SAYFALAR

18 Temmuz 2019 Perşembe

Determinizm versus fatalizm

“Gerçek savaş, sömürüyle yapılan savaş değil, ülkenin içindeki sömürüye yatkınlıkla yapılan savaştır.”
- Malik Bin Nebi (1905-1973), Savaş Esintisi-Sömürünün Gerçeği

İnsan son derece tuhaf bir varlık. Yaptığı, yap(a)madığı her şeyi gerekçelendiriyor. Eğer insan varlığını, düşüncelerini, eylemlerini gerekçelendiremese, kendince tutarlı sebepler bulamasa yaşayamaz. İntihar etmezse infilak eder. Hasılı, hayata tutunmamızın temel dinamiği, her şeyi gerekçelendirerek kendimizi bir misyonun parçası olarak kabul ediyor oluşumuz. Yoksa yaşamayı başka türlü açıklamak mümkün değil. Bunca felakete rağmen insanın intihar etmemesinin nedenini “yaşamanın verdiği tarif edilmez şevk” olarak açıklayan Albert Camus (1913-1960) de gerekçelendiriyordu.

Meselenin burasında hayatı anlamlandırma noktasındaki gerekçelerimizin niteliği önem kazanıyor. Nasıl yaşıyoruzun ötesine geçerek neden yaşıyoruzun cevaplarıyla ilgileniyoruz. Yeterli donanıma sahipsek neden yaşadığımıza verdiğimiz cevaplar yaşantımızın nasılını belirliyor. Hakikatin bu konuda ne dediği pek işimize gelmiyor sanırım. Yollar aşıp, yöntemler buluyoruz. Determinizmle de açıkalanabilen bu durumu fatalizm ile açıklamak çok daha kolay. Bizim düşünce evrenimize biraz uzak olan belirlenimcilik kısmına hiç girmeden kaderciliği yani kolaycılığı seçiyoruz. Bu arada kavramın kader değil, kadercilik olduğunun altını çizelim. Zira kader kelimesi aranan ya da verilmek istenen anlamı tam olarak karşılamıyor. Kader düşünce ve eylemi biraz daha boşvermişliğe evirirken kadercilik düşünce ve eylemi sahiplenmeye ve sonuçlarına bağlanmaya yol açıyor. Sahiplenilen, bağlanılan bu ‘oluşa’ müdahil olamamak, varlığını üstün bir kudretin ellerine bırakmayı salık veriyor. Bu durumda düzenleyen ve olduran bu üstün kudrete karşı gelmek en hafif tabiriyle gaflet oluyor. Bu aşamada takıntılı derecede idealist olanlar için yavaşça ulvi misyonun kapıları aralanıyor. Bu ulvi misyonun ‘sorumlu’ parçası rolüne bürünen idealist birey kendini o kadar çok önemsiyor ki, sanki olmasa akış bozulacakmış gibi davranmaya başlıyor. Hemen arkasından parçası olduğu o yüce misyona yardımcılar buluyor ve akıştaki yerlerine yerleştiriyor. Sonrasında ise büyük resmi anlatmaya başlayıp belirlediği iki zıtlık arasında kendisini makul bulduğu yere konumlandırarak hakikatin sahibiymiş gibi davranmaktan kendini alamıyor. Muhayyilesinde çizdiği kader(cilik) o ulvi misyonun nüvesini meydana getiriyor. Bir başka deyişle, kaderciliği ulvi misyonunu doğuruyor. Oysa ona sorulsa, o ulvi misyon onun kaderini belirlemiştir.

‘Yola buradan sonra rivayet ve kehanetlerle devam ediyoruz’ demenin bir başka yolu olan kadercilik ile ilgili bir şey duyduğumda, okuduğumda ya da düşündüğümde ilk önce ‘aşırılık’ meselesi zihnimi tırmalar. Yapılmışlar, yapılıyor olanlar, yapılacaklar... Her şey aşırıdır. Celâl Fedaî’nin kaleminden çıkan Türkiye’nin Kaderi de zihnimde benzer bir duruma yol açtı. Bir şeye aşırı anlam yüklendiğinde reaksiyonerliğin kapısından girilmiş demektir. Reaksiyonerlik, etki-tepki ilkesi üzerinden hareket etmeye yol açacağından bazı şeyleri asıl hâliyle görmeyi engelleyerek etraflıca muhakeme etmeye mani olacaktır. Türkiye’nin Kaderi’nde aynı şeyi gördüm. Batı’ya (-ki haklı nedenlerden) olan tepkiyle yapılan değerlendirmeler içe eleştirel bakmaya ve özeleştiri yapmaya mani olmuş. Kitap bittiğinde olumsuzluğun tüm müsebbibi Batı ve Batı’ya ‘yancılık’ yapan yerli işbirlikçiler olarak beliriyor.

Pruva Yayınları tarafından yayınlanan ve otuza yakın denemenin yer aldığı kitap iki yüz yirmi sayfadan oluşuyor. Dilin akıcılığı konuya olan ilgiye bağlı diyebilirim. Çok saçaklı ve oldukça kapsamlı bir eser olan Türkiye’nin Kaderi dikkatli ve özenli bir okumayı gerektiriyor. Düşünsel vizyonu genişletiyor lakin projeksiyonu tek yere tutup takılı kalmamak şartıyla. Yer yer uzak tarihe atıfta bulunan yazar genel olarak yakın tarihi Türkiye’deki güncel olaylar üzerinden değerlendiriyor ve ara ara dünyadan aktüel örnekler vererek tezini güçlendirmeye çalışıyor. Onlarca isim ve esere yapılan atıf ve alıntının zengin bir içerik oluşturduğu yadsınamaz bir gerçek. Bu zenginliğin zihinde ufuk açıcı etkisi de büyük yalnız yazarın açtığı yoldan gitmek sorgulanamaz bir düşünceyi zorunlu kılıyor. Türkiye’nin Kaderi çok fazla çelişki barındırıyor. En önemlisini söyleyip meseleyi kapatmak ne demek istediğimi açıklar sanıyorum. Bir devlet ve toplum düşünün ki, kendini bozduğunu iddia ettiği yapılara benzemeyi, o yapıların yöntemlerini uygulamayı misyonunun bir parçası olarak seçmeyi uygun görüyor. Ne diyordu Celâl Fedaî’nin de sıkça atıf ve alıntı yaptığı Aliya İzzetbegoviç (1925-2003): “Savaş ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.

Yazar Türkiye’nin Kaderi’nde tarihsel konumundan dolayı varlığında ulvi bir misyon içkin olan bir toplum ve devletten bahsediyor. Yazara göre burada önemli iki konu açığa çıkıyor. İlki, tarihinden aldığı misyonu yerine getirecek bir “devlet ide”sinin kendini göstermesi ve ona uygun siyaset üretmesidir. İkincisi ise, bu devleti oluşturan toplumun sözü edilen misyonun farkında olarak onu uygun davranması meselesidir. Fedaî’ye göre bugün dünyada söz sahibi olan ülkeler ve toplumlar bu iki parametreyi kullanıyor. Kitabın tümü bu iki konunun etrafında şekilleniyor diyebiliriz. Yaptığı bu analizden yola çıkan yazar, “ideolojikleşmiş postmodern popülizm” dediği olgunun kucağına düşen yeni kuşaklara “Türkiye’nin tarihinden aldığı kaderi” hatırlatarak sisteme müdahale etmeye çağırıyor. Zira yazara göre bilinçli olarak (Batı tarafından) bu misyondan uzaklaştırılan Türkler, çoğunluğun memnun olmadığı bu gidişatı değiştirebilecek yegane unsurdur. Bu hareket öylesine önemlidir ki, sadece Müslüman dünyası için değil tüm insanlık için ‘zorunluluk’ niteliğindedir. Fedaî bu savını Batılı yazar, siyasetçi ve düşünürlerin görüşlerinden örneklerle destekliyor. Yalnız bu konuda o kadar ileri gidiyor ki, farklı denemelerde de olsa defalarca (aynı ifadelerle) tekrara düştüğü görülüyor. Okumaya başladığımda bu durumu fark edince bir çetele tutmak istedim ve örneğin bir ismin ve bağlantılı olduğu konunun on bir kez tekrar edildiğini gördüm. Yazarın bu tavrı meselenin aynı döngü içinde kalmasına neden oluyor. Bu durumu yukarıda değindiğim reaksiyoner tutumun bir görüntüsü olarak açıklayabiliriz. Zira yazar özeleştiri bağlamında neredeyse hiç bir şey söylemiyor. Daha da ötesi, tarih ve ecdat kutsama konusunda da aynı tavrı sergiliyor. Üstelik söylemlerinin kimilerince hamaset ve popülizm olarak değerlendirileceğini ve bu kimilerinin meselenin ciddiyetinin farkında olmadığını söyleyerek ısrarını farklı bir boyuta taşıyor. Burada yazara katılmamanın en masum tanımı konuyu anlamamak iken, konuyu anlayıp da hak vermemek Türkiye’yi kaderiyle buluşturmamak için çaba sarfedenlere göz yummak ve yardımcı olmak olarak değerlendiriliyor. Bu ithamın tanımını yazmaya gerek yoktur sanıyorum.

Açıkça söylemek gerekirse Türkiye’nin Kaderi’nden oldukça istifade ettiğimi söylemeliyim. Katıldığım onlarca tespit ve değerlendirme bulunuyor. Bu anlamda kenarına not düşmediğim sayfa yok denecek kadar az. Yalnız bu notların yarıya yakını şerhten oluşuyor diyebilirim. Bu durumu kitapta da çokça işlenen entelektüel ve entelijansiya kavramlarıyla ilişkilendirmenin zorunlu olduğu kanaatindeyim. Tanıtım yazısında ‘Türkiye’deki İslami düşüncenin entelektüel izini sürdüğü’ savunuluyor. Eğer Türkiye’deki İslami düşünce sağ, muhafazakâr, hamasi ve popülist söylemlerden ibaretse bu doğru bir yorum olur. Her ne kadar benim gibi düşünenleri olumsuz etiketlese de, Celâl Fedaî’nin daha ileri giderek bu kısıtlı oluşumu biraz daha daralttığını düşünüyorum. Bu daraltmayı “Selçukîlik”, Osmanlılık ve nihayetinde Türklük kavramlarıyla yapan Fedaî, aslında, tenkit ettiği şeyi tersinden yapıyor. Tarihi, Türklüğü, ecdatı kutsayıp çıkan sonucu eleştirilemiz hâle getiriyor. Buradaki yüceltme hamaset ve popülizmden başka nedir? Bu tutum İslam’ın adalet ve evrensellik ilkeleriyle de salt entelektüel düşüncenin dinamikleriyle de örtüşmüyor. Daha ötesi, tarihsel gerçeklik yazarın bu savını romantik bir ütopya olarak önümüze seriyor. İslam coğrafyasındaki sorunları son yüz elli yıla indirgeyerek Tanzimat ile başlatıp öncesini görmemenin çözüm sunmayacağını fark etmemiz temennisiyle. Halının altında daha fazla boş yer yok.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder