Hikâye için şiirleşememiş roman tanımını yapabiliriz. Şiir, sözün rafine edilmiş hali ise hikâye de işlenmiş ve fazlalıkları azaltılmış bir edebi tür olarak değerlendirilebilir.
Türk edebiyatı birçok güzel hikâyeciye sahip. Bu türün hakkını veren dün birçok yazarımız vardı, bugün de onlardan aldığı bayrağı hakkıyla taşıyan birçok yazarımız var. İnanıyorum ki daha nice usta kalem yetişecek bu coğrafyadan. Hikâye kitaplarının kitapçı raflarındaki görüntüsü benim bu konudaki umudumu canlı tutmaya yetiyor.
Hayatın benim için zor süreçlerinden geçerken özellikle hikâye okumalarına ağırlık veririm. Normalde de hikâye kitapları okumayı çok severim ancak sıkıntılı dönemlerim için hikâye okumayı bir tür terapi olarak görürüm. Hikâyeye göç zamanımın geldiğine kanaat getiririm o vakitlerde. Göç Zamanı, lisedeyken Köse Kadı romanıyla tanıdığım Bahaeddin Özkişi’ye ait bir eser. Ötüken Neşriyat usta yazarın daha önce yayımlanmamış hikâyelerini de bir araya getirerek harika bir işe imza atmış. Yazarın; Bir Çınar Vardı, Göç Zamanı ve daha önce yayımlanmamış Papağan Dedi ki adlı eserleri tek kitapta toplanmış.
Köse Kadı ve devamı olan Uçtaki Adam romanlarındaki Bahaeddin Özkişi’den farklı bir görüntüsü var yazarın, hikâyelerinde. Belki de ben öyle görmek istediğim için böyle düşünüyorum. Mezkûr iki roman, tarihi karakterleri ve olayları hâvî eserler. Göç Zamanı ise farklı konuları ve farklı içerikleri olan hikâyelerden oluşuyor.
"Hakikatten uzakta, aşktan bihaber, ‘Men ta senin yanında dahi hasretem sana’ mısraının manasını düşünecek vakit bulamadan, geldiler ve gittiler."
"Hepimiz Gibi" başlıklı hikâyede geçen bu bölüm günümüzün aşktan uzak ilişkilerinin fotoğrafını yansıtan bir mahiyette görünüyor. Erkek söylemesi gereken şeyleri söylüyor, kadın vermesi gereken tepkileri veriyor ve her şey beklenildiği gibi gerçekleşiyor. Merak unsuru yok, aşkın yakıcı etkisi yok, ismi âşık sıfatıyla anılacak bir kahraman yok…
Kitabın “Bir Çınar Vardı” adlı ilk bölümünde geçen bu hikâye bir minimal öykü karakteri taşıyor. Eserin hem bu bölümünde hem de diğer bölümlerinde minimal öykü olarak nitelendirilebilecek çok sayıda öykü yer alıyor.
Bir erkek ne zaman büyür? Olgun bir erkek hangi özellikleri taşır? Hiç düşündünüz mü?
"O da diğerleri gibiydi.
Arkadaşlarından küfür etmesini, babasından işe gitmesini öğrendi.
İcabında açıkgöz, icabında namuslu oldu. Âşık olduğunu zannetti, üzüldü. Güldüğünü zannetti, tuzlu suyu gözyaşı zannetti, yıldızlara bak ne güzel, dedi ve esnedi.
O duyduğuna, gördüğüne, bildiğine emindi. Fakat ne gördü, ne duydu, ne bildi."
“Olgun Adam” adlı kısa öyküden alınan yukarıdaki satırlarda yaşanmış sayılan ancak hiçbir anı farkına varılarak ve hissedilerek geçirilemeyen ömürler üzerine bir yorum yapılmış gibidir. Şimdi, bu hikâyeden yola çıkarak yaşımız kaç olursa olsun kendi hayatımızın muhasebesini yapma vaktimiz gelmiş demektir.
Günümüzde aşkın ve sevginin ifade ediliş biçimindeki sığ görüntüler üzerine zaman zaman düşünürüm. Çiftlerin birbirlerine hitap ederken kullandıkları zevksiz hitaplar, birlikteyken sergilenen çocuksu davranışlar, telefon konuşmalarına ve mesajlara yansıyan hangi dilden türediği belirsiz kelimeler beni hep rahatsız eder.
Eskiden de böyle miydi yoksa her şey çok fazla göz önünde olduğu için mi bu kadar basitleşti anlamaya çalışıyorum. Okuduğum kitaplar, dinlediğim hatıralar geçmişle bugün arasındaki seviye farkının oldukça fazla olduğunu gösteriyor. Eskiden çok daha estetik, çok daha sade ve bir o kadar da etkileyici bir üslubun var olduğu kendini hemen hissettiriyor.
Bütün bunları, eserin ikinci bölümünde yer alan “Vermek ve Ötesi” adlı hikâyede geçen bir sahnenin etkisi hâlâ devam eden büyüsüyle yazdım.
"...Şişeyi, abdestliğin kenarına itinayla koydu. Tenekeden çıkardığı ekmekten irice bir dilim kesti, büyük bir mendile bağladı, sonra suyu ve ekmeği evin en fazla güneş tutan yerine astı. Avludan gelen seslere kulak verdi bir müddet... uzun süre konuşmadan çalıştılar.
...
Neden sonra Hatçe şöyle bir doğruldu, belinin ağrısını gidermek istercesine geriye kaykıldı. Çoktan sormak istediği bir soru dudaklarındaydı; yendi çekingenliğini, canlı bir hamleyle "A yenge," dedi, "hep soran diyon, de baken, ekmeyinen suyunu ne deye küneşe asıyon?" İrkildi Zöhre, " ne var ne soryon?" dedi sert. Sonra yumuşadı, kahırla çizgilenmiş yüzü, ince bir gülüşle aydınlandı. "A deli, Ali Ağan küneşin annında ıscak su içeken, guru ekmek yirken.. Ne bilem a'zım varmıyo sook suya, teze ekmeğe."
Zöhre Kadın ve Hatçe arasında geçen diyalog anlatmak istediklerimi halk ağzıyla ne de güzel ifade etmiş oldu eksiksiz ve fazlasız.
Eserin son bölümünde daha çok yazarın sosyal meselelere dair mesajlar içeren hikâyeleri yer alıyor. Müthiş bir gözlemin sonucu yazıldığını belli eden eserlerde göze çarpan en önemli unsurlar ise mizah ve ironi.
Bu bölümün en dikkat çekici hikâyelerinden biri olan “Almanya Notları”, Türk ve Alman toplumlarının sağlık konusuna bakış açılarını kıyaslayan güzel ve komik bir örnektir.
Almanya sınırında üzeri aranan kahramanımız eşyaları arasında yer alan peynir ve sucukla ilgili olarak şüphe uyandırır. Çünkü bahsedilen besinler Alman standartlarını tutmayan ve sağlıksız olarak görülen ürünlerdir. Kahramanımız her ne kadar bunların kendisine ait olduğunu ve yiyecek olarak götürdüğünü söylese de Alman yetkilileri ikna etmeyi başaramaz. Sonuç olarak kahramanımız o yiyecekler bitene kadar hapis/gözaltı cezası alır. Bu süreçte herhangi bir işle meşgul olamadığı için de hayli kilo alır.
Göç Zamanı, okuduktan sonra yüzümde tebessüm bırakan güzel kitaplar arasında yer alıyor benim için. İnsan ve topluma dair düşünmeyi ertelemememiz gereken birçok konuyu barındırıyor bünyesinde edebiyat kıvamında.
Emrah Oflaz
emrah.oflaz@mynet.com
SAYFALAR
▼
27 Ağustos 2018 Pazartesi
Grotesk bir romanda gerçeğin izdüşümü
Eskiden tutarsızlıkları ve/veya absürtlükleri gördükçe hayatın bir düzen içinde ara ara ortaya çıkan cinnet hâli olduğunu düşünürdüm. Bu düşünceyi terk edeli epey oldu. Artık insan için hayat her şeyden çok ‘reality show’. Kültür emperyalizmi, tüketim çılgınlığı, gösteri toplumu, haz çağı gibi sosyo-kültürel, sosyo-politik ya da sosyo-ekonomik kavramsallaştırmalar insanlığın geldiği noktayı tam anlamıyla yansıtmakta yetersiz kalıyor. Zira günümüz insanı fantastik bir akışın içinde ‘kendinden geçmiş hâlde’ geziniyor. Hayat, coşkunluk veren ‘carpe diem’in çok ötesinde, sarhoşluk veren ‘just do it’ mantığıyla yaşanıyor. Katil, maktul veya kahraman ya da ünlü olmak yahut gözden düşmek görecelilik kadar rastgeleliğe bağlı. İnsan bir anda kimine göre rezil iken kimine göre takdir edilesi bir konumda olabiliyor ve bunun rasyonal bir mantığı yok. Yaşam arka arkaya görülen rüyaların toplamı gibi bir şey. Gerçek ile gerçeküstü aynı anda ve birlikte meydana geliyor.
Horacio Castellanos Moya’nın Jaguar Kitap tarafından yayınlanan Yılanlarla Dans adlı eseri hayatın söz konusu gerçek-gerçeküstü diyalektiğinin göstergesi gibi. Yüz kırk dört sayfalık bu kısa romanın çevirisi İlker Özünlü’ye ait. Yılanlarla Dans’taki aykırılık ya da sıradışılık gerçeklerle ilişkilendirilerek veriliyor. Kitabı okurken fantastik bir rüyaya eşlik ediyor, bitirdiğinizde ise gerçeküstü öğelerle dolu bir rüyadan uyanmış gibi oluyorsunuz. Fakat öte yandan uyandığınız hayatın çok farklı olmadığını biliyorsunuz.
İki anlatım tipi/açısı kullanan yazar bazı bölümleri başkarakterin ağzından ‘ben anlatıcı’ tekniğiyle aktarırken bazı bölümleri ‘o anlatıcı’ (ya da yazar anlatıcı) tekniğiyle bir gözlemci olarak aktarıyor. ‘Ben anlatıcı’ tekniğinin kullanıldığı bölümler olaylardan ziyade psikolojik bir iç gerilimi yansıtıyor diyebiliriz. ‘O anlatıcı’ tekniğinin kullanıldığı bölümlerde ise olayların arka planı daha net görülebiliyor lakin hikâyedeki gizem perdesi kitap bittiğinde bile tam olarak aralanmıyor. Bu bağlamda farklı teknik ve bakış açılarının kullanılması metne ayrı bir zenginlik katmış.
Yılanlarla Dans’ı farklı açılardan okumak mümkün. Örneğin Latin Amerika halklarına dair siyasi, toplumsal ve ekonomik veriler içeriyor olması metni salt roman olmaktan çıkarıyor. Romanın başkarakteri sosyoloji mezunu işsiz bir genç olan Don Eduardo evli ablasının yanında kalmaktadır. Günlerini gazete okuyarak ve televizyon izleyerek geçirmektedir. Bir gün yaşadığı evin olduğu sokağa eski bir araba park edilir. Arabada hırpani kılıklı, yaşlı görünen bakımsız bir adam yaşamaktadır. Don Eduardo bu huysuz ihtiyarla iletişime geçmeye çalışır ve zor da olsa başarır. Birlikte bir süre zaman geçirdikten sonra onu öldürür ve yaşadığı sokağa dönerek eski arabanın yanına gelir. İlk baştaki amacı yaşlı adamın arabanın içinde ne gizlediğini öğrenmektir. Arabanın içine girmesiyle olaylar fantastik bir şekilde gelişmeye başlar. Bulduğu mektuplardan adamın kim olduğunu ve sokaklarda yaşamaya başlamasının nedenini öğrenir. Bir süre sonra arabada gizlenmiş dört ‘dişi’ yılanı farkeder ve onlarla konuşmaya başlar. Her birine bir isim verdiği bu yılanlarla duygusal bir iletişim kurar. Yaşlı adama dair tüm detayları öğrendikten sonra onu sokaklarda yaşamaya mecbur eden kişilere karşılık vermek ister. Artık amacı onun yerine geçmektir.
Olayın ‘ben anlatıcı’ kısmı böyle gelişirken ‘o anlatıcı’ kısmında bambaşka bir görüntü vardır. Şehirde adeta terör olayları baş göstermiştir. Arka arkaya ölümlü vakalar, patlamalar, yangınlar çıkmaktadır. Olayların ortak noktası saldırıların yılanlı olması ve ölümlerin büyük kısmının yılan saldırısından (zehrinden) kaynaklanmasıdır. Vakayı çözmesi için görevlendirilen emniyet müdürü yardımcısı meseleyi ilk başta fazla önemsemez fakat kısa sürede bu kadar ölümlü olayın meydana gelmesi şehir açısından güvenlik sorunu olmaya başlar. Olaylar medyanın spekülatif yayınlarının tesiriyle iktidar tarafından planlı olarak örgütlü bir yapının saldırısı şeklinde değerlendirilir ve devlet başkanının hayatının tehlikede olduğu şeklinde yorumlanır. Alınan tedbirler ve yürürlüğe sokulan uygulamalar devlet aygıtının günümüzde fazlaca tanık olduğumuz aşırı korumacı refleksiyle birebir örtüşüyor. Bu anlamda yazar modern devlet anlayışının üstenci görüntüsünü gözler önüne seriyor.
Eserde işlenen konu aşkın bir anlam dünyasına sahip. Metinde yazarın içinden çıktığı bölgedeki sınıfsal farklılıklar, medyanın spekülasyona dayalı işleyişi ve bürokrasinin hantal yapısının izleğini sürmek mümkün. Bunun da ötesinde bölgenin alkol ve uyuşturucu gerçeğiyle de karşılaşıyorsunuz. Net olarak belirtilmese de romanın başkarakterinin davranış bozukluğu gösterdiği veya şizofren ya da paranoyak olduğuna dair göndermeler bulunuyor. Başkahramanın yılanlarla kurduğu (fantastik ve aşırı olarak nitelendirilebilecek) cinsel içerikli aykırı ilişki bu sorunları gün yüzüne çıkarıyor. Sosyo-ekonomik açıdan psikolojisi alt üst olmuş eğitimli, işsiz bir gencin alkol ve uyuşturucu kullandığında yaşadıkları sürreal bir anlatımla gözler önüne seriliyor. Yalın bir gerçekliğe dönüşmüş sahteliklere karşı bir manifesto niteliği taşıyan Yılanlarla Dans, grotesk ve Latin Amerika edebiyatına ilgi duyanların yanında yeraltı edebiyatı severlerin de ilgisini çekecek bir kitap.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Horacio Castellanos Moya’nın Jaguar Kitap tarafından yayınlanan Yılanlarla Dans adlı eseri hayatın söz konusu gerçek-gerçeküstü diyalektiğinin göstergesi gibi. Yüz kırk dört sayfalık bu kısa romanın çevirisi İlker Özünlü’ye ait. Yılanlarla Dans’taki aykırılık ya da sıradışılık gerçeklerle ilişkilendirilerek veriliyor. Kitabı okurken fantastik bir rüyaya eşlik ediyor, bitirdiğinizde ise gerçeküstü öğelerle dolu bir rüyadan uyanmış gibi oluyorsunuz. Fakat öte yandan uyandığınız hayatın çok farklı olmadığını biliyorsunuz.
İki anlatım tipi/açısı kullanan yazar bazı bölümleri başkarakterin ağzından ‘ben anlatıcı’ tekniğiyle aktarırken bazı bölümleri ‘o anlatıcı’ (ya da yazar anlatıcı) tekniğiyle bir gözlemci olarak aktarıyor. ‘Ben anlatıcı’ tekniğinin kullanıldığı bölümler olaylardan ziyade psikolojik bir iç gerilimi yansıtıyor diyebiliriz. ‘O anlatıcı’ tekniğinin kullanıldığı bölümlerde ise olayların arka planı daha net görülebiliyor lakin hikâyedeki gizem perdesi kitap bittiğinde bile tam olarak aralanmıyor. Bu bağlamda farklı teknik ve bakış açılarının kullanılması metne ayrı bir zenginlik katmış.
Yılanlarla Dans’ı farklı açılardan okumak mümkün. Örneğin Latin Amerika halklarına dair siyasi, toplumsal ve ekonomik veriler içeriyor olması metni salt roman olmaktan çıkarıyor. Romanın başkarakteri sosyoloji mezunu işsiz bir genç olan Don Eduardo evli ablasının yanında kalmaktadır. Günlerini gazete okuyarak ve televizyon izleyerek geçirmektedir. Bir gün yaşadığı evin olduğu sokağa eski bir araba park edilir. Arabada hırpani kılıklı, yaşlı görünen bakımsız bir adam yaşamaktadır. Don Eduardo bu huysuz ihtiyarla iletişime geçmeye çalışır ve zor da olsa başarır. Birlikte bir süre zaman geçirdikten sonra onu öldürür ve yaşadığı sokağa dönerek eski arabanın yanına gelir. İlk baştaki amacı yaşlı adamın arabanın içinde ne gizlediğini öğrenmektir. Arabanın içine girmesiyle olaylar fantastik bir şekilde gelişmeye başlar. Bulduğu mektuplardan adamın kim olduğunu ve sokaklarda yaşamaya başlamasının nedenini öğrenir. Bir süre sonra arabada gizlenmiş dört ‘dişi’ yılanı farkeder ve onlarla konuşmaya başlar. Her birine bir isim verdiği bu yılanlarla duygusal bir iletişim kurar. Yaşlı adama dair tüm detayları öğrendikten sonra onu sokaklarda yaşamaya mecbur eden kişilere karşılık vermek ister. Artık amacı onun yerine geçmektir.
Olayın ‘ben anlatıcı’ kısmı böyle gelişirken ‘o anlatıcı’ kısmında bambaşka bir görüntü vardır. Şehirde adeta terör olayları baş göstermiştir. Arka arkaya ölümlü vakalar, patlamalar, yangınlar çıkmaktadır. Olayların ortak noktası saldırıların yılanlı olması ve ölümlerin büyük kısmının yılan saldırısından (zehrinden) kaynaklanmasıdır. Vakayı çözmesi için görevlendirilen emniyet müdürü yardımcısı meseleyi ilk başta fazla önemsemez fakat kısa sürede bu kadar ölümlü olayın meydana gelmesi şehir açısından güvenlik sorunu olmaya başlar. Olaylar medyanın spekülatif yayınlarının tesiriyle iktidar tarafından planlı olarak örgütlü bir yapının saldırısı şeklinde değerlendirilir ve devlet başkanının hayatının tehlikede olduğu şeklinde yorumlanır. Alınan tedbirler ve yürürlüğe sokulan uygulamalar devlet aygıtının günümüzde fazlaca tanık olduğumuz aşırı korumacı refleksiyle birebir örtüşüyor. Bu anlamda yazar modern devlet anlayışının üstenci görüntüsünü gözler önüne seriyor.
Eserde işlenen konu aşkın bir anlam dünyasına sahip. Metinde yazarın içinden çıktığı bölgedeki sınıfsal farklılıklar, medyanın spekülasyona dayalı işleyişi ve bürokrasinin hantal yapısının izleğini sürmek mümkün. Bunun da ötesinde bölgenin alkol ve uyuşturucu gerçeğiyle de karşılaşıyorsunuz. Net olarak belirtilmese de romanın başkarakterinin davranış bozukluğu gösterdiği veya şizofren ya da paranoyak olduğuna dair göndermeler bulunuyor. Başkahramanın yılanlarla kurduğu (fantastik ve aşırı olarak nitelendirilebilecek) cinsel içerikli aykırı ilişki bu sorunları gün yüzüne çıkarıyor. Sosyo-ekonomik açıdan psikolojisi alt üst olmuş eğitimli, işsiz bir gencin alkol ve uyuşturucu kullandığında yaşadıkları sürreal bir anlatımla gözler önüne seriliyor. Yalın bir gerçekliğe dönüşmüş sahteliklere karşı bir manifesto niteliği taşıyan Yılanlarla Dans, grotesk ve Latin Amerika edebiyatına ilgi duyanların yanında yeraltı edebiyatı severlerin de ilgisini çekecek bir kitap.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
15 Ağustos 2018 Çarşamba
Milli mücadele yolunda yorgun bir savaşçı
"Ezan sesi duyulmuyor
Haç dikilmiş minbere
Kâfir Yunan bayrak asmış
Camilere, her yere
Öyle ise gel kardeşim
Hep verelim elele
Patlatalım bombaları
Çanlar sussun her yerde."
- İsmet Özel, Amentü
Kemal Tahir, yakın tarihimizi konu alan romanlarıyla hem övgü hem yergi almış -bence- Türk Edebiyatı’nın (Türkçe edebiyatın değil!) en önemli ve en büyük romancısıdır. Gerek cumhuriyetin kuruluş aşamasını ve çok partili hayata geçme çabalarını konu ettiği Esir Şehir Üçlemesi, gerek İzmir suikastını anlattığı Kurt Kanunu, gerekse 1. Dünya Savaşı’ndan sonra milli mücadeleye uzanan yolun kurgulandığı Yorgun Savaşçı bu kitaplardan bazılarıdır. Özellikle Yorgun Savaşçı, Kemal Tahir’in en önemli eserlerinden biri olarak gösterilir. Benim için de Devlet Ana’yla birlikte yeri ayrıdır. (Ayrıca Halit Refiğ tarafından filme de uyarlanan Yorgun Savaşçı’nın bütün kayıtları resmi tarihi yansıtmıyor gerekçesiyle Kenan Evren yönetimindeki askeri cunta tarafından yok edilmiştir.)
Romanın başkahramanı, Tahir’in Yol Ayrımı romanındaki yan karakterlerden biri olan Yüzbaşı Cemil, nam-ı diğer Cehennem Topçu Cemil’dir. Üç ana bölümden oluşan kitap Von Kres Paşa’nın Dürbünü adlı bölümle başlar. Von Kres Paşa, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Alman subayıdır. 8. Ordu Komutanlığı’nda görev yapmış ve Kanal harekâtlarını planlamıştır. Dürbünü, Filistin cephesinde beraber savaşırken Yüzbaşı Cemil’e kendisi hediye etmiştir.
Roman, İttihatçı, eski Diyarbakır valisi Çerkez Reşit Bey’in polis tarafından sıkıştırıldığında, Yüzbaşı Cemil’in evinin yakınlarında kendini vurmasıyla başlar. Devir, deyim yerindeyse 'ittihatçı avı’ devridir ve 1. Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetin faturası İttihatçılara kesilmiştir. Yüzbaşı Cemil de İttihatçıdır ve sokak ortasında kendini vuran Reşit Bey’i evinde saklamak üzere beklediği sırada bu olay gerçekleşir.
İlk bölümde hikâye, saklanan İttihatçılar üzerinden gider. İstanbul’un işgali konu edilir. Doktor Münir Bey’in evinde uzunca bir süre saklanan İttihatçıların kendi aralarında konuşmalarını, bir özeleştiri yapmalarını görmek mümkündür. Bu evde saklananlardan biri de Halil Kut Paşa’dır. Kemal Tahir, Paşa’nın ağzından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin nerelerde hata yaptığını ve Sultan Abdülhamit’le olan problemlerini söyletir:
“Halil Paşa biraz düşünüp başını salladı:
‘Aslına bakarsan, iktidara geçinceye kadar ‘kadro’ diye bir şeyin gerekliliğinden değil, dünyada var olduğundan bile haberimiz yoktu bizim… Anayasa geri getirilirse bütün Osmanlılar memleketin kalkınması için el ele verecekler, her şey birden düzelecek sanmıştık. Otuz iki yıl süren despotluğa bu süre içinde kimler başkaldırdıysa hepsini kendimizden sayıyorduk. Bunlar bizce, memleketin en namuslu, en vicdanlı, en işe yarar insanlarıydı. Var güçleriyle işe sarılacaklar, vatanı bir yıla kalmadan cennete çevireceklerdi. Hele Avrupa’da bunca yıl Abdülhamit despotluğuyla boğuşanların hepsi her zorluğun altından akılla kalkacak kadar derin bilgili adamlardı. Meğer kiminin hiç bilgisi yokmuş, kiminin tecrübesi… Kimi iyi niyetle saçma yollar gösterdi, işler büsbütün karıştırdı, kimi kendi çıkarı için büsbütün yokuşa sürmeye kalktı bizi… Altı aya varmadan anladık içine düştüğümüz çıkmazı… Bu anlayış, avanak olmadığımızı gösterir. İyi niyetimizin ispatı da, anayasayı kurtarır kurtarmaz, hemen hükümeti kurup birer koltuğa yerleşmeyişimiz… Eski gidişin soygunundan pay almayı düşünmediğimizi de sen herkesten iyi bilirsin. … Kadronun gerekli olduğuna kısa zamanda inandık ama yetiştirmeye vakit bulamadık. Ben bu kadro meselesini de çok düşündüm doktor! İnkılapların ilk kadroları, inkılaptan çok önce hazırlanıyor. Biz bunu yapamadık. Belki inkılaptan sonra da hazırlanır, ama biz buna da vakit bulamadık.”
Karanlığın Dibi adını verdiği ikinci bölümde Tahir bize, hem Anadolu’nun ahvalinden hem de Anadolu’daki insanların savaş karşısındaki yılgınlıkları sebebiyle gerçekten de tam bir dip karanlıktan bahseder. Şöyle der Yüzbaşı Selahattin Cehennem Topçu’ya:
“Genel durum şu: Millet savaştan yılgın… ‘Vuruşalım’, demiyor musun, anasına sövmüşsün gibi sırtarıyor! Yedek subaylardan yarısı evlerine kapanmış, yarısı ekmek parası derdine düşmüş… Bizimkilerin çoğu hasta, sakat… Sağlamları daha yenilginin şaşkınlığından kurtulamadı. Kala kala… Bir avuç senin gibi, ‘Bizim aklımız ermezi’ diyen subayla gözünü budaktan sakınmaz deli aydın kaldı. Gerisi asker kaçağı, çapulcu, kısacası eşkıya dediğimiz rezil sürüsü…”
Bu bölümde Yüzbaşı Cemil’in İstanbul’dan Anadolu’ya, Balıkesir üzerinden Akhisar’a geçişi ve bu bölgedeki olaylar konu edilir. Olumsuz bir hava vardır bu bölümde. Okur, hem karamsar bir havaya kapılır hem de direnişe yanaşmayan halka iyi bir gözle bakmaz. Hatta ‘Yunan bize bir şey yapmayacakmış, İttihatçılar gâvur’ bakışı hâkimdir halkta. Zaman zaman, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a geçiş durumları da konu kapsamına alınır. (Oktay Akbal, Yorgun Savaşçı romanını Mustafa Kemal’i hak ettiği şekilde göstermediği gerekçesiyle eleştirir fakat roman 1967 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanır.)
Bu bölümde anlatılan, vatanın düşüşü karşısında kendini ortaya atan İttihatçılara halkın kötü bir gözle hatta düşman gibi bakması, romandaki toplumsal bir durumdur. Bir yandan İttihatçı olduğunu gizlemeye çalışan Yüzbaşı Cemil diğer yandan vatan savunmasını gerçekleştirmek için halkı örgütlemeye çalışır. Fakat istenmeyen adam ilan edilir arkadaşlarıyla birlikte, hatta canları bile tehlikeye girer. Romanın bu kısmındaki satırları okurken aklıma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın "Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor" sözü aklıma geldi. Bu bölümü özetleyen bir söz olarak bakabiliriz buna. Vaziyet ise şu şekildedir Ege’de:
“İttihatçılar?
Haa… O başka… İttihatçıların dönemeyenleri bu yenilgiden sorumlu sayıyorlar kendilerini… Onlar elde bir… Buraya gelir gelmez sen de, biz de neden Çerkez Reşit Bey’i aradık? İster istemez, bizdendir diye… Ama bunun bir çürük yönü var, milletin önüne İttihatçı olarak çıkamıyorsun! Senin anlayacağın, bu sıra cambazlık sırası… Biraz kaypak olacaksın, biraz gözbağcı, biraz da kıyıcı… Çünkü bir işe sıvanabileceksen hergele takımıyla sıvanacaksın, hiç değil şimdilik…”
Romanın ve bölümlerinin ismi Kemal Tahir’in özel önem verdiği bir şeydir. Son bölüm "Dönemeç" de bunlardan biridir. Burada bir dönüm noktası anlatılır: Düzensiz birliklerin, çetelerin düzenli bir hâle geliş süreci. İkinci bölümdeki karanlık aydınlığa dönmeye başlamıştır. Mustafa Kemal’le irtibat sağlanır. İş birliği çerçevesinde önemli kazanımlar elde eder Türkler. Fakat bir yere kadar Kemal Tahir, ordunun içindeki vahimliği ve bölünmüşlüğü aktarmaya devam eder. Milli mücadeleye karşı çıkanlar da vardır ve ironik bir şekilde şöyle resmedilir bu durum:
“Cemil kâğıdı alışık bir hareketle ağır ağır yırttı. Evet, gülle gibi döne döne akıl almaz bir karışıklığın tam ortasına gidiyorlardı. Bir kolorduya komuta eden bir kurmay albayı yola getirmek için bir soyguncuyu kullanmak zorunda kaldıklarına göre, içinde debelendikleri karışıklığı oturup enine boyuna yeni baştan incelemek lazım geliyordu.”
İlahi/Tanrısal bakış açısıyla anlatılır Yorgun Savaşçı. Okur her şeye hâkimdir, olayların öncesini ve sonrasını bilir. Fakat kitabın bazı karakterlerinin sonraki akıbetini öğrenemez. Çünkü romanda bir yere kadar getirilip hikâyesi tamamlanmayan yan karakterler de mevcuttur. 1919-1920 yıllarında geçen romanda mekân olarak en çok İstanbul ve Akhisar’ı görüyoruz.
Roman hakkında sonuç olarak ve kısaca şunu diyebiliriz: Yüzbaşı Cemil üzerinden kurgulanan ve milli mücadeleye nasıl gidildiği, mücadelenin nasıl başladığı anlatılan bir kitaptır Yorgun Savaşçı. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri de bolca konu edilir. Zaten baş kahraman da bir İttihatçıdır daha önce değindiğim gibi. Fakat olumlu veya olumsuz bir yargıyla değil, objektif değerlendirmeye çalışır yazar bu kişileri. Ayrıca söylemek gerekir ki kronolojisi sağlam kitaplardan biridir bu eser. Kurgu açısından da Kemal Tahir’in en iyi kitaplarından biridir. Tahir’in en sevilen eserlerinden olmasını bu iki sebebe bağlıyorum. Deyim yerindeyse ilmek ilmek işlenmiş bir romandır Yorgun Savaşçı.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Haç dikilmiş minbere
Kâfir Yunan bayrak asmış
Camilere, her yere
Öyle ise gel kardeşim
Hep verelim elele
Patlatalım bombaları
Çanlar sussun her yerde."
- İsmet Özel, Amentü
Kemal Tahir, yakın tarihimizi konu alan romanlarıyla hem övgü hem yergi almış -bence- Türk Edebiyatı’nın (Türkçe edebiyatın değil!) en önemli ve en büyük romancısıdır. Gerek cumhuriyetin kuruluş aşamasını ve çok partili hayata geçme çabalarını konu ettiği Esir Şehir Üçlemesi, gerek İzmir suikastını anlattığı Kurt Kanunu, gerekse 1. Dünya Savaşı’ndan sonra milli mücadeleye uzanan yolun kurgulandığı Yorgun Savaşçı bu kitaplardan bazılarıdır. Özellikle Yorgun Savaşçı, Kemal Tahir’in en önemli eserlerinden biri olarak gösterilir. Benim için de Devlet Ana’yla birlikte yeri ayrıdır. (Ayrıca Halit Refiğ tarafından filme de uyarlanan Yorgun Savaşçı’nın bütün kayıtları resmi tarihi yansıtmıyor gerekçesiyle Kenan Evren yönetimindeki askeri cunta tarafından yok edilmiştir.)
Romanın başkahramanı, Tahir’in Yol Ayrımı romanındaki yan karakterlerden biri olan Yüzbaşı Cemil, nam-ı diğer Cehennem Topçu Cemil’dir. Üç ana bölümden oluşan kitap Von Kres Paşa’nın Dürbünü adlı bölümle başlar. Von Kres Paşa, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Alman subayıdır. 8. Ordu Komutanlığı’nda görev yapmış ve Kanal harekâtlarını planlamıştır. Dürbünü, Filistin cephesinde beraber savaşırken Yüzbaşı Cemil’e kendisi hediye etmiştir.
Roman, İttihatçı, eski Diyarbakır valisi Çerkez Reşit Bey’in polis tarafından sıkıştırıldığında, Yüzbaşı Cemil’in evinin yakınlarında kendini vurmasıyla başlar. Devir, deyim yerindeyse 'ittihatçı avı’ devridir ve 1. Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetin faturası İttihatçılara kesilmiştir. Yüzbaşı Cemil de İttihatçıdır ve sokak ortasında kendini vuran Reşit Bey’i evinde saklamak üzere beklediği sırada bu olay gerçekleşir.
İlk bölümde hikâye, saklanan İttihatçılar üzerinden gider. İstanbul’un işgali konu edilir. Doktor Münir Bey’in evinde uzunca bir süre saklanan İttihatçıların kendi aralarında konuşmalarını, bir özeleştiri yapmalarını görmek mümkündür. Bu evde saklananlardan biri de Halil Kut Paşa’dır. Kemal Tahir, Paşa’nın ağzından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin nerelerde hata yaptığını ve Sultan Abdülhamit’le olan problemlerini söyletir:
“Halil Paşa biraz düşünüp başını salladı:
‘Aslına bakarsan, iktidara geçinceye kadar ‘kadro’ diye bir şeyin gerekliliğinden değil, dünyada var olduğundan bile haberimiz yoktu bizim… Anayasa geri getirilirse bütün Osmanlılar memleketin kalkınması için el ele verecekler, her şey birden düzelecek sanmıştık. Otuz iki yıl süren despotluğa bu süre içinde kimler başkaldırdıysa hepsini kendimizden sayıyorduk. Bunlar bizce, memleketin en namuslu, en vicdanlı, en işe yarar insanlarıydı. Var güçleriyle işe sarılacaklar, vatanı bir yıla kalmadan cennete çevireceklerdi. Hele Avrupa’da bunca yıl Abdülhamit despotluğuyla boğuşanların hepsi her zorluğun altından akılla kalkacak kadar derin bilgili adamlardı. Meğer kiminin hiç bilgisi yokmuş, kiminin tecrübesi… Kimi iyi niyetle saçma yollar gösterdi, işler büsbütün karıştırdı, kimi kendi çıkarı için büsbütün yokuşa sürmeye kalktı bizi… Altı aya varmadan anladık içine düştüğümüz çıkmazı… Bu anlayış, avanak olmadığımızı gösterir. İyi niyetimizin ispatı da, anayasayı kurtarır kurtarmaz, hemen hükümeti kurup birer koltuğa yerleşmeyişimiz… Eski gidişin soygunundan pay almayı düşünmediğimizi de sen herkesten iyi bilirsin. … Kadronun gerekli olduğuna kısa zamanda inandık ama yetiştirmeye vakit bulamadık. Ben bu kadro meselesini de çok düşündüm doktor! İnkılapların ilk kadroları, inkılaptan çok önce hazırlanıyor. Biz bunu yapamadık. Belki inkılaptan sonra da hazırlanır, ama biz buna da vakit bulamadık.”
Karanlığın Dibi adını verdiği ikinci bölümde Tahir bize, hem Anadolu’nun ahvalinden hem de Anadolu’daki insanların savaş karşısındaki yılgınlıkları sebebiyle gerçekten de tam bir dip karanlıktan bahseder. Şöyle der Yüzbaşı Selahattin Cehennem Topçu’ya:
“Genel durum şu: Millet savaştan yılgın… ‘Vuruşalım’, demiyor musun, anasına sövmüşsün gibi sırtarıyor! Yedek subaylardan yarısı evlerine kapanmış, yarısı ekmek parası derdine düşmüş… Bizimkilerin çoğu hasta, sakat… Sağlamları daha yenilginin şaşkınlığından kurtulamadı. Kala kala… Bir avuç senin gibi, ‘Bizim aklımız ermezi’ diyen subayla gözünü budaktan sakınmaz deli aydın kaldı. Gerisi asker kaçağı, çapulcu, kısacası eşkıya dediğimiz rezil sürüsü…”
Bu bölümde Yüzbaşı Cemil’in İstanbul’dan Anadolu’ya, Balıkesir üzerinden Akhisar’a geçişi ve bu bölgedeki olaylar konu edilir. Olumsuz bir hava vardır bu bölümde. Okur, hem karamsar bir havaya kapılır hem de direnişe yanaşmayan halka iyi bir gözle bakmaz. Hatta ‘Yunan bize bir şey yapmayacakmış, İttihatçılar gâvur’ bakışı hâkimdir halkta. Zaman zaman, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a geçiş durumları da konu kapsamına alınır. (Oktay Akbal, Yorgun Savaşçı romanını Mustafa Kemal’i hak ettiği şekilde göstermediği gerekçesiyle eleştirir fakat roman 1967 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanır.)
Bu bölümde anlatılan, vatanın düşüşü karşısında kendini ortaya atan İttihatçılara halkın kötü bir gözle hatta düşman gibi bakması, romandaki toplumsal bir durumdur. Bir yandan İttihatçı olduğunu gizlemeye çalışan Yüzbaşı Cemil diğer yandan vatan savunmasını gerçekleştirmek için halkı örgütlemeye çalışır. Fakat istenmeyen adam ilan edilir arkadaşlarıyla birlikte, hatta canları bile tehlikeye girer. Romanın bu kısmındaki satırları okurken aklıma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın "Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor" sözü aklıma geldi. Bu bölümü özetleyen bir söz olarak bakabiliriz buna. Vaziyet ise şu şekildedir Ege’de:
“İttihatçılar?
Haa… O başka… İttihatçıların dönemeyenleri bu yenilgiden sorumlu sayıyorlar kendilerini… Onlar elde bir… Buraya gelir gelmez sen de, biz de neden Çerkez Reşit Bey’i aradık? İster istemez, bizdendir diye… Ama bunun bir çürük yönü var, milletin önüne İttihatçı olarak çıkamıyorsun! Senin anlayacağın, bu sıra cambazlık sırası… Biraz kaypak olacaksın, biraz gözbağcı, biraz da kıyıcı… Çünkü bir işe sıvanabileceksen hergele takımıyla sıvanacaksın, hiç değil şimdilik…”
Romanın ve bölümlerinin ismi Kemal Tahir’in özel önem verdiği bir şeydir. Son bölüm "Dönemeç" de bunlardan biridir. Burada bir dönüm noktası anlatılır: Düzensiz birliklerin, çetelerin düzenli bir hâle geliş süreci. İkinci bölümdeki karanlık aydınlığa dönmeye başlamıştır. Mustafa Kemal’le irtibat sağlanır. İş birliği çerçevesinde önemli kazanımlar elde eder Türkler. Fakat bir yere kadar Kemal Tahir, ordunun içindeki vahimliği ve bölünmüşlüğü aktarmaya devam eder. Milli mücadeleye karşı çıkanlar da vardır ve ironik bir şekilde şöyle resmedilir bu durum:
“Cemil kâğıdı alışık bir hareketle ağır ağır yırttı. Evet, gülle gibi döne döne akıl almaz bir karışıklığın tam ortasına gidiyorlardı. Bir kolorduya komuta eden bir kurmay albayı yola getirmek için bir soyguncuyu kullanmak zorunda kaldıklarına göre, içinde debelendikleri karışıklığı oturup enine boyuna yeni baştan incelemek lazım geliyordu.”
İlahi/Tanrısal bakış açısıyla anlatılır Yorgun Savaşçı. Okur her şeye hâkimdir, olayların öncesini ve sonrasını bilir. Fakat kitabın bazı karakterlerinin sonraki akıbetini öğrenemez. Çünkü romanda bir yere kadar getirilip hikâyesi tamamlanmayan yan karakterler de mevcuttur. 1919-1920 yıllarında geçen romanda mekân olarak en çok İstanbul ve Akhisar’ı görüyoruz.
Roman hakkında sonuç olarak ve kısaca şunu diyebiliriz: Yüzbaşı Cemil üzerinden kurgulanan ve milli mücadeleye nasıl gidildiği, mücadelenin nasıl başladığı anlatılan bir kitaptır Yorgun Savaşçı. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri de bolca konu edilir. Zaten baş kahraman da bir İttihatçıdır daha önce değindiğim gibi. Fakat olumlu veya olumsuz bir yargıyla değil, objektif değerlendirmeye çalışır yazar bu kişileri. Ayrıca söylemek gerekir ki kronolojisi sağlam kitaplardan biridir bu eser. Kurgu açısından da Kemal Tahir’in en iyi kitaplarından biridir. Tahir’in en sevilen eserlerinden olmasını bu iki sebebe bağlıyorum. Deyim yerindeyse ilmek ilmek işlenmiş bir romandır Yorgun Savaşçı.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Birbirinin akrabası olan hikayeler
"Her insanın iki güneşi vardır; biri içinde öteki dışında."
“Ben Sur Kentini bir insana benzetirim: Evleri birer hücre gibi düşün, küçük ara sokaklarımızı vücudumuzdaki ince damarlar say, ana caddelerimizi kalın damarlarımıza benzet, şehrin meydanını yüreğimiz kabul et. Eskiden her yandan temiz bir kan akardı Sur şehrinin yüreğine; çarpıntısı dakik ve sağlıklıydı, ama artık değil.” diye tasvir ediyor kendisinin de içinde yaşadığı Sur kentini, Bilge Mansur.
Sur Kenti Hikayeleri, Ali Ayçil’in şiirsel ve estetik dilinden fazlaca nasibi almış, yirmi hikayeden oluşuyor. Kitap daha başlamadan önsözünden sarıp sarmalıyor okuyucuyu. Ali Ayçil, "Ben hiç farkında olmadan, birbirinden bağımsız da okunabilen ama birbirlerinin akrabası olan hikayeler yazmıştım.” diyor neşrettiği hikayeler için. Beni en çok etkileyen hikaye Sakine’nin Mil Çekilmiş Gözleri oldu.
Bu birbirinin akrabası olan hikayeleri okurken merakla ne şekilde birbirine tamamen bağlanacak diye bekledim. Kentte herkes birbirinin içinden geçiyor. Tüm hikayeler birbirinin tamamlayıcısı gibi. Bu yönüyle bir puzzle andırıyor hikayeler. Eksik bir parçasının olması halinde hikayeler bütün halini alamıyor. Zaten kitabın önsözünde de hikayelerin “bir üzüm salkımı halinde” düşünülmesi için okuyucu uyarılıyor.
“Bazıları, kimsenin anlayamayacağı bir eziyetin nöbetini tutarlar, bir türlü kapatamazlar dünyayla aralarındaki uçurumu.”
Kitap boyunca "coğrafya kaderdir" sözü hatta günümüzde evriltildiği "coğrafya kederdir" haliyle dönüp dolaştı zihnimde. Surlarla çevrili bir kentte insanların kaderleri ve kederleri birbirinden ne kadar bağımsız olabilir ki? Ayrıca ‘sur’ kelimesi ikinci ve halk ağzındaki anlamı ile: talih, alın yazısı, uğur manalarına da geliyor. Yazar burada ‘sur’ kelimesini her iki anlama gelecek şekilde kullanarak bir anlam zenginliği yaratmış.
Kahramanların çoğu Sur kentinde yaşamını sürdürüyor. Bir şekilde yolu düşenler ise bu kentteki insanlarla gönül bağı kuruyor. Bu kente yolu düşenlerden biri de Seyyah İbn Battuta. Kenti ilk görüşü şöyle tasvir ediliyor Battuta’nın: “O an, belleğindeki sayısız kentin gözüyle baktı ona. Sayısız kente bakmanın verdiği tecrübeyle, yanılmayacağını umarak üç kelime fısıldadı: Kasvet, hatıra, ölüm! Heyecanını yitirmiş bir kentti gördüğü; bütün bitkin kentlerin üzerini kaplayan o garip toz bulutundan anladı bunu…”
Metnin merkezinde yavaş yavaş eriyen, çözülen yok olan bir kent ve kent insanları var. Hem kitabın başında hem de sonunda “Eridi, çözüldü ve yok oldu. Yeryüzü unuttu onu.” alıntısı kitabın tamamına bir motif gibi işlenmiş.
Motif diyebileceğim diğer kavramlar ise şöyle: aşk, anı, beklemek, görmek, peşine düşülen sorular, yol, göz, sessizlik. Bu motiflerin bazıları ise aşk-ihanet, gitmek-kalmak, söylemek-susmak, yaşam-ölüm, isyan-şükür vs. gibi zıtlıklarla bir arada verilmiş. Zira verilmek istenen mesaj bu zıtlıklarla daha iyi işlenmiş. “Kimse aydınlıktan kuşku duymaz; saklanmak istenen, karanlıkta değil asıl aydınlıkta saklanırdı.”
Kitapta; seyyah, sarraf, seyis, nakkaş, sihirbaz, attar, nalbantlık gibi bir çok meslek dalı ile uğraşan kahramanlar anlatılıyor. Hem meslek dalları hem hikayeleri anlatılan kişilerin isimleri, eski çağrışımlar sunarak divan edebiyatından nesir bir eser okuyormuş izlenimi kattı bana. Hikayesi anlatılan erkek kahramanların birçoğunun güzellikleriyle tasvir edilmiş olması da bilindiği üzre Klasik Türk Edebiyatı mesnevi türünün özelliklerinden biri.
Hikayelerine tanıklık ettiğimiz bütün kahramanların tek tek ele alınıp incelenmesi gerektiğini düşünüyorum fakat bu bahis çok uzun ve detaylı olacağı için kitaptan bir alıntıyla kahramanları özetlemeyi şimdilik yeterli buluyorum: “dünyayla yarışmış, dünyayı yormuş ve dünya tarafından yeterince yorulmuş”.
Tancalı Seyyah İbn Battuta ve Dilber Makbule kitap içinde söz sahibi olan, kendi hikayelerini anlatan, metnin üst kurmaca kısmını oluşturan kahramanlardır. Battuta, kendi hikayesini bir seyahatname üslubu ile anlatırken; Dilber Makbule, hikayelerin birbirine bağlandığı kısmı anlatıp kalan boşlukları dolduruyor ve “insanlar insanların acılarına akrabadır” diyerek kahramanların arasındaki örüntüyü, gizli bağları, görünmeyenleri aşikar kılıyor.
Son söz niyetine kitaptan bir alıntı bırakıyorum:
“Gördü ki, görünen hayatların pek çoğunun bir başkası tarafından görülmeyecek kadar kalın bir astarı vardır. İnsanlar balçıklarını tıpkı bir zırh gibi kullanıyorlardı. Bir zırh gibi kullanıyorlar, başkalarından sakladıkları ne varsa o zırhın içine doluşturuyorlardı. O zırh tıka basa dolunca bir genişliğe ihtiyaç duyuyor, ellerini çoğunlukla bu vakitte açıyorlardı gökyüzüne. Herkes içinde başka bir dünya, başka bir arzu, başka bir kişi taşıdığı için hayat, gerçek yüzü özenle saklanmış zekice bir oyuna dönüşüyordu.”
Zeliha Tanbağa
twitter.com/ZelissTan
“Ben Sur Kentini bir insana benzetirim: Evleri birer hücre gibi düşün, küçük ara sokaklarımızı vücudumuzdaki ince damarlar say, ana caddelerimizi kalın damarlarımıza benzet, şehrin meydanını yüreğimiz kabul et. Eskiden her yandan temiz bir kan akardı Sur şehrinin yüreğine; çarpıntısı dakik ve sağlıklıydı, ama artık değil.” diye tasvir ediyor kendisinin de içinde yaşadığı Sur kentini, Bilge Mansur.
Sur Kenti Hikayeleri, Ali Ayçil’in şiirsel ve estetik dilinden fazlaca nasibi almış, yirmi hikayeden oluşuyor. Kitap daha başlamadan önsözünden sarıp sarmalıyor okuyucuyu. Ali Ayçil, "Ben hiç farkında olmadan, birbirinden bağımsız da okunabilen ama birbirlerinin akrabası olan hikayeler yazmıştım.” diyor neşrettiği hikayeler için. Beni en çok etkileyen hikaye Sakine’nin Mil Çekilmiş Gözleri oldu.
Bu birbirinin akrabası olan hikayeleri okurken merakla ne şekilde birbirine tamamen bağlanacak diye bekledim. Kentte herkes birbirinin içinden geçiyor. Tüm hikayeler birbirinin tamamlayıcısı gibi. Bu yönüyle bir puzzle andırıyor hikayeler. Eksik bir parçasının olması halinde hikayeler bütün halini alamıyor. Zaten kitabın önsözünde de hikayelerin “bir üzüm salkımı halinde” düşünülmesi için okuyucu uyarılıyor.
“Bazıları, kimsenin anlayamayacağı bir eziyetin nöbetini tutarlar, bir türlü kapatamazlar dünyayla aralarındaki uçurumu.”
Kitap boyunca "coğrafya kaderdir" sözü hatta günümüzde evriltildiği "coğrafya kederdir" haliyle dönüp dolaştı zihnimde. Surlarla çevrili bir kentte insanların kaderleri ve kederleri birbirinden ne kadar bağımsız olabilir ki? Ayrıca ‘sur’ kelimesi ikinci ve halk ağzındaki anlamı ile: talih, alın yazısı, uğur manalarına da geliyor. Yazar burada ‘sur’ kelimesini her iki anlama gelecek şekilde kullanarak bir anlam zenginliği yaratmış.
Kahramanların çoğu Sur kentinde yaşamını sürdürüyor. Bir şekilde yolu düşenler ise bu kentteki insanlarla gönül bağı kuruyor. Bu kente yolu düşenlerden biri de Seyyah İbn Battuta. Kenti ilk görüşü şöyle tasvir ediliyor Battuta’nın: “O an, belleğindeki sayısız kentin gözüyle baktı ona. Sayısız kente bakmanın verdiği tecrübeyle, yanılmayacağını umarak üç kelime fısıldadı: Kasvet, hatıra, ölüm! Heyecanını yitirmiş bir kentti gördüğü; bütün bitkin kentlerin üzerini kaplayan o garip toz bulutundan anladı bunu…”
Metnin merkezinde yavaş yavaş eriyen, çözülen yok olan bir kent ve kent insanları var. Hem kitabın başında hem de sonunda “Eridi, çözüldü ve yok oldu. Yeryüzü unuttu onu.” alıntısı kitabın tamamına bir motif gibi işlenmiş.
Motif diyebileceğim diğer kavramlar ise şöyle: aşk, anı, beklemek, görmek, peşine düşülen sorular, yol, göz, sessizlik. Bu motiflerin bazıları ise aşk-ihanet, gitmek-kalmak, söylemek-susmak, yaşam-ölüm, isyan-şükür vs. gibi zıtlıklarla bir arada verilmiş. Zira verilmek istenen mesaj bu zıtlıklarla daha iyi işlenmiş. “Kimse aydınlıktan kuşku duymaz; saklanmak istenen, karanlıkta değil asıl aydınlıkta saklanırdı.”
Kitapta; seyyah, sarraf, seyis, nakkaş, sihirbaz, attar, nalbantlık gibi bir çok meslek dalı ile uğraşan kahramanlar anlatılıyor. Hem meslek dalları hem hikayeleri anlatılan kişilerin isimleri, eski çağrışımlar sunarak divan edebiyatından nesir bir eser okuyormuş izlenimi kattı bana. Hikayesi anlatılan erkek kahramanların birçoğunun güzellikleriyle tasvir edilmiş olması da bilindiği üzre Klasik Türk Edebiyatı mesnevi türünün özelliklerinden biri.
Hikayelerine tanıklık ettiğimiz bütün kahramanların tek tek ele alınıp incelenmesi gerektiğini düşünüyorum fakat bu bahis çok uzun ve detaylı olacağı için kitaptan bir alıntıyla kahramanları özetlemeyi şimdilik yeterli buluyorum: “dünyayla yarışmış, dünyayı yormuş ve dünya tarafından yeterince yorulmuş”.
Tancalı Seyyah İbn Battuta ve Dilber Makbule kitap içinde söz sahibi olan, kendi hikayelerini anlatan, metnin üst kurmaca kısmını oluşturan kahramanlardır. Battuta, kendi hikayesini bir seyahatname üslubu ile anlatırken; Dilber Makbule, hikayelerin birbirine bağlandığı kısmı anlatıp kalan boşlukları dolduruyor ve “insanlar insanların acılarına akrabadır” diyerek kahramanların arasındaki örüntüyü, gizli bağları, görünmeyenleri aşikar kılıyor.
Son söz niyetine kitaptan bir alıntı bırakıyorum:
“Gördü ki, görünen hayatların pek çoğunun bir başkası tarafından görülmeyecek kadar kalın bir astarı vardır. İnsanlar balçıklarını tıpkı bir zırh gibi kullanıyorlardı. Bir zırh gibi kullanıyorlar, başkalarından sakladıkları ne varsa o zırhın içine doluşturuyorlardı. O zırh tıka basa dolunca bir genişliğe ihtiyaç duyuyor, ellerini çoğunlukla bu vakitte açıyorlardı gökyüzüne. Herkes içinde başka bir dünya, başka bir arzu, başka bir kişi taşıdığı için hayat, gerçek yüzü özenle saklanmış zekice bir oyuna dönüşüyordu.”
Zeliha Tanbağa
twitter.com/ZelissTan
13 Ağustos 2018 Pazartesi
Kalbin rahlesinden düşenler
“Vefâ bazen unutmaktır.”
- Haydar Ergülen
Bir kitabın kapağı, kitabı okurken belirleyici unsurumuz olmasa da ilk kez okuyacağımız yazarlar için az çok fikir verebiliyor bize. Aslında, Unuttum Yalnız’ın kapağını görmekten ziyade, Senem Gezeroğlu’nun kitabın kapağıyla ilgili açıklaması benim daha çok ilgimi çekmişti. Senem Gezeroğlu, bir söyleşisinde kendisine sorulan “En sevdiğiniz kalp, taştan ve ortasından mor çiçekler çıkan kalp mi?” sorusuna şu cümlelerle cevap veriyor: “En sevdiğim kalp, bir başkasının kalbiydi. Ama sevmeyi unutmuştu. Unutmak o kalbi o kadar taşlaştırmıştı ki içinden taşan unutmabeni çiçekleri bile bazı güzellikleri hatırlatmaya yetmedi. Bu da bana kapak oldu. Şimdi dönüp o kapağa baktığımda taşlaşmış kalbin de çiçeklerin de bana ait olduğunu görüyorum. Cennet de cehennem de, hayâl de gerçek de benim içimde.”. Bu açıklamadan sonra benim içimdeki ‘taşlar’ da yerine oturuyor ve geriye kitabı okuyup yazarın ‘derdine’ ortak olmak kalıyor.
Unutmak benim için, ezbere bildiğim sokakları gözüm kapalı yürürken içime oturan kaybolma hissi gibi bazen. Bazen ise aksine, unuttuktan sonra kendimi buluyorum, kendimi biliyorum, kendimle yüzleşebiliyorum.
Unuttum Yalnız, unutmak üzerine yazılmış on dört öyküden oluşuyor. Yazar ilk öyküsünde “Her şeyi unutan birinin karşısında en ağır yaranın her şeyi hatırlamak olduğunu bildiğim hâlde, neden diyorum neden sadece kendim hatırlamayı diledim de senin de hafızanı yanıma almayı akıl edemedim?” diye soruyor ve ekliyor: “Çok konuştum, çok yoruldum, haydi hatırla. Öyle bomboş bakma bana.”. Bazen böyledir, biz hatırlatmak için dilimizi ne kadar yorsak da bir şeyleri değiştiremeyiz. Çünkü bazılarının vefâsı eksiktir. Burada hiç unutmayan tarafa düşen ise unutmanın da bazen bir vefâ ve dahi şifâ olabileceğini hatırlamak ve sonra yine unutmaktır.
Bir de unutmak isteyip de hep yeniden aklımıza düşenler ve hatta aklımızdan çıkmayanlar var. Burada ise devreye “Katil kim?” adlı üçüncü öyküdeki şu cümleler giriyor: “Hatırlamak beyninden vurulmuşa dönmenin ve beyninden vuruldukça ölmemenin bir diğer adıdır çünkü.”. Yine de ‘unutamamak’ bizim için bir isyan sebebi değil, nisyan için dua vesilesi olmalı. Bu bağlamda ilk öyküye dönecek olursak şöyle demişti Senem Gezeroğlu: “İçimden dediğim şeyleri bile bir bilen olduğunu bilemedim, evet. O, kalplerin içindekini de bilir, evet.”. Aslında elest bezminde verdiğimiz sözü unuttuk biz, tüm yorgunluğumuz bundan.
Kitapta beni en çok etkileyen öykü ise “İstanbul’da Yalnızca Bir Semt Adı” öyküsü oldu. 1999 senesinde yaşayan ve eşini çok seven, “Allah var sesi kötüydü ama sabaha onun sesiyle uyanmaktan daha güzel bir nimet yoktu benim için.” diyecek kadar çok seven bir amcanın öyküsü. Aynı amca şöyle diyerek sevgisindeki samimiyeti bir kere daha bize hissettiriyor: “Dünya cehennemdi ama cennet bizim evdeydi.” Böyle cümleleri okuyunca ‘güzel sevmek’ diyorum, ne büyük nimet. Her şeye rağmen güzel sevmeli; insanı, hayvanı, kitabı, doğayı… Güzel sevmeli…
“İstanbul’da Yalnızca Bir Semt Adı” öyküsünün devamında ise 2099 yılında evliliği 'eşler arası uyum sözleşmesi’ olarak tanımlayan, vefâ duygusuna bir hastalık olarak bakan bir çifte rastlıyoruz. “İnsan unutmadan nasıl yaşar ki? Nasıl yaşamış ki? Dayanılır gibi değil.” diyen bu insanlar, ‘anısal bellek temizleyici’ ilaçlar kullanıyorlar ve vefânın İstanbul’daki semtten başka bir anlamını bilmeden yaşayıp gidiyorlar. Güzel seven o amcanın öyküsünü ise ‘gerçeküstü bir hikâye’ diye yorumluyorlar.
“Bir mucize olsun diye beklerken bir mucize oluyor ve sen geliyorsun… Bir kış günü baharım oluyorsun…” gibi cümlelerle başlayan bir sonraki “Gönül Dağı” öyküsü ise “Seni an be an, tekrar ve tekrar sevmek ağır işçilikten başka bir şey değil… Madem şekeri zehir ediyorum, madem seni unutmaya başlıyorum, en başa dönelim mi, bitsin bu ağrı.” cümleleriyle sona yaklaşıyor. İyi ya da kötü başımıza gelen her şeyin bir sonunun olması kaçınılmaz bir gerçek. Fakat keşke böyle buruk bir son yerine, hatırladıkça gülümseyebileceğimiz güzellikte eskitebilsek her şeyi. Keşke…
Bir sonraki “Çok İçli Bir Yıl İçinde” öyküsünde ise yazar, Türkiye’de 2016 ve 2017 yılında yaşanan ve yüreklerimizi dağlayan bazı olaylardan bahsetmiş. “İçin yangın yeri değil için yangının ta kendisi.” demiş ve eklemiş: “Aşkına bak, Sığın Allah’a. Arşına bak. Sarıl duaya. Marşına bak. Asla ama asla. “Korkma!”
Son öyküde ise Senem Gezeroğlu ‘bir acayip başlangıç’ yapmış ve “Bu aralar nefes almak çok zor. Bana bir son hediye etsen, ben de sana teşekkür etsem, belki de bu zorluğun üstesinden geleceğim. Lütfen beni kalbimin ve aklımın savaşında ortada bırakma.” diyerek bu son öyküyü tamamlamamış. Devamını okurun hayâline bırakmış.
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
- Haydar Ergülen
Bir kitabın kapağı, kitabı okurken belirleyici unsurumuz olmasa da ilk kez okuyacağımız yazarlar için az çok fikir verebiliyor bize. Aslında, Unuttum Yalnız’ın kapağını görmekten ziyade, Senem Gezeroğlu’nun kitabın kapağıyla ilgili açıklaması benim daha çok ilgimi çekmişti. Senem Gezeroğlu, bir söyleşisinde kendisine sorulan “En sevdiğiniz kalp, taştan ve ortasından mor çiçekler çıkan kalp mi?” sorusuna şu cümlelerle cevap veriyor: “En sevdiğim kalp, bir başkasının kalbiydi. Ama sevmeyi unutmuştu. Unutmak o kalbi o kadar taşlaştırmıştı ki içinden taşan unutmabeni çiçekleri bile bazı güzellikleri hatırlatmaya yetmedi. Bu da bana kapak oldu. Şimdi dönüp o kapağa baktığımda taşlaşmış kalbin de çiçeklerin de bana ait olduğunu görüyorum. Cennet de cehennem de, hayâl de gerçek de benim içimde.”. Bu açıklamadan sonra benim içimdeki ‘taşlar’ da yerine oturuyor ve geriye kitabı okuyup yazarın ‘derdine’ ortak olmak kalıyor.
Unutmak benim için, ezbere bildiğim sokakları gözüm kapalı yürürken içime oturan kaybolma hissi gibi bazen. Bazen ise aksine, unuttuktan sonra kendimi buluyorum, kendimi biliyorum, kendimle yüzleşebiliyorum.
Unuttum Yalnız, unutmak üzerine yazılmış on dört öyküden oluşuyor. Yazar ilk öyküsünde “Her şeyi unutan birinin karşısında en ağır yaranın her şeyi hatırlamak olduğunu bildiğim hâlde, neden diyorum neden sadece kendim hatırlamayı diledim de senin de hafızanı yanıma almayı akıl edemedim?” diye soruyor ve ekliyor: “Çok konuştum, çok yoruldum, haydi hatırla. Öyle bomboş bakma bana.”. Bazen böyledir, biz hatırlatmak için dilimizi ne kadar yorsak da bir şeyleri değiştiremeyiz. Çünkü bazılarının vefâsı eksiktir. Burada hiç unutmayan tarafa düşen ise unutmanın da bazen bir vefâ ve dahi şifâ olabileceğini hatırlamak ve sonra yine unutmaktır.
Bir de unutmak isteyip de hep yeniden aklımıza düşenler ve hatta aklımızdan çıkmayanlar var. Burada ise devreye “Katil kim?” adlı üçüncü öyküdeki şu cümleler giriyor: “Hatırlamak beyninden vurulmuşa dönmenin ve beyninden vuruldukça ölmemenin bir diğer adıdır çünkü.”. Yine de ‘unutamamak’ bizim için bir isyan sebebi değil, nisyan için dua vesilesi olmalı. Bu bağlamda ilk öyküye dönecek olursak şöyle demişti Senem Gezeroğlu: “İçimden dediğim şeyleri bile bir bilen olduğunu bilemedim, evet. O, kalplerin içindekini de bilir, evet.”. Aslında elest bezminde verdiğimiz sözü unuttuk biz, tüm yorgunluğumuz bundan.
Kitapta beni en çok etkileyen öykü ise “İstanbul’da Yalnızca Bir Semt Adı” öyküsü oldu. 1999 senesinde yaşayan ve eşini çok seven, “Allah var sesi kötüydü ama sabaha onun sesiyle uyanmaktan daha güzel bir nimet yoktu benim için.” diyecek kadar çok seven bir amcanın öyküsü. Aynı amca şöyle diyerek sevgisindeki samimiyeti bir kere daha bize hissettiriyor: “Dünya cehennemdi ama cennet bizim evdeydi.” Böyle cümleleri okuyunca ‘güzel sevmek’ diyorum, ne büyük nimet. Her şeye rağmen güzel sevmeli; insanı, hayvanı, kitabı, doğayı… Güzel sevmeli…
“İstanbul’da Yalnızca Bir Semt Adı” öyküsünün devamında ise 2099 yılında evliliği 'eşler arası uyum sözleşmesi’ olarak tanımlayan, vefâ duygusuna bir hastalık olarak bakan bir çifte rastlıyoruz. “İnsan unutmadan nasıl yaşar ki? Nasıl yaşamış ki? Dayanılır gibi değil.” diyen bu insanlar, ‘anısal bellek temizleyici’ ilaçlar kullanıyorlar ve vefânın İstanbul’daki semtten başka bir anlamını bilmeden yaşayıp gidiyorlar. Güzel seven o amcanın öyküsünü ise ‘gerçeküstü bir hikâye’ diye yorumluyorlar.
“Bir mucize olsun diye beklerken bir mucize oluyor ve sen geliyorsun… Bir kış günü baharım oluyorsun…” gibi cümlelerle başlayan bir sonraki “Gönül Dağı” öyküsü ise “Seni an be an, tekrar ve tekrar sevmek ağır işçilikten başka bir şey değil… Madem şekeri zehir ediyorum, madem seni unutmaya başlıyorum, en başa dönelim mi, bitsin bu ağrı.” cümleleriyle sona yaklaşıyor. İyi ya da kötü başımıza gelen her şeyin bir sonunun olması kaçınılmaz bir gerçek. Fakat keşke böyle buruk bir son yerine, hatırladıkça gülümseyebileceğimiz güzellikte eskitebilsek her şeyi. Keşke…
Bir sonraki “Çok İçli Bir Yıl İçinde” öyküsünde ise yazar, Türkiye’de 2016 ve 2017 yılında yaşanan ve yüreklerimizi dağlayan bazı olaylardan bahsetmiş. “İçin yangın yeri değil için yangının ta kendisi.” demiş ve eklemiş: “Aşkına bak, Sığın Allah’a. Arşına bak. Sarıl duaya. Marşına bak. Asla ama asla. “Korkma!”
Son öyküde ise Senem Gezeroğlu ‘bir acayip başlangıç’ yapmış ve “Bu aralar nefes almak çok zor. Bana bir son hediye etsen, ben de sana teşekkür etsem, belki de bu zorluğun üstesinden geleceğim. Lütfen beni kalbimin ve aklımın savaşında ortada bırakma.” diyerek bu son öyküyü tamamlamamış. Devamını okurun hayâline bırakmış.
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
10 Ağustos 2018 Cuma
Doğu-batı ya da güney-kuzey dikotomisi
“Ben Kuzey’e ve soğuğa özlem duyan Güney’dim."
- Tayeb Salih, Kuzeye Göç Mevsimi
Okuma uğraşına yakayı bir kere kaptırınca kitaplar nereye sürüklerse oraya gidiyorsunuz. Okurun eğilimleri elbette önemli fakat bu gidişin esas belirleyicisi kitaplar oluyor. Her bir kitap başka bir kitaba kapı aralıyor ve dahası her kitap bir başka kitapta devam ediyor. Bir yerden sonra referansların olabildiğince çoğalması, içeriklerin karışmasa bile ilmek ilmek birbirine geçmesi yüzünden hangi kitabın hangisine kapı araladığını hatırlayamaz hâle geliyorsunuz. Kuzeye Göç Mevsimi’ne bir kitaptan yönlendirildiğimi hatırlıyorum ama hangi kitap olduğunu hatırlayamıyorum. Muhtemelen konusu Batı, oryantalizm, Afrika ya da emperyalizm olan bir kitaptı.
Kuzey Afrika’nın dini, siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal yapısı hakkında geniş bilgilerin yoğurulduğu Kuzeye Göç Mevsimi’nin yazarı Sudanlı aydın Tayeb Salih (1929-2009). Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan yüz atmış sayfalık eserin çevirisi Adnan Cihangir tarafından yapılmış. Hikâyenin kurgusu ve anlam derinliğinde Tayeb Salih’in yaşadıklarının önemli yer kapladığı kesin. Sudan’da eğitim görmüş ve İngiltere’ye yerleşerek BBC, UNESCO gibi önemli kurumlarda çalışmış olan Tayeb Salih hem Afrika’nın hem de Avrupa’nın kültürel yapısını yaşayarak görmüş ve dolayısıyla her iki kültürün hayata bakış biçimini yakinen bilen birisi. Yazarın bu yetkinliğini her iki yapıyı birbirine kıyaslayarak konumlandıran eleştirel yaklaşımından da anlıyorsunuz. Tayep Salih bir taraftan Batı’nın siyasi ve kültürel tahakkümüne yüzeysel olmayan bir karşı duruş sergilerken bir taraftan da içinden çıktığı toplumun kültürüne eleştirel bir tutum takınıyor. Kitapta bölge insanının bilim ve eğitimden tutun da çevre, siyaset, din, toplum ve kadına kadar çeşitli konularda nasıl düşündüğünü görebiliyorsunuz.
Kuzeye Göç Mevsimi’ni anlatımından takip ettiğimiz karakteri (anlatıcı) Avrupa’ya yüksek eğitim için gitmiş ve doktorasını tamamlayarak Sudan’a dönmüş birisidir. Anlatıcı köyüne döndüğünde onu karşılayanlar arasında tanımadığı bir sima ile karşılaşır ve ailesine bu yabancının kim olduğunu sorar. Sorduğu kişinin bir süre önce köye yerleşerek çiftçilik yapmaya başladığını öğrenir. Son derece sessiz ve uyumlu olan bu adamı köy sakinleri çabucak kabullenmiştir. Kendi halinde görünen bu orta yaşlı adamın vakur hâlleri anlatıcının dikkatini çekmiştir fakat o an için düşüncelerinin üzerinde yoğunlaşmamayı tercih etmiştir. Bir süre sonra tesadüfen bu gizemli adamın anadili gibi İngilizce bildiğini öğrenen anlatıcı meselenin peşine düşmüş ve öğrendikleri yüzünden şaşkına dönmüştür. Mustafa Said adındaki bu gizemli adam da tıpkı anlatıcı (ve Tayeb Salih) gibi İngiltere’ye giderek eğitim görmüş ve önemli mevkilere gelmiş birisidir. Hem anlatıcının ısrarı hem de Mustafa Said’in onu kendine yakın hissetmesi ona geçmişinden bahsetmesine sebep olmuştur. Mustafa Said’in hikâyesi çocukluğundan itibaren tuhaftır. Babasızlığı bir yana annesinin ilgisizliği ruhunda derin yaralar açmıştır. Okulda başarılı olduğu kadar da yalnızdır. Oldukça zekidir ve normalin üzerinde bir hatırlama yeteneği bulunmaktadır. Hafızası başına bela olacak derecede güçlüdür. Nitekim ileride öyle de olmuştur. Ondaki yeteneği keşfeden okul yönetimi iyi bir eğitim alması için girişimlerde bulunur. Mustafa Said önce, çocukları olmayan bir İngiliz aileyle Mısır’a, ardından da İngiltere’ye gider. İngiltere’de bir ‘Avrupalı gibi düşünen ve yaşayan’ Mustafa Said zekâsı ve başarıları sayesinde çabucak yükselerek tanınan birisi olmuştur. Fakat dışarıdan son derece başarılı görülen bu hayatın içi savaş meydanı gibidir. Mutluluğu ve sevgiyi hiç hissedememiş biri olarak kendini bohem bir hayatın içine bırakan Mustafa Said dizginleyemediği tutkularının esiri olmuştur. Kazandığı mevki ve başarılı çalışmalarıyla birçok Batılının takdirini kazanmıştır fakat tam olarak tanımlayamadığı bir şey onu rahatsız etmektedir. Özellikle kadın konusunda engelleyemediği arzulu bir tutumun içindedir ve birçok ‘Batılı’ kadının hayatında kalıcı sorunlar bırakmıştır. Sonunda bir kadının ölümüyle neticelenen bir ilişkisi olmuştur ve bu durum Mustafa Said’in dönüm noktasıdır. Yaşadığı tüm bu olaylar Mustafa Said’in ruhundaki yaraları daha da derinleştirmiştir. Bir yanda kurak çöl ikliminin ortaya çıkardığı sıcağın hayatı kuruttuğu Güney, diğer yanda dünyevi imkânların içinde yüzen ve soğukluğuyla hayata can veren Kuzey. Bir tarafta ezen, sömüren, her fırsatta üstün olduğunu kanıksatan Kuzey, diğer yanda bu üstünlüğe boyun eğmiş ve değiştirmek için elinden bir şey gelmeyen Güney. Bu ilişkilendirme Doğu-Batı arasındaki oryantalist ilişkinin bir benzeridir. Yalnızca gerilim Kuzey-Güney yönünde cereyan etmektedir. Tayeb Salih, romanda, Batı’nın bu ‘oryantalist’ tavrını her fırsatta ortaya koyuyor.
Mustafa Said mahkemeye çıkarılmış, yakın dostlarının ısrarlarına rağmen kendini savunmayarak cezalandırılmayı talep etmiştir. Hapis cezası sona erdikten sonra uzun bir deniz seyahatine çıkarak İngiltere’den ayrılmıştır. Sonrasında bir şekilde izini kaybettirmiş ve Sudan’a dönerek anlatıcının köyüne yerleşmiştir. Bir süre sonra köyde meydana gelecek bir selde hayatını kaybedecektir. Bu arada parça parça da olsa hikâyesini bilen tek insan eşini ve çocuklarını da emanet ettiği romanın anlatıcısıdır. Evinde belge ve kitaplarını sakladığı odanın anahtarını da ona bırakmıştır. Bu kilitli odada Mustafa Said’in büyük bir kütüphanesi ve kendisi hakkında detaylı bir arşivi vardır. Fotoğraflar, notlar, gazete kupürleri… Yaşadıklarına ve düşündüklerini dair her şeyin kaydını tutmuştur. Anlatıcı, Mustafa Said’in arşivini okudukça çektiği ıstırap da büyümektedir.
Birinci tekil kişi (ben anlatıcı) yöntemiyle yazılan romanda olay baştan sona çizgisel bir anlatımla ele alınmıyor. Dolayısıyla zincirleme olay örgüsüne sahip olan metinde eksik kalan kısımlar birbiriyle ilişkilendirilen bölümler okundukça tamamlanıyor. Romana kendi yaşamını aktararak başlayan anlatıcı hikâyeye Mustafa Said’in hayatıyla devam ediyor. Bu yöntemin kullanılmasındaki amaç anlatıcının bir araç olarak kullanılmasıdır. Mustafa Said’in hayatı kesitler halinde ve anlatıcının hayatıyla iç içe geçecek şekilde veriliyor.
Metnin içine bölge insanının kültürüne ve İslami anlayışına dair veriler yerleştiren yazar toplumsal, siyasi, ekonomik yapıyı gerçeklikle yansıtmış. Yönetim kademesinde bulunanların çıkar ilişkileri ve lükse düşkünlüğünün yanında kültürü dinleştiren toplumun yaşam standartlarının oldukça düşük olduğu görülüyor. Büyük oranda kadın-erkek ilişkilerinin işlendiği kitap müstehcen bulunarak uzun yıllar yasaklı kitaplar listesinde yer almış. Cinsellik konusunda yer yer Marquis de Sade’in (1740-1814) Yatak Odasında Felsefe kitabını hatırlatsa da yazar olmayan bir şeyi yazmamış, var olan bir şeyleri ‘gerçeğe’ uygun olarak romanlaştırmıştır. Toplumsal hayatta gerçekliği bulunan şeylerin romana konu edilmesinin bazı kesimleri rahatsız etmesi anlaşılabilir bir durum. Zira etkililiklerinin kaybolmasını istemeyen ve devamlılıklarını her daim bu zemin üzerinden devşiren kesimlerdir bunlar. Oysa asıl sorun edilmesi gereken şey, normalleştirilmesinde ve meşrulaştırılmasında insani değerler ve/veya dinin araçsallaştırıldığı çarpık ilişkiler ağıdır.
Tayeb Salih, anlatıcı üzerinden Güney’in kadını konumlandırdığı yeri gösterirken Mustafa Said üzerinden Kuzey’in kadına bakışının yansıtıyor. Batı’da sistem tarafından özgürlük ve eşitlik gibi kazanımlar vaadiyle fıtratından soyutlanan kadın erkek egemen anlayışın tutkuları doğrultusunda bir tüketim ve haz aracına indirgenmiştir. Bu sürecin başarılı olması sekülarizm sayesindedir. Güney’de ise durum en az Kuzey’deki kadar vahimdir. Ataerkil yapı, erkeği kadın üzerinde tek hak sahibi kılmıştır. Bu sayede kadın ile ilgili tüm tasarruf erkeğin inisiyatifindedir ve bununla da yetinilmeyerek erkeğin nefsi arzularına uygun bicimde konumlandırılan kadının durumu dinin araçsallaştırılmasıyla kutsanarak meşrulaştırılmıştır. Bu olgunun Müslüman toplumların genelinde görülmesi bir tesadüf değildir. Sığ düşüncenin başvurduğu sorgulamadan uzak taklidi/geleneksel din anlayışı mevcut kültürün dinleştirilmesine yol açmıştır. Bunun yanında ataerkil yapının incelenmesi gereken psikolojik ve sosyolojik açıdan derin arka planı bulunmaktadır.
Kitaba dair yapılan yorumlardan en dikkat çekeni Batı’nın fantezi dünyasında ürettiği oryantalist kurguya gönderme yaptığı iddiasıdır. Zorlama bir yorum gibi görünse de alt metin dikkatli bir şekilde değerlendirildiğinde bu yabana atılamayacak bir yorumdur. Üstelik Tayeb Salih bu değinilerini Batı’nın oryantalist literatürü üzerinden yapmaktadır. Bu bağlamda eser anti-emperyalist bir değerlendirmeye tabii tutulabilir. Afrika-Arap edebiyatında önemli bir yere sahip olan Kuzeye Göç Mevsimi bir taraftan ilk yayınladığı yılların (1966) Sudan’ının siyasi, ekonomik, kültürel, dini ve toplumsal durumunu yansıtırken bir yandan da kadim bir sorun olan Kuzey-Güney karşıtlığını gözler önüne seriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Tayeb Salih, Kuzeye Göç Mevsimi
Okuma uğraşına yakayı bir kere kaptırınca kitaplar nereye sürüklerse oraya gidiyorsunuz. Okurun eğilimleri elbette önemli fakat bu gidişin esas belirleyicisi kitaplar oluyor. Her bir kitap başka bir kitaba kapı aralıyor ve dahası her kitap bir başka kitapta devam ediyor. Bir yerden sonra referansların olabildiğince çoğalması, içeriklerin karışmasa bile ilmek ilmek birbirine geçmesi yüzünden hangi kitabın hangisine kapı araladığını hatırlayamaz hâle geliyorsunuz. Kuzeye Göç Mevsimi’ne bir kitaptan yönlendirildiğimi hatırlıyorum ama hangi kitap olduğunu hatırlayamıyorum. Muhtemelen konusu Batı, oryantalizm, Afrika ya da emperyalizm olan bir kitaptı.
Kuzey Afrika’nın dini, siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal yapısı hakkında geniş bilgilerin yoğurulduğu Kuzeye Göç Mevsimi’nin yazarı Sudanlı aydın Tayeb Salih (1929-2009). Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan yüz atmış sayfalık eserin çevirisi Adnan Cihangir tarafından yapılmış. Hikâyenin kurgusu ve anlam derinliğinde Tayeb Salih’in yaşadıklarının önemli yer kapladığı kesin. Sudan’da eğitim görmüş ve İngiltere’ye yerleşerek BBC, UNESCO gibi önemli kurumlarda çalışmış olan Tayeb Salih hem Afrika’nın hem de Avrupa’nın kültürel yapısını yaşayarak görmüş ve dolayısıyla her iki kültürün hayata bakış biçimini yakinen bilen birisi. Yazarın bu yetkinliğini her iki yapıyı birbirine kıyaslayarak konumlandıran eleştirel yaklaşımından da anlıyorsunuz. Tayep Salih bir taraftan Batı’nın siyasi ve kültürel tahakkümüne yüzeysel olmayan bir karşı duruş sergilerken bir taraftan da içinden çıktığı toplumun kültürüne eleştirel bir tutum takınıyor. Kitapta bölge insanının bilim ve eğitimden tutun da çevre, siyaset, din, toplum ve kadına kadar çeşitli konularda nasıl düşündüğünü görebiliyorsunuz.
Kuzeye Göç Mevsimi’ni anlatımından takip ettiğimiz karakteri (anlatıcı) Avrupa’ya yüksek eğitim için gitmiş ve doktorasını tamamlayarak Sudan’a dönmüş birisidir. Anlatıcı köyüne döndüğünde onu karşılayanlar arasında tanımadığı bir sima ile karşılaşır ve ailesine bu yabancının kim olduğunu sorar. Sorduğu kişinin bir süre önce köye yerleşerek çiftçilik yapmaya başladığını öğrenir. Son derece sessiz ve uyumlu olan bu adamı köy sakinleri çabucak kabullenmiştir. Kendi halinde görünen bu orta yaşlı adamın vakur hâlleri anlatıcının dikkatini çekmiştir fakat o an için düşüncelerinin üzerinde yoğunlaşmamayı tercih etmiştir. Bir süre sonra tesadüfen bu gizemli adamın anadili gibi İngilizce bildiğini öğrenen anlatıcı meselenin peşine düşmüş ve öğrendikleri yüzünden şaşkına dönmüştür. Mustafa Said adındaki bu gizemli adam da tıpkı anlatıcı (ve Tayeb Salih) gibi İngiltere’ye giderek eğitim görmüş ve önemli mevkilere gelmiş birisidir. Hem anlatıcının ısrarı hem de Mustafa Said’in onu kendine yakın hissetmesi ona geçmişinden bahsetmesine sebep olmuştur. Mustafa Said’in hikâyesi çocukluğundan itibaren tuhaftır. Babasızlığı bir yana annesinin ilgisizliği ruhunda derin yaralar açmıştır. Okulda başarılı olduğu kadar da yalnızdır. Oldukça zekidir ve normalin üzerinde bir hatırlama yeteneği bulunmaktadır. Hafızası başına bela olacak derecede güçlüdür. Nitekim ileride öyle de olmuştur. Ondaki yeteneği keşfeden okul yönetimi iyi bir eğitim alması için girişimlerde bulunur. Mustafa Said önce, çocukları olmayan bir İngiliz aileyle Mısır’a, ardından da İngiltere’ye gider. İngiltere’de bir ‘Avrupalı gibi düşünen ve yaşayan’ Mustafa Said zekâsı ve başarıları sayesinde çabucak yükselerek tanınan birisi olmuştur. Fakat dışarıdan son derece başarılı görülen bu hayatın içi savaş meydanı gibidir. Mutluluğu ve sevgiyi hiç hissedememiş biri olarak kendini bohem bir hayatın içine bırakan Mustafa Said dizginleyemediği tutkularının esiri olmuştur. Kazandığı mevki ve başarılı çalışmalarıyla birçok Batılının takdirini kazanmıştır fakat tam olarak tanımlayamadığı bir şey onu rahatsız etmektedir. Özellikle kadın konusunda engelleyemediği arzulu bir tutumun içindedir ve birçok ‘Batılı’ kadının hayatında kalıcı sorunlar bırakmıştır. Sonunda bir kadının ölümüyle neticelenen bir ilişkisi olmuştur ve bu durum Mustafa Said’in dönüm noktasıdır. Yaşadığı tüm bu olaylar Mustafa Said’in ruhundaki yaraları daha da derinleştirmiştir. Bir yanda kurak çöl ikliminin ortaya çıkardığı sıcağın hayatı kuruttuğu Güney, diğer yanda dünyevi imkânların içinde yüzen ve soğukluğuyla hayata can veren Kuzey. Bir tarafta ezen, sömüren, her fırsatta üstün olduğunu kanıksatan Kuzey, diğer yanda bu üstünlüğe boyun eğmiş ve değiştirmek için elinden bir şey gelmeyen Güney. Bu ilişkilendirme Doğu-Batı arasındaki oryantalist ilişkinin bir benzeridir. Yalnızca gerilim Kuzey-Güney yönünde cereyan etmektedir. Tayeb Salih, romanda, Batı’nın bu ‘oryantalist’ tavrını her fırsatta ortaya koyuyor.
Mustafa Said mahkemeye çıkarılmış, yakın dostlarının ısrarlarına rağmen kendini savunmayarak cezalandırılmayı talep etmiştir. Hapis cezası sona erdikten sonra uzun bir deniz seyahatine çıkarak İngiltere’den ayrılmıştır. Sonrasında bir şekilde izini kaybettirmiş ve Sudan’a dönerek anlatıcının köyüne yerleşmiştir. Bir süre sonra köyde meydana gelecek bir selde hayatını kaybedecektir. Bu arada parça parça da olsa hikâyesini bilen tek insan eşini ve çocuklarını da emanet ettiği romanın anlatıcısıdır. Evinde belge ve kitaplarını sakladığı odanın anahtarını da ona bırakmıştır. Bu kilitli odada Mustafa Said’in büyük bir kütüphanesi ve kendisi hakkında detaylı bir arşivi vardır. Fotoğraflar, notlar, gazete kupürleri… Yaşadıklarına ve düşündüklerini dair her şeyin kaydını tutmuştur. Anlatıcı, Mustafa Said’in arşivini okudukça çektiği ıstırap da büyümektedir.
Birinci tekil kişi (ben anlatıcı) yöntemiyle yazılan romanda olay baştan sona çizgisel bir anlatımla ele alınmıyor. Dolayısıyla zincirleme olay örgüsüne sahip olan metinde eksik kalan kısımlar birbiriyle ilişkilendirilen bölümler okundukça tamamlanıyor. Romana kendi yaşamını aktararak başlayan anlatıcı hikâyeye Mustafa Said’in hayatıyla devam ediyor. Bu yöntemin kullanılmasındaki amaç anlatıcının bir araç olarak kullanılmasıdır. Mustafa Said’in hayatı kesitler halinde ve anlatıcının hayatıyla iç içe geçecek şekilde veriliyor.
Metnin içine bölge insanının kültürüne ve İslami anlayışına dair veriler yerleştiren yazar toplumsal, siyasi, ekonomik yapıyı gerçeklikle yansıtmış. Yönetim kademesinde bulunanların çıkar ilişkileri ve lükse düşkünlüğünün yanında kültürü dinleştiren toplumun yaşam standartlarının oldukça düşük olduğu görülüyor. Büyük oranda kadın-erkek ilişkilerinin işlendiği kitap müstehcen bulunarak uzun yıllar yasaklı kitaplar listesinde yer almış. Cinsellik konusunda yer yer Marquis de Sade’in (1740-1814) Yatak Odasında Felsefe kitabını hatırlatsa da yazar olmayan bir şeyi yazmamış, var olan bir şeyleri ‘gerçeğe’ uygun olarak romanlaştırmıştır. Toplumsal hayatta gerçekliği bulunan şeylerin romana konu edilmesinin bazı kesimleri rahatsız etmesi anlaşılabilir bir durum. Zira etkililiklerinin kaybolmasını istemeyen ve devamlılıklarını her daim bu zemin üzerinden devşiren kesimlerdir bunlar. Oysa asıl sorun edilmesi gereken şey, normalleştirilmesinde ve meşrulaştırılmasında insani değerler ve/veya dinin araçsallaştırıldığı çarpık ilişkiler ağıdır.
Tayeb Salih, anlatıcı üzerinden Güney’in kadını konumlandırdığı yeri gösterirken Mustafa Said üzerinden Kuzey’in kadına bakışının yansıtıyor. Batı’da sistem tarafından özgürlük ve eşitlik gibi kazanımlar vaadiyle fıtratından soyutlanan kadın erkek egemen anlayışın tutkuları doğrultusunda bir tüketim ve haz aracına indirgenmiştir. Bu sürecin başarılı olması sekülarizm sayesindedir. Güney’de ise durum en az Kuzey’deki kadar vahimdir. Ataerkil yapı, erkeği kadın üzerinde tek hak sahibi kılmıştır. Bu sayede kadın ile ilgili tüm tasarruf erkeğin inisiyatifindedir ve bununla da yetinilmeyerek erkeğin nefsi arzularına uygun bicimde konumlandırılan kadının durumu dinin araçsallaştırılmasıyla kutsanarak meşrulaştırılmıştır. Bu olgunun Müslüman toplumların genelinde görülmesi bir tesadüf değildir. Sığ düşüncenin başvurduğu sorgulamadan uzak taklidi/geleneksel din anlayışı mevcut kültürün dinleştirilmesine yol açmıştır. Bunun yanında ataerkil yapının incelenmesi gereken psikolojik ve sosyolojik açıdan derin arka planı bulunmaktadır.
Kitaba dair yapılan yorumlardan en dikkat çekeni Batı’nın fantezi dünyasında ürettiği oryantalist kurguya gönderme yaptığı iddiasıdır. Zorlama bir yorum gibi görünse de alt metin dikkatli bir şekilde değerlendirildiğinde bu yabana atılamayacak bir yorumdur. Üstelik Tayeb Salih bu değinilerini Batı’nın oryantalist literatürü üzerinden yapmaktadır. Bu bağlamda eser anti-emperyalist bir değerlendirmeye tabii tutulabilir. Afrika-Arap edebiyatında önemli bir yere sahip olan Kuzeye Göç Mevsimi bir taraftan ilk yayınladığı yılların (1966) Sudan’ının siyasi, ekonomik, kültürel, dini ve toplumsal durumunu yansıtırken bir yandan da kadim bir sorun olan Kuzey-Güney karşıtlığını gözler önüne seriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
8 Ağustos 2018 Çarşamba
Herkes adına acı çekerken herkesi yaralamak
Birçoğumuz kitap raflarında parmaklarımızı gezdirirken bizimle aynı derdi yüklenmiş bir yazar, bir kitap ararız. Çoğu zaman ismiyle bizi ikna eder bu tür kitaplar. Ancak yazarla önceden tanış olmuşsak, en az bir-iki kitabını okumuşsak, daha önce okumadığımız bir kitabını görür görmez elimizi ona doğru götürürüz. Arka kapaktaki tanıtım metni şu dakikadan sonra sadece güdüleyicidir. Kötü bile yazılmış olsa tanışıklığımıza, sevgimize yahut ilgimize gölge düşüremez. Eğer ruh halimiz, elimizdeki kitabın derdiyle bir olabilecekse, geriye kalan tek şey ücretini ödeyip derhal sayfaları çevirmektir. İşte bu çevirme işlemi de çoğu zaman eve kalmaz, ya kitapçıdan sonra uğranan bir kafede ya da toplu taşıma aracında başlayıverir. İşte Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne'ye başlama öyküm. Uzun bir zaman sonra, yeniden Emil Michel Cioran. Kavuşturana şükür.
Okuduğum diğer tüm Cioran kitaplarından farklı bir kitaba başladığımın farkında olarak ve henüz ilk satırlarından itibaren coşkuya kapılarak, yıllarca üzerimde her şeye dair taşıdığım şüpheyi, endişeyi, merakı ve yeterli miktarda George Karelias And Sons tütünümü göğsümde biriktire biriktere başladım okumaya. Şöyle karşıladı beni: "Bütün bunlar niçin? - Çünkü doğdum. Doğumun sorgulanması özel bir uykusuzluktan kaynaklanır."
Okumalarımın ekseriyeti mutfakta ve insanlar uykularına daldıktan sonra gerçekleştiğinden bir kez daha sevgili yazarımı kendime yakın bulmanın gerekli-gereksiz tatminliğiyle ilerliyordum Cioran'ın aforizmaları arasında. Bir aforizma kitabı gibi gözükse de hepsi birbirini tamamlayan ve açan cümleler, fikirler, duygular saklıydı bu kitapta. Bölümleri vardı ama isimleri yoktu, rakamlar yeterdi. Dünyaya geldiğinden beri arayan, çoğu zaman bundan sıkılan ama yine de hep arayan, öfkesini kendini yıkmak değil kendini yakmak ve yeniden yazmak için üretip tüketen şu adam ne de açık biçimde aktarıyordu duygularını. Gizlisiz, saklısız ve hiç kaçmadan. "Her sevincin başında, hatta sonunda bir Tanrı vardır." derken de "Ne zaman ölümü düşünmesem, hile yaptığım, içimdeki birini aldattığım hissine kapılıyorum." diye söylenirken de kelimelerin altını çizerken aldığım haz tüyler ürperticiydi. Yetmiyordu altlarını çizmek, bir yerlere yazma ihtiyacı, not alma ihtiyacı tetikledi gece(ler) boyunca. Okuduğum diğer kitaplar sebebiyle üç gecemi ayırdığım bu kitabı bitirdikten sonra çantamdan çıkarmak istemedim. İş yerine götürdüm, eve getirdim, yolda çevirdim, kahvaltı ederken bakındım, çocuğu uyuturken acaba gözümden kaçan cümleler oldu mu diye iç geçirdim. Bu kadar yoğun duyguları yaşamayı kendime pek de yakıştırmayarak ve Cioran'ın "Meçhul olmayı sev" cümlesini memnuniyetle kabul edip bir hikâyeden aktardığı şu sorunun altını kalın kalın çizdim: "Bilgi için acı mı çektin?"
Her şeyi çok bilen ve fazla anlayan bunca insan arasında "cehennem de insanın anladığı, fazla anladığı yer olacaktır" diyen nadir yüreklerden biri Cioran. Bununla da yetinen bir kalemi yok elbette. O, özellikle de bu kitabında 'kırk yıllık derviş gibi' yorumlar yaparak da okuyucuyu gönlünden vuruyor. Mesela şu cümlesine benzer dizeleri, birçok tasavvuf şiirinde yakalamak mümkün: "İstemeye başlar başlamaz şeytanın hükmü altına gireriz."
Neredeyse aldığı nefesten bile şüphe ediyor Cioran. Bu şüphesini bizi yoğun biçimde ortak ediyor kitabında. Diğer yandan ilham veren bir öfkeyi de yüklüyor okuyucunun omuzlarına. Psikanaliz yıkan, sosyoloji boğan bir öfke bu. Doğmuş olmakla birlikte var olmanın anlamını yitirmesi gerektiğini vurgularken, yaşamın kocaman ve boş bir çaba olduğunun altını çiziyor sık sık. Onun bu çetrefilli yoluna ancak uykusuzların, uykularından feragat edenlerin çıkabileceğini de söylüyor. Yaşanan günler boyunca insan hayatın yara izlerini taşır Cioran'a göre ve "Her varoluş kırık bir ilahidir" daha önce söylediği gibi. Ölüm, yaşamın karşısındaki en büyük engel, en büyük talihsizlik. Eğer ölüm olmasaydı yaşam bir anlam bulabilirdi ve insan var olabilirdi. Ancak Cioran bu talihsizliği bir yıkım olarak görmüyor. Aksine, ölümün hayatı anlamlandırdığını vurguluyor cümlelerinde yüksek bir sesle. Başarının getirdiği yüz kızarıklığının yerine kaybetmenin getirdiği öğreticiliği kutsuyor. Umudu yorgunlukta, öğrenmeyi kaybetmekte bulan bir ses o: "Bir Marcus Aurelius bana çok daha yakın. Taşkınlığın lirizmi ile kabullenmenin düzyazısı arasında hiçbir tereddüdüm yok: Şimşekler çakan bir peygamberden ziyade yorgun bir imparatorun yanında daha çok teselli, hatta umut bulurum."
İnsanın ortaya çıkmasıyla birlikte diğer her şey 'nasibini' alıyor Cioran'a göre. En önce de çiçekler. Yalnızca insan ceset koktuğundan doğa bile insandan nefret eder, onunla mesafeli bir ilişki kurar. İnsanlarla aynı zamanda ortaya çıkan çiçekler, insan varlığının kirli yüzüyle karşılaştıklarından beri şaşkınlar. Bu acımasızlık, merhametsizlik, yok edicilik karşısında çiçeklerin şaşırmasına çok da şaşırmamalı. Hoşgörünün ve sohbetin ölümü, yani ilerlemenin vücut bulması karşısında doğanın bir değeri yok. Artık kimse ahşap bir evi hoş görmediği gibi bir ağaç gölgesinde toprakla sohbet de etmiyor. Fanatizmin getirdiği her şey yıkımı daha da şiddetlendiriyor. Yıkımın, acıların bile önemi yok 'yeni insan türü' için: "Modernler kader duygusunu yitirdiler, dolayısıyla yasın tadını da."
Cioran, ölümüne sebep olan hafıza kaybını, yani unutmayı mucizevi bir yetenek olarak görüyor. İnsanların çok korktuğu bu hastalık onun için sürekli hatırlamın getirdiği yükten bir korunma sağlıyor. Bu durumda bilinç "ete batmış bir kıymıktan çok, saplanmış bir hançer" durumunda olduğundan acıların kategorize edilmesi de anlamsız: "En büyük acı diye bir şey yok."
Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne; insanın kendini bilme ve bulma sürecine dair sarsıcı, çoğu zaman da ikna edici bir kitap. Peki neye ikna ediyor? Yaralarıyla buluşabilen insanın gücüne. Zaten Cioran da her kitabın bir 'yaralama girişimi' olması gerektiğini söylerken, kişinin kendiyle kalabilme formülünü 'herkesi yaralamak' olarak görüyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Okuduğum diğer tüm Cioran kitaplarından farklı bir kitaba başladığımın farkında olarak ve henüz ilk satırlarından itibaren coşkuya kapılarak, yıllarca üzerimde her şeye dair taşıdığım şüpheyi, endişeyi, merakı ve yeterli miktarda George Karelias And Sons tütünümü göğsümde biriktire biriktere başladım okumaya. Şöyle karşıladı beni: "Bütün bunlar niçin? - Çünkü doğdum. Doğumun sorgulanması özel bir uykusuzluktan kaynaklanır."
Okumalarımın ekseriyeti mutfakta ve insanlar uykularına daldıktan sonra gerçekleştiğinden bir kez daha sevgili yazarımı kendime yakın bulmanın gerekli-gereksiz tatminliğiyle ilerliyordum Cioran'ın aforizmaları arasında. Bir aforizma kitabı gibi gözükse de hepsi birbirini tamamlayan ve açan cümleler, fikirler, duygular saklıydı bu kitapta. Bölümleri vardı ama isimleri yoktu, rakamlar yeterdi. Dünyaya geldiğinden beri arayan, çoğu zaman bundan sıkılan ama yine de hep arayan, öfkesini kendini yıkmak değil kendini yakmak ve yeniden yazmak için üretip tüketen şu adam ne de açık biçimde aktarıyordu duygularını. Gizlisiz, saklısız ve hiç kaçmadan. "Her sevincin başında, hatta sonunda bir Tanrı vardır." derken de "Ne zaman ölümü düşünmesem, hile yaptığım, içimdeki birini aldattığım hissine kapılıyorum." diye söylenirken de kelimelerin altını çizerken aldığım haz tüyler ürperticiydi. Yetmiyordu altlarını çizmek, bir yerlere yazma ihtiyacı, not alma ihtiyacı tetikledi gece(ler) boyunca. Okuduğum diğer kitaplar sebebiyle üç gecemi ayırdığım bu kitabı bitirdikten sonra çantamdan çıkarmak istemedim. İş yerine götürdüm, eve getirdim, yolda çevirdim, kahvaltı ederken bakındım, çocuğu uyuturken acaba gözümden kaçan cümleler oldu mu diye iç geçirdim. Bu kadar yoğun duyguları yaşamayı kendime pek de yakıştırmayarak ve Cioran'ın "Meçhul olmayı sev" cümlesini memnuniyetle kabul edip bir hikâyeden aktardığı şu sorunun altını kalın kalın çizdim: "Bilgi için acı mı çektin?"
Her şeyi çok bilen ve fazla anlayan bunca insan arasında "cehennem de insanın anladığı, fazla anladığı yer olacaktır" diyen nadir yüreklerden biri Cioran. Bununla da yetinen bir kalemi yok elbette. O, özellikle de bu kitabında 'kırk yıllık derviş gibi' yorumlar yaparak da okuyucuyu gönlünden vuruyor. Mesela şu cümlesine benzer dizeleri, birçok tasavvuf şiirinde yakalamak mümkün: "İstemeye başlar başlamaz şeytanın hükmü altına gireriz."
Neredeyse aldığı nefesten bile şüphe ediyor Cioran. Bu şüphesini bizi yoğun biçimde ortak ediyor kitabında. Diğer yandan ilham veren bir öfkeyi de yüklüyor okuyucunun omuzlarına. Psikanaliz yıkan, sosyoloji boğan bir öfke bu. Doğmuş olmakla birlikte var olmanın anlamını yitirmesi gerektiğini vurgularken, yaşamın kocaman ve boş bir çaba olduğunun altını çiziyor sık sık. Onun bu çetrefilli yoluna ancak uykusuzların, uykularından feragat edenlerin çıkabileceğini de söylüyor. Yaşanan günler boyunca insan hayatın yara izlerini taşır Cioran'a göre ve "Her varoluş kırık bir ilahidir" daha önce söylediği gibi. Ölüm, yaşamın karşısındaki en büyük engel, en büyük talihsizlik. Eğer ölüm olmasaydı yaşam bir anlam bulabilirdi ve insan var olabilirdi. Ancak Cioran bu talihsizliği bir yıkım olarak görmüyor. Aksine, ölümün hayatı anlamlandırdığını vurguluyor cümlelerinde yüksek bir sesle. Başarının getirdiği yüz kızarıklığının yerine kaybetmenin getirdiği öğreticiliği kutsuyor. Umudu yorgunlukta, öğrenmeyi kaybetmekte bulan bir ses o: "Bir Marcus Aurelius bana çok daha yakın. Taşkınlığın lirizmi ile kabullenmenin düzyazısı arasında hiçbir tereddüdüm yok: Şimşekler çakan bir peygamberden ziyade yorgun bir imparatorun yanında daha çok teselli, hatta umut bulurum."
İnsanın ortaya çıkmasıyla birlikte diğer her şey 'nasibini' alıyor Cioran'a göre. En önce de çiçekler. Yalnızca insan ceset koktuğundan doğa bile insandan nefret eder, onunla mesafeli bir ilişki kurar. İnsanlarla aynı zamanda ortaya çıkan çiçekler, insan varlığının kirli yüzüyle karşılaştıklarından beri şaşkınlar. Bu acımasızlık, merhametsizlik, yok edicilik karşısında çiçeklerin şaşırmasına çok da şaşırmamalı. Hoşgörünün ve sohbetin ölümü, yani ilerlemenin vücut bulması karşısında doğanın bir değeri yok. Artık kimse ahşap bir evi hoş görmediği gibi bir ağaç gölgesinde toprakla sohbet de etmiyor. Fanatizmin getirdiği her şey yıkımı daha da şiddetlendiriyor. Yıkımın, acıların bile önemi yok 'yeni insan türü' için: "Modernler kader duygusunu yitirdiler, dolayısıyla yasın tadını da."
Cioran, ölümüne sebep olan hafıza kaybını, yani unutmayı mucizevi bir yetenek olarak görüyor. İnsanların çok korktuğu bu hastalık onun için sürekli hatırlamın getirdiği yükten bir korunma sağlıyor. Bu durumda bilinç "ete batmış bir kıymıktan çok, saplanmış bir hançer" durumunda olduğundan acıların kategorize edilmesi de anlamsız: "En büyük acı diye bir şey yok."
Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne; insanın kendini bilme ve bulma sürecine dair sarsıcı, çoğu zaman da ikna edici bir kitap. Peki neye ikna ediyor? Yaralarıyla buluşabilen insanın gücüne. Zaten Cioran da her kitabın bir 'yaralama girişimi' olması gerektiğini söylerken, kişinin kendiyle kalabilme formülünü 'herkesi yaralamak' olarak görüyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
3 Ağustos 2018 Cuma
Yüzün felsefesi
“Benim umutsuzluğum yüzümü kaybetmekten çok kaderimde diğer insanlarla hiçbir ortak nokta bulamamaktan kaynaklanıyordu.”
- Kobo Abe
Birçoğumuz Maske filmini izlemişizdir. Oldukça utangaç, sakar ve içe kapanık bir karakter olan Stanley Ipkiss (Jim Carrey) bulduğu maskeyi yüzüne taktığında fantastik bir süper kahramana dönüşür. Bu dönüşümle birlikte S. Ipkiss bambaşka biri olur. O silik karakter gitmiş yerine zapt edilemez biri gelmiştir. Maske, maskeyi takan kişinin bilinçaltını açığa çıkarma özelliğine sahiptir ve açığa çıkan düşünceler abartılı/absürt şekilde süper kahramanın fiillerine yansır. Haz çağının ürünü olan senaryoda sorunlar eğlendirerek çözülme yoluna gidilmiştir. Maske filmi, insanlık değerlerine katkı sağlayacak bir felsefesi olmamasının yanında Amerikan kültürünün propaganda aracı olarak tipik bir Hollywood projesi bilinciyle değerlendirilmelidir. Subliminal mesajların havada uçuştuğu bir dönemde komploculuk histerisine kapılmaya gerek yok lakin bu filmdeki maske ile bilinçaltı arasındaki ilişki oldukça ilgi çekici.
Maskenin ezoterik yönünün, gizemciliğe olan eğilimi nedeniyle insanın üzerindeki etkisini düşündüğümüzde sinema ve diziler için son derece cazip bir obje olması doğal bir durum. Zaten bunu her geçen gün artan örneklerinden anlıyoruz. Fakat biz, sinemanın kültürel hegemonya üzerine kurulu ideolojisinden Japon edebiyatına geçiş yapalım. Modern Japon edebiyatının en önemli kalemlerinden birisi olarak değerlendirilen Kobo Abe (1924-1993) hem romanlarının konusu ve kurgusu hem de felsefi arka planı açısından dikkate alınmayı hak ediyor. İnsan psikolojisini ele alış tarzı ve okuru tepkisiz/tahminsiz bırakan üslubu her defasında beni hayran bırakıyor. Hayatın içindeki basit detayları edebi bir ustalıkla hikâyeye yedirirken işlediği konuların fantastik ve/veya gerçeküstü olması hayatın gerçekliğini yansıtmasına engel olmuyor. Kobo Abe kurgusunun merkezine insan ve hayatı yerleştirerek eserlerinde modernizm algısına, toplumsal yapıya, siyasi anlayışa ve modern insana dair eleştirilerini sıralıyor. Bu işi öyle maharetle yapıyor ki kurgusal bir romanı okurken aynı zamanda eleştirel bir düşünce kitabı okuyorken buluyorsunuz kendinizi. Monokl Yayınları’ndan çıkan Başkasının Yüzü de aynı özelliklere sahip. İki yüz on altı sayfadan oluşan eserin çevirisi Barış Bayıksel tarafından yapılmış. Eseri salt roman olarak ele almak mümkün elbette fakat daha fazlasını içerdiğini ve aşkın bir okumaya tabi tutmanın okur adına daha yararlı olacağını düşünüyorum. Kitap, maskeye atıfla yüz ile karakter ilişkilendirmesini ve insanın eylemlerini felsefi ve eleştirel bir üslupla ele alıyor. Eleştirisinin temel noktasını görsellik üzerine oturtan yazar modern insanın değerlendirmelerinde belirleyici kıldığı maddeci yanına dikkat çekiyor.
Başkasının Yüzü, yönetici olarak çalıştığı enstitüdeki laboratuvarda bir kaza sonucu yüzünde tedavi edilemeyen yaralar oluşan ve bu yüzden sargılarla yaşamaya başlayan başkarakterin karısına yazdığı notlardan oluşuyor. Yüzündeki yaralar nedeniyle karısının ondan uzaklaştığını ve toplumun kendisini dışladığını düşünen adam çözümü bir maske yapmakta buluyor. Uzun araştırmalar ve hesaplamalar sonucunda gerçek olup olmadığı dokunulmadığı sürece anlaşılamayacak nitelikte bir maske yapıyor. Yazdığı notlarda maske yapma sürecinde yaşadıklarına ve düşündüklerine yer veriyor. Buradaki en önemli nokta, başkarakterin maskeyi taktıktan sonra karakterindeki değişimler diyebiliriz. Kişilik bölünmesi yaşayan başkarakter kendi karakteri ile maskenin karakteri arasında savrulmalar yaşıyor ve otokontrolünü kaybetmeye başlıyor. Bu şekilde toplumsal normları zorlayabileceğini hatta kanunları delebileceğini düşünüyor. Maske başkarakterin bilinçaltını harekete geçirerek gerçek kişiliğinin normal bulmadığı şeyleri yapma arzusunu açığa çıkarıyor.
Romandaki hikâye kendi seyrinde akarken Kobo Abe’nin farkı kendini gösteriyor. Eserlerinde eleştirel bir alt metin bulunan Kobo Abe bu kitapta ‘yüzün felsefesi’ni yapıyor desek abartmış olmayız. Adeta yüzün haritasını çıkaran yazar insanın eğilimleri ve yüz şekli-karakter ilişkisi üzerinde duruyor. Modern insanın yüz algısını zihnimize kazıyor. Farklı dönemlerde ve şartlarda farklı algılanabilen yüzün anlamından önemine kadar geniş bir alanda sorgulama yapıyor. İletişim ile yüz arasındaki ilişkinin boyutlarını irdeliyor. Maske takmak zorunda kalmayanların maskesinin kendi yüzleri olduğunu vurguluyor. Böyle hareket edenler yüzlü yüzsüzlerdir. İnsanların farklı olmak adına modanın da etkisiyle aynı şeylere meyletmesi gerçek kimliği maskelemektedir. Tüm insanların maske taktığı hayat insanların birbirini kandırdığı bir maskeli balodur. Başkarakter benzer mantığı makyaj ve dövme üzerinden de kuruyor fakat dövmenin dıştan bilindiğini, dolayısıyla kandırma potansiyelinin kısıtlı olduğunu belirtiyor. Makyaj ise tıpkı maske gibi bir şeyleri saklayan özelliğe sahiptir.
Edebi açıdan oldukça doyurucu olan metin boyunca kişileştirme, analoji ve aforizma okuyucuya eşlik ediyor. Kitapta kısa diyaloglar bulunsa da genel itibariyle başkarakterin içsel devinimlerinden oluşan monologlarla ilerliyor. Bu durum romana psikolojik özellik katıyor. ‘Ben’ anlatıcı diyebileceğimiz bir tarzı seçen yazar birkaç yerde ‘sen’ anlatıma başvuruyor. Elbette eser boyunca Kobo Abe’nin kendine has kasvetli/duygusal üslubu okuyucuyu yalnız bırakmıyor. Tüm bu özellikler kitabı psikanalitik açıdan da değerlendirmeye açık kılıyor. Zaman ve mekân açısından belirli bir dönem ya da yerle kısıtlanamayacak olan metin modern anlayışın hüküm sürdüğü, var olmanın görünür olmaya indirgendiği günümüze dair çok fazla şey söylüyor. Kişilerarası iletişim ve toplumsal ilişkilerde insanın yüzünün arkasına saklanarak takındığı tavrı sorgulatıyor. Başkasının Yüzü’nü okurken insan bir yandan da kendisiyle yüzleşiyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Kobo Abe
Birçoğumuz Maske filmini izlemişizdir. Oldukça utangaç, sakar ve içe kapanık bir karakter olan Stanley Ipkiss (Jim Carrey) bulduğu maskeyi yüzüne taktığında fantastik bir süper kahramana dönüşür. Bu dönüşümle birlikte S. Ipkiss bambaşka biri olur. O silik karakter gitmiş yerine zapt edilemez biri gelmiştir. Maske, maskeyi takan kişinin bilinçaltını açığa çıkarma özelliğine sahiptir ve açığa çıkan düşünceler abartılı/absürt şekilde süper kahramanın fiillerine yansır. Haz çağının ürünü olan senaryoda sorunlar eğlendirerek çözülme yoluna gidilmiştir. Maske filmi, insanlık değerlerine katkı sağlayacak bir felsefesi olmamasının yanında Amerikan kültürünün propaganda aracı olarak tipik bir Hollywood projesi bilinciyle değerlendirilmelidir. Subliminal mesajların havada uçuştuğu bir dönemde komploculuk histerisine kapılmaya gerek yok lakin bu filmdeki maske ile bilinçaltı arasındaki ilişki oldukça ilgi çekici.
Maskenin ezoterik yönünün, gizemciliğe olan eğilimi nedeniyle insanın üzerindeki etkisini düşündüğümüzde sinema ve diziler için son derece cazip bir obje olması doğal bir durum. Zaten bunu her geçen gün artan örneklerinden anlıyoruz. Fakat biz, sinemanın kültürel hegemonya üzerine kurulu ideolojisinden Japon edebiyatına geçiş yapalım. Modern Japon edebiyatının en önemli kalemlerinden birisi olarak değerlendirilen Kobo Abe (1924-1993) hem romanlarının konusu ve kurgusu hem de felsefi arka planı açısından dikkate alınmayı hak ediyor. İnsan psikolojisini ele alış tarzı ve okuru tepkisiz/tahminsiz bırakan üslubu her defasında beni hayran bırakıyor. Hayatın içindeki basit detayları edebi bir ustalıkla hikâyeye yedirirken işlediği konuların fantastik ve/veya gerçeküstü olması hayatın gerçekliğini yansıtmasına engel olmuyor. Kobo Abe kurgusunun merkezine insan ve hayatı yerleştirerek eserlerinde modernizm algısına, toplumsal yapıya, siyasi anlayışa ve modern insana dair eleştirilerini sıralıyor. Bu işi öyle maharetle yapıyor ki kurgusal bir romanı okurken aynı zamanda eleştirel bir düşünce kitabı okuyorken buluyorsunuz kendinizi. Monokl Yayınları’ndan çıkan Başkasının Yüzü de aynı özelliklere sahip. İki yüz on altı sayfadan oluşan eserin çevirisi Barış Bayıksel tarafından yapılmış. Eseri salt roman olarak ele almak mümkün elbette fakat daha fazlasını içerdiğini ve aşkın bir okumaya tabi tutmanın okur adına daha yararlı olacağını düşünüyorum. Kitap, maskeye atıfla yüz ile karakter ilişkilendirmesini ve insanın eylemlerini felsefi ve eleştirel bir üslupla ele alıyor. Eleştirisinin temel noktasını görsellik üzerine oturtan yazar modern insanın değerlendirmelerinde belirleyici kıldığı maddeci yanına dikkat çekiyor.
Başkasının Yüzü, yönetici olarak çalıştığı enstitüdeki laboratuvarda bir kaza sonucu yüzünde tedavi edilemeyen yaralar oluşan ve bu yüzden sargılarla yaşamaya başlayan başkarakterin karısına yazdığı notlardan oluşuyor. Yüzündeki yaralar nedeniyle karısının ondan uzaklaştığını ve toplumun kendisini dışladığını düşünen adam çözümü bir maske yapmakta buluyor. Uzun araştırmalar ve hesaplamalar sonucunda gerçek olup olmadığı dokunulmadığı sürece anlaşılamayacak nitelikte bir maske yapıyor. Yazdığı notlarda maske yapma sürecinde yaşadıklarına ve düşündüklerine yer veriyor. Buradaki en önemli nokta, başkarakterin maskeyi taktıktan sonra karakterindeki değişimler diyebiliriz. Kişilik bölünmesi yaşayan başkarakter kendi karakteri ile maskenin karakteri arasında savrulmalar yaşıyor ve otokontrolünü kaybetmeye başlıyor. Bu şekilde toplumsal normları zorlayabileceğini hatta kanunları delebileceğini düşünüyor. Maske başkarakterin bilinçaltını harekete geçirerek gerçek kişiliğinin normal bulmadığı şeyleri yapma arzusunu açığa çıkarıyor.
Romandaki hikâye kendi seyrinde akarken Kobo Abe’nin farkı kendini gösteriyor. Eserlerinde eleştirel bir alt metin bulunan Kobo Abe bu kitapta ‘yüzün felsefesi’ni yapıyor desek abartmış olmayız. Adeta yüzün haritasını çıkaran yazar insanın eğilimleri ve yüz şekli-karakter ilişkisi üzerinde duruyor. Modern insanın yüz algısını zihnimize kazıyor. Farklı dönemlerde ve şartlarda farklı algılanabilen yüzün anlamından önemine kadar geniş bir alanda sorgulama yapıyor. İletişim ile yüz arasındaki ilişkinin boyutlarını irdeliyor. Maske takmak zorunda kalmayanların maskesinin kendi yüzleri olduğunu vurguluyor. Böyle hareket edenler yüzlü yüzsüzlerdir. İnsanların farklı olmak adına modanın da etkisiyle aynı şeylere meyletmesi gerçek kimliği maskelemektedir. Tüm insanların maske taktığı hayat insanların birbirini kandırdığı bir maskeli balodur. Başkarakter benzer mantığı makyaj ve dövme üzerinden de kuruyor fakat dövmenin dıştan bilindiğini, dolayısıyla kandırma potansiyelinin kısıtlı olduğunu belirtiyor. Makyaj ise tıpkı maske gibi bir şeyleri saklayan özelliğe sahiptir.
Edebi açıdan oldukça doyurucu olan metin boyunca kişileştirme, analoji ve aforizma okuyucuya eşlik ediyor. Kitapta kısa diyaloglar bulunsa da genel itibariyle başkarakterin içsel devinimlerinden oluşan monologlarla ilerliyor. Bu durum romana psikolojik özellik katıyor. ‘Ben’ anlatıcı diyebileceğimiz bir tarzı seçen yazar birkaç yerde ‘sen’ anlatıma başvuruyor. Elbette eser boyunca Kobo Abe’nin kendine has kasvetli/duygusal üslubu okuyucuyu yalnız bırakmıyor. Tüm bu özellikler kitabı psikanalitik açıdan da değerlendirmeye açık kılıyor. Zaman ve mekân açısından belirli bir dönem ya da yerle kısıtlanamayacak olan metin modern anlayışın hüküm sürdüğü, var olmanın görünür olmaya indirgendiği günümüze dair çok fazla şey söylüyor. Kişilerarası iletişim ve toplumsal ilişkilerde insanın yüzünün arkasına saklanarak takındığı tavrı sorgulatıyor. Başkasının Yüzü’nü okurken insan bir yandan da kendisiyle yüzleşiyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Para varsa huzur var mıdır ya da bir ailenin parayla imtihanı
“Para iyi bir hizmetçi, kötü bir efendidir.”
- Alexandre Dumas
Parayla imtihan dünyanın başa çıkılması zor olaylarından biri. Özellikle sonradan ve bir anda kazanılan parayla veya birden ‘havadan’ gelen parayla. Bu tür durumlarda insanın gerçek karakterinin su yüzüne çıkması olağan bir durum. Birçok kişinin çevresinde görebileceği durumlardandır bu. “Parayı buldu, yürüyüşü bile değişti” dendiğini herkes duymuştur, bazı kişiler için. Herkes bu yükü kaldıramaz, hem manevi olarak hem de maddi olarak parayla başa çıkamayıp karakterini ve varlığını kaybeden binlerce kişiyle dolu ortalık. Bu sadece bizim ülkemiz veya kültürümüz için geçerli olmasa gerek. Birçok yabancı dizide, filmde bu tür olayları gördük, görüyoruz. Bunun son örneklerinden biri ise Hindistanlı yazar Vivek Shanbhag’ın romanı ya da novellası diyebileceğimiz Gaçar Goçar’dır. Karmakarışık, iç içe anlamlarına gelen Gaçar Goçar, Türkçede Palto Yayınevi’nden geçtiğimiz mart ayında yayımlanmış ve Kannada diliyle yazılmış bir eserdir. Ayrıca şimdiden Hint Edebiyatı’nın iyi eserlerinden biri olacağının sinyallerini de verdiği kanaatindeyim.
Kısa bir kitap Gaçar Goçar. Kitabın sonundaki sözlükle beraber 104 sayfadan oluşuyor. İdris Çakmak tarafından başarılı bir şekilde Türkçeye kazandırılmış fakat orijinal dilinden değil, İngilizceden. Bu arada bir takım kayıplar olduğunu kabul ederek okuyoruz eseri.
Yazar Vivek Shanbhag bir mühendis. Anadili Konkani olmasına rağmen eserlerini Kannada diliyle yazıyor. Şimdiye kadar farklı türlerde birçok eser kaleme alan yazarın öyküleri İngilizceye ve diğer Hint dillerine çevrilmiş. Şu anda sadece yazarlıkla ilgilenen Shanbhag Banglore’da hayatını sürdürüyor.
Kitap altı kişilik bir ailenin (anne, baba, oğul, gelin, kız kardeş ve amca) hayatından bir kesiti okura sunuyor. Kitabın anlatıcısı aynı zamanda kitapta ismini bilmediğimiz tek karakter olan evin oğludur. Konu, anlatıcının ve aynı zamanda başkarakterin Coffee House’ta bir garson olan Vincent’e ailesinin serüvenini anlatmasıyla başlıyor. Daha sonra geri dönüş teknikleriyle bu Hint ailesinin yaşadıklarını öğrenebiliyoruz. Kitapta konu ikiye ayrılıyor. Bu, ailenin parasız, son derece fakir bir hayat sürerken yaşadıklarıyla, görece zengin olduktan sonra yaşadıkları arasındaki farklardan oluşuyor. Sona Masala adlı bir baharat şirketine sahip olan ve bunun ticaretini yapan ailenin farklı dönemlerdeki davranış değişikliklerinin başkarakter olan evin oğlunun bakışından anlatılan kitap yedi bölümden oluşuyor. Hemen her bölümde aileden birinin detaylı bir şekilde hayatı ve o ana kadar yaşadıkları aktarılıyor kitapta. Toplumsal değinilerin çok yer bulmadığı eserde olaylar genel olarak aileden dışarı taşmıyor.
Ailenin çalışan tek bireyi amcadır. Herkes Chikkappa olarak bize tanıtılan amcanın sırtından geçiniyor ve ailedeki her birey bu durum özelinde sanki sessiz bir şekilde sözleşmiş gibi davranıyor. Ailenin bütün rutini amcanın rahatı için programlanmış. Öyle ki, evde çalışan tek kişi amca olduğu için onun hoşlanmadığı kelimeler dahi söylenmiyor. Buna bir tür başkasının sırtından geçinme diyebiliriz. Çünkü işi kurarlarken evin babası bir miktar sermaye ortaya koyuyor ve kenara çekiliyor, evin oğlu yani anlatıcı ise şirketten sadece maaş alıyor. İşten anlayan tek kişi amca olduğu için de bütün her şey onun rahat etmesine endekslenmiş. Fakat bu durum eve bir gelin (anlatıcının evlendiği kişi) gelince değişiyor.
Ailenin son derece yoksul bir yaşam sürerken bir anda feraha kavuşması kitapta iyi işlenmiş. Kurgusal anlamda bu geçiş eksik anlatılsa da bundan sonraki süreç, ailenin içinde bulunduğu durum bakımından başarılı bir şekilde anlatıcının ağzından aktarılmış. Bir anda paraya kavuşmanın getirdiği tahribata şöyle değiniyor başkarakter, biraz da öz eleştiri yaparak: “Malati her zaman dengesiz olmuştur, patlamaya hazır bir avuç barut gibi. İhtiyaç duyduğu kıvılcım, maddi durumumuzun düzelmesi şeklinde parladı. Yeni eve taşındığımızda üniversiteye gidiyordu. O zamana kadar aşırı derecede idareli davranmıştık; başka seçeneğimiz var mıydı ki? Para harcanacağı zaman birbirimize danışıyor, net bir hesap veriyorduk. Aileyi birbirine karşı bağımlı olarak düşünüyorduk, para harcayan biri aynı zamanda ötekilerin payından alıyor demekti. Bu kısa sürede değişti. Artık izin almadan ya da kimseye haber vermeden, hatta bunu düşünmeden bile harcayacak kadar paramız vardı. Appa’nın üzerimizdeki kontrolü kalkmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse kendi kontrolümüzü de yitirmiştik.”
“Parayı biz kontrol etmeyiz, para bizi kontrol eder cümlesi ne kadar da doğru bir söz. Azken çok uysal davranır, artınca küstahlaşır ve bizi idare etmenin yolunu bulur. Para işte bizim üzerimizden öyle geçti ve bizi bir girdabın ortasına sürükledi.”
Paranın bir ailede veya bir kişide ne gibi değişiklikler yapabileceğinden başka, ikili ilişkiler açısından da zengin bir kitap Gaçar Goçar. Birçok kültürde görülebilecek ‘gelin-kaynana’ arasındaki arızalı ilişkiden tutun da farklı sosyal ve kültürel tabakalardan olup hayata tamamen farklı bakan iki kişinin evliliğinin ne gibi sorunlar doğurabileceğine de değiniyor yazar kitabında. Ayrıca insanların para uğruna düşünsel anlamda da olsa ne kadar alçalabileceğinin de örnekleri yine bu aile üzerinden başarılı bir şekilde veriliyor.
Akıcı bir dili var yazarın. Son derece sade bir üslûp ve yer yer ironik bir anlatımla keyifli bir okuma sunuyor. İmgesel bir anlatıma bulaşmadan, bilinç dışı faktörlere girmeden, açıklayıcı bir anlatım okumayı çok kolaylaştırıyor. Fakat kitap İngilizceye çevrilirken bazı Hint ve Kannada diline ait unsurlar çevrilmemiş. Bunu yayıncının notundan okuyoruz. Türkçeye de İngilizceden çevrildiği için doğal olarak bizim dilimize de yansımıyor bu kavramlar. Bu durum yazarın dahliyle gerçekleşmiş olsa da her şeyin orijinal hâliyle kalması taraftarıyım. Ayrıca kitaptan çıkarılmayan Hint kültürüne ait bazı kavramlar koyu fontla gösterilmiş ve okurun dikkati dağılmasın diye dipnot olarak değil, kitabın arkasına bir sözlük eklenerek açıklanmış. Bu yöntemi çok doğru bulmadım. Dipnotu okumak, o tür kelimeler için kitabın son sayfalarını açmaktan çok daha kolay.
Yazar, kişi özelliklerini psikolojik olarak çok iyi aktarmış. Kişinin mizacı yazarın anlatımıyla net bir şekilde zihnimizde yer ediyor. Zaten roman olaylardan ziyade kişiler üzerinden gittiği için bu duruma ihtiyaç vardı. Kitabın başarısında yüksek bir payı var bu durumun.
Farklı, bambaşka bir kültürden, derli toplu bir eser Gaçar Goçar. Başka ülkelerin edebiyatlarını merak edenler ve takip edenler bu kitabı sevecektir. Tam olarak orijinal hâliyle çevrilseydi çok daha iyi olabilirdi ama bu durumda da oldukça başarılı demek mümkün. Uzaklardan farklı şarkılar dinlemeyi sevenler için Palto Yayınevi güzel bir iş gerçekleştirmiş.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
* Bu yazı daha evvel Temmuz dergisinin Mayıs 2018 sayısında yayımlanmıştır.
- Alexandre Dumas
Parayla imtihan dünyanın başa çıkılması zor olaylarından biri. Özellikle sonradan ve bir anda kazanılan parayla veya birden ‘havadan’ gelen parayla. Bu tür durumlarda insanın gerçek karakterinin su yüzüne çıkması olağan bir durum. Birçok kişinin çevresinde görebileceği durumlardandır bu. “Parayı buldu, yürüyüşü bile değişti” dendiğini herkes duymuştur, bazı kişiler için. Herkes bu yükü kaldıramaz, hem manevi olarak hem de maddi olarak parayla başa çıkamayıp karakterini ve varlığını kaybeden binlerce kişiyle dolu ortalık. Bu sadece bizim ülkemiz veya kültürümüz için geçerli olmasa gerek. Birçok yabancı dizide, filmde bu tür olayları gördük, görüyoruz. Bunun son örneklerinden biri ise Hindistanlı yazar Vivek Shanbhag’ın romanı ya da novellası diyebileceğimiz Gaçar Goçar’dır. Karmakarışık, iç içe anlamlarına gelen Gaçar Goçar, Türkçede Palto Yayınevi’nden geçtiğimiz mart ayında yayımlanmış ve Kannada diliyle yazılmış bir eserdir. Ayrıca şimdiden Hint Edebiyatı’nın iyi eserlerinden biri olacağının sinyallerini de verdiği kanaatindeyim.
Kısa bir kitap Gaçar Goçar. Kitabın sonundaki sözlükle beraber 104 sayfadan oluşuyor. İdris Çakmak tarafından başarılı bir şekilde Türkçeye kazandırılmış fakat orijinal dilinden değil, İngilizceden. Bu arada bir takım kayıplar olduğunu kabul ederek okuyoruz eseri.
Yazar Vivek Shanbhag bir mühendis. Anadili Konkani olmasına rağmen eserlerini Kannada diliyle yazıyor. Şimdiye kadar farklı türlerde birçok eser kaleme alan yazarın öyküleri İngilizceye ve diğer Hint dillerine çevrilmiş. Şu anda sadece yazarlıkla ilgilenen Shanbhag Banglore’da hayatını sürdürüyor.
Kitap altı kişilik bir ailenin (anne, baba, oğul, gelin, kız kardeş ve amca) hayatından bir kesiti okura sunuyor. Kitabın anlatıcısı aynı zamanda kitapta ismini bilmediğimiz tek karakter olan evin oğludur. Konu, anlatıcının ve aynı zamanda başkarakterin Coffee House’ta bir garson olan Vincent’e ailesinin serüvenini anlatmasıyla başlıyor. Daha sonra geri dönüş teknikleriyle bu Hint ailesinin yaşadıklarını öğrenebiliyoruz. Kitapta konu ikiye ayrılıyor. Bu, ailenin parasız, son derece fakir bir hayat sürerken yaşadıklarıyla, görece zengin olduktan sonra yaşadıkları arasındaki farklardan oluşuyor. Sona Masala adlı bir baharat şirketine sahip olan ve bunun ticaretini yapan ailenin farklı dönemlerdeki davranış değişikliklerinin başkarakter olan evin oğlunun bakışından anlatılan kitap yedi bölümden oluşuyor. Hemen her bölümde aileden birinin detaylı bir şekilde hayatı ve o ana kadar yaşadıkları aktarılıyor kitapta. Toplumsal değinilerin çok yer bulmadığı eserde olaylar genel olarak aileden dışarı taşmıyor.
Ailenin çalışan tek bireyi amcadır. Herkes Chikkappa olarak bize tanıtılan amcanın sırtından geçiniyor ve ailedeki her birey bu durum özelinde sanki sessiz bir şekilde sözleşmiş gibi davranıyor. Ailenin bütün rutini amcanın rahatı için programlanmış. Öyle ki, evde çalışan tek kişi amca olduğu için onun hoşlanmadığı kelimeler dahi söylenmiyor. Buna bir tür başkasının sırtından geçinme diyebiliriz. Çünkü işi kurarlarken evin babası bir miktar sermaye ortaya koyuyor ve kenara çekiliyor, evin oğlu yani anlatıcı ise şirketten sadece maaş alıyor. İşten anlayan tek kişi amca olduğu için de bütün her şey onun rahat etmesine endekslenmiş. Fakat bu durum eve bir gelin (anlatıcının evlendiği kişi) gelince değişiyor.
Ailenin son derece yoksul bir yaşam sürerken bir anda feraha kavuşması kitapta iyi işlenmiş. Kurgusal anlamda bu geçiş eksik anlatılsa da bundan sonraki süreç, ailenin içinde bulunduğu durum bakımından başarılı bir şekilde anlatıcının ağzından aktarılmış. Bir anda paraya kavuşmanın getirdiği tahribata şöyle değiniyor başkarakter, biraz da öz eleştiri yaparak: “Malati her zaman dengesiz olmuştur, patlamaya hazır bir avuç barut gibi. İhtiyaç duyduğu kıvılcım, maddi durumumuzun düzelmesi şeklinde parladı. Yeni eve taşındığımızda üniversiteye gidiyordu. O zamana kadar aşırı derecede idareli davranmıştık; başka seçeneğimiz var mıydı ki? Para harcanacağı zaman birbirimize danışıyor, net bir hesap veriyorduk. Aileyi birbirine karşı bağımlı olarak düşünüyorduk, para harcayan biri aynı zamanda ötekilerin payından alıyor demekti. Bu kısa sürede değişti. Artık izin almadan ya da kimseye haber vermeden, hatta bunu düşünmeden bile harcayacak kadar paramız vardı. Appa’nın üzerimizdeki kontrolü kalkmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse kendi kontrolümüzü de yitirmiştik.”
“Parayı biz kontrol etmeyiz, para bizi kontrol eder cümlesi ne kadar da doğru bir söz. Azken çok uysal davranır, artınca küstahlaşır ve bizi idare etmenin yolunu bulur. Para işte bizim üzerimizden öyle geçti ve bizi bir girdabın ortasına sürükledi.”
Paranın bir ailede veya bir kişide ne gibi değişiklikler yapabileceğinden başka, ikili ilişkiler açısından da zengin bir kitap Gaçar Goçar. Birçok kültürde görülebilecek ‘gelin-kaynana’ arasındaki arızalı ilişkiden tutun da farklı sosyal ve kültürel tabakalardan olup hayata tamamen farklı bakan iki kişinin evliliğinin ne gibi sorunlar doğurabileceğine de değiniyor yazar kitabında. Ayrıca insanların para uğruna düşünsel anlamda da olsa ne kadar alçalabileceğinin de örnekleri yine bu aile üzerinden başarılı bir şekilde veriliyor.
Akıcı bir dili var yazarın. Son derece sade bir üslûp ve yer yer ironik bir anlatımla keyifli bir okuma sunuyor. İmgesel bir anlatıma bulaşmadan, bilinç dışı faktörlere girmeden, açıklayıcı bir anlatım okumayı çok kolaylaştırıyor. Fakat kitap İngilizceye çevrilirken bazı Hint ve Kannada diline ait unsurlar çevrilmemiş. Bunu yayıncının notundan okuyoruz. Türkçeye de İngilizceden çevrildiği için doğal olarak bizim dilimize de yansımıyor bu kavramlar. Bu durum yazarın dahliyle gerçekleşmiş olsa da her şeyin orijinal hâliyle kalması taraftarıyım. Ayrıca kitaptan çıkarılmayan Hint kültürüne ait bazı kavramlar koyu fontla gösterilmiş ve okurun dikkati dağılmasın diye dipnot olarak değil, kitabın arkasına bir sözlük eklenerek açıklanmış. Bu yöntemi çok doğru bulmadım. Dipnotu okumak, o tür kelimeler için kitabın son sayfalarını açmaktan çok daha kolay.
Yazar, kişi özelliklerini psikolojik olarak çok iyi aktarmış. Kişinin mizacı yazarın anlatımıyla net bir şekilde zihnimizde yer ediyor. Zaten roman olaylardan ziyade kişiler üzerinden gittiği için bu duruma ihtiyaç vardı. Kitabın başarısında yüksek bir payı var bu durumun.
Farklı, bambaşka bir kültürden, derli toplu bir eser Gaçar Goçar. Başka ülkelerin edebiyatlarını merak edenler ve takip edenler bu kitabı sevecektir. Tam olarak orijinal hâliyle çevrilseydi çok daha iyi olabilirdi ama bu durumda da oldukça başarılı demek mümkün. Uzaklardan farklı şarkılar dinlemeyi sevenler için Palto Yayınevi güzel bir iş gerçekleştirmiş.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
* Bu yazı daha evvel Temmuz dergisinin Mayıs 2018 sayısında yayımlanmıştır.