SAYFALAR

23 Kasım 2018 Cuma

Yarım duygular, yarım hayatlar, yarım kalanlar

"Şimdi, geçmiş olduğu zaman nereye gidiyor 
ve geçmiş nerede?"
- Ludwig Wittgenstein

Mayıs 2013'te hem içeriğiyle hem de müelliflerinin farklı görüşlere ve tavırlara sahip olmasıyla daha önceki örneklerinden sıyrılan bir kitapla tanışmıştım. Kâzım Özdoğan ve Derviş Aydın Akkoç tarafından derlenen "Sol İlahiyat: Dini Soldan Okumak" adlı bu kitap, İletişim Yayınları'nın Birikim Kitapları koleksiyonuna aitti. O zamandan bu zamana içindeki bazı isimler hakkında bir sürü yargılarda bulunuldu. Doğrusuyla yanlışıyla türlü türlü yorumlara dahil edildi bu isimler. İçlerinde romancılar da vardı, siyasiler de. Yazar kadrosundan bir isim, üslubuyla ve konuya bakış açısıyla ilgimi özel olarak çekmişti: Burhan Sönmez.

Kitaba "Ütopya: Sol İlahiyat!" ve hemen peşinden gelen "Kötülük ve Aşk Arasında Sol İlahiyat!" başlıklı yazılarıyla katkıda bulunan Sönmez'in bilhassa ikinci yazısı çok kıymetliydi. Yazıyı edebiyatın irfan damarından da beslenmiş bir ismin yazdığı besbelliydi. Birçok satırını çizmek için metrobüste epey uğraştığımı ve kitap bittikten sonra bu yazıyı yeniden okuduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Böylece, daha önce hiçbir romanını okumadığım Burhan Sönmez için artık özel bir okuma yapmam gerektiği de ortaya çıkmıştı. Biraz tembellik biraz da okunacak -gerçekten de!- çok kitap olduğundan bu gerekliliği unutmuştum. Öyle ki şimdi bahsedeceğim Labirent, Eylül 2018'te çıkmıştı ve ben ancak kasım ayının ortasında okuyabilmiştim.

Çok açık bir şeydir ki her kitap ismiyle, kapağıyla, arkasındaki tanıtım metniyle etkilemez. Bunların birçoğu, hele ki günümüzde, bir an önce o kitabın alınması için planlanmış bir takım işlerdir. Belirli stratejilere dayanır yani. Ama Sönmez'in metinleriyle daha önce bambaşka bir kitapla tanışmış biri olarak tam da burada sarsılmıştım: İsim, kapak ve tanıtım metni çok iyiydi. Özellikle tanıtım metninin üzerinde yer alan kitaptan bir paragraf, Twitter'da en çok sevilen paylaşımlardan biri olmuştu bile.

Boğaz köprüsünde yoğun trafik sebebiyle duran bir taksiden inip intihar etmek isteyen bir müzisyen: Boratin... Uyandığında kendini hastanede buluyor ve hiçbir şey hatırlamıyor. Sadece geceyi değil, geçmişine dair hiçbir şeyi. Arkadaşlarını, ablasını, şarkılarını, zevklerini, kederlerini. Koskoca bir boşlukta yalpalamasına karşı koyan ise en yakın arkadaşı Bek. Elbette diğer arkadaşları da ona destek oluyor. Ama onun dünyası bambaşka bir noktada kuruluyor: varoluşunu sorgulamak. Tüm bu sorguyu yaparken de geçmişin gölgelerinde kaybolmamak. Bu durumda bazı rolleri de üstlenmesi gerekiyor. Onu tanıyanlara ve sevenlere 'her şey yolundaymış gibi' görünmek, ablasıyla yaptığı telefon görüşmelerinde özellikle geçmişle ilgili konuşmalarda sırıtmamak...

Boratin'in öyküsü iki konu üzerinde insanı düşündürüyor. Bunlardan ilki, geçmişin bir insanın hayatında, özellikle de geleceğinde ne kadar sert bir zemin inşa etmiş olmasıyla ilgili. O zeminin hiçbir düşüşü kabul etmeyişi. O zemin üzerinde düşünce olduğu gibi kalmak, belki de yuvarlanmak. Geçmiş, tıpkı gerçek gibi, ezici. İkinci konuysa yarım olan şeylerin bütün karşısındaki mahcupluğu, masumluğu, madurluğu. İnsan yarım duygularla ne kadar sağlıklı bir ömür yaşayabilir? Evini, işini, dostluklarını nasıl yürütebilir? Eğer 'iz bırakmaya yönelik' bir yaşamı varsa onu nasıl koruyabilir?

"İstanbul'un birkaç gündür değişmediğini, sonsuz bir anda takılıp kaldığını söylesem inanmaz. Yalan ile gerçek artık tek. Doğru ile yanlış aynı. Taştan yapılmış camiler ile çelikten yapılmış gökdelenler yaşıt görünüyor. İstanbul durdu, ben durdum. Eski ile yeni arasındaki zaman geçidinde kayboldum. İnanacak bir söz arıyorum. Ölüleri diri sanıyorum, belki pek çok diriyi de ölü biliyorum. Zihnim, ölülerle dirilerin koyun koyuna yattığı bir mezarlık."

İşte burada belki de kabullenme önemli bir yer tutuyor. Olanı kabullenmek ve o kabulle hayata devam etmek, edebilmek. Böylece geçmişin esaretinde türlü türlü acılar çekmemek. Hiç değilse bu acıları göğüsleyebilecek gücü bulabilmek. İnsan hayatı için en değerli şey belki de: kabullenme. Bu bir sorgu getirecekse peşinden, nasıl'ı değil neden'i sorgulamalı. Nasıl intihar ettim değil, neden intihar ettim. Nasıl hayatta kaldım değil, neden hayatta kaldım.

"Geçmiş beni bıraktıysa ben de geçmişi bırakabilirmişim, ta ki o kendisi geri gelene dek. Bunları düşünmek istemiyorum. Suya atlamak anne rahmine dönme arzusunu, yüksekten atlamak ise yaratma isteğini gösteriyorsa göstersin. Aklım başka yerde."

Sorgular yumağı. O yumaktan çıkmak için oyunu bilmek gerekiyor, yani hayatı. Oyuna katılmak gerekiyor, yani hayata. Oyundan çıkmamak gerekiyor, yani hayattan. Boratin'in öyküsünde hayat, bir noktadan sonra her yönüyle gerçek bir oyuna dönüşüyor.

"Neden benim annemle babam trafik kazasında öldüler? Boğaz Köprüsü'nde bir kaza nedeniyle trafik durmuş. Uykudan uyanıp taksinin camından dışarı bakmışım. Annemle babamın ilerideki kazada can verdiğini düşünmüşüm. Aradaki yılların ve mesafelerin önemi yok. Ölüler her zaman, her yerde yeniden ölebilir. Ben de yeniden doğabilirim (doğabilir miyim?). Hastanede gözümü açtığımda bana başka biri, anne babası sağ biri olduğumu söyleyebilirdiniz. Beni öksüz bir çocukluktan kurtarabilirdiniz. Kelimeler, kelimeler. Gözlerimin önünde harfler, sayılar, en çok da soru işaretleri uçuşuyor. "Evet" sözcüğünün ardına bile soru işareti koymak istiyorum. Evet? Hayatım böyle geçecek."

İnsan yol arayışında yorulur. Yolun gereği de budur. Her yorulduğunda yeniden yola koyulmak. Dikkat edilirse, yola koyulmak yoldan çıkmak ya da yolculuktan vazgeçmek değildir. Arada bir yolda duran, soluklanan, yeniden yola koyulur. Çıkmaz yolundan, yollarından. Varacağı yeri önemsemez. Zaten hakiki yolcuya kapı da yoktur. Her kapı gibi gördüğü şeyin ardından yeni yollar açılır. O yoldan başka yollara, bir kapıdan başka kapılara. Buranın mucizevi anı insanın kendisiyle konuşmasını da unutmamasıdır, konuşmalıdır kendisiyle insan daima.

"İnsanın dışarıyla konuştuğu dil başka, kendisiyle konuştuğu dil başkadır. Kendisine karşı şefkatli olan dil, başkasına hırçın olabilir. Kendisine merhamet eden dil, başkasına insafsızlık edebilir. Gözlerimi bir hastanede açtım. Bir eve geldim. Birkaç kişiyle görüştüm. Bu kadar. Kendimi anlayabileceğim dili göremedim."

Şimdiden sonra en iyisi yetinebilmek mi acaba? Bu da kabullenişin bir faydası değil mi? Yetinmek. Kendinle, hayatınla, yolunla, labiretinle, acılarınla, sevinçlerinle. Öyle veya böyle her şeyle yetinmek. Hayatı ve kendini olduğu gibi kabul etmek. Bunu yapamayınca, her şey çok gelir. İnsanın sadece kendine değil, aynadaki görünümüne bile tahammülü kalmaz. Boratin'de olduğu gibi.

"Bir, iki, üç, çok. Eski bir kabilede, insanlar üçe kadar sayar, sonrasına çok derlermiş. Bana her şey çok görünüyor."

İnsan kendini ne zaman yarım hisseder ve insanın geçmişi, hatıraları bu yarımı tamamlar mı? Labirent, bunun romanı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder