüsünden gariplerin sessizliğine kaçmak isteyenlere seslenmiş Ethem Baran. Döngel Dünya her öyküsüyle böyle bir kitap. Hani çok sıkıldığınız bir anda of çeker, bu of'u denize yahut ufka doğru üflemek istersiniz ya, öyle.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
18 Temmuz 2019 Perşembe
Determinizm versus fatalizm
“Gerçek savaş, sömürüyle yapılan savaş değil, ülkenin içindeki sömürüye yatkınlıkla yapılan savaştır.”
- Malik Bin Nebi (1905-1973), Savaş Esintisi-Sömürünün Gerçeği
İnsan son derece tuhaf bir varlık. Yaptığı, yap(a)madığı her şeyi gerekçelendiriyor. Eğer insan varlığını, düşüncelerini, eylemlerini gerekçelendiremese, kendince tutarlı sebepler bulamasa yaşayamaz. İntihar etmezse infilak eder. Hasılı, hayata tutunmamızın temel dinamiği, her şeyi gerekçelendirerek kendimizi bir misyonun parçası olarak kabul ediyor oluşumuz. Yoksa yaşamayı başka türlü açıklamak mümkün değil. Bunca felakete rağmen insanın intihar etmemesinin nedenini “yaşamanın verdiği tarif edilmez şevk” olarak açıklayan Albert Camus (1913-1960) de gerekçelendiriyordu.
Meselenin burasında hayatı anlamlandırma noktasındaki gerekçelerimizin niteliği önem kazanıyor. Nasıl yaşıyoruzun ötesine geçerek neden yaşıyoruzun cevaplarıyla ilgileniyoruz. Yeterli donanıma sahipsek neden yaşadığımıza verdiğimiz cevaplar yaşantımızın nasılını belirliyor. Hakikatin bu konuda ne dediği pek işimize gelmiyor sanırım. Yollar aşıp, yöntemler buluyoruz. Determinizmle de açıkalanabilen bu durumu fatalizm ile açıklamak çok daha kolay. Bizim düşünce evrenimize biraz uzak olan belirlenimcilik kısmına hiç girmeden kaderciliği yani kolaycılığı seçiyoruz. Bu arada kavramın kader değil, kadercilik olduğunun altını çizelim. Zira kader kelimesi aranan ya da verilmek istenen anlamı tam olarak karşılamıyor. Kader düşünce ve eylemi biraz daha boşvermişliğe evirirken kadercilik düşünce ve eylemi sahiplenmeye ve sonuçlarına bağlanmaya yol açıyor. Sahiplenilen, bağlanılan bu ‘oluşa’ müdahil olamamak, varlığını üstün bir kudretin ellerine bırakmayı salık veriyor. Bu durumda düzenleyen ve olduran bu üstün kudrete karşı gelmek en hafif tabiriyle gaflet oluyor. Bu aşamada takıntılı derecede idealist olanlar için yavaşça ulvi misyonun kapıları aralanıyor. Bu ulvi misyonun ‘sorumlu’ parçası rolüne bürünen idealist birey kendini o kadar çok önemsiyor ki, sanki olmasa akış bozulacakmış gibi davranmaya başlıyor. Hemen arkasından parçası olduğu o yüce misyona yardımcılar buluyor ve akıştaki yerlerine yerleştiriyor. Sonrasında ise büyük resmi anlatmaya başlayıp belirlediği iki zıtlık arasında kendisini makul bulduğu yere konumlandırarak hakikatin sahibiymiş gibi davranmaktan kendini alamıyor. Muhayyilesinde çizdiği kader(cilik) o ulvi misyonun nüvesini meydana getiriyor. Bir başka deyişle, kaderciliği ulvi misyonunu doğuruyor. Oysa ona sorulsa, o ulvi misyon onun kaderini belirlemiştir.
‘Yola buradan sonra rivayet ve kehanetlerle devam ediyoruz’ demenin bir başka yolu olan kadercilik ile ilgili bir şey duyduğumda, okuduğumda ya da düşündüğümde ilk önce ‘aşırılık’ meselesi zihnimi tırmalar. Yapılmışlar, yapılıyor olanlar, yapılacaklar... Her şey aşırıdır. Celâl Fedaî’nin kaleminden çıkan Türkiye’nin Kaderi de zihnimde benzer bir duruma yol açtı. Bir şeye aşırı anlam yüklendiğinde reaksiyonerliğin kapısından girilmiş demektir. Reaksiyonerlik, etki-tepki ilkesi üzerinden hareket etmeye yol açacağından bazı şeyleri asıl hâliyle görmeyi engelleyerek etraflıca muhakeme etmeye mani olacaktır. Türkiye’nin Kaderi’nde aynı şeyi gördüm. Batı’ya (-ki haklı nedenlerden) olan tepkiyle yapılan değerlendirmeler içe eleştirel bakmaya ve özeleştiri yapmaya mani olmuş. Kitap bittiğinde olumsuzluğun tüm müsebbibi Batı ve Batı’ya ‘yancılık’ yapan yerli işbirlikçiler olarak beliriyor.
Pruva Yayınları tarafından yayınlanan ve otuza yakın denemenin yer aldığı kitap iki yüz yirmi sayfadan oluşuyor. Dilin akıcılığı konuya olan ilgiye bağlı diyebilirim. Çok saçaklı ve oldukça kapsamlı bir eser olan Türkiye’nin Kaderi dikkatli ve özenli bir okumayı gerektiriyor. Düşünsel vizyonu genişletiyor lakin projeksiyonu tek yere tutup takılı kalmamak şartıyla. Yer yer uzak tarihe atıfta bulunan yazar genel olarak yakın tarihi Türkiye’deki güncel olaylar üzerinden değerlendiriyor ve ara ara dünyadan aktüel örnekler vererek tezini güçlendirmeye çalışıyor. Onlarca isim ve esere yapılan atıf ve alıntının zengin bir içerik oluşturduğu yadsınamaz bir gerçek. Bu zenginliğin zihinde ufuk açıcı etkisi de büyük yalnız yazarın açtığı yoldan gitmek sorgulanamaz bir düşünceyi zorunlu kılıyor. Türkiye’nin Kaderi çok fazla çelişki barındırıyor. En önemlisini söyleyip meseleyi kapatmak ne demek istediğimi açıklar sanıyorum. Bir devlet ve toplum düşünün ki, kendini bozduğunu iddia ettiği yapılara benzemeyi, o yapıların yöntemlerini uygulamayı misyonunun bir parçası olarak seçmeyi uygun görüyor. Ne diyordu Celâl Fedaî’nin de sıkça atıf ve alıntı yaptığı Aliya İzzetbegoviç (1925-2003): “Savaş ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.”
Yazar Türkiye’nin Kaderi’nde tarihsel konumundan dolayı varlığında ulvi bir misyon içkin olan bir toplum ve devletten bahsediyor. Yazara göre burada önemli iki konu açığa çıkıyor. İlki, tarihinden aldığı misyonu yerine getirecek bir “devlet ide”sinin kendini göstermesi ve ona uygun siyaset üretmesidir. İkincisi ise, bu devleti oluşturan toplumun sözü edilen misyonun farkında olarak onu uygun davranması meselesidir. Fedaî’ye göre bugün dünyada söz sahibi olan ülkeler ve toplumlar bu iki parametreyi kullanıyor. Kitabın tümü bu iki konunun etrafında şekilleniyor diyebiliriz. Yaptığı bu analizden yola çıkan yazar, “ideolojikleşmiş postmodern popülizm” dediği olgunun kucağına düşen yeni kuşaklara “Türkiye’nin tarihinden aldığı kaderi” hatırlatarak sisteme müdahale etmeye çağırıyor. Zira yazara göre bilinçli olarak (Batı tarafından) bu misyondan uzaklaştırılan Türkler, çoğunluğun memnun olmadığı bu gidişatı değiştirebilecek yegane unsurdur. Bu hareket öylesine önemlidir ki, sadece Müslüman dünyası için değil tüm insanlık için ‘zorunluluk’ niteliğindedir. Fedaî bu savını Batılı yazar, siyasetçi ve düşünürlerin görüşlerinden örneklerle destekliyor. Yalnız bu konuda o kadar ileri gidiyor ki, farklı denemelerde de olsa defalarca (aynı ifadelerle) tekrara düştüğü görülüyor. Okumaya başladığımda bu durumu fark edince bir çetele tutmak istedim ve örneğin bir ismin ve bağlantılı olduğu konunun on bir kez tekrar edildiğini gördüm. Yazarın bu tavrı meselenin aynı döngü içinde kalmasına neden oluyor. Bu durumu yukarıda değindiğim reaksiyoner tutumun bir görüntüsü olarak açıklayabiliriz. Zira yazar özeleştiri bağlamında neredeyse hiç bir şey söylemiyor. Daha da ötesi, tarih ve ecdat kutsama konusunda da aynı tavrı sergiliyor. Üstelik söylemlerinin kimilerince hamaset ve popülizm olarak değerlendirileceğini ve bu kimilerinin meselenin ciddiyetinin farkında olmadığını söyleyerek ısrarını farklı bir boyuta taşıyor. Burada yazara katılmamanın en masum tanımı konuyu anlamamak iken, konuyu anlayıp da hak vermemek Türkiye’yi kaderiyle buluşturmamak için çaba sarfedenlere göz yummak ve yardımcı olmak olarak değerlendiriliyor. Bu ithamın tanımını yazmaya gerek yoktur sanıyorum.
Açıkça söylemek gerekirse Türkiye’nin Kaderi’nden oldukça istifade ettiğimi söylemeliyim. Katıldığım onlarca tespit ve değerlendirme bulunuyor. Bu anlamda kenarına not düşmediğim sayfa yok denecek kadar az. Yalnız bu notların yarıya yakını şerhten oluşuyor diyebilirim. Bu durumu kitapta da çokça işlenen entelektüel ve entelijansiya kavramlarıyla ilişkilendirmenin zorunlu olduğu kanaatindeyim. Tanıtım yazısında ‘Türkiye’deki İslami düşüncenin entelektüel izini sürdüğü’ savunuluyor. Eğer Türkiye’deki İslami düşünce sağ, muhafazakâr, hamasi ve popülist söylemlerden ibaretse bu doğru bir yorum olur. Her ne kadar benim gibi düşünenleri olumsuz etiketlese de, Celâl Fedaî’nin daha ileri giderek bu kısıtlı oluşumu biraz daha daralttığını düşünüyorum. Bu daraltmayı “Selçukîlik”, Osmanlılık ve nihayetinde Türklük kavramlarıyla yapan Fedaî, aslında, tenkit ettiği şeyi tersinden yapıyor. Tarihi, Türklüğü, ecdatı kutsayıp çıkan sonucu eleştirilemiz hâle getiriyor. Buradaki yüceltme hamaset ve popülizmden başka nedir? Bu tutum İslam’ın adalet ve evrensellik ilkeleriyle de salt entelektüel düşüncenin dinamikleriyle de örtüşmüyor. Daha ötesi, tarihsel gerçeklik yazarın bu savını romantik bir ütopya olarak önümüze seriyor. İslam coğrafyasındaki sorunları son yüz elli yıla indirgeyerek Tanzimat ile başlatıp öncesini görmemenin çözüm sunmayacağını fark etmemiz temennisiyle. Halının altında daha fazla boş yer yok.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Malik Bin Nebi (1905-1973), Savaş Esintisi-Sömürünün Gerçeği
İnsan son derece tuhaf bir varlık. Yaptığı, yap(a)madığı her şeyi gerekçelendiriyor. Eğer insan varlığını, düşüncelerini, eylemlerini gerekçelendiremese, kendince tutarlı sebepler bulamasa yaşayamaz. İntihar etmezse infilak eder. Hasılı, hayata tutunmamızın temel dinamiği, her şeyi gerekçelendirerek kendimizi bir misyonun parçası olarak kabul ediyor oluşumuz. Yoksa yaşamayı başka türlü açıklamak mümkün değil. Bunca felakete rağmen insanın intihar etmemesinin nedenini “yaşamanın verdiği tarif edilmez şevk” olarak açıklayan Albert Camus (1913-1960) de gerekçelendiriyordu.
Meselenin burasında hayatı anlamlandırma noktasındaki gerekçelerimizin niteliği önem kazanıyor. Nasıl yaşıyoruzun ötesine geçerek neden yaşıyoruzun cevaplarıyla ilgileniyoruz. Yeterli donanıma sahipsek neden yaşadığımıza verdiğimiz cevaplar yaşantımızın nasılını belirliyor. Hakikatin bu konuda ne dediği pek işimize gelmiyor sanırım. Yollar aşıp, yöntemler buluyoruz. Determinizmle de açıkalanabilen bu durumu fatalizm ile açıklamak çok daha kolay. Bizim düşünce evrenimize biraz uzak olan belirlenimcilik kısmına hiç girmeden kaderciliği yani kolaycılığı seçiyoruz. Bu arada kavramın kader değil, kadercilik olduğunun altını çizelim. Zira kader kelimesi aranan ya da verilmek istenen anlamı tam olarak karşılamıyor. Kader düşünce ve eylemi biraz daha boşvermişliğe evirirken kadercilik düşünce ve eylemi sahiplenmeye ve sonuçlarına bağlanmaya yol açıyor. Sahiplenilen, bağlanılan bu ‘oluşa’ müdahil olamamak, varlığını üstün bir kudretin ellerine bırakmayı salık veriyor. Bu durumda düzenleyen ve olduran bu üstün kudrete karşı gelmek en hafif tabiriyle gaflet oluyor. Bu aşamada takıntılı derecede idealist olanlar için yavaşça ulvi misyonun kapıları aralanıyor. Bu ulvi misyonun ‘sorumlu’ parçası rolüne bürünen idealist birey kendini o kadar çok önemsiyor ki, sanki olmasa akış bozulacakmış gibi davranmaya başlıyor. Hemen arkasından parçası olduğu o yüce misyona yardımcılar buluyor ve akıştaki yerlerine yerleştiriyor. Sonrasında ise büyük resmi anlatmaya başlayıp belirlediği iki zıtlık arasında kendisini makul bulduğu yere konumlandırarak hakikatin sahibiymiş gibi davranmaktan kendini alamıyor. Muhayyilesinde çizdiği kader(cilik) o ulvi misyonun nüvesini meydana getiriyor. Bir başka deyişle, kaderciliği ulvi misyonunu doğuruyor. Oysa ona sorulsa, o ulvi misyon onun kaderini belirlemiştir.
‘Yola buradan sonra rivayet ve kehanetlerle devam ediyoruz’ demenin bir başka yolu olan kadercilik ile ilgili bir şey duyduğumda, okuduğumda ya da düşündüğümde ilk önce ‘aşırılık’ meselesi zihnimi tırmalar. Yapılmışlar, yapılıyor olanlar, yapılacaklar... Her şey aşırıdır. Celâl Fedaî’nin kaleminden çıkan Türkiye’nin Kaderi de zihnimde benzer bir duruma yol açtı. Bir şeye aşırı anlam yüklendiğinde reaksiyonerliğin kapısından girilmiş demektir. Reaksiyonerlik, etki-tepki ilkesi üzerinden hareket etmeye yol açacağından bazı şeyleri asıl hâliyle görmeyi engelleyerek etraflıca muhakeme etmeye mani olacaktır. Türkiye’nin Kaderi’nde aynı şeyi gördüm. Batı’ya (-ki haklı nedenlerden) olan tepkiyle yapılan değerlendirmeler içe eleştirel bakmaya ve özeleştiri yapmaya mani olmuş. Kitap bittiğinde olumsuzluğun tüm müsebbibi Batı ve Batı’ya ‘yancılık’ yapan yerli işbirlikçiler olarak beliriyor.
Pruva Yayınları tarafından yayınlanan ve otuza yakın denemenin yer aldığı kitap iki yüz yirmi sayfadan oluşuyor. Dilin akıcılığı konuya olan ilgiye bağlı diyebilirim. Çok saçaklı ve oldukça kapsamlı bir eser olan Türkiye’nin Kaderi dikkatli ve özenli bir okumayı gerektiriyor. Düşünsel vizyonu genişletiyor lakin projeksiyonu tek yere tutup takılı kalmamak şartıyla. Yer yer uzak tarihe atıfta bulunan yazar genel olarak yakın tarihi Türkiye’deki güncel olaylar üzerinden değerlendiriyor ve ara ara dünyadan aktüel örnekler vererek tezini güçlendirmeye çalışıyor. Onlarca isim ve esere yapılan atıf ve alıntının zengin bir içerik oluşturduğu yadsınamaz bir gerçek. Bu zenginliğin zihinde ufuk açıcı etkisi de büyük yalnız yazarın açtığı yoldan gitmek sorgulanamaz bir düşünceyi zorunlu kılıyor. Türkiye’nin Kaderi çok fazla çelişki barındırıyor. En önemlisini söyleyip meseleyi kapatmak ne demek istediğimi açıklar sanıyorum. Bir devlet ve toplum düşünün ki, kendini bozduğunu iddia ettiği yapılara benzemeyi, o yapıların yöntemlerini uygulamayı misyonunun bir parçası olarak seçmeyi uygun görüyor. Ne diyordu Celâl Fedaî’nin de sıkça atıf ve alıntı yaptığı Aliya İzzetbegoviç (1925-2003): “Savaş ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.”
Yazar Türkiye’nin Kaderi’nde tarihsel konumundan dolayı varlığında ulvi bir misyon içkin olan bir toplum ve devletten bahsediyor. Yazara göre burada önemli iki konu açığa çıkıyor. İlki, tarihinden aldığı misyonu yerine getirecek bir “devlet ide”sinin kendini göstermesi ve ona uygun siyaset üretmesidir. İkincisi ise, bu devleti oluşturan toplumun sözü edilen misyonun farkında olarak onu uygun davranması meselesidir. Fedaî’ye göre bugün dünyada söz sahibi olan ülkeler ve toplumlar bu iki parametreyi kullanıyor. Kitabın tümü bu iki konunun etrafında şekilleniyor diyebiliriz. Yaptığı bu analizden yola çıkan yazar, “ideolojikleşmiş postmodern popülizm” dediği olgunun kucağına düşen yeni kuşaklara “Türkiye’nin tarihinden aldığı kaderi” hatırlatarak sisteme müdahale etmeye çağırıyor. Zira yazara göre bilinçli olarak (Batı tarafından) bu misyondan uzaklaştırılan Türkler, çoğunluğun memnun olmadığı bu gidişatı değiştirebilecek yegane unsurdur. Bu hareket öylesine önemlidir ki, sadece Müslüman dünyası için değil tüm insanlık için ‘zorunluluk’ niteliğindedir. Fedaî bu savını Batılı yazar, siyasetçi ve düşünürlerin görüşlerinden örneklerle destekliyor. Yalnız bu konuda o kadar ileri gidiyor ki, farklı denemelerde de olsa defalarca (aynı ifadelerle) tekrara düştüğü görülüyor. Okumaya başladığımda bu durumu fark edince bir çetele tutmak istedim ve örneğin bir ismin ve bağlantılı olduğu konunun on bir kez tekrar edildiğini gördüm. Yazarın bu tavrı meselenin aynı döngü içinde kalmasına neden oluyor. Bu durumu yukarıda değindiğim reaksiyoner tutumun bir görüntüsü olarak açıklayabiliriz. Zira yazar özeleştiri bağlamında neredeyse hiç bir şey söylemiyor. Daha da ötesi, tarih ve ecdat kutsama konusunda da aynı tavrı sergiliyor. Üstelik söylemlerinin kimilerince hamaset ve popülizm olarak değerlendirileceğini ve bu kimilerinin meselenin ciddiyetinin farkında olmadığını söyleyerek ısrarını farklı bir boyuta taşıyor. Burada yazara katılmamanın en masum tanımı konuyu anlamamak iken, konuyu anlayıp da hak vermemek Türkiye’yi kaderiyle buluşturmamak için çaba sarfedenlere göz yummak ve yardımcı olmak olarak değerlendiriliyor. Bu ithamın tanımını yazmaya gerek yoktur sanıyorum.
Açıkça söylemek gerekirse Türkiye’nin Kaderi’nden oldukça istifade ettiğimi söylemeliyim. Katıldığım onlarca tespit ve değerlendirme bulunuyor. Bu anlamda kenarına not düşmediğim sayfa yok denecek kadar az. Yalnız bu notların yarıya yakını şerhten oluşuyor diyebilirim. Bu durumu kitapta da çokça işlenen entelektüel ve entelijansiya kavramlarıyla ilişkilendirmenin zorunlu olduğu kanaatindeyim. Tanıtım yazısında ‘Türkiye’deki İslami düşüncenin entelektüel izini sürdüğü’ savunuluyor. Eğer Türkiye’deki İslami düşünce sağ, muhafazakâr, hamasi ve popülist söylemlerden ibaretse bu doğru bir yorum olur. Her ne kadar benim gibi düşünenleri olumsuz etiketlese de, Celâl Fedaî’nin daha ileri giderek bu kısıtlı oluşumu biraz daha daralttığını düşünüyorum. Bu daraltmayı “Selçukîlik”, Osmanlılık ve nihayetinde Türklük kavramlarıyla yapan Fedaî, aslında, tenkit ettiği şeyi tersinden yapıyor. Tarihi, Türklüğü, ecdatı kutsayıp çıkan sonucu eleştirilemiz hâle getiriyor. Buradaki yüceltme hamaset ve popülizmden başka nedir? Bu tutum İslam’ın adalet ve evrensellik ilkeleriyle de salt entelektüel düşüncenin dinamikleriyle de örtüşmüyor. Daha ötesi, tarihsel gerçeklik yazarın bu savını romantik bir ütopya olarak önümüze seriyor. İslam coğrafyasındaki sorunları son yüz elli yıla indirgeyerek Tanzimat ile başlatıp öncesini görmemenin çözüm sunmayacağını fark etmemiz temennisiyle. Halının altında daha fazla boş yer yok.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
13 Temmuz 2019 Cumartesi
Dijital dünya ve insanlar
Usta yazar Sadık Yemni’nin iki yeni kitabı, Ketebe’den çıkan Çağrılan-KarsH ve Hayalet Kapısı romanlarından bahsediyorum. Bir yapay zekânın Kars’ta sonlanan yolculuğunu ve o esnada olup bitenleri konu alan yeni romanını okurken ister istemez sorular belirdi. Mesela, “Size benzeyenim” derken, robotlar mı insanlara benziyor, yoksa insanlar mı robotlara? sorusunun cevabı tam olarak nedir? Bu soru ile insan zihninde manayı hermetik bir dil olarak kabul edenlerin varlığını ve güzelliğini hatırlatıyor, bir an için başka bir boyutta gezdiriyor insanı. Öte yandan bakıyorsunuz, sürekli telefonla haşır neşir insanların halini de sorguluyor roman kişisi her yerde. Ki haklılık payı büyük. Distopik zamanları iliğinde kemiğinde hissetmeye başlamış genç nesilleri bekleyen tehlikeler, insanları düşünmeye sevk ediyor bir bakıma.
Sekülerleşmiş dindar kesimin hakikati ötelemesi ve bunun bir sorun olarak büyümesini anlatan satırlarda ilerliyor okur. Gerçekte arayanlar, “Anahtara talibim” ve sonra “Sufi gayri mahlûksa civanmertliğe de talibim” diyen tasavvuf ehli insanları anlatıyor. “Nefis Allah’ın insandaki en büyük oyunudur. O oyunu ancak ruh bozabilir. Kulun Hakk’ a secde ettiği yere mihrap denmesi bu yüzden midir? Evet. Mihrap harp yeri demektir. Nefsle cenge tutuştuğun yer.”
Ahmed Yesevî’nin asasıyla, gönülden gönüle açılan yollarda ilerleyenlerin hikayesi bu diyorsunuz. İrfan, aşk mayasıyla mayalanmış Anadolu’da avın avcının ne hallerden geçtiğini haber veren bir roman. Robotik bedeni bile olmayan ana ünite benzeri bir parçanın firarı, Ebu’l Hasan Harakanî Hazretlerinin türbesinin önünde, ‘dijital dünyaya teşne ve inançlı biri’ni arıyor olması hayal gücümüzde hayli ürkütücü, farklı dalgalanmalara yol açabilir.
Bir sistem analizcisi, bir yazılımcı olarak önemli bir ekibin sayılı elemanlarından Alan. Romanın önemli kişilerinden. New York, İstanbul, Amsterdam, Kars bir uçtan bir uca geçiş. Yaklaşmakta olan bir tehlikenin habercileri ise romanın daha akıcı bir mecrada ilerlemesini sağlıyor.
Prometheus’a benzeyen L.M. tipi Atlas’a dair, bir hikâyenin heyecanı içinde buluyoruz kendimizi. Silikon Vadisi’nde bir yerden çok pahalı en yeni buluş olan bir yapay zekâ çipi çalınıyor ve sempozyumda katılımcılardan birinde. Herkes çipin peşinde.
Kars’taki organizasyonda, konkordatocular, ajanlar, o şehirden bu şehre savrulan Cemil Meriç’e öykünen etkinlik erbabı kişiler… Yakın geçmişte şahidi olduğumuz bir dönemde geçiyor olması ise romanın başarısını arttırıyor: “ABD’nin bütün hışmıyla Türkiye’nin ekonomisinin üzerine çullandığı günlerdeydiler. Bunun için hamleler daha çok Londra, Tel Aviv para merkezlerindeki post tecrübeli tefeciler tarafından yapılıyordu.”. Ekonomi ve siber düzenbazlık sahalarında yetişmiş Nicolar’ın faaliyetleri romanın akışında görmek mümkün.
Hayalet Kapısı ise yine sanal paralar, Bitcoin, Deep Web-Derin Web ve yine yapay zeka örgülü korku-polisiye romanı. Yakın gelecek provaları yapanlar, harddiske indirilen zihin kopyaları, holografik bedenli zeki üniteler hayatımıza giren hızlı gerçekliklerden. Tarık ve arkadaşlarının serüvenleri, kapıyla imtihanları bu romanda soluk kesmeye devam ediyor.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
12 Temmuz 2019 Cuma
Okuru kendi zeminine taşıyan bir roman
Bir istasyon peronundayız. Arıkovanı gibidir burası. Trene binmek isteyenler, trene binmek isteyenleri uğurlayanlar, gelen yolcular, gelen yolcuları karşılayanlar, istasyonda çalışanlar, bilet almaya gelenler… Yasemin Karahüseyin, yeni romanı Hemzemin’de işte bu zeminde yani bir istasyon peronunda bir arada bulunan insanları anlatıyor. Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları da Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinde başlar. O merdivenlerden anlatılan insanlardan bir memleket panoraması çizilir şiirde. Hemzemin’in hangi istasyonu anlattığını bilemiyoruz ama bugünün Türkiye’sinden insanlarla karşılaşıyoruz roman boyunca.
Hemzemin'de yer alan karakterlerin bir başka ortak yönü ise “ev” kavramıyla kurdukları sorunlu ilişki. Bu ev; ana-babanın kaçılmış evi de olabildiği gibi, eskisi gibi dinleyici bulmayan “musiki” de olabiliyor. Kimi zaman da bir masal oluyor bütün anlatılan. Her halükârda Yasemin Karahüseyin için “anlatış” “anlatılanın önüne geçiyor. Anlatılanlar bazen iri kıyım bir karakter aracılığıyla bazen de perondaki büyük saatle birbirine bağlanırken daha doğrusu iç içe geçerken treni bekleyen karakterlerin her biri ayrı ayrı geçmişleriyle hesaplaşıyor ama bu hesaplaşma bir şekilde tıpkı hayatta olduğu gibi yarım kalıyor. Eğer o hesaplaşmalar tamamlansaydı belki de roman bu kadar güzel ve etkileyici olmayacaktı ve karakterlerin kaderleri de bu denli iç içe geçmeyecekti.
Nitekim Yasemin Karahüseyin de kendisiyle yapılan bir röportajda, hangi sebeple yazdığını anlatırken kendi poetikasına dair de esaslı ipuçları veriyor. “İnsanı keşfetmekten daha muazzam olanı insanı keşfetmeye çalışmak. İnsan kendiyle, çevreyle, eşyayla sarmalanmış bir bohça. Bohçanın katlarını açtıkça başka bir bohça karşılıyor bizi. Her motif başka bir derinliğe indiriyor. Şaşırıyoruz. İnsanın içindeki renk cümbüşüne ya da renksizliğe. İnsan kendini yalnızca kendiyle tanımaz. Başkalarına ihtiyacımız var. Levin Tolstoy’a, Tolstoy Levinler’e, Samsa Kafka’ya, Kafka Samsa’lara, Raci Aynalı Baba’ya, Aynalı Baba Raci’lere, birbirlerine keski oldu. Roman, yansımalar içinde görüntünün aslını arama çabası gibi geliyor bana.”. Platon’un mağara istiaresine açık göndermeler taşıyan bu poetika, sadece edebiyata değil hayata dair de tercihler içeren bir öze sahip. Her samimi poetika, bir yanıyla yazarın hayat haritasından da paftalar içerir.
Peki, bunca farklılığı bir araya getiren tek şey ortak bir mekânda bir arada bulunmuş olmaları mı? Hayır elbette. Ortak payda bundan ibaret olsaydı bir romandan bahsetmemiz bir zorlama yargıdan ibaret kalırdı. Daha önce Âdem'in Kanadı için “Dilin bir başka anlamı olan 'gönül'ü kitabın başkarakteri olarak görmek mümkün bu kitapta.” demiştim. Hemzemin’in başkarakteri ise “kader”. Yasemin Karahüseyin bir muammalar yumağı olan kaderi bir kavram olarak değil bir tecrübe olarak anlatıyor. Romanın karakterleri aynanın önüne geliyorlar biz bir süreliğine onları görüyoruz ve bir anda aynada onları değil kaderlerini görmeye başlıyoruz. Dolaysıyla kaderi zihinsel bir kategori olarak değil hayat memat meselesi olarak hissediyoruz. Adeta kitabın okuru değil şahidi oluyoruz diyebilirim.
Farklı farklı kaderlerin aka aka buluştuğu bu zemin aynı zamanda da ortak bir neticeye “şiddetle” bağlanıyor. Detayları vererek okuyacak insanların o şiddetle karşılaşmalarında yaşayacakları tecrübeyi hafifletmek istemem. Bu yüzden de ortak paydayı ima ederek geçmek zorundayım. Sadece şunu söylemekte beis görmüyorum. İnsan olmanın ne menem bir yük olduğunu hissettirebilen roman sayısı öyle çok fazla değil. Bu sebeple de Hemzemin azın azında yer alan kitaplar arasında yer alıyor. Umulur ki başka başka yazarlar da yazdıklarını kâğıt üzerindeki cümleler yığını olmaktan çıkarıp kendi “hayat memat” meseleleri içinde bir mesele olarak görerek yazıp daha sahih olanın peşine düşer ve “şapkadan tavşan çıkarmak” mesleği yerini yazarlığa bırakır.
Bu ara mızıldanmayı kısa tutup kitaba dönmekte fayda var. Yasemin Karahüseyin’in bu romanında önceki iki romanında olmadığı kadar farklı karakteri bir arada okuyoruz. Bunda elbette seçilen mekânın büyük bir payı var. Hemzemin’de çok karakterliliğin bir çok sesliliğe yol açtığını, Karahüseyin’in önceki kitaplarında test etmediği bir sahaya yöneldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Karahüseyin, şimdiye kadar yazdıklarının dışında bir tecrübeye yönelerek risk almış ama ortaya koyduğu romanla da bu riskin hakkını vererek ortaya yepyeni bir roman koymayı başarmış.
Hemzemin, okuru kendi zeminine taşıyan bir roman.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Hemzemin'de yer alan karakterlerin bir başka ortak yönü ise “ev” kavramıyla kurdukları sorunlu ilişki. Bu ev; ana-babanın kaçılmış evi de olabildiği gibi, eskisi gibi dinleyici bulmayan “musiki” de olabiliyor. Kimi zaman da bir masal oluyor bütün anlatılan. Her halükârda Yasemin Karahüseyin için “anlatış” “anlatılanın önüne geçiyor. Anlatılanlar bazen iri kıyım bir karakter aracılığıyla bazen de perondaki büyük saatle birbirine bağlanırken daha doğrusu iç içe geçerken treni bekleyen karakterlerin her biri ayrı ayrı geçmişleriyle hesaplaşıyor ama bu hesaplaşma bir şekilde tıpkı hayatta olduğu gibi yarım kalıyor. Eğer o hesaplaşmalar tamamlansaydı belki de roman bu kadar güzel ve etkileyici olmayacaktı ve karakterlerin kaderleri de bu denli iç içe geçmeyecekti.
Peki, bunca farklılığı bir araya getiren tek şey ortak bir mekânda bir arada bulunmuş olmaları mı? Hayır elbette. Ortak payda bundan ibaret olsaydı bir romandan bahsetmemiz bir zorlama yargıdan ibaret kalırdı. Daha önce Âdem'in Kanadı için “Dilin bir başka anlamı olan 'gönül'ü kitabın başkarakteri olarak görmek mümkün bu kitapta.” demiştim. Hemzemin’in başkarakteri ise “kader”. Yasemin Karahüseyin bir muammalar yumağı olan kaderi bir kavram olarak değil bir tecrübe olarak anlatıyor. Romanın karakterleri aynanın önüne geliyorlar biz bir süreliğine onları görüyoruz ve bir anda aynada onları değil kaderlerini görmeye başlıyoruz. Dolaysıyla kaderi zihinsel bir kategori olarak değil hayat memat meselesi olarak hissediyoruz. Adeta kitabın okuru değil şahidi oluyoruz diyebilirim.
Farklı farklı kaderlerin aka aka buluştuğu bu zemin aynı zamanda da ortak bir neticeye “şiddetle” bağlanıyor. Detayları vererek okuyacak insanların o şiddetle karşılaşmalarında yaşayacakları tecrübeyi hafifletmek istemem. Bu yüzden de ortak paydayı ima ederek geçmek zorundayım. Sadece şunu söylemekte beis görmüyorum. İnsan olmanın ne menem bir yük olduğunu hissettirebilen roman sayısı öyle çok fazla değil. Bu sebeple de Hemzemin azın azında yer alan kitaplar arasında yer alıyor. Umulur ki başka başka yazarlar da yazdıklarını kâğıt üzerindeki cümleler yığını olmaktan çıkarıp kendi “hayat memat” meseleleri içinde bir mesele olarak görerek yazıp daha sahih olanın peşine düşer ve “şapkadan tavşan çıkarmak” mesleği yerini yazarlığa bırakır.
Bu ara mızıldanmayı kısa tutup kitaba dönmekte fayda var. Yasemin Karahüseyin’in bu romanında önceki iki romanında olmadığı kadar farklı karakteri bir arada okuyoruz. Bunda elbette seçilen mekânın büyük bir payı var. Hemzemin’de çok karakterliliğin bir çok sesliliğe yol açtığını, Karahüseyin’in önceki kitaplarında test etmediği bir sahaya yöneldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Karahüseyin, şimdiye kadar yazdıklarının dışında bir tecrübeye yönelerek risk almış ama ortaya koyduğu romanla da bu riskin hakkını vererek ortaya yepyeni bir roman koymayı başarmış.
Hemzemin, okuru kendi zeminine taşıyan bir roman.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Hepimiz birer Kutu Adam’ız
“Hakikaten Kutu Adam denen insan kozasından, nasıl bir yaratığın çıkacağı hususunda benim bile en ufak fikrim yok.”
- Kobo Abe, Kutu Adam
Bu blogda Kobo Abe’nin (1924-1993) eserleriyle ilgili birkaç değerlendirmem bulunuyor. O değerlendirmelerimde Kobo Abe’nin Franz Kafka (1883-1924) ile ‘özdeşleştirilmesinin’ sadece Abe’ye değil Kafka’ya da haksızlık olarak gördüğümü belirtmiştim. Gizemli, sıradışı ve kasvetli üsluptan dolayı böyle bir indirgemeye gidilmesinin edebiyata dair anlam ve yorum dünyasını zenginleştirmek yerine daralttığını düşünüyorum. Kategorize etmek, benzerliklere vurgu yaparak farklılıkları gözardı etmenin yöntemidir. Oysa zenginliğin ölçütü farklılıklardır. Sınıflandırmak ya da etiketlemek bilimsel olguları açıklamada işe yarayabilir lakin edebiyat gibi soyut uzamı uçsuz olan bir alanda kısıtlayıcıdır. Zaman, mekân, dil, din, kültür, yaşam şartları ve en önemlisi düşünce evreni olarak Kafka ve Abe’nin benzerlikten çok farklılık barındırdığı kanaatindeyim. ‘Kafkaesk’ deyip çıkmak kolaycılık oluyor.
Kobo Abe okuyucuyu zorlayan bir üsluba sahip. Yazdığı metinler anlaşılması zor ve hem gerçeküstü hem de gerçekdışı tuhaflıklar içeriyor. Onun eserlerinin ilgimi çekmesinde kurgudaki giriftliğin ve felsefi sorgulamalarının önemi büyük. Bunun neticesi olarak Türkçe’ye kazandırılan eserlerini kaçırmamaya özen gösteriyorum. Geçen yıllarda arka arkaya üç kitabını neşreden Monokl Yayınları’ndan beklediğim hareketi Sel Yayıncılık yaparak Kobo Abe’nin Kutu Adam’ını (yeniden) yayınladı. Devrim Çetin Güven’in çevirisini yaptığı kitap iki yüz dört sayfadan oluşuyor. Abe’nin diğer eserleri gibi sıradışı bir hikâyesi olan Kutu Adam aşırı kapalı anlatıma sahip. Bu özelliği metni olabildiğince gizemli hâle getiriyor. Bunun yanında metindeki diyalogların çevirisinde konuşma diline yer verilmiş. Okurken biraz sırıtsa da orijinalindeki özelliğinden dolayı böyle bir tercih yapılmış diye düşündürüyor. Kurguya ara ara ‘o’ anlatıcı yöntemi serpiştirilmiş fakat genel olarak ‘ben’ anlatıcı tekniği uygulanmış. Yalın bir dil kullanıldığını söyleyemeyiz. Kapalı anlatıma ek olarak oldukça detaylı ve imgelem dünyasına uzanan betimlemeler okuru zorlayacak nitelikte. Kutu Adam, yazarın Türkçe’ye çevrilmiş diğer eserlerindekinden çok daha dağınık bir yapıya sahip. Kopuk kopuk oluşturulan kurgudaki bağlamları yakalamak oldukça zor. Bu özellik Abe’nin üslubuna aşina olmayanların yadırgayacağı bir durum. Diğer yandan eser, Kobo Abe okurlarının alışık olduğu karamsarlığı fazlasıyla içeriyor.
Kutu Adam’ın hikâyesi Tokyo’da geçiyor. Metindeki değinilerden dönem olarak yirminci yüzyılın ortaları olduğunu anlıyoruz. Sık sık Kobo Abe’nin -her zamanki gibi- modernizm anlayışına yaptığı eleştirel bakışına tanık oluyoruz. Kutu Adam bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkıyor. Toplumdan soyutlanmış bir bireyin hakikat ile hayali olanın düş(ünce) dünyasındaki yansımalarını görüyoruz. Buradaki soyutlamanın bireyden mi toplumdan mı kaynaklandığı tam olarak kestirilemiyor. Şizofrenik ve sosyopat davranışları Kutu Adam’ın kişilik bozukluğu yaşayan biri olduğunu düşündürüyor. Bu durum metnin anlaşılmasını daha da zor hâle getiriyor ve hikâye tam anlamıyla çözümlenemiyor. Sistem tarafından ehlilleştirilemeyen Kutu Adam marjinalize olduğu ve/veya edildiği görülüyor. Sahte kutu adamla mücadele ederek varolmaya çalışıyor ve bu varolma mücadelesi sırasında Kutu Adam’ın içsel gerilimlerine tanık oluyoruz. Kitapta hayata dair detayların insan psikolojisi üzerine etkisinin hikayeleştirildiğini söyleyebiliriz. Bir başınalık hissinin yol açtığı psikolojik bunalım bireyin yalnızlığının daha da içine gömülmesine yol açıyor. Bu durum modern insanın en büyük açmazlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.
Kutu Adam sosyal hayattan tecrit yaşamaktadır. Üzerine geçirdiği bir kutuyla hayatına devam etmektedir. Tek başınadır ve çaresi yalnızlığının, düş(ünce) dünyasının daha da içine gömülmektir. Onun yaşam alanı artık o kutunun içidir ve dışarıyla ilişkisi görmek için açtığı iki delikten ibarettir. Kutu Adam olarak yaşamak zamanla öğrenilmektedir. İçinde yaşacak kutunun nasıl hazırlanacağı, hangi durumda nasıl davranılacağı, kalınacak yer, yiyecek temini, kutunun içinin dizaynı, birlikte taşınması gerekli malzemelerin neler olduğu gibi meseleler yaşayarak çözülmektedir. Dışarısıyla irtibatını kesen Kutu Adam için zaman hissi felç olmuştur ve Kutu Adam olmadan önceki yaşanmışlıklar unutulmuştur.
Kutu Adam için tam anlamıyla bir eleştiri metni diyebiliriz. Modern insan gerekli olup olmadığını hesaba katmadığı şeylerin müptelası olmuştur. Birbirine benzeşerek farklı oldukları zehabına kapılmışlardır. Psikolojik boyutlarıyla birlikte değerlendirildiğinde modern insanın eğilimlerini sorgulayan yönü açıkça göze çarpıyor. Toplumsal yapıya da yansıyan bahsi geçen eğilimler yer yer psikolojik sorunların ortaya çıkışı şeklinde açıklanabilir. İnsan eğilimlerinin esiridir. Örneğin dikizlemek bu eğilimlerden biridir. Görülmeden görmek/izlemek üzerine kurulu olan dikizleme isteği insanı cezbetmektedir. Bu eğilimin tersinden yansıması ise teşhirciliktir. Dikizleme isteği dikizlenme isteği şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Kutu Adam dışarıyı görmek için kutuya açtığı delikleri dikizlemek için kullanmaktadır. Hayatı, insanları o görüntü üzerinden yeniden anlamlandırmaktadır. Kobo Abe anti-kahramanı aracılığıyla güzellik, çirkinlik, çıplaklık gibi konuları kendi içinde felsefi bir analize tabii tutuyor. Kutu Adam’ın değerlendirmeleri günümüz insanının ‘dikizleme’ ve ‘teşhircilik’ anlayışıyla karşılaştırıldığında anlamlı sonuçların ortaya çıkacağı muhakkak.
Kutu Adam’da gerçek ile gerçekdışı, hayal ile hakikat birbirine girmiş durumda. Hayatın hangisi olduğu veya hayatın bir sanrı olup olmadığı müphemliğini koruyor. Kutu Adam’a göre hayat zihindekinin dayatmasıdır. Bizler de bugün hakikatten bağımsız olarak kendi gerçekliklerimizin içine gömülerek ve bu gerçekliklere gerekçeler uydurarak yaşıyoruz. Kutu Adam, sergilemiş olduğumuz bu keyfiliği kendi keyfiyetince muhatabına gösteriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Kobo Abe, Kutu Adam
Bu blogda Kobo Abe’nin (1924-1993) eserleriyle ilgili birkaç değerlendirmem bulunuyor. O değerlendirmelerimde Kobo Abe’nin Franz Kafka (1883-1924) ile ‘özdeşleştirilmesinin’ sadece Abe’ye değil Kafka’ya da haksızlık olarak gördüğümü belirtmiştim. Gizemli, sıradışı ve kasvetli üsluptan dolayı böyle bir indirgemeye gidilmesinin edebiyata dair anlam ve yorum dünyasını zenginleştirmek yerine daralttığını düşünüyorum. Kategorize etmek, benzerliklere vurgu yaparak farklılıkları gözardı etmenin yöntemidir. Oysa zenginliğin ölçütü farklılıklardır. Sınıflandırmak ya da etiketlemek bilimsel olguları açıklamada işe yarayabilir lakin edebiyat gibi soyut uzamı uçsuz olan bir alanda kısıtlayıcıdır. Zaman, mekân, dil, din, kültür, yaşam şartları ve en önemlisi düşünce evreni olarak Kafka ve Abe’nin benzerlikten çok farklılık barındırdığı kanaatindeyim. ‘Kafkaesk’ deyip çıkmak kolaycılık oluyor.
Kobo Abe okuyucuyu zorlayan bir üsluba sahip. Yazdığı metinler anlaşılması zor ve hem gerçeküstü hem de gerçekdışı tuhaflıklar içeriyor. Onun eserlerinin ilgimi çekmesinde kurgudaki giriftliğin ve felsefi sorgulamalarının önemi büyük. Bunun neticesi olarak Türkçe’ye kazandırılan eserlerini kaçırmamaya özen gösteriyorum. Geçen yıllarda arka arkaya üç kitabını neşreden Monokl Yayınları’ndan beklediğim hareketi Sel Yayıncılık yaparak Kobo Abe’nin Kutu Adam’ını (yeniden) yayınladı. Devrim Çetin Güven’in çevirisini yaptığı kitap iki yüz dört sayfadan oluşuyor. Abe’nin diğer eserleri gibi sıradışı bir hikâyesi olan Kutu Adam aşırı kapalı anlatıma sahip. Bu özelliği metni olabildiğince gizemli hâle getiriyor. Bunun yanında metindeki diyalogların çevirisinde konuşma diline yer verilmiş. Okurken biraz sırıtsa da orijinalindeki özelliğinden dolayı böyle bir tercih yapılmış diye düşündürüyor. Kurguya ara ara ‘o’ anlatıcı yöntemi serpiştirilmiş fakat genel olarak ‘ben’ anlatıcı tekniği uygulanmış. Yalın bir dil kullanıldığını söyleyemeyiz. Kapalı anlatıma ek olarak oldukça detaylı ve imgelem dünyasına uzanan betimlemeler okuru zorlayacak nitelikte. Kutu Adam, yazarın Türkçe’ye çevrilmiş diğer eserlerindekinden çok daha dağınık bir yapıya sahip. Kopuk kopuk oluşturulan kurgudaki bağlamları yakalamak oldukça zor. Bu özellik Abe’nin üslubuna aşina olmayanların yadırgayacağı bir durum. Diğer yandan eser, Kobo Abe okurlarının alışık olduğu karamsarlığı fazlasıyla içeriyor.
Kutu Adam’ın hikâyesi Tokyo’da geçiyor. Metindeki değinilerden dönem olarak yirminci yüzyılın ortaları olduğunu anlıyoruz. Sık sık Kobo Abe’nin -her zamanki gibi- modernizm anlayışına yaptığı eleştirel bakışına tanık oluyoruz. Kutu Adam bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkıyor. Toplumdan soyutlanmış bir bireyin hakikat ile hayali olanın düş(ünce) dünyasındaki yansımalarını görüyoruz. Buradaki soyutlamanın bireyden mi toplumdan mı kaynaklandığı tam olarak kestirilemiyor. Şizofrenik ve sosyopat davranışları Kutu Adam’ın kişilik bozukluğu yaşayan biri olduğunu düşündürüyor. Bu durum metnin anlaşılmasını daha da zor hâle getiriyor ve hikâye tam anlamıyla çözümlenemiyor. Sistem tarafından ehlilleştirilemeyen Kutu Adam marjinalize olduğu ve/veya edildiği görülüyor. Sahte kutu adamla mücadele ederek varolmaya çalışıyor ve bu varolma mücadelesi sırasında Kutu Adam’ın içsel gerilimlerine tanık oluyoruz. Kitapta hayata dair detayların insan psikolojisi üzerine etkisinin hikayeleştirildiğini söyleyebiliriz. Bir başınalık hissinin yol açtığı psikolojik bunalım bireyin yalnızlığının daha da içine gömülmesine yol açıyor. Bu durum modern insanın en büyük açmazlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.
Kutu Adam sosyal hayattan tecrit yaşamaktadır. Üzerine geçirdiği bir kutuyla hayatına devam etmektedir. Tek başınadır ve çaresi yalnızlığının, düş(ünce) dünyasının daha da içine gömülmektir. Onun yaşam alanı artık o kutunun içidir ve dışarıyla ilişkisi görmek için açtığı iki delikten ibarettir. Kutu Adam olarak yaşamak zamanla öğrenilmektedir. İçinde yaşacak kutunun nasıl hazırlanacağı, hangi durumda nasıl davranılacağı, kalınacak yer, yiyecek temini, kutunun içinin dizaynı, birlikte taşınması gerekli malzemelerin neler olduğu gibi meseleler yaşayarak çözülmektedir. Dışarısıyla irtibatını kesen Kutu Adam için zaman hissi felç olmuştur ve Kutu Adam olmadan önceki yaşanmışlıklar unutulmuştur.
Kutu Adam için tam anlamıyla bir eleştiri metni diyebiliriz. Modern insan gerekli olup olmadığını hesaba katmadığı şeylerin müptelası olmuştur. Birbirine benzeşerek farklı oldukları zehabına kapılmışlardır. Psikolojik boyutlarıyla birlikte değerlendirildiğinde modern insanın eğilimlerini sorgulayan yönü açıkça göze çarpıyor. Toplumsal yapıya da yansıyan bahsi geçen eğilimler yer yer psikolojik sorunların ortaya çıkışı şeklinde açıklanabilir. İnsan eğilimlerinin esiridir. Örneğin dikizlemek bu eğilimlerden biridir. Görülmeden görmek/izlemek üzerine kurulu olan dikizleme isteği insanı cezbetmektedir. Bu eğilimin tersinden yansıması ise teşhirciliktir. Dikizleme isteği dikizlenme isteği şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Kutu Adam dışarıyı görmek için kutuya açtığı delikleri dikizlemek için kullanmaktadır. Hayatı, insanları o görüntü üzerinden yeniden anlamlandırmaktadır. Kobo Abe anti-kahramanı aracılığıyla güzellik, çirkinlik, çıplaklık gibi konuları kendi içinde felsefi bir analize tabii tutuyor. Kutu Adam’ın değerlendirmeleri günümüz insanının ‘dikizleme’ ve ‘teşhircilik’ anlayışıyla karşılaştırıldığında anlamlı sonuçların ortaya çıkacağı muhakkak.
Kutu Adam’da gerçek ile gerçekdışı, hayal ile hakikat birbirine girmiş durumda. Hayatın hangisi olduğu veya hayatın bir sanrı olup olmadığı müphemliğini koruyor. Kutu Adam’a göre hayat zihindekinin dayatmasıdır. Bizler de bugün hakikatten bağımsız olarak kendi gerçekliklerimizin içine gömülerek ve bu gerçekliklere gerekçeler uydurarak yaşıyoruz. Kutu Adam, sergilemiş olduğumuz bu keyfiliği kendi keyfiyetince muhatabına gösteriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
9 Temmuz 2019 Salı
Sıra dışının bastığı sıradan toprak
Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında, bir kitabın asıl değerinin konusunun önemine değil, önemsiz olanı ele almasına, en küçük ayrıntıya hâkim olmasına bağlı olduğunu söyler. Bu söz bir bakıma, sıradan hayatları sıra dışı biçimde anlatmayı ustalıkla gerçekleştirmenin ne kadar önemli olduğunu da savunur. Kara Havadisler Kervanı’nı okuduğumda aklıma ilk olarak bu söz geldi. Çünkü Ayhan Koç, sıradan insanların hayatlarını, hayatlarının belirli dönemlerini, karakterlerinin yaşadıklarını okura ustalıkla yansıtmış kitabında.
Hiciv yeteneği, keskin bir zekânın en net göstergelerinden biridir. Hicivde ölçüyü kaçırmak işi lakaytlığa götürebilecekken, bunu tam kıvamında yapabilmek her yazarın hatta birçok büyük yazarın yapabileceği bir şey değildir. Ayrı bir yetenektir. Ayhan Koç’un kitabını tek bir cümleyle tanımlamak gerekirse, hiciv yeteneğinin ustalıkla kullanıldığı realist ve fantastik öyküler içeren bir kitap, diyebilirim. Hatta diyebilirim ki, son dönem öykücü ve romancılarda hicvetmenin bu kadar iyi kotarıldığı çok az kitap okudum.
Hiciv deyince hemen arkasından ironiyi de getirmek gerekir. Salt hiciv ağızda kekremsi bir tat bırakır ama ironik anlatımla birlikte çıta oldukça yükselir. Kitabın ilk öyküsü 222.Daire, ikinci öyküsü Muskacı Edhem Efendi ve altıncı öyküsü Eşref Kitabevi, hem entelektüel dünyanın yazarlarına hem de okurlarına mizahı da bolca kullanarak sağlam bir eleştiri getiriyor. Aynı zamanda ilk öykü olan 222.Daire, politik mizahın ve hicvin de önemli bir örneğini sunuyor okurlara. Var olmayan yazar Enver Naci Uslu’nun putlaştırılma şekli ve sebebi, çağının çok ilerisinde entelektüel bir hayat süren fakat yaşadığı 1700’lü yılların Konstantiniyye’sinde kendine bir matbaacı bulamayan ve yazarlıktan muskacılığa geçip geçimini buradan sağlayan Edhem Efendi, kitabı çıkacağı için hiç okumadığı kitaplıkların önünde poz veren yazarlar ustalıkla hicvediliyor bu öykülerde. Bu üç öykünün önemli bir özelliği sadece kişilerle sınırlı kalmayıp toplumsal eleştiriler de sunabilmesi. İlme karşı dogmatizmin, çalışmaya karşı tembelliğin, toplumun bazı hassas duygularını sömürerek para kazanmanın hem sosyolojik hem de bireysel eleştirisini başarılı bir şekilde yapıyor Ayhan Koç: “…Nasılını açıklamamış ama bir şekilde padişahın illetine çare olmuş Edhem Efendi. Karşılığında keselerce altın ve on dönüm arazi kazanmış. Adı önce dervişe sonra muskacıya çıkmış, nerede illetli nerede bedbaht var, kapısına üşüşmüş. Ben anlamam büyücülükten, müneccimlikten diye çok dil dökmüş, çok yırtınmış ama beyhude, kimseyi inandıramamış. Zamanla alışmış da hani alın teri dökmeden akçe kazanmaya. Öyle değil mi ya, bir yerde günde on saat it gibi çalışmak var, bir yerde rüyamda baldızımı gördüm abdestim bozulur mu diye soran avanağın kesesinden kolayca sikke almak var.”
On iki öykü içeriyor kitap. Metinlerarasılık, tarihsel göndermeler, pastiş veya alegorik noktalar bulunuyor ama yazar bunu bir röportajında dediği gibi, öykünün zeminine yaymayı başarmış. Bu yüzden öyküyü okuyan kişi, tüm bunları fark etmese bile gayet güzel ve başarılı kurgulanmış bir öykü okumuş oluyor. Örneğin Nisyan adlı öyküde “Raison D’etat”ın ne olduğu bilinmese bile, öyküden alınacak edebî tatta bir azalma olmuyor. Bir polis memurunun kısa süreli hikâyesi olarak okunabiliyor öykü. Veya Rüzgârla Kayanın Ezgisi adlı öyküdeki tarihsel ve politik göndermeler oldukça net olsa da bu konular hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir okur, bir gerilim öyküsü okuyormuş gibi bir tat duyabilir.
Yazarın en çok hiciv ve mizahi anlatımını öne çıkarmıştım ancak bunun her öyküde uygulandığını söyleyemeyiz. Hiciv genelde hep olsa da mizahi anlatımı bazı öykülerinde terk etmiş yazar. Örneğin Tiranlık adlı öyküsü, bireyin toplumsal baskı karşısındaki durumunu, intihar kavramı üzerinden ele alıyor ve hicvi bolca görsek de mizahi bir şey bulamıyoruz bu öyküde. Hatta trajik bir hava hâkim öyküye. Hayatta tadacağı her zevki tatmış, kariyer sahibi, başarıyı yaşamış Pürşen’in, intihar etmeye karar verip bunu ailesine ve sevdiklerine açıklaması, onları bir şokla karşı karşıya bırakmak istememesi üzerine kurulu öykü. Ancak daha sonra işin içine akıl hastaneleri, sosyal medya örgütlenmeleri, ailevi birçok problem giriyor ve öykü inanılmayacak yerlere varıyor. En sonunda da trajik bir şekilde sonlanıyor. Yazarın eleştirmek istediği, ‘baskı’ ise öykünün merkezinde duruyor:
“‘Bana ait bu bedenin sona ermesi sizi niye bu kadar ilgilendiriyor hanımefendi?’ diye sordu Pürşen.
‘Bedeniniz sadece size ait değil Pürşen Hanım.’
‘Kime ait?’
‘Elbette öncelikle size…’
‘Yok hayır, ben diğerlerini merak ediyorum. Başka kime aitmiş bedenim?’ Kadın abes bir soruyla muhatapmışçasına ‘Yapmayın artık,’ diye yakındı. ‘Kanunlara, devlete, topluma, ailenize, sevdiklerinize.’
‘Anayasada kendimi öldürmemi yasaklayan hiçbir madde görmedim ben. Siz gördünüz mü?’
‘Bazı maddeler yazılmaz Pürşen Hanım, onları vurgulamaya gerek yoktur. Doğduysak yaşamamız gerekir.’”
Kitabın kapağına bakan biri, bu kitabın fantastik ve olağanüstü ögeler içeren, sembolik bir anlatımın tercih edildiği bir öykü kitabı sanabilir. İlk bakışta ben de böyle sanmıştım fakat okudukça böyle olmadığını anladım. Ancak yine de kitapta bu kapağa uygun, hatta kapak resmini bu tür bir öyküden alan hikâye var: 8 Mart Olayı. Değişik bir öykü bu. Dünyada denizkızlarının bir anda ortaya çıkışı ve bundan sonra yaşananları konu ediniyor. İnsanın kendinden olmayana nasıl canice davranabildiğine dikkat çekmek istiyor ve bunu başarıyor. Hem de kendinden olmayanı yok etme arzusunun hangi boyutlara erişebileceğini öyküye yansıtıyor yazar. Olağanüstü ögelerin öyküde bulunması, öyküden gerçekliği götürmüyor. Kitabı okuyanlar için kesinlikle ayrı bir yerde duracak bir öykü olduğunu düşünüyorum. Güzellikle vahşetin ve insanların caniliğinin nerede durduğunu işleyen, fantastik ögelerle bezeli son derece realist bir öykü. Son zamanlarda okuduğum en iyi öykülerden diyebilirim. Aynı zamanda okura, oturup kendini sorgulatmayı da sağlıyor.
Bu yazıda bahsi geçen öykülerden başka kitapta, Haşim Bey’in Gizli Dünyası, Gece Yarısı Ekspresi, Nursel Hanım Kimi Bekliyor, Tanrı O’ul ve Kullarının Bin İsimli Binlerce Yıllık Yolculuğu ve Sarı Pançolu Kız adlı öyküler de yer alıyor. Kitabın bütün öyküleri zaten başta isimleriyle okuru kendisine çağırıyor ve isminden vaat ettiği şeyi de okura geri veriyor.
Son öykü olan Sarı Pançolu Kız’a da kısaca değinip yazıyı sonlandıralım. Bu öykü, diğer öykülerden biçim olarak farklılıklar gösteriyor. Kara Havadisler Kervanı, yani mezkûr kitabın ve Sarı Pançolu Kız adlı öykünün yazılış sürecini anlatıyor. Yani öykü kendi içinde nasıl yazıldığını açıklıyor. Aynı zamanda, öykü kahramanının öyküden kaçtıktan sonra bu kitabın yazarıyla olan ilişkisini de konu ediniyor. Sürreal bir anlatım mevcut yani öyküde:
“…Yarım saat sonra kendimi Beyoğlu Emniyet Müdürlüğünde, öyküsünden kaçan yaramaz karakteri terbiye etmeye çalışan davasında haklı masum bir yazar olduğuma inanmamakta kararlı tipsiz bir polisin ebleh ifadesine maruz kalırken bulmuştum… Onu ben yaratmıştım ve tek yaptığım gerçek ile kurmaca arasında yaşanan bu akıl almaz anomaliyi sonlandırmaya çalışmaktı.”
Yazar aynı zamanda kendi yazım tarzını, kendini eleştirecek şekilde değerlendiriyor. Bu kitaptaki diğer öykülere ve karakterlerine atıflarda bulunuyor. Tam, kitaba nokta konulacak bir öykü olmuş. Ayhan Koç tüm bunları Sarı Pançolu Kız öyküsünde gerçekleştirirken didaktik bir havaya bürünmüyor ve öykünün okunurluğunu azaltacak herhangi bir biçimi kullanmıyor.
Çok başarılı bir kitap Kara Havadisler Kervanı; fakat eleştirilmeyecek yönleri de yok değil. En çok dikkatimi çekeni söylemek istiyorum. Bazı öykülerde, özellikle Muskacı Edhem Efendi ve Tiranlık’ta öykünün akışına herhangi bir katkı sağlamayan pasajlar yer alıyor. Bunların çok uzun olduğunu veya öykünün akışını kestiğini söyleyemem fakat hikâyeye de herhangi bir katkı sağlamıyor. Konuyla alakasız bir okumaya neden olduğu için öykünün vermek istediğine az da olsa zarar veriyor. Bu bir roman olsaydı bu durumu kaldırırdı ancak öykü vurucu olmak zorundandır. Bu durum en çok adını söylediğim iki öykü için geçerli. Diğer on öyküde bu tür bir şeye dikkat çekici oranda rastlamadım.
Akıcı ve yalın bir dili, anlatımı ve sade bir üslûbu var Ayhan Koç’un. Aynı zamanda ödüllü bir yazar kendisi. İlk romanı Sırlıçeşme’yle, Everest İlk Roman Ödülü’nü almıştı. Ödüle niye lâyık görüldüğünü de kanıtlar niteliğinde bir öykü kitabı bu. Yani tek seferlik bir şey olmadığını gösterdi yazar, bu başarının. Son zamanlarda edebiyatımızda görünen, kişinin bireysel buhranlarının ve depresyonlarının konu edildiği, hiçbir şeye dokunmayan öyküler okumaktansa Ayhan Koç’un kitabına dikkat kesilmek lâzım. Öykü dünyamıza ilaç gibi geldi Kara Havadisler Kervanı.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Hiciv yeteneği, keskin bir zekânın en net göstergelerinden biridir. Hicivde ölçüyü kaçırmak işi lakaytlığa götürebilecekken, bunu tam kıvamında yapabilmek her yazarın hatta birçok büyük yazarın yapabileceği bir şey değildir. Ayrı bir yetenektir. Ayhan Koç’un kitabını tek bir cümleyle tanımlamak gerekirse, hiciv yeteneğinin ustalıkla kullanıldığı realist ve fantastik öyküler içeren bir kitap, diyebilirim. Hatta diyebilirim ki, son dönem öykücü ve romancılarda hicvetmenin bu kadar iyi kotarıldığı çok az kitap okudum.
Hiciv deyince hemen arkasından ironiyi de getirmek gerekir. Salt hiciv ağızda kekremsi bir tat bırakır ama ironik anlatımla birlikte çıta oldukça yükselir. Kitabın ilk öyküsü 222.Daire, ikinci öyküsü Muskacı Edhem Efendi ve altıncı öyküsü Eşref Kitabevi, hem entelektüel dünyanın yazarlarına hem de okurlarına mizahı da bolca kullanarak sağlam bir eleştiri getiriyor. Aynı zamanda ilk öykü olan 222.Daire, politik mizahın ve hicvin de önemli bir örneğini sunuyor okurlara. Var olmayan yazar Enver Naci Uslu’nun putlaştırılma şekli ve sebebi, çağının çok ilerisinde entelektüel bir hayat süren fakat yaşadığı 1700’lü yılların Konstantiniyye’sinde kendine bir matbaacı bulamayan ve yazarlıktan muskacılığa geçip geçimini buradan sağlayan Edhem Efendi, kitabı çıkacağı için hiç okumadığı kitaplıkların önünde poz veren yazarlar ustalıkla hicvediliyor bu öykülerde. Bu üç öykünün önemli bir özelliği sadece kişilerle sınırlı kalmayıp toplumsal eleştiriler de sunabilmesi. İlme karşı dogmatizmin, çalışmaya karşı tembelliğin, toplumun bazı hassas duygularını sömürerek para kazanmanın hem sosyolojik hem de bireysel eleştirisini başarılı bir şekilde yapıyor Ayhan Koç: “…Nasılını açıklamamış ama bir şekilde padişahın illetine çare olmuş Edhem Efendi. Karşılığında keselerce altın ve on dönüm arazi kazanmış. Adı önce dervişe sonra muskacıya çıkmış, nerede illetli nerede bedbaht var, kapısına üşüşmüş. Ben anlamam büyücülükten, müneccimlikten diye çok dil dökmüş, çok yırtınmış ama beyhude, kimseyi inandıramamış. Zamanla alışmış da hani alın teri dökmeden akçe kazanmaya. Öyle değil mi ya, bir yerde günde on saat it gibi çalışmak var, bir yerde rüyamda baldızımı gördüm abdestim bozulur mu diye soran avanağın kesesinden kolayca sikke almak var.”
On iki öykü içeriyor kitap. Metinlerarasılık, tarihsel göndermeler, pastiş veya alegorik noktalar bulunuyor ama yazar bunu bir röportajında dediği gibi, öykünün zeminine yaymayı başarmış. Bu yüzden öyküyü okuyan kişi, tüm bunları fark etmese bile gayet güzel ve başarılı kurgulanmış bir öykü okumuş oluyor. Örneğin Nisyan adlı öyküde “Raison D’etat”ın ne olduğu bilinmese bile, öyküden alınacak edebî tatta bir azalma olmuyor. Bir polis memurunun kısa süreli hikâyesi olarak okunabiliyor öykü. Veya Rüzgârla Kayanın Ezgisi adlı öyküdeki tarihsel ve politik göndermeler oldukça net olsa da bu konular hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir okur, bir gerilim öyküsü okuyormuş gibi bir tat duyabilir.
Yazarın en çok hiciv ve mizahi anlatımını öne çıkarmıştım ancak bunun her öyküde uygulandığını söyleyemeyiz. Hiciv genelde hep olsa da mizahi anlatımı bazı öykülerinde terk etmiş yazar. Örneğin Tiranlık adlı öyküsü, bireyin toplumsal baskı karşısındaki durumunu, intihar kavramı üzerinden ele alıyor ve hicvi bolca görsek de mizahi bir şey bulamıyoruz bu öyküde. Hatta trajik bir hava hâkim öyküye. Hayatta tadacağı her zevki tatmış, kariyer sahibi, başarıyı yaşamış Pürşen’in, intihar etmeye karar verip bunu ailesine ve sevdiklerine açıklaması, onları bir şokla karşı karşıya bırakmak istememesi üzerine kurulu öykü. Ancak daha sonra işin içine akıl hastaneleri, sosyal medya örgütlenmeleri, ailevi birçok problem giriyor ve öykü inanılmayacak yerlere varıyor. En sonunda da trajik bir şekilde sonlanıyor. Yazarın eleştirmek istediği, ‘baskı’ ise öykünün merkezinde duruyor:
“‘Bana ait bu bedenin sona ermesi sizi niye bu kadar ilgilendiriyor hanımefendi?’ diye sordu Pürşen.
‘Bedeniniz sadece size ait değil Pürşen Hanım.’
‘Kime ait?’
‘Elbette öncelikle size…’
‘Yok hayır, ben diğerlerini merak ediyorum. Başka kime aitmiş bedenim?’ Kadın abes bir soruyla muhatapmışçasına ‘Yapmayın artık,’ diye yakındı. ‘Kanunlara, devlete, topluma, ailenize, sevdiklerinize.’
‘Anayasada kendimi öldürmemi yasaklayan hiçbir madde görmedim ben. Siz gördünüz mü?’
‘Bazı maddeler yazılmaz Pürşen Hanım, onları vurgulamaya gerek yoktur. Doğduysak yaşamamız gerekir.’”
Kitabın kapağına bakan biri, bu kitabın fantastik ve olağanüstü ögeler içeren, sembolik bir anlatımın tercih edildiği bir öykü kitabı sanabilir. İlk bakışta ben de böyle sanmıştım fakat okudukça böyle olmadığını anladım. Ancak yine de kitapta bu kapağa uygun, hatta kapak resmini bu tür bir öyküden alan hikâye var: 8 Mart Olayı. Değişik bir öykü bu. Dünyada denizkızlarının bir anda ortaya çıkışı ve bundan sonra yaşananları konu ediniyor. İnsanın kendinden olmayana nasıl canice davranabildiğine dikkat çekmek istiyor ve bunu başarıyor. Hem de kendinden olmayanı yok etme arzusunun hangi boyutlara erişebileceğini öyküye yansıtıyor yazar. Olağanüstü ögelerin öyküde bulunması, öyküden gerçekliği götürmüyor. Kitabı okuyanlar için kesinlikle ayrı bir yerde duracak bir öykü olduğunu düşünüyorum. Güzellikle vahşetin ve insanların caniliğinin nerede durduğunu işleyen, fantastik ögelerle bezeli son derece realist bir öykü. Son zamanlarda okuduğum en iyi öykülerden diyebilirim. Aynı zamanda okura, oturup kendini sorgulatmayı da sağlıyor.
Bu yazıda bahsi geçen öykülerden başka kitapta, Haşim Bey’in Gizli Dünyası, Gece Yarısı Ekspresi, Nursel Hanım Kimi Bekliyor, Tanrı O’ul ve Kullarının Bin İsimli Binlerce Yıllık Yolculuğu ve Sarı Pançolu Kız adlı öyküler de yer alıyor. Kitabın bütün öyküleri zaten başta isimleriyle okuru kendisine çağırıyor ve isminden vaat ettiği şeyi de okura geri veriyor.
Son öykü olan Sarı Pançolu Kız’a da kısaca değinip yazıyı sonlandıralım. Bu öykü, diğer öykülerden biçim olarak farklılıklar gösteriyor. Kara Havadisler Kervanı, yani mezkûr kitabın ve Sarı Pançolu Kız adlı öykünün yazılış sürecini anlatıyor. Yani öykü kendi içinde nasıl yazıldığını açıklıyor. Aynı zamanda, öykü kahramanının öyküden kaçtıktan sonra bu kitabın yazarıyla olan ilişkisini de konu ediniyor. Sürreal bir anlatım mevcut yani öyküde:
“…Yarım saat sonra kendimi Beyoğlu Emniyet Müdürlüğünde, öyküsünden kaçan yaramaz karakteri terbiye etmeye çalışan davasında haklı masum bir yazar olduğuma inanmamakta kararlı tipsiz bir polisin ebleh ifadesine maruz kalırken bulmuştum… Onu ben yaratmıştım ve tek yaptığım gerçek ile kurmaca arasında yaşanan bu akıl almaz anomaliyi sonlandırmaya çalışmaktı.”
Yazar aynı zamanda kendi yazım tarzını, kendini eleştirecek şekilde değerlendiriyor. Bu kitaptaki diğer öykülere ve karakterlerine atıflarda bulunuyor. Tam, kitaba nokta konulacak bir öykü olmuş. Ayhan Koç tüm bunları Sarı Pançolu Kız öyküsünde gerçekleştirirken didaktik bir havaya bürünmüyor ve öykünün okunurluğunu azaltacak herhangi bir biçimi kullanmıyor.
Çok başarılı bir kitap Kara Havadisler Kervanı; fakat eleştirilmeyecek yönleri de yok değil. En çok dikkatimi çekeni söylemek istiyorum. Bazı öykülerde, özellikle Muskacı Edhem Efendi ve Tiranlık’ta öykünün akışına herhangi bir katkı sağlamayan pasajlar yer alıyor. Bunların çok uzun olduğunu veya öykünün akışını kestiğini söyleyemem fakat hikâyeye de herhangi bir katkı sağlamıyor. Konuyla alakasız bir okumaya neden olduğu için öykünün vermek istediğine az da olsa zarar veriyor. Bu bir roman olsaydı bu durumu kaldırırdı ancak öykü vurucu olmak zorundandır. Bu durum en çok adını söylediğim iki öykü için geçerli. Diğer on öyküde bu tür bir şeye dikkat çekici oranda rastlamadım.
Akıcı ve yalın bir dili, anlatımı ve sade bir üslûbu var Ayhan Koç’un. Aynı zamanda ödüllü bir yazar kendisi. İlk romanı Sırlıçeşme’yle, Everest İlk Roman Ödülü’nü almıştı. Ödüle niye lâyık görüldüğünü de kanıtlar niteliğinde bir öykü kitabı bu. Yani tek seferlik bir şey olmadığını gösterdi yazar, bu başarının. Son zamanlarda edebiyatımızda görünen, kişinin bireysel buhranlarının ve depresyonlarının konu edildiği, hiçbir şeye dokunmayan öyküler okumaktansa Ayhan Koç’un kitabına dikkat kesilmek lâzım. Öykü dünyamıza ilaç gibi geldi Kara Havadisler Kervanı.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Bir başına yaşamayı tercih etmek ve komşu(suz)luk
"Başkasının bakışı aracılığıyla dünyanın bir ötesi olduğunu tecrübe ederim."
- Jean-Paul Sartre, L'Être et le Néant (1943)
"Cehennem, başkalarıdır."
- Jean-Paul Sartre, Huis clos (1944)
Çocukluğunu köyde geçirmiş biri için komşuluk, şimdilerde romanlara, hikâyelere, şiirlere konu olan taraflarından çok daha ciddi bir şeydir. Olmazsa olmazdır. Köyde yetişmiş biri şimdilerde toplu konutta otursa bile komşusunu görmek, onun tarafından görülmek, yani tanış olmak ister. Günümüzde selamlaşmanın asansörde ağızdan zorla çıkan bir iki kelimeyle sınırlı olması da en çok 'köylü'yü yaralar. Şehirli zaten dünden hazırdır bir başkasına sırt çevirmeye. Ne gerek vardır şimdi durup dururken konuşmak? Hesap mı verecektir yani?
Komşuluğun şimdilerde mumla aranan hakiki sosyalleşme ve yürekli bir toplumsallaşma anlamında nasıl bir değere sahip olduğu romantizmin içine gömüldü. Halbuki komşuluk ilişkisi topluma katılmayı, daima 'öteki'yle birlikte olmayı bir gelenek hâline getirmiştir. Doğudan batıya bu mirastan uzaklaşan, bu mirası reddeden toplumlar hep bir ağızdan "bir dost bulamadım gün akşam oldu" diye söylense kimse şaşırmaz.
Her yönüyle çetrefillidir komşuluk. "Ev alma, komşu al", "komşu komşunun külüne muhtaçtır", "hayırlı komşu hayırsız akrabadan yeğdir" bir yanda durur ama diğer "komşunun tavuğu komşuya kaz görünür", "gülme komşuna gelir başına", "hayır dile komşuna, hayır gele başına" diğer yanda göz kırpar. Çünkü komşu varlığıyla güven de verebilir, kaygı da. Bir şeye ihtiyacım olduğunda ben onun kapısını olur olmaz vakitlerde çalabiliyorsam o da benim kapımı çalabilir. Çocuğumu ya da evimin anahtarını ona emanet edebilir miyim? Eski komşum için belki evet ama yeni taşınan için? Eski komşu bir nevi beni bilen, gözetleyen, notumu çoktan tutmuş olan. Yeni komşum sürpriz yumurta. Çok gürültülü olabilir, ürkütücü sessizliği bir yaşam biçimi olarak da seçebilir. Bir de yer-yön duygusu var elbette. Üst komşu hep bir tehdit unsuru. Alt komşu ise psikolojik olarak yok sayılan. Yan komşu her an karşılaşılabilecek, her an iletişim kurulabilecek durumda. Komşuluk modern zamanlarda bir nevi mayın tarlası.
Sorbonne Üniversitesi'nin felsefe bölümünde doçent olarak çalışan Helene L'Heuillet, komşuluğun modern zamanlarda nasıl evrildiğini anlatırken yola 'birlikte var olma' üzerinden çıkıyor. Özellikle dünyanın dört bir yanında gerçekleşen kentleşme projeleriyle komşuluğun hem bir taraftan kayboluşunu hem de bir taraftan mecburiyet hâline geldiğini anlatıyor. Meselenin ahlaki, felsefi, psikolojik ve etik tarafları olduğu kadar ekonomik, dini ve milli tarafları da var. Zaten çıkmaza girmiş olan komşuluğa zengin-fakir arasında sürekli açılan makas ve mülteci sorunları da eklenince, yüksek sesle söylenmese de komşunun artık 'rahatsız edici' yanının ağır bastığı ortaya çıkıyor. Yalnızca Fransa'da yapılan araştırmalarda değil, Avrupa'nın birçok bölgesinde insanların müstakil evde yaşamak istemesinin temel sebebi komşunun kim olduğunu bilmemesi, kim olduğunu bilse bile her an onun ne yapıp edeceğini tartmak istememesi. Sanki meselenin daha derininde kaygı yatıyor gibi. Komşu değil de herhangi bir insana mı tahammülü kalmadı diğer insanın?
Yapı Kredi Yayınları'ndan Adem Beyaz çevirisiyle çıkan Komşuluk: İnsanların Birlikte Varoluşu Üzerine Düşünceler; karşı komşular, dışarıdaki komşular, üst komşular, yan komşular başlığıyla dört bölüme ayrılıyor. Helene L'Heuillet, karşı komşuları 'en büyüleyici komşu' olarak görüyor. Çünkü gözlemek ve gözetlemek gibi eylemler en önce 'karşıda olan'da görülüyor. Çaktırmadan bakmak, zaman zaman bu bakışın fark edilmesi, fark edildikten sonra sokakta karşılaşma ihtimali derken hep tansiyonu yüksek bir ilişkidir karşı komşuyla olan ilişki. Lacan'a göre Hegel, karşı karşıya olmanın 'ölümcül gücü'nü kavramlaştıran ilk kişidir. Burada tanınmak vardır, hırs vardır, arzu vardır. Dolayısıyla ölüm mümkün hâle gelebilir. "Her birimiz hayata bağlı olmadığımıza tanık olmak için karşılıklı biçimde başkasının ölümünü isteriz. Bu yüzden herkes başkasının ölümüne meyleder." diyor Hegel. Karşıdaki olma hâli, özellikle savaş, kaos, toplumsal gerilim zamanlarında daha da önem kazanır. Kimdir karşımdaki? Tanımıyorum, bu bir tehlike. Dost mu? Düşman mı? İyi mi? Kötü mü?
İşte burada devreye duvar girer. Karşıdaki komşudan korunmanın yolu duvardır. Duvar inşa edildiği andan itibaren görüntü kararır, komşular birbirini göremez ve dolayısıyla tehdit ortadan kalkar. Onlar artık duvarın dışındakilerdir. Duvar inşa edilir ve artık tek görünen o olur. Ursula K. Le Guin, Mülksüzler'de şöyle isyan etmişti bu duruma: "Hepiniz hapiste gibisiniz. Yalnız, tek başına, sahip olduğunuz yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu; duvar!". Yazar da burada Wendy Brown'ın "dünya üzerinde duvarların yaygınlaşması egemenliğin çöküşünden kaynaklanır" tezini hatırlatıyor ve şu açıklamayı yapıyor: "Duvar, sessiz bir tedbirdir, kelimelerle ifade etmediğimiz bir emniyettir, işte bu yüzden anlaşılmaz tacizlere kapı açabilir. Emniyet aksamışsa duvar dikilir. Egemenlik emniyetle donatılır fakat duvarlarla tamir edilir. Bununla birlikte bu mantık silsilesi karşı karşıya olma sorunsalına bağlı olduğu müddetçe birbirinden ayrışmaz. İnsanların birlikte var olması mümkün gözükmez; ilişki karşı karşıya olunca bu imkân hepten yok olur, emniyet güçleri ancak son kertede, yani işler rayından çıktığında müdahale eder ki insanlar ya seve seve ya da zorla bir arada var olsunlar. Emniyet güçleri deveranı destekler ancak duvar hareketten alıkoyar."
Sartre, bir yandan başkasının bakışıyla dünyanın başka yanları olduğunu tecrübe ettiğini söyler ancak diğer yandan da cehennem başkalarıdır der. Çünkü insan özgürlük ve güven arasında salınır. Bu ikisi arasında kaygı vardır ki Otto Rank bunun -yani kaygının- ana rahminden çıkar çıkmaz yeryüzündeki tüm insanlara en doğal biçimde yüklendiğini söyleyerek Freud'dan ayrılır. İşin psikolojik boyutunu hararetle hatırlatıyor yazar. Narsisizm bu anlamda birbirimize ne kadar benzersek o kadar çatışma içine gireceğimizi anlatma noktasında gayet net. Bir başkasına benzersem yok olurum. "Mahrem hayat herkesin herkese karşı savaşının yeridir artık" ama narsist çoğu zaman da kendisinin örnek alınmasını, idol olarak benimsenmesini ister. Yani görülmeyi, onaylanmayı. Karşı komşu, birçok savaşın senaryosunu yazandır. Bosna Savaşı anlatılırken her iki taraftan da aynı cümleler dökülür çoğu kez: "Bir hafta değil, bir gün bile değil, birkaç saat önce kahve içiyorduk. Ne olduysa sonra oldu..."
Dışarıdaki komşu, sokağın sahibi gibidir. O varlığını, varlık sahibi olmadan ortaya koymaya çabalar. Bu yüzden de genellikle korkulur, tekinsizdir, varlığı endişe verir. Dilenmeyi tercih edenler, özel mülkiyeti reddedenler, ıstırapı bir yaşam biçimi şekline dönüştürenler, sokağa 'düşen'ler, sokağa doğanlar... Evet varlıklarıyla endişe verirler ama kendileri de yoğun bir endişeyle yaşarlar. "Bir yerde yaşadıklarımız bizim mekân algımızı değiştirir. En konuksever yer eğer şiddet barındırıyorsa korku dolu hale gelebilir: Her yer, orada huzur bulup bulmadıüımıza göre, genişler ya da daralır. Dışarıda uyumak zorunda olanların daimi endişesi bunu iyi gösterir" diyor yazar. Bu endişeyi reddedenler de var şüphesiz. Hiçbir şeyi olmayanlar. Mesela Lydia Perreal kendi hikâyesini anlatırken hepimizin başına her an gelebilecek bazı gerçekleri de yüzümüze çarpar: "Nation Meydanı'na giderken el çantamı metroda unuttum. Tam kapılar kapandığı sırada farkına varmıştım ama çok geçti. Uzaklaşan trenin ardından bakmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu. Ağlamamak için gözkapaklarımı sıkıyordum. Meteliksiz ve kimliksiz. Şimdiden bir hiç olmuştum, artık bir hiç kimseydim. Evsiz yaşamım işte böyle başladı."
Üst ve yan komşunun hayatımızdaki yerine doğrudan konumu karar verir. Biri üsttedir, dolayısıyla psikolojik olarak da fizikî olarak da üstündür. Sanki her an onun denetiminde gibiyizdir. Yan komşu; yakınlığa da uzaklığa da sahiptir. Bazen güven verir, bazen endişe. Almanca "neben" kelimesi hem "yan" hem de "karşı" anlamına gelebilir. Bu yüzden Freud, Schopenhauer'in kirpi meselesini hatırlatarak "Birbirimizin sıcaklığına muhtacız ama birbirimize sokmaktan başka bir şey yapmıyoruz" der. Komşuluk yazara göre genel manada yan komşu üzerinden ilerler. En makulu odur. Bir rahatsızlığı varsa mutlaka ifade eder. Mesela bizde çok gürültü oluyorsa yandan duvara iki tak tak gelebilir. Bizde ekmek, kahve, su bittiyse acil olarak en önce yandan alınabilir. En önce yan tercih edilir. Bu insanın ötekiyle arasındaki mesafeyi, ötekine dair düşüncesini de ortaya koyuyor esasında. Çocukken bütün sınıfa dönüp "silgisi olan var mı?" diye sormak ayrı bir coğrafyada, kültürde yaşamanın neticesidir. Biz hemen yanımızdakine sormaya daha talibiz. Hatta kimi zaman sormayız, samimiyet kurulduysa hemen alırız, sonra yerine koyarız. Ona zarar verebiliriz ama sırtımızda da taşıyabiliriz. Bir yardım isteyeceksen en yakınımızdan, gözle görünür olandan başlarız. Ne idüğü belirsiz' olandan başlamayız, o son çaredir ve 'denize düşen yılana sarılır' kuralı da her daim hazırdır.
Helene L'Heuillet, toplumsallığın üretimi konusunda komşuluğun önemini yeniden hatırlatıyor. Yan yana olmak, birlikte hareket etmek birer hazsa, bu ancak komşulukta, komşu olmakla mümkündür diyor: "Özellikle doğum ve ölüm günlerinde yardımlaşma veya yardım eli uzatma, komşuluk sayesinde geleneksel dayanışmanın sıradan vakaları olarak süregelir. Bu yardımlaşma, en yakın komşularla alışveriş yükümlülükleri arasındadır; bu komşular, etkileşimin tecrit yüzünden hayati önem kazandığı bazı dağlık bölgelerde 'ilk komşular' olarak adlandırılırlar. Dolayısıyla ilk komşularla anlaşma, geniş aileyle anlaşmaktan daha mühimdir. İşte bu yakınlık sayesinde yaşamın ve toplum olmanın gerekleri vasıtasıyla gelişen somut dayanışma ve toplum şekillenir... Geçmişte olduğu gibi günümüzde de insan olan her özne için kişisel alanın inşası, sosyalleşmesini inşa etmeyle özdeştir."
Komşuluk; yer sorununu, toplumun huzursuzluğunu, tahammülün ve makul mesafenin ne olduğunu, yardımlaşmanın ve toplumsallaşmanın önemini yeniden gündeme taşımayı amaç edinmiş bir kitap. Her coğrafyaya kendi dilinden konuşabilen bir kitap. Mesele önemli çünkü 'mesken tutmak' zorlaştıkça 'sakin olmak' da zorlaşıyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Jean-Paul Sartre, L'Être et le Néant (1943)
"Cehennem, başkalarıdır."
- Jean-Paul Sartre, Huis clos (1944)
Çocukluğunu köyde geçirmiş biri için komşuluk, şimdilerde romanlara, hikâyelere, şiirlere konu olan taraflarından çok daha ciddi bir şeydir. Olmazsa olmazdır. Köyde yetişmiş biri şimdilerde toplu konutta otursa bile komşusunu görmek, onun tarafından görülmek, yani tanış olmak ister. Günümüzde selamlaşmanın asansörde ağızdan zorla çıkan bir iki kelimeyle sınırlı olması da en çok 'köylü'yü yaralar. Şehirli zaten dünden hazırdır bir başkasına sırt çevirmeye. Ne gerek vardır şimdi durup dururken konuşmak? Hesap mı verecektir yani?
Komşuluğun şimdilerde mumla aranan hakiki sosyalleşme ve yürekli bir toplumsallaşma anlamında nasıl bir değere sahip olduğu romantizmin içine gömüldü. Halbuki komşuluk ilişkisi topluma katılmayı, daima 'öteki'yle birlikte olmayı bir gelenek hâline getirmiştir. Doğudan batıya bu mirastan uzaklaşan, bu mirası reddeden toplumlar hep bir ağızdan "bir dost bulamadım gün akşam oldu" diye söylense kimse şaşırmaz.
Her yönüyle çetrefillidir komşuluk. "Ev alma, komşu al", "komşu komşunun külüne muhtaçtır", "hayırlı komşu hayırsız akrabadan yeğdir" bir yanda durur ama diğer "komşunun tavuğu komşuya kaz görünür", "gülme komşuna gelir başına", "hayır dile komşuna, hayır gele başına" diğer yanda göz kırpar. Çünkü komşu varlığıyla güven de verebilir, kaygı da. Bir şeye ihtiyacım olduğunda ben onun kapısını olur olmaz vakitlerde çalabiliyorsam o da benim kapımı çalabilir. Çocuğumu ya da evimin anahtarını ona emanet edebilir miyim? Eski komşum için belki evet ama yeni taşınan için? Eski komşu bir nevi beni bilen, gözetleyen, notumu çoktan tutmuş olan. Yeni komşum sürpriz yumurta. Çok gürültülü olabilir, ürkütücü sessizliği bir yaşam biçimi olarak da seçebilir. Bir de yer-yön duygusu var elbette. Üst komşu hep bir tehdit unsuru. Alt komşu ise psikolojik olarak yok sayılan. Yan komşu her an karşılaşılabilecek, her an iletişim kurulabilecek durumda. Komşuluk modern zamanlarda bir nevi mayın tarlası.
Sorbonne Üniversitesi'nin felsefe bölümünde doçent olarak çalışan Helene L'Heuillet, komşuluğun modern zamanlarda nasıl evrildiğini anlatırken yola 'birlikte var olma' üzerinden çıkıyor. Özellikle dünyanın dört bir yanında gerçekleşen kentleşme projeleriyle komşuluğun hem bir taraftan kayboluşunu hem de bir taraftan mecburiyet hâline geldiğini anlatıyor. Meselenin ahlaki, felsefi, psikolojik ve etik tarafları olduğu kadar ekonomik, dini ve milli tarafları da var. Zaten çıkmaza girmiş olan komşuluğa zengin-fakir arasında sürekli açılan makas ve mülteci sorunları da eklenince, yüksek sesle söylenmese de komşunun artık 'rahatsız edici' yanının ağır bastığı ortaya çıkıyor. Yalnızca Fransa'da yapılan araştırmalarda değil, Avrupa'nın birçok bölgesinde insanların müstakil evde yaşamak istemesinin temel sebebi komşunun kim olduğunu bilmemesi, kim olduğunu bilse bile her an onun ne yapıp edeceğini tartmak istememesi. Sanki meselenin daha derininde kaygı yatıyor gibi. Komşu değil de herhangi bir insana mı tahammülü kalmadı diğer insanın?
Yapı Kredi Yayınları'ndan Adem Beyaz çevirisiyle çıkan Komşuluk: İnsanların Birlikte Varoluşu Üzerine Düşünceler; karşı komşular, dışarıdaki komşular, üst komşular, yan komşular başlığıyla dört bölüme ayrılıyor. Helene L'Heuillet, karşı komşuları 'en büyüleyici komşu' olarak görüyor. Çünkü gözlemek ve gözetlemek gibi eylemler en önce 'karşıda olan'da görülüyor. Çaktırmadan bakmak, zaman zaman bu bakışın fark edilmesi, fark edildikten sonra sokakta karşılaşma ihtimali derken hep tansiyonu yüksek bir ilişkidir karşı komşuyla olan ilişki. Lacan'a göre Hegel, karşı karşıya olmanın 'ölümcül gücü'nü kavramlaştıran ilk kişidir. Burada tanınmak vardır, hırs vardır, arzu vardır. Dolayısıyla ölüm mümkün hâle gelebilir. "Her birimiz hayata bağlı olmadığımıza tanık olmak için karşılıklı biçimde başkasının ölümünü isteriz. Bu yüzden herkes başkasının ölümüne meyleder." diyor Hegel. Karşıdaki olma hâli, özellikle savaş, kaos, toplumsal gerilim zamanlarında daha da önem kazanır. Kimdir karşımdaki? Tanımıyorum, bu bir tehlike. Dost mu? Düşman mı? İyi mi? Kötü mü?
İşte burada devreye duvar girer. Karşıdaki komşudan korunmanın yolu duvardır. Duvar inşa edildiği andan itibaren görüntü kararır, komşular birbirini göremez ve dolayısıyla tehdit ortadan kalkar. Onlar artık duvarın dışındakilerdir. Duvar inşa edilir ve artık tek görünen o olur. Ursula K. Le Guin, Mülksüzler'de şöyle isyan etmişti bu duruma: "Hepiniz hapiste gibisiniz. Yalnız, tek başına, sahip olduğunuz yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu; duvar!". Yazar da burada Wendy Brown'ın "dünya üzerinde duvarların yaygınlaşması egemenliğin çöküşünden kaynaklanır" tezini hatırlatıyor ve şu açıklamayı yapıyor: "Duvar, sessiz bir tedbirdir, kelimelerle ifade etmediğimiz bir emniyettir, işte bu yüzden anlaşılmaz tacizlere kapı açabilir. Emniyet aksamışsa duvar dikilir. Egemenlik emniyetle donatılır fakat duvarlarla tamir edilir. Bununla birlikte bu mantık silsilesi karşı karşıya olma sorunsalına bağlı olduğu müddetçe birbirinden ayrışmaz. İnsanların birlikte var olması mümkün gözükmez; ilişki karşı karşıya olunca bu imkân hepten yok olur, emniyet güçleri ancak son kertede, yani işler rayından çıktığında müdahale eder ki insanlar ya seve seve ya da zorla bir arada var olsunlar. Emniyet güçleri deveranı destekler ancak duvar hareketten alıkoyar."
Sartre, bir yandan başkasının bakışıyla dünyanın başka yanları olduğunu tecrübe ettiğini söyler ancak diğer yandan da cehennem başkalarıdır der. Çünkü insan özgürlük ve güven arasında salınır. Bu ikisi arasında kaygı vardır ki Otto Rank bunun -yani kaygının- ana rahminden çıkar çıkmaz yeryüzündeki tüm insanlara en doğal biçimde yüklendiğini söyleyerek Freud'dan ayrılır. İşin psikolojik boyutunu hararetle hatırlatıyor yazar. Narsisizm bu anlamda birbirimize ne kadar benzersek o kadar çatışma içine gireceğimizi anlatma noktasında gayet net. Bir başkasına benzersem yok olurum. "Mahrem hayat herkesin herkese karşı savaşının yeridir artık" ama narsist çoğu zaman da kendisinin örnek alınmasını, idol olarak benimsenmesini ister. Yani görülmeyi, onaylanmayı. Karşı komşu, birçok savaşın senaryosunu yazandır. Bosna Savaşı anlatılırken her iki taraftan da aynı cümleler dökülür çoğu kez: "Bir hafta değil, bir gün bile değil, birkaç saat önce kahve içiyorduk. Ne olduysa sonra oldu..."
Dışarıdaki komşu, sokağın sahibi gibidir. O varlığını, varlık sahibi olmadan ortaya koymaya çabalar. Bu yüzden de genellikle korkulur, tekinsizdir, varlığı endişe verir. Dilenmeyi tercih edenler, özel mülkiyeti reddedenler, ıstırapı bir yaşam biçimi şekline dönüştürenler, sokağa 'düşen'ler, sokağa doğanlar... Evet varlıklarıyla endişe verirler ama kendileri de yoğun bir endişeyle yaşarlar. "Bir yerde yaşadıklarımız bizim mekân algımızı değiştirir. En konuksever yer eğer şiddet barındırıyorsa korku dolu hale gelebilir: Her yer, orada huzur bulup bulmadıüımıza göre, genişler ya da daralır. Dışarıda uyumak zorunda olanların daimi endişesi bunu iyi gösterir" diyor yazar. Bu endişeyi reddedenler de var şüphesiz. Hiçbir şeyi olmayanlar. Mesela Lydia Perreal kendi hikâyesini anlatırken hepimizin başına her an gelebilecek bazı gerçekleri de yüzümüze çarpar: "Nation Meydanı'na giderken el çantamı metroda unuttum. Tam kapılar kapandığı sırada farkına varmıştım ama çok geçti. Uzaklaşan trenin ardından bakmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu. Ağlamamak için gözkapaklarımı sıkıyordum. Meteliksiz ve kimliksiz. Şimdiden bir hiç olmuştum, artık bir hiç kimseydim. Evsiz yaşamım işte böyle başladı."
Üst ve yan komşunun hayatımızdaki yerine doğrudan konumu karar verir. Biri üsttedir, dolayısıyla psikolojik olarak da fizikî olarak da üstündür. Sanki her an onun denetiminde gibiyizdir. Yan komşu; yakınlığa da uzaklığa da sahiptir. Bazen güven verir, bazen endişe. Almanca "neben" kelimesi hem "yan" hem de "karşı" anlamına gelebilir. Bu yüzden Freud, Schopenhauer'in kirpi meselesini hatırlatarak "Birbirimizin sıcaklığına muhtacız ama birbirimize sokmaktan başka bir şey yapmıyoruz" der. Komşuluk yazara göre genel manada yan komşu üzerinden ilerler. En makulu odur. Bir rahatsızlığı varsa mutlaka ifade eder. Mesela bizde çok gürültü oluyorsa yandan duvara iki tak tak gelebilir. Bizde ekmek, kahve, su bittiyse acil olarak en önce yandan alınabilir. En önce yan tercih edilir. Bu insanın ötekiyle arasındaki mesafeyi, ötekine dair düşüncesini de ortaya koyuyor esasında. Çocukken bütün sınıfa dönüp "silgisi olan var mı?" diye sormak ayrı bir coğrafyada, kültürde yaşamanın neticesidir. Biz hemen yanımızdakine sormaya daha talibiz. Hatta kimi zaman sormayız, samimiyet kurulduysa hemen alırız, sonra yerine koyarız. Ona zarar verebiliriz ama sırtımızda da taşıyabiliriz. Bir yardım isteyeceksen en yakınımızdan, gözle görünür olandan başlarız. Ne idüğü belirsiz' olandan başlamayız, o son çaredir ve 'denize düşen yılana sarılır' kuralı da her daim hazırdır.
Helene L'Heuillet, toplumsallığın üretimi konusunda komşuluğun önemini yeniden hatırlatıyor. Yan yana olmak, birlikte hareket etmek birer hazsa, bu ancak komşulukta, komşu olmakla mümkündür diyor: "Özellikle doğum ve ölüm günlerinde yardımlaşma veya yardım eli uzatma, komşuluk sayesinde geleneksel dayanışmanın sıradan vakaları olarak süregelir. Bu yardımlaşma, en yakın komşularla alışveriş yükümlülükleri arasındadır; bu komşular, etkileşimin tecrit yüzünden hayati önem kazandığı bazı dağlık bölgelerde 'ilk komşular' olarak adlandırılırlar. Dolayısıyla ilk komşularla anlaşma, geniş aileyle anlaşmaktan daha mühimdir. İşte bu yakınlık sayesinde yaşamın ve toplum olmanın gerekleri vasıtasıyla gelişen somut dayanışma ve toplum şekillenir... Geçmişte olduğu gibi günümüzde de insan olan her özne için kişisel alanın inşası, sosyalleşmesini inşa etmeyle özdeştir."
Komşuluk; yer sorununu, toplumun huzursuzluğunu, tahammülün ve makul mesafenin ne olduğunu, yardımlaşmanın ve toplumsallaşmanın önemini yeniden gündeme taşımayı amaç edinmiş bir kitap. Her coğrafyaya kendi dilinden konuşabilen bir kitap. Mesele önemli çünkü 'mesken tutmak' zorlaştıkça 'sakin olmak' da zorlaşıyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
2 Temmuz 2019 Salı
Eksilmeyen yıpranmayan bir büyüklük
Büyük insanlar, büyük işlerin nasıl yapılacağını gösterip çekilirler dünya sahnesinden. Büyüklük dediysek anlı şanlı olmak değildir maksadımız anlaşılacağı üzere. Şahsiyet ve ömürlerini adadıkları güzel işler sebebiyle eksilmeyen yıpranmayan bir büyüklük onlarınki.
Hayatın yalancı parıltıları bu cevherleri bir avuç ehil gözden gayrısına görünmez kılmıştır. Yaşadıkları zamanlarda ekseriyetle hatırları gözetilmeyen, hatta olmadık muamelelere maruz kalmış bahsini ettiğimiz büyük adamların ne hikmetse ölümleri, fark edilmeleri için adeta yeniden bir doğuş olmuştur.
Nitekim ölüm, onların hikâyelerini tamam etmiş, meziyetleri üzerindeki perdeyi kaldırmış ve geç kalmış bir tanıma hevesinin de kapısını açmıştır.
Bundan yüz on sene evvel başlayan Osman Nuri’nin 66 yıl sürecek hikâyesi böylesi bir kadere sahip. Savaşların ve başkaca zor şahitliklerin gölgesinde geçen çocukluk yılları son derece hassas bir çocuk olmasına neden olmuş, Balkan savaşlarında iki üvey abisini kaybetmiş Erzurumlu Topçuzadelerden Ahmet Efendi’nin oğlu küçük Nurettin’in müzmin karın ağrıları onu ömür boyu terk etmemiştir.
Emin Işık hoca Nurettin Topçu’nun hayatına yakından şahitlik etmiş isimlerden. Yakın döneme dair şahitliklerini güzel üslûbu ile hoş sohbetlerinde zaman zaman anlatan Emin Işık hoca Nurettin Bey’e dair hatıralarını son derece samimi ve etkili bir dille sayfalara aktarmış bu sefer. "Nurettin Topçu: Çağdaş Bir Dervişin Dünyası" adıyla Dergâh Yayınları arasından çıkan bu müstesna çalışma, Nurettin Topçu’nun imrenilesi bir hassasiyet, gayret ve samimiyetle şekillenen hayatı hakkında okuyucusunu fikir sahibi yapıyor.
Nurettin Bey’in şahsiyetinin mayası, Beykoz vapurunda annesi ile yaptığı yolculukta karşılaştıkları teyzenin duası ile atılmış belli ki diyorsunuz hemen başlangıçta. Beykoz’daki Ermeni doktorun koyduğu teşhis belki onun karakterinin özeti: Mütehassis bir çocuk.
Kendi varoluşu, içinde yaşadığı toplum ve tüm insanlık adına merak ve kaygıları küçük Nurettin’i bu derece hassaslaştıran şey belki. Emin Işık hoca böylesi güzel bir çocukluk anısıyla başlıyor kitaba ve ailesinden, ilk ve orta mektep yıllarından birbirinden kıymetli anıları aktarıyor. Topçu’nun şahsiyet kodlarını çözmenize yarayan izler buluyorsunuz bu anılarda.
Savaş dönemlerinde çocuklar bile birden büyüyebiliyor. Nurettin Topçu da savaşların sebep olduğu zamansız olgunlukla erkenden büyümüş bir çocuk. Gittiği mekteplerdeki kıymetli hocaları sayesinde büyük şahsiyetleri erken yaşlarda tanımış olması da önemli elbette. Öğretmeni Nazif Bey’in ezberlettiği şiirler sayesinde Nurettin Topçu’nun Hz. Mevlana ile birlikte fikrine ve şahsiyetine tesir eden Mehmet Akif ile tanışması orta mektep yıllarına rastlar. Kitapta anlatıldığı üzere ölümüne yakın bir dönemde Mısır Apartmanı’nda kendisini ziyaret imkânı da bulmuş olan Nurettin Topçu, M. Akif’e derin bir saygı ve muhabbet duymuştur ömrü boyunca.
Vefa Lisesinde başlayıp İstanbul Erkek Lisesi’nde biten lise tahsili yıllarında birbirinden kıymetli hocaların talebesi olan Nurettin Topçu, mezun olduğu sene devletin yurt dışı bursunu kazanan 10 öğrencisi arasına girmiş ve arkasında ailesini, çok sevdiği İstanbul’u bırakarak ilim merakının peşinden gitmiştir Avrupa’ya.
Emin Işık hoca, Paris’te başlayan sonra rahatsızlıkları sebebiyle Aix şehrinde devam eden üniversite hayatına dair çok kıymetli anekdotlar aktarıyor okuyucuya. Kurulan irtibatlar, büyük tanışmalarından meşhur doktora tezinin yazılışına kadar Nurettin Topçu’nun orada kazandığı irtifa ve itibardan son derece etkileyici noktalar dikkat çekiyor. Hele hele Nurettin Topçu’nun bizde çok geç zamanlarda tercüme edilen doktora tezine yapılan taltifler ve Nurettin Topçu’nun satırlarla ifadesi zor tavrındaki yücelik hiçbir şeyle kıyas edilemez. Günümüzde yurt dışı eğitim konusunda istekli olan gençlerin Nurettin Topçu’nun meseleye yaklaşımı konusunda öğrenecekleri çok şey var.
Birçok makul ve cazip teklife ve ısrarlara rağmen ülkesine, devletine duyduğu minnet sebebiyle İstanbul’a geri dönen Nurettin Topçu için “memlekete hizmet” gayesiyle Galatasaray Lisesi’nde başlayan, çeşitli mecburi tayinlerle ezaya dönüşen ve İstanbul Erkek Lisesi’nde nihayet bulan öğretmenlik mesleği kendi ifadesiyle ibadetin bir parçası olmuştur. Emekli olduktan sonra dahi okul bahçesinden öğrencilerini izleyen bir öğretmenden bahsediyoruz.
Kitapta İstanbul’a döndükten sonra bile isteye mukaddes bir ıstıraba talip olan Nurettin Topçu’nun öğretmenlik hayatından pek çok hatıra nakledilirken onun hakkaniyete, dürüstlüğe gösterdiği titizlik hayret uyandırıyor. Mecburi sebeplerle uzun sürmeyen evlilik hayatı, Hareket dergisi macerası, dönemin siyasi atmosferi, üniversiteye alınmama sebepleri Emin Işık hocanın şahitlikleriyle anlatılıyor.
Entelektüel merakının yanında manevî arayışlar içinde olan Nurettin Topçu’nun İstanbul’a döndükten sonra Abdulaziz Bekkine ile tanışması ve aralarındaki muhabbettin saflığı ve keyfiyeti son derece ilham verici. Nurettin Topçu’nun hem tavırlarında hem de fikriyatında hiç yeri olmayan sathiliğin, dinin temsilî noktasında da kabul görmeyeceği açıktır. Nurettin Topçu, bir taraftan resmî ideolojinin çeşitli baskılarına maruz kalırken din ve dindarlık algısındaki arızalarla da bizatihi yüzleşmiştir. Türkiye’nin geleceği adına en büyük tehlikenin sözünü ettiğimiz despotluk, sathilik ve ucuzluk olduğu fikrindedir.
Nurettin Topçu’nun çocukluktan beri çektiği karın ağrıları onu son nefesine götürüyor anlaşılan. Fikir ıstırabı, hayatın türlü ezaları ve en son bu amansız hastalık Nurettin Topçu’nun bu dünyadaki yolcuğun sonuna işaret ediyor. Emin Işık hocanın Topçu’nun son günlerine dair anlattıkları kitabı acı bir hüzünle bitirmenize sebep oluyor. Ancak o dönemlerde Topçu ile araları biraz bozuk olan Necip Fazıl’ın hastaneye bir şekilde getirilip Nurettin Bey’e “Sen yiğit çocuksun! Hadi vur kapıyı gir içeri!” demesi teselli olarak yetiyor. Allah rahmet eylesin 'büyük adam'a.
Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce
Hayatın yalancı parıltıları bu cevherleri bir avuç ehil gözden gayrısına görünmez kılmıştır. Yaşadıkları zamanlarda ekseriyetle hatırları gözetilmeyen, hatta olmadık muamelelere maruz kalmış bahsini ettiğimiz büyük adamların ne hikmetse ölümleri, fark edilmeleri için adeta yeniden bir doğuş olmuştur.
Nitekim ölüm, onların hikâyelerini tamam etmiş, meziyetleri üzerindeki perdeyi kaldırmış ve geç kalmış bir tanıma hevesinin de kapısını açmıştır.
Bundan yüz on sene evvel başlayan Osman Nuri’nin 66 yıl sürecek hikâyesi böylesi bir kadere sahip. Savaşların ve başkaca zor şahitliklerin gölgesinde geçen çocukluk yılları son derece hassas bir çocuk olmasına neden olmuş, Balkan savaşlarında iki üvey abisini kaybetmiş Erzurumlu Topçuzadelerden Ahmet Efendi’nin oğlu küçük Nurettin’in müzmin karın ağrıları onu ömür boyu terk etmemiştir.
Emin Işık hoca Nurettin Topçu’nun hayatına yakından şahitlik etmiş isimlerden. Yakın döneme dair şahitliklerini güzel üslûbu ile hoş sohbetlerinde zaman zaman anlatan Emin Işık hoca Nurettin Bey’e dair hatıralarını son derece samimi ve etkili bir dille sayfalara aktarmış bu sefer. "Nurettin Topçu: Çağdaş Bir Dervişin Dünyası" adıyla Dergâh Yayınları arasından çıkan bu müstesna çalışma, Nurettin Topçu’nun imrenilesi bir hassasiyet, gayret ve samimiyetle şekillenen hayatı hakkında okuyucusunu fikir sahibi yapıyor.
Nurettin Bey’in şahsiyetinin mayası, Beykoz vapurunda annesi ile yaptığı yolculukta karşılaştıkları teyzenin duası ile atılmış belli ki diyorsunuz hemen başlangıçta. Beykoz’daki Ermeni doktorun koyduğu teşhis belki onun karakterinin özeti: Mütehassis bir çocuk.
Kendi varoluşu, içinde yaşadığı toplum ve tüm insanlık adına merak ve kaygıları küçük Nurettin’i bu derece hassaslaştıran şey belki. Emin Işık hoca böylesi güzel bir çocukluk anısıyla başlıyor kitaba ve ailesinden, ilk ve orta mektep yıllarından birbirinden kıymetli anıları aktarıyor. Topçu’nun şahsiyet kodlarını çözmenize yarayan izler buluyorsunuz bu anılarda.
Savaş dönemlerinde çocuklar bile birden büyüyebiliyor. Nurettin Topçu da savaşların sebep olduğu zamansız olgunlukla erkenden büyümüş bir çocuk. Gittiği mekteplerdeki kıymetli hocaları sayesinde büyük şahsiyetleri erken yaşlarda tanımış olması da önemli elbette. Öğretmeni Nazif Bey’in ezberlettiği şiirler sayesinde Nurettin Topçu’nun Hz. Mevlana ile birlikte fikrine ve şahsiyetine tesir eden Mehmet Akif ile tanışması orta mektep yıllarına rastlar. Kitapta anlatıldığı üzere ölümüne yakın bir dönemde Mısır Apartmanı’nda kendisini ziyaret imkânı da bulmuş olan Nurettin Topçu, M. Akif’e derin bir saygı ve muhabbet duymuştur ömrü boyunca.
Vefa Lisesinde başlayıp İstanbul Erkek Lisesi’nde biten lise tahsili yıllarında birbirinden kıymetli hocaların talebesi olan Nurettin Topçu, mezun olduğu sene devletin yurt dışı bursunu kazanan 10 öğrencisi arasına girmiş ve arkasında ailesini, çok sevdiği İstanbul’u bırakarak ilim merakının peşinden gitmiştir Avrupa’ya.
Emin Işık hoca, Paris’te başlayan sonra rahatsızlıkları sebebiyle Aix şehrinde devam eden üniversite hayatına dair çok kıymetli anekdotlar aktarıyor okuyucuya. Kurulan irtibatlar, büyük tanışmalarından meşhur doktora tezinin yazılışına kadar Nurettin Topçu’nun orada kazandığı irtifa ve itibardan son derece etkileyici noktalar dikkat çekiyor. Hele hele Nurettin Topçu’nun bizde çok geç zamanlarda tercüme edilen doktora tezine yapılan taltifler ve Nurettin Topçu’nun satırlarla ifadesi zor tavrındaki yücelik hiçbir şeyle kıyas edilemez. Günümüzde yurt dışı eğitim konusunda istekli olan gençlerin Nurettin Topçu’nun meseleye yaklaşımı konusunda öğrenecekleri çok şey var.
Birçok makul ve cazip teklife ve ısrarlara rağmen ülkesine, devletine duyduğu minnet sebebiyle İstanbul’a geri dönen Nurettin Topçu için “memlekete hizmet” gayesiyle Galatasaray Lisesi’nde başlayan, çeşitli mecburi tayinlerle ezaya dönüşen ve İstanbul Erkek Lisesi’nde nihayet bulan öğretmenlik mesleği kendi ifadesiyle ibadetin bir parçası olmuştur. Emekli olduktan sonra dahi okul bahçesinden öğrencilerini izleyen bir öğretmenden bahsediyoruz.
Kitapta İstanbul’a döndükten sonra bile isteye mukaddes bir ıstıraba talip olan Nurettin Topçu’nun öğretmenlik hayatından pek çok hatıra nakledilirken onun hakkaniyete, dürüstlüğe gösterdiği titizlik hayret uyandırıyor. Mecburi sebeplerle uzun sürmeyen evlilik hayatı, Hareket dergisi macerası, dönemin siyasi atmosferi, üniversiteye alınmama sebepleri Emin Işık hocanın şahitlikleriyle anlatılıyor.
Entelektüel merakının yanında manevî arayışlar içinde olan Nurettin Topçu’nun İstanbul’a döndükten sonra Abdulaziz Bekkine ile tanışması ve aralarındaki muhabbettin saflığı ve keyfiyeti son derece ilham verici. Nurettin Topçu’nun hem tavırlarında hem de fikriyatında hiç yeri olmayan sathiliğin, dinin temsilî noktasında da kabul görmeyeceği açıktır. Nurettin Topçu, bir taraftan resmî ideolojinin çeşitli baskılarına maruz kalırken din ve dindarlık algısındaki arızalarla da bizatihi yüzleşmiştir. Türkiye’nin geleceği adına en büyük tehlikenin sözünü ettiğimiz despotluk, sathilik ve ucuzluk olduğu fikrindedir.
Nurettin Topçu’nun çocukluktan beri çektiği karın ağrıları onu son nefesine götürüyor anlaşılan. Fikir ıstırabı, hayatın türlü ezaları ve en son bu amansız hastalık Nurettin Topçu’nun bu dünyadaki yolcuğun sonuna işaret ediyor. Emin Işık hocanın Topçu’nun son günlerine dair anlattıkları kitabı acı bir hüzünle bitirmenize sebep oluyor. Ancak o dönemlerde Topçu ile araları biraz bozuk olan Necip Fazıl’ın hastaneye bir şekilde getirilip Nurettin Bey’e “Sen yiğit çocuksun! Hadi vur kapıyı gir içeri!” demesi teselli olarak yetiyor. Allah rahmet eylesin 'büyük adam'a.
Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce
1 Temmuz 2019 Pazartesi
Bir velînin rehberliğinde nefse galebe çalmak
"Allah'ın muhabbetinin hazını tatmadan sakın bu binayı (dünyayı) terk etme!"
Yıllar önce Mustafa Kara hocanın tercümesiyle okuduğum Hikem-i Atâiyye (Tasavvufî Hikmetler) fakiri üslubuyla çok etkilemiş, hazretin sözlerini daha iyi anlayabilmek için neler yapabilirim diye düşünmüştüm. Neticede Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed Mahir'in şerhini de okumuş, İbn Atâullah el-İskenderî ismine iyice tutulmuştum. Büyüklerin eserlerini okurken yahut okuduktan sonra onların hangi ekolü temsil ettiklerini, nasıl bir hayat yaşadıklarını da öğrenmek lâzım diyerek okumalarımı sürdürmüştüm. Hikem-i Atâiyye'nin en çarpıcı özelliği, okunduktan yıllar sonra bile aklınızda içinden bir şeyler kalması ve bu sebeple kendini belirli aralıklarda yeniden okutturması. Hazretin bir kerameti olsa gerek, boşuna söylenmemiştir: "Namazda Kur’an’dan başka bir kitap okumak câiz olsaydı el-Ḥikem okunurdu."
İskenderiye'de doğan İbn Atâullah el-İskenderî, Nâsırüddin İbnü’l-Müneyyir’den fıkıh, Muhyiddin el-Mâzûnî’den nahiv, Şerefeddin Abdülmü’min ed-Dimyâtî’den hadis ve Muhammed b. Mahmûd el-İsfahânî’den felsefe, mantık, kelâm tahsil etmiş. Esasında tasavvufa oldukça mesafeli, hatta karşı iken şâzeliyye tarikatının pîri Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin halifesi Ebü’l-Abbas el-Mürsî ile tanıştıktan hemen sonra onun sohbetlerine katılmaya başlamış. Bir süre sonra şeyhinin izniyle irşad faaliyetlerine başlamış, çevresini bilhassa sohbetleriyle ve hitabetiyle etkilemiş. Aynı yıllarda Mısır’da bulunan İbn Teymiyye'nin müridleriyle kendi müridleri arasında çıkan şiddetli tartışmalar neticesinde İbn Teymiyye hapse atılmış. İbn Atâullah el-İskenderî, mürşidi el-Mürsî vefat ettiği zaman Kahire'de bulunuyormuş ve vefatına dek (19 Ekim 1309) burada yaşamış.
Mustafa Kara hoca, İslâm Ansiklopedisi'nde şu önemli detayları veriyor: "İbn Atâullah, düşüncelerini ifade ederken vahdet-i vücûdcu sûfîlerin tartışmalara yol açan tesbitlerine temas etmemiş, vahdet-i vücûd ile vahdet-i şühûd arasındaki dengeyi çok dikkatli bir şekilde korumuştur. Riya ve şöhretten uzak ibadet ve taat, tevekkül, teslimiyet, recâ ve ümit onun tasavvufî düşüncesinin temel kavramlarıdır. Sözleri aşk ve cezbenin coşkunluğuyla değil tefekkürün incelikleriyle yoğrulmuştur. İbn Atâullah’a göre amel ve ibadetler birtakım şekil ve sûretlerden ibaret olup bunların ruhu âbidin kalbinde bulunması gereken ihlâs sırrıdır. Fakr veya iftikar denilen Allah’a muhtaç olma hali üzerinde ısrarla duran İbn Atâullah haşyetle beraber olan ilmi en hayırlı ilim olarak görür. Onun düşüncelerinde Hakîm et-Tirmizî, Sülemî, Hâris el-Muhâsibî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî ve Gazzâlî’nin tesirini görmek mümkündür."
Birçok sûfînin tercüme ve şerh ettiği Hikem-i Atâiyye'nin şârihleri arasında hemen her tarikattan müridin bulunması, İbn Atâullah el-İskenderî etki sahasının Kuzey Afrika ile sınırlı kalmadığını göstermek için yeterlidir. Nitekim el'an eserleri çeşitli dillere çevrilmekte ve şerh edilmektedir. İşte bu eserlerden biri de Cemal Aydın tarafından dilimize kazandırılan ve Sufi Kitap tarafından neşredilen Gelin Tâcı'dır. Üslubunun celalinden ve nefisle mücadeleyi esas alışından dolayı kişi eseri okurken zaman zaman sıkıntıya düşebilir, hatta utanabilir. Kanaatimce bu refleksler kişinin okuduğundan dersler aldığının da göstergesidir.
Gelin Tâcı ismini nereden alıyor? Büyük velî Bâyezid-i Bistâmî'nin "Velîler Allah'ın gelinleridir" sözü, Şâzelî dervişlerinde büyük anlam bulmuş ve Şâzelî dervişlerine "Allah'ın gelinleri" denmiş. Bir Şâzelî büyüğü olarak Atâullah el-İskenderî Hazretleri de bu ismi eserinin adı olarak nakşetmiş. Gelin Tâcı; tövbe, büyük cihad, Allah'a itaat, en büyük nimet, yoksulların önceliği, tek dayanağın Allah'tır, tedbirler ve Allah için zengin olanlar başlıklarıyla alt bölümlere ayrılmış. Yani nefsin insanı baskı altında tutacağı her alan için İskenderî Hazretleri birer reçete hazırlamış. Reçetelerin en başına tövbe ve Hz. Peygamber'e olan bağlılık konmuş. Bu iki meselede derinliğe kavuşmak, bu iki meseleyi hayatın tam ortasına koymak ve dünyaya bu merkezden bakmak, elbette kişiye nice hediyeleri de sunuyor. Zira seven ile sevilen arasındaki çok büyük bir fark var ve sevilen olmak için çok ciddi gayretler gerekiyor: "Allah Teâlâ seven kimseden değil de, sevdiği kimseden razı olur. Sevenle sevilen arasındaki fark çok büyüktür. Velinimeti olan Yüce Allah'ın lütuflarını bilip de O'na isyan eden ve günahta ısrar eden kul, ne nankör bir kuldur! O'na itaatsizlik eden kişi, O'nun ihsanını hakkıyla bilmiyor ve O'na aldırmayan kimse, O'nun büyüklüğünü tanımıyor demektir. O'ndan gayrısına önem veren kimse kurtuluşa eremez!"
Henüz kitabın yirminci sayfasında geçen bu ifade, özellikle seven-sevilen ayrımı konusunda insanı düşüncelere götürmeli. İnsan kendine doğru bir soruşturma açmalı. Ne yapıyorum? En önemlisi de yaptıklarımı sahiden de Allah için mi yapıyorum? Çok kritik bir soru. İnsanın yaşamına ve hiç şüphesiz ibadetlerine biçim verecek bir soru. Çünkü Hak Teâlâ, Hz. Musa'ya "Ya Musa! Benim için ne amel yaptın?” diye sormuştur. "Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, Seni zikrettim." cevabından sonra Hak Teâlâ "Bunların hepsi senin içindir. Benim için ne yaptın?" diye tekrar sormuştur. Bu kez Hz. Musa, "Ya Rabbi, Senin için olan amel nedir?" diye sual edince bütün Müslümanları sarsacak -sarsması gereken- reçeteyi Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "Sevdiğimi Benim için sevdin mi? Düşmanıma benim için düşmanlık ettin mi?". Hubb-i fillâh ve buğz-i fillâh. Tasavvuf yollarının her biri yolcularına kimseye kin tutmamayı, kimseyi kırmamayı, kimseden dolayı kırılmayayı öğütler. Tasavvuf büyükleri bu hâle bürünememenin seyr-i sülûku akamete uğratacağını söyler. Hakk yolunda seyr edebilmek için 'her şeyin O'ndan O'na seyrettiği' bilgisine evvela İlme'l-yakîn akabinde de Hakk'el-yakîn erişmek gerekir. Altını çizmeye yahut kenarını işaretlemeye cüret edemediğimiz cümleler muhakkak vardır. Bu cümlelerden bazıları çok kuvvetlidir. Uyutmaz, geceyle gündüzü birbirine katıverir. Vakit durur. Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 4. ciltten: "Her şey Kendi'nden Kendi'ne seyr eder."
Seven ve sevilen bahsine biraz daha yakınlaşmak gerek diye düşünüyorum. Çünkü mesele derin ve derinleşmek gerekiyor, akıbetimizin hayr olması için. O sebeple bir kıssa: Vaktiyle Yemen'de, devrin büyük âlimlerinden Abdürrezzak Hazretleri bir mecliste sohbet ediyormuş. Bu sohbetin her bir cümlesi ders niteliğindeymiş. Hızır aleyhisselâm da işte bu meclisteymiş. Bakmış ki bir zât, dersi pek dinlemiyor, uyukluyor. Hemen yanına varıp "Burada bir ganimet var ama sen uyukluyorsun! Abdürrezzak gibi bir âlim ders verirken uyuklanır mı? Kendine gel!" demiş. Adam gözlerini açmış, Hızır aleyhisselama şöyle bir bakıp tekrar uykusuna dönmüş. Bu hadise iki defa gerçekleşmiş. Üçüncüsünde adam seri bir hareketle doğrulmuş ve Hızır aleyhisselamın kulağına "Bana bak, biz dersi Abdürrezzak'dan değil Rezzâk'dan alıyoruz. Sen benimle pek uğraşma. Eğer senin Hızır olduğunu şu meclise haber edersem paçanı kurtaramazsın!" demiş. Hızır aleyhisselam bu cevaba ayrı, adamın kendisini tanımasına ayrı şaşırmış ve Cenâb-ı Hakk'a "Yâ Rab! Bana bildirdiğin velîlerin arasında bu zâtın ismi yok. Bu zât kimdir?" diye niyaz etmiş. Allah Teâlâ'nın cevabına dikkat buyurun zira meseleyi tam manasıyla kavramamız ve önemsememiz gerekiyor: "Yâ Hızır! Ben sana sevdiklerimi bildirdim, beni sevenleri bildirmedim. O gördüğün kulum beni sevenlerdendir. Benim velîlerim ise Benim örtüm altındadır, onları benden gayrı kimse bilmez."
İşte Atâullah el-İskenderî, Gelin Tâcı'nın başından sonuna dek konu ne olursa olsun sevenlerden olmayı telkin ediyor. Ankebut suresindeki "Bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz." buyruğu hatırlatıyor. Büyük cihadın ne olduğunu açıklarken şu üç mevzu üzerinde özellikle duruyor: Sürekli Allah'ı anmak, bir Allah adamının peşine takılmak ve rızık kaygısı taşımamak. Çünkü bu üç mevzu, nefisle mücadeleye dair en önemli üç silah. Allah'ı anmak bahsinde İskenderî Hazretleri sohbet meclislerinin öneminden bahsediyor ve "Haydi, ilim ve irfan meclislerine katıl, çünkü o meclislerde cennetten gelen kokular yayılır. Bunu yaparsen sen o kokuları yürüdüğün yolda, hatta oturduğun evde bile hisseder ve koklarsın." diyor. Bir mürşidin yanına varıp onunla terbiye olma meselesini de şeyhi Ebu'l-Abbas el-Mürsî'den öğrendiğiyle açıklıyor: "Kaplumbağa yavrularını bakışlarıyla terbiye eder. Aynı şekilde hoca da talebesini bakışıyla eğitir. Kaplumbağa karada yumurtlar ve onları nehir istikametinde yerleştirip ardından da onlara bakar. Allah Teâlâ işte kaplumbağanın attığı o bakışla onları olgunlaştırıp yumurtalarından çıkarır."
Rabiatü'l Adeviyye'nin "O kapı ne zaman kapanmış ki açılsın?" sözünü İskenderî Hazretleri şerh ederken, bir müjdeden bahsediyor. Kapıların ancak O'nu zikredenlere daima açık olduğunu, kovulanın da gafleti kendisine zikri unutturduğu için kovulduğunu izah ediyor. Bu konuda bir başarı ortaya koymak için iki yoldan bahsediyor: karın doyurma hırsı ve karnının altındakinin hırsı: "Allah'a nefisten daha fazla muhalefet eden bir şey yoktur. Bu dünyaya sevgiyle bağlanma konusunda da yine nefisten daha güçlü bir şey yoktur. Seni Allah sevgisinden daha çok uzaklaştıran da yine odur. Allah'ın sevgisine götüren kapı sana bir açılsa, öyle muhteşem şeyler görürsün ki..."
Üç silahtan sonuncusu rızık kaygısından uzaklaşmak. Bu hususta çok etkileyici bir kıssa var. Tövbekâr bir nebbaş (kefen hırsızı) bir gün bir kabir soyar ve ölünün kıbleye yüzünün değil de sırtının dönük olduğunu görür. Bunu hocasına anlatır. "Bu nasıl olur?" diye sual eder. Hocasının cevabı şöyledir: "Evlâdım, onlar rızıkları konusunda endişe etmiş kimselerdir."
İbadet ve itaat yekparedir. İman sahibi her an huzurda olduğunun bilincinde yaşarsa nefsinin tuzaklarını sezer, önlemler alır. İnananlar için bezginlik, sıkıntı ve yorgunluk dünya mazeretidir. İçten edilen bir tövbe insanı ayağa kaldırır. Dünya hayatıdır bu, yine düşülür ama yine kalkılır. Ahmed Avni Konuk merhum şöyle buyurmuş ki ne büyük bir ikramdır: "Aklın âlem-i hakikate doğru yürüyüşü 'düşe kalka' tabirine mâsadaktır [mutâbıktır]."
Hassas insanlar için ölüm fizikî bir mevzudan çok daha ötesidir. Onlar her an ölürler, her an ölümle beraberdirler zira "Ölmeden önce ölünüz", dünya yolculuğunda Hakk'tan bir saniye bile uzaklaşmayanların nasibidir. Ölmeden önce ölenlerin nazarı ve onların rahle-i tedrisi, kişiyi terbiye eder, bir biçime sokar. Kişinin gayretiyle tekamül hızlanır. Nefisle mücadele etmenin şu çağda olmazsa olmazı bir mürşidin yancağızına bağdaş kurmaktır. Ali Râmîtenî Hazretleri - Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Bahâeddin Nakşibend, Ali Râmîtenî’nin halifelerinden Muhammed Baba Simmâsî’nin mürididir - şöyle buyurmuştur: "Allah adamlarının kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da, o nazardan nasîb erişir."
Kişi sevdiğiyle beraberdir. Dünya ahiretin tarlası olduğu için burada nereye ne ekileceğini iyi bilmek, iyi seçmek lâzım. Bu seçimi kişinin tek başına yapabilmesi de son derece güçtür, herkes bahçeyi sever ama herkes gülden anlamaz. Bir bahçıvan lâzımdır. O hâlde yazımızı İbn Atâullah el-İskenderî Hazretlerinin şu öğüdüyle bitirelim: "Dünyaya sarılanları dost edinirsen, onlar seni tutup kendilerine çekerler; âhireti arayanları yoldaş edinirsen, onlar da seni alır Allah'a yönlendirirler."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Yıllar önce Mustafa Kara hocanın tercümesiyle okuduğum Hikem-i Atâiyye (Tasavvufî Hikmetler) fakiri üslubuyla çok etkilemiş, hazretin sözlerini daha iyi anlayabilmek için neler yapabilirim diye düşünmüştüm. Neticede Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed Mahir'in şerhini de okumuş, İbn Atâullah el-İskenderî ismine iyice tutulmuştum. Büyüklerin eserlerini okurken yahut okuduktan sonra onların hangi ekolü temsil ettiklerini, nasıl bir hayat yaşadıklarını da öğrenmek lâzım diyerek okumalarımı sürdürmüştüm. Hikem-i Atâiyye'nin en çarpıcı özelliği, okunduktan yıllar sonra bile aklınızda içinden bir şeyler kalması ve bu sebeple kendini belirli aralıklarda yeniden okutturması. Hazretin bir kerameti olsa gerek, boşuna söylenmemiştir: "Namazda Kur’an’dan başka bir kitap okumak câiz olsaydı el-Ḥikem okunurdu."
İskenderiye'de doğan İbn Atâullah el-İskenderî, Nâsırüddin İbnü’l-Müneyyir’den fıkıh, Muhyiddin el-Mâzûnî’den nahiv, Şerefeddin Abdülmü’min ed-Dimyâtî’den hadis ve Muhammed b. Mahmûd el-İsfahânî’den felsefe, mantık, kelâm tahsil etmiş. Esasında tasavvufa oldukça mesafeli, hatta karşı iken şâzeliyye tarikatının pîri Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin halifesi Ebü’l-Abbas el-Mürsî ile tanıştıktan hemen sonra onun sohbetlerine katılmaya başlamış. Bir süre sonra şeyhinin izniyle irşad faaliyetlerine başlamış, çevresini bilhassa sohbetleriyle ve hitabetiyle etkilemiş. Aynı yıllarda Mısır’da bulunan İbn Teymiyye'nin müridleriyle kendi müridleri arasında çıkan şiddetli tartışmalar neticesinde İbn Teymiyye hapse atılmış. İbn Atâullah el-İskenderî, mürşidi el-Mürsî vefat ettiği zaman Kahire'de bulunuyormuş ve vefatına dek (19 Ekim 1309) burada yaşamış.
Mustafa Kara hoca, İslâm Ansiklopedisi'nde şu önemli detayları veriyor: "İbn Atâullah, düşüncelerini ifade ederken vahdet-i vücûdcu sûfîlerin tartışmalara yol açan tesbitlerine temas etmemiş, vahdet-i vücûd ile vahdet-i şühûd arasındaki dengeyi çok dikkatli bir şekilde korumuştur. Riya ve şöhretten uzak ibadet ve taat, tevekkül, teslimiyet, recâ ve ümit onun tasavvufî düşüncesinin temel kavramlarıdır. Sözleri aşk ve cezbenin coşkunluğuyla değil tefekkürün incelikleriyle yoğrulmuştur. İbn Atâullah’a göre amel ve ibadetler birtakım şekil ve sûretlerden ibaret olup bunların ruhu âbidin kalbinde bulunması gereken ihlâs sırrıdır. Fakr veya iftikar denilen Allah’a muhtaç olma hali üzerinde ısrarla duran İbn Atâullah haşyetle beraber olan ilmi en hayırlı ilim olarak görür. Onun düşüncelerinde Hakîm et-Tirmizî, Sülemî, Hâris el-Muhâsibî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî ve Gazzâlî’nin tesirini görmek mümkündür."
Birçok sûfînin tercüme ve şerh ettiği Hikem-i Atâiyye'nin şârihleri arasında hemen her tarikattan müridin bulunması, İbn Atâullah el-İskenderî etki sahasının Kuzey Afrika ile sınırlı kalmadığını göstermek için yeterlidir. Nitekim el'an eserleri çeşitli dillere çevrilmekte ve şerh edilmektedir. İşte bu eserlerden biri de Cemal Aydın tarafından dilimize kazandırılan ve Sufi Kitap tarafından neşredilen Gelin Tâcı'dır. Üslubunun celalinden ve nefisle mücadeleyi esas alışından dolayı kişi eseri okurken zaman zaman sıkıntıya düşebilir, hatta utanabilir. Kanaatimce bu refleksler kişinin okuduğundan dersler aldığının da göstergesidir.
Gelin Tâcı ismini nereden alıyor? Büyük velî Bâyezid-i Bistâmî'nin "Velîler Allah'ın gelinleridir" sözü, Şâzelî dervişlerinde büyük anlam bulmuş ve Şâzelî dervişlerine "Allah'ın gelinleri" denmiş. Bir Şâzelî büyüğü olarak Atâullah el-İskenderî Hazretleri de bu ismi eserinin adı olarak nakşetmiş. Gelin Tâcı; tövbe, büyük cihad, Allah'a itaat, en büyük nimet, yoksulların önceliği, tek dayanağın Allah'tır, tedbirler ve Allah için zengin olanlar başlıklarıyla alt bölümlere ayrılmış. Yani nefsin insanı baskı altında tutacağı her alan için İskenderî Hazretleri birer reçete hazırlamış. Reçetelerin en başına tövbe ve Hz. Peygamber'e olan bağlılık konmuş. Bu iki meselede derinliğe kavuşmak, bu iki meseleyi hayatın tam ortasına koymak ve dünyaya bu merkezden bakmak, elbette kişiye nice hediyeleri de sunuyor. Zira seven ile sevilen arasındaki çok büyük bir fark var ve sevilen olmak için çok ciddi gayretler gerekiyor: "Allah Teâlâ seven kimseden değil de, sevdiği kimseden razı olur. Sevenle sevilen arasındaki fark çok büyüktür. Velinimeti olan Yüce Allah'ın lütuflarını bilip de O'na isyan eden ve günahta ısrar eden kul, ne nankör bir kuldur! O'na itaatsizlik eden kişi, O'nun ihsanını hakkıyla bilmiyor ve O'na aldırmayan kimse, O'nun büyüklüğünü tanımıyor demektir. O'ndan gayrısına önem veren kimse kurtuluşa eremez!"
Henüz kitabın yirminci sayfasında geçen bu ifade, özellikle seven-sevilen ayrımı konusunda insanı düşüncelere götürmeli. İnsan kendine doğru bir soruşturma açmalı. Ne yapıyorum? En önemlisi de yaptıklarımı sahiden de Allah için mi yapıyorum? Çok kritik bir soru. İnsanın yaşamına ve hiç şüphesiz ibadetlerine biçim verecek bir soru. Çünkü Hak Teâlâ, Hz. Musa'ya "Ya Musa! Benim için ne amel yaptın?” diye sormuştur. "Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, Seni zikrettim." cevabından sonra Hak Teâlâ "Bunların hepsi senin içindir. Benim için ne yaptın?" diye tekrar sormuştur. Bu kez Hz. Musa, "Ya Rabbi, Senin için olan amel nedir?" diye sual edince bütün Müslümanları sarsacak -sarsması gereken- reçeteyi Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "Sevdiğimi Benim için sevdin mi? Düşmanıma benim için düşmanlık ettin mi?". Hubb-i fillâh ve buğz-i fillâh. Tasavvuf yollarının her biri yolcularına kimseye kin tutmamayı, kimseyi kırmamayı, kimseden dolayı kırılmayayı öğütler. Tasavvuf büyükleri bu hâle bürünememenin seyr-i sülûku akamete uğratacağını söyler. Hakk yolunda seyr edebilmek için 'her şeyin O'ndan O'na seyrettiği' bilgisine evvela İlme'l-yakîn akabinde de Hakk'el-yakîn erişmek gerekir. Altını çizmeye yahut kenarını işaretlemeye cüret edemediğimiz cümleler muhakkak vardır. Bu cümlelerden bazıları çok kuvvetlidir. Uyutmaz, geceyle gündüzü birbirine katıverir. Vakit durur. Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, 4. ciltten: "Her şey Kendi'nden Kendi'ne seyr eder."
Seven ve sevilen bahsine biraz daha yakınlaşmak gerek diye düşünüyorum. Çünkü mesele derin ve derinleşmek gerekiyor, akıbetimizin hayr olması için. O sebeple bir kıssa: Vaktiyle Yemen'de, devrin büyük âlimlerinden Abdürrezzak Hazretleri bir mecliste sohbet ediyormuş. Bu sohbetin her bir cümlesi ders niteliğindeymiş. Hızır aleyhisselâm da işte bu meclisteymiş. Bakmış ki bir zât, dersi pek dinlemiyor, uyukluyor. Hemen yanına varıp "Burada bir ganimet var ama sen uyukluyorsun! Abdürrezzak gibi bir âlim ders verirken uyuklanır mı? Kendine gel!" demiş. Adam gözlerini açmış, Hızır aleyhisselama şöyle bir bakıp tekrar uykusuna dönmüş. Bu hadise iki defa gerçekleşmiş. Üçüncüsünde adam seri bir hareketle doğrulmuş ve Hızır aleyhisselamın kulağına "Bana bak, biz dersi Abdürrezzak'dan değil Rezzâk'dan alıyoruz. Sen benimle pek uğraşma. Eğer senin Hızır olduğunu şu meclise haber edersem paçanı kurtaramazsın!" demiş. Hızır aleyhisselam bu cevaba ayrı, adamın kendisini tanımasına ayrı şaşırmış ve Cenâb-ı Hakk'a "Yâ Rab! Bana bildirdiğin velîlerin arasında bu zâtın ismi yok. Bu zât kimdir?" diye niyaz etmiş. Allah Teâlâ'nın cevabına dikkat buyurun zira meseleyi tam manasıyla kavramamız ve önemsememiz gerekiyor: "Yâ Hızır! Ben sana sevdiklerimi bildirdim, beni sevenleri bildirmedim. O gördüğün kulum beni sevenlerdendir. Benim velîlerim ise Benim örtüm altındadır, onları benden gayrı kimse bilmez."
İşte Atâullah el-İskenderî, Gelin Tâcı'nın başından sonuna dek konu ne olursa olsun sevenlerden olmayı telkin ediyor. Ankebut suresindeki "Bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz." buyruğu hatırlatıyor. Büyük cihadın ne olduğunu açıklarken şu üç mevzu üzerinde özellikle duruyor: Sürekli Allah'ı anmak, bir Allah adamının peşine takılmak ve rızık kaygısı taşımamak. Çünkü bu üç mevzu, nefisle mücadeleye dair en önemli üç silah. Allah'ı anmak bahsinde İskenderî Hazretleri sohbet meclislerinin öneminden bahsediyor ve "Haydi, ilim ve irfan meclislerine katıl, çünkü o meclislerde cennetten gelen kokular yayılır. Bunu yaparsen sen o kokuları yürüdüğün yolda, hatta oturduğun evde bile hisseder ve koklarsın." diyor. Bir mürşidin yanına varıp onunla terbiye olma meselesini de şeyhi Ebu'l-Abbas el-Mürsî'den öğrendiğiyle açıklıyor: "Kaplumbağa yavrularını bakışlarıyla terbiye eder. Aynı şekilde hoca da talebesini bakışıyla eğitir. Kaplumbağa karada yumurtlar ve onları nehir istikametinde yerleştirip ardından da onlara bakar. Allah Teâlâ işte kaplumbağanın attığı o bakışla onları olgunlaştırıp yumurtalarından çıkarır."
Rabiatü'l Adeviyye'nin "O kapı ne zaman kapanmış ki açılsın?" sözünü İskenderî Hazretleri şerh ederken, bir müjdeden bahsediyor. Kapıların ancak O'nu zikredenlere daima açık olduğunu, kovulanın da gafleti kendisine zikri unutturduğu için kovulduğunu izah ediyor. Bu konuda bir başarı ortaya koymak için iki yoldan bahsediyor: karın doyurma hırsı ve karnının altındakinin hırsı: "Allah'a nefisten daha fazla muhalefet eden bir şey yoktur. Bu dünyaya sevgiyle bağlanma konusunda da yine nefisten daha güçlü bir şey yoktur. Seni Allah sevgisinden daha çok uzaklaştıran da yine odur. Allah'ın sevgisine götüren kapı sana bir açılsa, öyle muhteşem şeyler görürsün ki..."
Üç silahtan sonuncusu rızık kaygısından uzaklaşmak. Bu hususta çok etkileyici bir kıssa var. Tövbekâr bir nebbaş (kefen hırsızı) bir gün bir kabir soyar ve ölünün kıbleye yüzünün değil de sırtının dönük olduğunu görür. Bunu hocasına anlatır. "Bu nasıl olur?" diye sual eder. Hocasının cevabı şöyledir: "Evlâdım, onlar rızıkları konusunda endişe etmiş kimselerdir."
İbadet ve itaat yekparedir. İman sahibi her an huzurda olduğunun bilincinde yaşarsa nefsinin tuzaklarını sezer, önlemler alır. İnananlar için bezginlik, sıkıntı ve yorgunluk dünya mazeretidir. İçten edilen bir tövbe insanı ayağa kaldırır. Dünya hayatıdır bu, yine düşülür ama yine kalkılır. Ahmed Avni Konuk merhum şöyle buyurmuş ki ne büyük bir ikramdır: "Aklın âlem-i hakikate doğru yürüyüşü 'düşe kalka' tabirine mâsadaktır [mutâbıktır]."
Hassas insanlar için ölüm fizikî bir mevzudan çok daha ötesidir. Onlar her an ölürler, her an ölümle beraberdirler zira "Ölmeden önce ölünüz", dünya yolculuğunda Hakk'tan bir saniye bile uzaklaşmayanların nasibidir. Ölmeden önce ölenlerin nazarı ve onların rahle-i tedrisi, kişiyi terbiye eder, bir biçime sokar. Kişinin gayretiyle tekamül hızlanır. Nefisle mücadele etmenin şu çağda olmazsa olmazı bir mürşidin yancağızına bağdaş kurmaktır. Ali Râmîtenî Hazretleri - Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Bahâeddin Nakşibend, Ali Râmîtenî’nin halifelerinden Muhammed Baba Simmâsî’nin mürididir - şöyle buyurmuştur: "Allah adamlarının kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da, o nazardan nasîb erişir."
Kişi sevdiğiyle beraberdir. Dünya ahiretin tarlası olduğu için burada nereye ne ekileceğini iyi bilmek, iyi seçmek lâzım. Bu seçimi kişinin tek başına yapabilmesi de son derece güçtür, herkes bahçeyi sever ama herkes gülden anlamaz. Bir bahçıvan lâzımdır. O hâlde yazımızı İbn Atâullah el-İskenderî Hazretlerinin şu öğüdüyle bitirelim: "Dünyaya sarılanları dost edinirsen, onlar seni tutup kendilerine çekerler; âhireti arayanları yoldaş edinirsen, onlar da seni alır Allah'a yönlendirirler."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf