SAYFALAR

26 Eylül 2018 Çarşamba

Siyasetin üzerimize çöken kötücül ruhu

"Yetsin demir çağının beyliği 
Yeni bir gün başlıyor demek 
Yeryüzünde korkusuz yaşamak 
İki milyar kişiye bir dünya 
İki milyar kişiye iki milyar ekmek."
- Melih Cevdet Anday (Olsun da Gör)

"Ölesiye yaşarken, 
can çekişirliğimize kulak kabarttınız mı hiç?
- Metin Eloğlu (Yumuşak G, Ç)

Bu yazıyı Neşet Ertaş'ın vefat yıldönümünde yazıyorum. Her ne kadar yazıya epigraf olarak iki şiir alsam da şiirden hiç de uzak olmayan türkü(ler) eşlik edebilir aslında bahsedeceğim kitaba. Türkü demişken; ömrün boyunca alın terinden, emekten, işçiden bahseden türküler, şarkılar okuyup sonra gidip deodorant reklamında oynamak elbette "şöhret afettir" uyarısını hatırlatıyor. Afete kapılmak da günün modası malum. Diğer yandaysa devlet sanatçısı olmayı elinin tersiyle itip mazlumun erdemine avaz olarak yaşamaya devam etmek ve öyle de ölmek var...

Hazır "böyle mi olacaktı?" gibi birtakım muhafazakar yazar-şair serzenişleri başlamışken -ki son derece plastiktir bu serzenişler- söylemek lazım, son 15 yılın bizim için en değerli kısmı şu: lise yıllarından itibaren okuduğumuz yazar-şair kısmının ne olduğunu öğrendik. Neymişler? Kimi şantiye şefi, köşe yastığı. Kimi satranç oyuncusu, palm yağı. Gözümüz gönlümüz af buyursun, gerisi hikâye. Ama Türkiye'nin son yıllarının -buradaki son, güncele dairdir- bir hikâye olmadığı ve basbayağı her şeyin gözlerimizin önünde cereyan ettiği de bir gerçek. Adaletsizlik bu ülkenin artık bornozu olmuş durumda. Geride yatan çıplaklıkta ise Zafer Yılmaz'ın "Yeni Türkiye'nin Ruhu" olarak özetlediği üçlü var: hınç, tahakküm, muhtaçlaştırma.

Üzerimize kapkara bir biçimde çöktü Yeni Türkiye'nin ruhu. Korku ve umutsuzluk, şimdi ile gelecek adına bir gayret inancı bırakmadı. Düşünmek tehlikeli, düşündüğünü söylemek daha tehlikeli. Ya önündekine razı olup susacaksın -ve bu esnada başkalarının başka biçimlerdeki büyü(klen)mesine de karışmayacaksın- ya da sen de diğerlerinden olacaksın. Kimdir bu diğerleri? Onlardan olmayan herkes. Dolayısıyla her an her şekilde terörist de olabilirsin, vatan haini de, gavur ajanı da. Her türlü linç seninle beraber. Asla yalnız yürümeyeceksin. Sadece kaş göz işaretleriyle değil, parmak gösterilerek lanetleneceksin. Gırtlağında eller hissedeceksin her an sıkmaya hazır ve zaman zaman sıkan, hiç rahat bırakmayan. Göreceğin rüyalarda hep aynı kelimeler kendine imge arayacak. Her şeyin kutsallaştığı ama hiçbir şeyin hakikati söylemediği bir yerde yaşadığının farkına varacaksın. Bildiklerini unutacaksın. Yeni bir yerdesin sen artık. Eskiyi unut, yeniye bak, anı yaşa, arkanı kolla.

Reaksiyoner-paranoyak bir ruh halinin özetini sunuyor kitabının ilk bölümünde Yılmaz. Sadece birileri tarafından belirlenene razı olmalısın, yani kanaat endüstrisinde herkesin aynı gemide olduğunu bilmelisin ve öyle istatistik olsun sosyoloji olsun bu 'boş işler'i bırakmalısın. Yoksa hınç toplumunda mağduriyete teslim olup bundan sonraki hayatını daima muhtaç olarak yaşayacaksın. Yazarın deyimiyle 'minnet üretmek' bu. "Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz" derken bunu kastediyordu bir sağlık bakanı. Ülke sağlığını apaçık anlatıyordu aslında. "Paternalizm" diyor Yılmaz, "doğası gereği koruduğunu kendi iktidarına tabi kılmaya çalışırken, onun bağımsız hareketini de kendine bir tehdit olarak kodlar ve bu bağımsız hareketin olası zeminini mümkün olduğunca aşındırarak, benliklerde kendi iktidarına karşı olası bir karşı çıkış ihtimalini de yok etmeyi amaçlar. Bunu hayatını kaybeden bir Soma emekçisinin yakınının, "Vura vura bizi büktüler..." sözlerinden daha iyi ne ifade edebilir ki."

Veren elin hem alan eli hem de o elin sahip olduğu gönlü paramparça ettiği bir hayırseverlik devrindeyiz. Bunları dillendirmek yapılan o 'küçük hata'ları kusurlaştırmak olduğundan aslında siz Cemil Meriç'in "bu vatanı yaşanmaz bulanlar... yaşanmazlaştıranlar" dediği kitleye dahil bile olabilirsiniz. Ne büyük lutuf. Peki bu lutfu kim(ler) sunuyor size? Kendini liderde bulanlar, liderde olanlar. Bu lider statükocu bir köy muhtarı, mezarlığa bile 'burayı ben yaptım' tabelası asabilecek bir belediye başkanı yahut "hadi takla at, oyna da görelim" diyen bir cümbüş meraklısı bakan, hatta "ananı da al git" diyebilen bir başbakan, cumhurbaşkanı, devlet başkanı olabilir, olmuştur, olacaktır. Sonra sen bu sözleri ve tutumları ailene, çevrene daha gelişmiş bir versiyonla sunacaksın. Ne demiştik, liderde bulma, liderde olma hâli. Adorno'nun işaret ettiği gibi: "Kitleler tam da lideri kendi ideali yaparak kendilerini severler ve kendi hayal kırıklıklarından ve benliklerini kirleten 'lekelerden' kurtulurlar."

Bugün psikoloğundan avukatına, marangozundan oto yıkamacısına, öğretmeninden şairine herkes bir öfkeden bahsediyor. "Neden öfkeliyiz bu kadar?" diye soruyor. Çoğu da "korku toplumu olduk ondan" cevabını veriyor kendi kendine. Bu cevap bir sonuç aslında. Adaletsiz yaşamın sonucu. Adaletsizliğin açtığı korku dolu yarık, gelip haysiyet yaralarına kadar götürüyor Yılmaz'a göre: "Hiç kuşku yok ki bu kaygı ve korku, en seçkin zihinleri bile kilitleyerek köreltiyor ve bizleri korkudan özgürleştirecek kolektif imkânların üzerini örter ve bu imkânları onların peşinden koşanlar için görünmezleştirirken, eşitlik, adalet ve özgürlük isteyenleri bir kez daha ruhen, aklen ve bedenen kudretsizleştiriyor. Dersliklerimizden sokağa, işyerlerimizden bedenlerimize hayatın her alanına yayılmaya başlayan bu korku ve kaygı, sadece kolektif siyasal sonuçlar doğurmuyor hiç kuşkusuz. Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken'de yazdığı gibi, kişiyi korku veren tarafınkinden çok daha önce, ilk olarak kendi gözünde küçülterek, maruz kalanlarda haysiyet yaraları açıyor. Sokaklardan önce bedenlerimizde ve ruhlarımızda kendini örgütlemeye girişen bu korku ve kaygı, bizleri tümüyle birbirinden yalıtarak yalnızlaştırmayı, olan biten karşısında topyekûn çaresizleştirmeyi ve pek tabii ki tüm varlığımızı sarsacak şekilde iktidar karşısında kudretsizleştirerek, bizleri gelmekte olana karşı seyircileştirmeyi amaçlıyor. Kabul edelim ya da etmeyelim, bu strateji şimdiye kadar amacına da ulaştı gibi görünüyor."

Parmak sallamanın ve gırtlağa sarılmanın sevildiği bir toplumda ilk darbeyi çocukluk yer. Neşe ve güven yerine korku ve endişe hâkim olur çocuklarda. Çocuklarımız bu toplumda gülümseyerek değil huzursuz kalarak büyümek zorunda. Kaygı, panik, endişe hayatımızın olmazsa olmazına dönüşüyor böylece. Heidegger'in söylediği gibi, sürekli bir şeyin gelmekte olduğunu düşünmek, o şeyin ne olduğundan bağımsız bir hisle insan zihnini kuşatıyor. Söylevler'inde Machiavelli, her rejimde bozulma olabileceğini bunun sadece kurumları kapsamayacağını, insanların da bu bozulmadan mutlaka etkieleneceğini yazmıştır: "Artık insanlar arasındaki adalet ortaklığı yerini suç ortaklığına bırakır."

Zafer Yılmaz; narsist kişiliklerimizden, mesnetsiz hınçlarımızdan, konformist tutumlarımızdan sıyrılıp Godot'yu beklemeyi bilmemiz gerektiğini söylüyor. Konstantinos Kavafis'in o nefis şiiri Şehir'deki gibi devam ediyor: "Nereye gidersek gidelim yeni bir ülke bulamayız, nereye bakarsak nakalım başka bir deniz göremeyiz. Bu ülke onun içinde yaşayan tüm canlıların ve biz de her şeyimizle bu ülkeyiz. Bu gerçeği hiçbir siyasi hareket, hiçbir askerî darbe, hiçbir siyasal rejim değiştiremez."

"Bir Kanaat Toplumu Olarak Türkiye ve İşlevsel Entelektüelleri" ile "Bir Meslek Olarak İtaat ve Üniversite" bölümleri, sağın da solun da ciddi biçimde yaralandığı konuları anlatıyor. Ülkemizin en hassas damarları kökten kuruyor. Aydınlar, yine Adorno'nun dediği gibi birbirlerini en utanç verici ve alçaltıcı ortamda tanıyabiliyorlar: rekabet içindeki ricacılar ortamı. Ali Birinci hocadan "Tarihin Kara Kitabı" okunsa kafi. O zamandan bu zamana değişen tek şey gerçeğin dijital imkânlarla daha kolay ortaya çıkıp daha kolay duyurulması. Utanç ise çoktan yer değiştirdi. Artık mazlum olan daha çok utanıyor: Ayakkabılarımı çıkarayım sedye kirlenmesin.

Dava seferberliği her geçen gün kuvvet kazanırken dava muarızları ve sahte fanatikler de kendilerine biçilen, emredilen rolü hakkıyla yerine getiriyor. Yılmaz'ın ifadesiyle dört bir yanımızı kürsü peygamberleri kuşatmış durumda. Hoparlörlerden işitilen boğuk ve yürek karartıcı seslerinde hep bir kul hakkı var. En önce onlar söylüyor, en önce onlar yapıyor. Böylece daha fazla dindar, daha fazla muhafazakâr, güçlü, delikanlı, zengin oluyorlar yahut 'gibi' görünüyorlar: "Kendi çıkarına işleyen her tür rantı kovalayan, devleti kısa süreli amaçları açısından bir araç olarak gören ve çıkarı olan her şeyi hakkı olarak addeden pragmatist bir tutumun da, haklar ve devlet eliyle bölüşüm politikaları söz konusu olduğunda son on yılda meşru hale geldiğini ve yurttaşlık alanını önemli ölçüde daralttığını görüyoruz. Temel hakları çıkarlara indirgeyen ve sürekli olarak kendi yaşam tarzının/çıkarının genelleşmesi üzerinden sivil-siyasal hakları kurmaya çalışan bu duruş, aslında bir yurttaşlık alanının oluşmasını kendi varlık koşullarının devamı açısından pek de istemiyor ve ona her yoldan ayak diriyor."

"Yeni Türkiye'nin Ruhu: Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma" uzun yıllardır siyaset sahnesinden üzerimize çöken o kötücül ruhun bir analizi. Tespitleri ve çözümleri iç içe. Elbette abartı, bir harekete fazla anlam yükleyen, hayalperest yanları var. Ancak bunların hepsi lazım değil mi bize? Hepsinden çıkmayacak mı kolektif bir tavır? İlki için evet, ikincisi için hiç sanmıyorum diyebiliyorum. Çünkü ne yazık ki sahne sadece kendini düşünenlerin elinde. Ulufenin miktarına göre alkış şekillenir, ıslık asla yok. Tüm bu oyuna katılanlarla birlikte Guy Debord'un Gösteri Toplumu da tamamlanıyor: "Gösteri kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunar. Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür, der. Başka bir şey demez..."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder