SAYFALAR

20 Kasım 2018 Salı

İnsanın iç değerlerine ulaşacağı yollar kazımak

Carl Gustav Jung’un Dört Arketip kitabı 1976 basım ve 463 sayfadır. Orijinal adı “Die Archetypen und das kollektive Unbewusstle” olan kitabın elimizdeki çevirisi makaleler seçkisidir. Hatta daha manaya uygun betimlenirse; “uzak bir cennetteki arketip”inden yansıyanıdır!

Sözlükteki karşılığı; ilk örnek, asıl numune, özgün model olan kitaba adını veren Dört Arketip sırasıyla; “anne”, “yeniden doğuş”, “ruh” ve “hilebaz”dır. Ve 143 sayfanın her paragrafı okuyucunun biriktirdikleri boyunca derine doğru katmanlıdır. İstersen yüzlerce yeni doğurabilirsin içinden. Sayısız makale, eleştiri… Söylenmemiş yüzlerce dinlence…

Metnin ilk kısmı yeniden doğuşun çeşitli biçimlerini kısaca anlatır. “Anne” arketipi üzerinden insanın yansıttığı misyonlara değinir. “Şöyle ki; literatürde tasvir edildiği üzere, çocuk psikesi üzerindeki bütün o etkilerin tek kaynağı kişisel anne değil, anneye yansıtılan arketiptir; bu anneye mitolojik bir arka plan vererek ona otorite, hatta tanrısallık katar” der.

İkinci kısımda bunların farklı psikolojik yönlerini ele alıyor Jung. İnsan diyor, varoluş serüveni boyunca sürekli bundan bahsetti ve böyle bir kavram var ise bununla tanımlanan psişik deneyimler olduğu anlamına geldiğinden yola çıkılmalı! Bu hadisenin metafizik ve felsefi önemlerinden bağımsız olarak sadece psikolojik açıdan incelmesi anlamına geliyor. Yine buram buram “tutar” tütüyor!

Üçüncü bölümün başlığı “Masallarda Ruhun Fenomenolojisi Üzerine”. Geits sözcüğünü irdeledikten sonra ruhun düşlerde kendini göstermesini irdeliyor. Başlığa adını veren esas bölüme geldiğinde ise çeşitli kültürlerin masallarından misaller veriyor. “Mitoloji çoğul düşlerdir” diyor. Aynı şekilde masallar da mitler gibi ortak fantezilerdir ve düşlerde ortaya çıkan kolektif bilinçdışının imgelerini içerirler.

Çok önemli bir detay; bilinçaltı yoktur bilinçdışı vardır! Çünkü bilinçdışı yalnızca bilincin altında değil üstündedir ona göre. Çünkü Jung, dünyayı ideolojilerin koltuklarında değil, insanın “bilge” sıfatında oturup izleyenlerdendir. Hayran kalmaktan alıkoyamazsınız kendinizi; o “ama” dedikçe değişir ve gelişirsiniz.

Son bölüm “Hilebaz”, ortak gölge figürüdür, bireyin düşük karakter özelliklerinin bir toplamıdır. Bu arketipi mitlerden masallardan tarihteki karnaval ve şölenlerden günümüze kadar dönüşümünü ve gölgenin “anima” ve “animus” ile ilişkisini anlatıyor. Jung’un kuramında önemli bir yer tutan anima erkeğin içindeki kadın imgesidir, animus ise kadının içindeki erkek imgesi…

Kitap bittiğinde kritik olan noktanın üzerinde düşünür bulursunuz kendinizi. “Arketiplerin varlık ya da yokluklarını tartışabiliriz ama psikolojik ihtiyaçları mutlaktır” demeye çalışan bir üst akıl oluverirsiniz. Yapay gündemleriniz düşer gerçeğe dirilirsiniz.

Çünkü Jung;

Arketiplerin var olduğuna dair her tür kanıttan yoksun olsaydık, tüm akıllı insanlar böyle bir şeyin olamayacağı konusunda bizi ikna etseydiler bile, en yüce ve doğal değerlerimizin bilinçdışına gömülmemesi için arketipleri icat etmemiz gerekirdi. Zira bunlar bilinçdışında kaybolduğunda, ilk deneyimlerin tüm gücü de yok olur.” der.

Hemen arkasında aklınızda düşen Voltaire; ”Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi” der.

Jung ise cevap verir; evet, “Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız.

Daha anlaşılır şekilde, arketip; su birikintisinde yansımanı gördüğünde, aslın olan yanındır, orijinaldir. Dünyadaki insan, cennet/sonsuzluk gibi bir arketipin yansımasıdır. Platon'un mağara duvarına vuran gölgelerle alıp veremediği hikayeye benzer ki “arketip” kavramını literatürde ilk kez kullanan da Platon’dur. Jung psikolojide ilk kez kullanmıştır.

Pozitivistler için ise daha ziyade geçmişten günümüze taşınan alışkanlık ve kültür mirası sağlayan zihinsel görüntülerdir der Jung arketipe.

Bir nevi “Genetik hafıza”…

Anlaşılan o ki; gnostik fikirlerle yoğrulmuş Jung’un Tanrısı cennetteki uzak bir Tanrı’dan daha çok kendi içselindeki Tanrı’dır. Ve Kuran’daki karşılığı; “… sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır”. (Secde/9)

Çünkü maddeden öteyi, maneviyatı, içsel muhtevayı, sembolik anlamları, ruhun soyut değerlerini temsil ediyor Jung.

Teoloji’ye yukarıdan bakarak anlaşılabilecek bu öğreti, Kuran’ın manasına varan İslam alimlerinin de farklı cümleler ile ağızlarındadır.

Hatta Anadolu ozanlarına kadar, bu toprakların tadıdır.

Ölen hayvan imiş” diyen Yunus’un tasasıdır!

Jung’un felsefesi, derdi, gayesi; insanın, bu iç değere dönmesine yönelmiş yollar kazımaktır!

Güncel yaşama dönersek; filmlerin, en önemli ilhamıdır arketipler. Hz. İsa mesela. E.T. yukarıdan gelir, amacı vardır, farklıdır, özel yeteneklidir, tektir, insanla barışıktır, yardımseverdir, kötülerce öldürülecektir ki mucizevi bir sonla göğe yükselir. Matrix’te Neo da "İsa" arketipidir. Morpheus ise baba.

"Sonsuzlukta yaşayan ve insanların anlama yeteneği ve iradesi açısından örnek oluşturan egemen tip"tir!

Arada aşağıya çekip, kullanılıp, göğe iade edilen ilhamdır!

İnsan deneyimleri kadar çok arketip vardır” der Jung! Ve kutsal kitaplardaki arketip kavramının kendine ve mümkün olabilme durumuna göre yorumlamayışı yüzünden bilim ile din birbirinden ayrı düştüğünü iddia eder.

Bu sosyolojik olarak karşılığı olan bir iddiadır; manada değil fiilde kaybolan, mucizeler bekleyen cehalet medeniyetleri gökten indiremedikleri el umudu ile telef olup gidiyorlar zira!

Yazık ki; İsa’nın yükselmesine yüklenen anlama yükselemeyen, ellerinden tahta haclara çakılı nice şizofren sadece kan kaybından öldü!

Ve ebabiller gelmeyecek!

Ebabiller kuş bile değil belki!

O kitaplar yazılırken kulunu seven Tanrı ölmedi ise ebabiller hiç gelmedi!

Ve dünyadaki mevcut zulmün sebebi, Tanrı’nın panteizme terfi etmesi değil; inanç, başkasına yüklediğin güçte değil kendine vardığında edindiklerinde başlar, deme şeklidir!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder