Modernleşmeye alternatif sunamamış olmak Müslüman toplumların Batı merkezli düşünce ve yaşam biçimine boyun eğmesine neden olmuştur. Batı karşısında yenik, sinik ve silik duruma düşen İslam dünyasında ortaya çıkan görüşler bu durumun nasıl ‘telafi’ edilebileceğine yöneliktir. On dokuzuncu yüzyıl Müslümanlar için telafi yollarının ‘çok planlı olmadan’ yapılmaya çalışıldığı bir arayış dönemidir. Bir yanıyla bu arayış çabaları yeni İslami söylemin kuruluş sürecidir. Daha çok ‘Islah Ekolü’ olarak adlandırılan bu dönemin Müslüman aydınları iki şekilde hareket etmiştir denilebilir. İlk grup gelenek ile modern Batı düşüncesini sentezlemeye dönük aşamalı bir yöntemi benimserken ikinci grup geleneksel yapıyı tamamen terk ederek tümüyle Batı’ya yönelmeyi yani modernleşmeyi seçmiştir. Bu arada üçüncü bir grup vardır ki, onlara göre geleneği yeniden canlandırıp Batı’yı tümüyle reddetmek Müslümanların tek kurtuluş yoludur. Geçen süreç göstermiştir ki, tarafları İslami terminolojinin kategori ve kavramlarına boğarak anlatmak fayda vermediği gibi holiganizme yol açarak Müslümanları birbirine düşman mesabesine getirmiştir. O sebeple, meselenin düşünsel anlamda derinlemesine analiz edilebilmesinin yolu, yöntemi yine Batı’dan alınan kavram ve kategorize etmek yerine metodoloji ve gerekçelerin sağduyulu bir şekilde ele alınmasından geçmektedir. Yeri gelmişken, buradaki asıl sorunun tarafların amacının değil metodoloji sorunu olduğunu da söylemek gerekiyor. Zira her bir grubun amacının İslam coğrafyasının ihya edilmesi olduğundan şüphe yoktur. Yalnız, bu olumlulaştırma girişimi, tarafların katı dışlayıcı, reddedici, tahkir ve hatta tekfir edici tutumuna çarparak geri döndüğü gerçeğini değiştirmiyor.
Pınar Yayınları etiketini taşıyan Çağdaş İslam Düşüncesinin Sorunları adlı kitap Müslümanların son iki yüzyıl içinde yaşadığı bu karmaşık dönemi ele almaya çalışıyor. Dokuz makalenin yer aldığı yüz kırk üç sayfalık kitap İslam Özkan tarafından hazırlanmış. Kitaptaki makalelerin dördü Mısırlı Hasan Hanefi’ye (1935), ikisi Tunuslu Raşid Gannuşi’ye (1941), ikisi Mısırlı Abdulvehab Messiri’ye (1938), biri de Faslı Muhammed Abid Cabiri’ye (1936-2010) ait. Buradaki dört düşünürün çağdaş İslam düşüncesi içinde yer aldığını ve gelenekçi yapılar tarafından modernist olarak değerlendirilerek tenkit edildiğini söylemek gerekiyor.
Kitapta, özellikle Müslümanların siyasi anlayışları ve uygulamaları ele alınarak toplumsal yansımalarına değiniliyor. İsim olarak oldukça iddialı olmasına karşın böylesi küçük çapta bir eserin konuyu tüm detaylarıyla ele alması beklenemez. Asıl önemli nokta ise, makalelerin Mağrip-Maşrık olarak adlandırılan Kuzey Afrika’yı ele alması diyebiliriz. Bu anlamda yazılarda Fas-Mısır arasındaki gelişmeler değerlendirildiğinden analizlerde kısıtlayıcı bir ulusçuluk (Araplık) ön plana çıkıyor. Bunda elbette bir kasıt olduğu düşünülemez fakat ele alınan konuların Müslüman toplumların tamamını kapsadığını söylemek veya İslam coğrafyasındaki sorunları buradaki analizlere indirgemek doğru olmaz. Modernleşme karşısında Müslüman toplumlarda benzeşen genel bir eğilim var olsa bile, kitapta da değinildiği gibi, farklı toplumların farklı bileşenleri ve dinamikleri olduğundan beşeri bilimler açısından toplumları aynılaştırmak modernizmin sorunlu yanlarından birini kullanmak anlamına gelecektir. Buradaki mutlaklık tehlikesinin postmodernizmdeki rölativizm tuzağına düşürmemesine de ayrıca dikkat edilmelidir.
Eserde yapılan değerlendirmelerde yirminci yüzyılın -veya modernizmin- Kuzey Afrika’daki seyrinin analitik bir panoramasını görmek mümkün. Batı düşüncesine ve tarihsel gelişmelere oldukça fazla atıf yapılarak ortaya konulan açılımlar önemlilik arz ediyor. Diğer taraftan çalışmanın farklı kişilerden alınan makalelerden oluşması ele alınan konularda dağınıklığa ve/veya kopukluğa neden oluyor. Bu durumu İslam Özkan sunuş yazısında, “şu an okumakta olduğunuz kitaptaki yazarlardan her birinin fikri yönelimi, sorunların tespiti ve sorunlara çözüm üretme şekli birbirinden oldukça farklı. Bütünüyle birbirine zıt şeyler söylediklerini ifade ediyor değiliz, ele aldıkları konular ilk bakışta birbiriyle bütünüyle ilintili görünmese de, İslam dünyasının fikri, siyasi ve yapısal sorunlarına ilişkin tespit ve öneriler kendini dışa vurmakta” şeklinde belirtiyor. Özkan, kitapta farklı konularda makalelerine yer verilen düşünürlerin buluştuğu ortak paydayı, “İslam dünyasının yanlış bir şekilde ‘Batılılaşma Serüveni’ olarak takdim edilen, gerçekte ise ‘başarısız modernleşme tecrübesi diyebileceğimiz soruna doğrudan ya da dolaylı olarak” işaret ettiğinin altını çiziyor. Bu durum Müslümanların bugünkü düşünce yapısını ve hareket biçimini anlamak açısından önemli bir detay olarak ele alınmalı. İslam coğrafyası geneli- itibariyle ne öykündüğü Batılı gibi davranabiliyor ne de övündüğü geleneksel formun içinde kalabiliyor. Buradaki çatışmayı ya da birleşmeyi, Friedrich Hegel (1770-1831) ve Karl Marx’a (1818-1883) atfedilen tarihsel diyalektikteki ‘tez-antitez-sentez’ olarak ele almak mümkün değil. Çünkü -eğer varsa- Batılı tez karşısında -kesinlikle- bir antitez bulunmuyor ve dolayısıyla ortaya bir sentez çıkamaz. Ortaya çıkan absürt durumu açıklayan en anlamlı tabir Daryush Shayegan’ın (1935-2018) “melez” tanımı olsa gerek. Çalışmada dikkat çekilmesi gereken diğer bir yön ise düşünürlerin kendilerini belirli bir fikre sabitlemeden konuları ele alabilmesi diyebiliriz. Özkan, bir düşünceyi saplantı haline getirmeyen bu tutumu, “her birinin ortak noktası, meselelere ideolojik ama özellikle politik angajmanlardan uzak, felsefi bir derinliği yakalama gayreti” olarak tanımlıyor. Dönem için geleneksel İslami söylem taraftarlarınca ortaya konulan görüşler ele alındığında buradaki değerlendirmenin önemi bir kez daha artıyor.
Hasan Hanefi ilk makalesinde yeni bir medeniyet (ya da Batı medeniyeti karşısında alternatif bir medeniyet) oluşturmanın mümkün olup olmadığını sorguluyor. Bunun için İslam düşüncesinin tarihsel seyrini ele alarak ilk yedi yüzyıldaki gelişmenin ikinci yedi yüz yılda durduğunu ve üçüncü yedi yüzyılın yeni bir imkân olabileceğini belirtiyor ve yapılması gerekenlerin neler olabileceği üzerine kabaca görüşlerine yer veriyor. Gelenekçilerin ortaya koyduğu şekilcilik, geçmişe takılı kalma, toptancılık/tekfircilik, akla ve düşünceye düşmanlık gibi tutumların yanında modernistlerin gösterdiği geleneğe düşmanlık, Batıcılık ve katı modernistlik, elitizm, evrensel sekülarizm, pozitivist bilimcilik gibi eğilimler sürecin ilerlemesini engelleyen unsurlar olarak ele alınıyor. İkinci makalesinde Mısırda liberalizmin başarılı olamamasını liberal düşüncenin tam olarak anlaşılamamasına bağlayan Hanefi, İslam’ın özünde liberal anlayışın var olduğunu iddia ediyor. Hanefi’ye göre bu süreçte geleneksel din anlayışının ve mezhebi görüşlerin rolü çok büyüktür. İslam tarihinin ilk dönemlerinin aksine aklı küçümseme ve tasavvufun ortaya çıkardığı kadercilik anlayışı içtihat yapmanın dolayısıyla yenileşme ve ilerlemenin önünde engel olmuştur. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren ise iki çeşit taklitçilik kendini göstermiştir. Gelenekçiler eskiyi taklit ederken, modernistler Batı’yı taklit etme yolunu seçmişlerdir. Bu anlamda her ne kadar aklı ve özgürlüğü öne çıkarsa da Batılı forma sahip olan liberalizm kendisiyle uyumlu olmayan bu topraklarda tutunamamıştır. Oysa İslam da tıpkı liberalizm gibi aklı ve özgürlüğü ön plana çıkarmaktadır. Hasan Hanefi kitaptaki üçüncü makalesinde İslam dünyasında eksik olduğunu belirttiği “direniş kültürü”nün tarihsel kökenlerine ve yirminci yüzyıldaki yansımalarına değiniyor. Filistin’in işgali üzerinden yapılan değerlendirmede Arap devletlerinin acizliği, içe dönük propaganda çalışmaları, Batı’nın tahakkümünün kabulü, toplumların tepkisine rağmen yöneticilerin Batılı devletlerle sıcak ilişkisi, apolitik toplumsal yapının oluşması ve siyasi ufkun olmayışı direniş kültürünün oluşmamasında en önemli etkenlerdir. Bu sorunda da yine geleneksel dini anlayış ve mezheplerin aklı önemsemeyen tutumunun etkisi çok büyüktür. Hasan Hanefi kitaptaki son makalesinde gerek siyasi gerekse toplumsal kültürün oluşumunda medyanın etkisi üzerinde durarak medyanın iktidar tarafından kendini güvenceye almak için kullandığını ve bu tutumun toplumsal sorunlara yol açtığını belirtiyor. Bu sorunları aşmak için Müslüman toplumların uyanışının sağlanması gerekmektedir. Öncelikli olarak ise Müslüman toplumların dışlayıcı olmak yerine kucaklayıcı bir yöntem belirleyip kendi içinde diyalogu oluşturmaları gerekir. Diyaloğa dayalı bu siyasi kültürün oluşmasında medyaya çok büyük görevler düşmektedir.
Muhammed Abid Cabiri makalesinde, liberalizmin Batılı kökeni konusunda Hasan Hanefi’ye katıldığını fakat Müslüman toplumlarda başarısızlığının nedenini olarak dini anlayış ya da mezheplerin gösterilemeyeceğini ileri sürüyor. Ona göre liberalizmin Mısır’daki başarısızlığı tüm İslam toplumlarına genellenemez. Örneğin ülkesi Fas’ta liberalizm başarılı olmuştur. Bu çerçevede Mağrip/Maşrık bölgesindeki gelişmeleri tarihsel bağlamda ele alan Cabiri, dini anlayış ve mezhebi görüşlerin Fas’ta farklı şekillendiğini belirtiyor. Cabiri, Hasan Hanefi’nin tutumunu Batı’da kapitalizmin Protestanlık ile ilişkilendirilerek anlatılmasının/anlamlandırılmasının bir benzerini yapmakla itham ediyor. Ona göre liberalizmin Batı’da başarılı olmasının nedeni kendi toprakları oluşundandır ve görüldüğü üzere Katolikliğe de dokunmamıştır. Hasan Hanefi’nin tezine karşı örnek olarak son derece muhafazakâr bir toplum olan Japonya’da da liberalizm başarılı olmuştur diyen Cabiri, İslam toplumlarında liberalizmin başarılı olmamasının nedeninin emperyalist Batı’nın müdahaleleri olduğunu iddia ediyor.
Abdulvehab Messiri ilk makalesinde teorik bir tartışma içine girerek ideoloji kavramını irdeliyor. Kavramın kökenlerine dair yaptığı açıklamalarda Batı düşüncesi içinde önemli bir yere sahip olduğunu ve siyasette etkin kullanıldığını belirten Messiri, ideoloji kavramının yerine Arapçaya dönülmesi gerektiğini, aksi takdirde uluorta kullanılan Batılı terminoloji üzerinden epistemolojik bir bağımlılığa düşüleceğini söylüyor. Bu durumdan kurtulmak için önerilerini sıralayan Messiri’ye göre Batılı kavramların Müslüman toplumlarda kazandığı yüzeysel anlamlardan kurtulmak gerekmektedir. Bu tutumumun Batı karşıtlığı olarak değerlendirilmemesini isteyen Messiri, amacını kendi değerlerine uygun kavramlar üretmek olarak belirtiyor. Abdulvehab Messiri ikinci makalesinde yeni İslami söylem üzerinde durarak on dokuzuncu yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ıslah odaklı İslami düşüncenin içeriğini ve geçirdiği aşamaları ele alıyor. Batı’yla etkileşim içinde gelişen bu yeni söylemin sorunlarına dair eleştirileriyle birlikte çözüm önerilerin sıralıyor. Ortaya kapsamlı bir metin koyan Messiri, modernleşme, Batı düşüncesinin (içsel) eleştirisi, Müslüman-Batı ilişkileri, medeniyet, akıl ve tarih ekseninde yeni İslami söylemin nasıl oluşturulması gerektiğine dair görüşlerini belirtiyor.
Kitapta iki makalesi bulunan son isim Raşid Gannuşi çok da yabancısı olmadığımız bir kavramı, laikliği İslam açısından değerlendiriyor. İslam ile laikliğin temelde uyuştuğunu belirten Gannuşi’ye göre katı laiklik uygulamaları laikliğin temel anlam ve işlevinden çıkarılarak ideolojileştirilmesi sonucu oluşmuştur. Batı’da gelişen süreç, hayatın dinden soyutlanarak sekülerleştirilmesi hâlini almıştır. Gannuşi’ye göre devlet, toplum içindeki her inanç sahibine eşit mesafede durmalıdır. Bu anlamda kısmi laiklik ve kapsamlı laiklik ayrımı yapılmalıdır diyen Gannuşi, İslam’ın kısmi laikliğe izin verdiğini fakat günümüzdeki uygulamaların Batı orijinli kapsamlı laiklik olduğunu ileri sürüyor. Gannuşi ikinci makalesinde İslam’ın çözüm olup olamayacağı üzerinde duruyor. Bu bağlamda modernizme karşı bir duruş sergileyebilen tek din ve/veya görüşün İslam olduğunun altını çiziyor. İslami hareketlerin siyasi yapı içinde bulunması gerektiğini söyleyen Gannuşi, Müslüman yöneticilerin bir ümit olarak görüldüğünü belirtiyor. Burada önemli bir duruma vurgu yapan Gannuşi, Müslüman toplumlardaki hak ihlali karşıtlığının veya taleplerin illa dinsel alandan gelmediği tespitini yapıyor. Bunun en önemli kanıtı olarak, ekonomik talepleri ve farklı ideolojiye sahip kişi ya da yapıların Müslüman toplumlar tarafından desteklenmesini gösteriyor.
Kitapta yer alan Müslüman aydınların görüşleri günümüz İslami düşüncesi için önemli veriler taşıyor olsa da birçok konuda çözümlemelerin yetersiz kaldığını ve öngörülerin oluşmadığını söylemek gerekiyor. Özellikle idealize edilen Müslüman toplumlar ve yönetimler hakkındaki değerlendirmelerin gerçeklerle çok fazla örtüşmediğini ve belirli bir dönemi ele aldığını söyleyebiliriz. Ortaya konulan çabayı küçümsememek gerekiyor lakin meselenin bilgi ve eğitime dayalı boyutu atlanıyor gibi bir durumla karşı karşıyayız. İslam dünyası sorunlarına dair tespitler yapılıyor, çözüm önerileri sunuluyor lakin tabana inmeyi gerçekleştirecek formül bir türlü bulunamıyor. Buradaki sorunun arzdan çok taleple ilgili olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar iktidar ve güç odaklarının etkisi yadsınamaz ise de Müslüman birey ve/veya toplumların taleplerinin İslami bir yapı mı yoksa modernizm temelli bir yapı mı olduğuyla ilgili duruşları önem kazanıyor. Aksi takdirde siz istediğiniz kadar (teorik) tespit ve çözüm önerisi sunun, bir faydası olmayacaktır.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
SAYFALAR
▼
30 Nisan 2018 Pazartesi
26 Nisan 2018 Perşembe
Muhtasar bir Kısasü'l Enbiya: Yitik Cennet
"Kopyadan taklitten dönmek
Ölümden dönmekten daha zor
Varolmanın tek şartı
Kaderin kaderle çarpışması
Kaderin kaderi ertelemesi
Kaderin kaderi yenmesi
Yeniden varolmanın sırrı
Dirilmek ve diriltmek görevi
Ölümün çürütemediği güzellik
Ben o güzelliği söylüyorum
Ben o güzelliği söylüyorum
Ölümün ötesindeki güzellik."
- Sezai Karakoç, Alınyazısı Saati, 13. şiir.
Bugün Türkiye, başlıca sorunları arasında deizmi konuştuğu bir sırada Yitik Cennet'i yeniden okudum. Evvela niyetim Sezai Karakoç'un şiirine bir adım daha yaklaşmaktı belki ama bu perspektif, kitabın ele aldığı meseleleri ve bu meselelerle anlatmak istediği tefekkürün toplamını düşününce, mezkur sorun da hesaba katılırsa epey kıt kalacaktı.
Sezai Karakoç, Na't üzerine kaleme aldığı bir yazısında şunları söyler: ''İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da mutlak gerçeklerin habercisi her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak gibi bulunduran Son Peygamber... Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na't da şiirin ufkudur.''
Na't bahsi mahfuz olmak üzere burada asıl dikkati çekmek istediğim konu insan olmanın ufuk çizgisinde peygamberlerin bulunuşudur. Kuşkusuz her şeyin bünyesinde bir ufuk noktası vardır. Zamanda ufuk noktası daha iyi ve güzel olsun istediğimiz ''yarın''dır, gelecek. Fiziği yeni keşiflere cezbeleyen bir ufuk fikridir. Ağacın ufku meyvesidir. İnsan da böyle. Aşağıların aşağısı (esfele-safilin) ile en güzel kıvam (ahseni-takvim) arasında salınımlanan insanın da bir ruh ufku bulunur. Allah, yarattığı insanın en yüce ve olgun vechesini peygamberleriyle temsil ettirmiştir. Yani insan peygamberlere, hepsinden öte ve ilk olarak Allah'ın edebin bütün nev'ini kendisinde cem ettiği Hz. Muhammed'e yaklaştıkça kemal bulur.
Bugün, varoluşun kaynağının ne olduğu ve nasıl olduğu üzerine düşünmek şeklinde bir varoluş filozofisi en sarih izahatlara kavuştuğu için eskimiştir. Varoluşa ilişkin asıl üzerinde akıl yürütülmesi gereken şey hamle ve ameli de tetikleyecek olan kendini tanımakla birleşen sahih bir ''niçin'' sorusu olmalıdır. İnsanın bünyesinde adeta bir genetik kod gibi duran, işlediği bir işi, bir ameli her zaman işlediğinden daha iyi bir tarzda gerçekleştirme imkanı, insana mütemadi olarak bir kemal bulma, olgunlaşma fırsatını sunduğu bilinci, basit bir keşif olarak her zaman bir şeyleri olgunlaştırmanın ve güzelleştirmenin gizli bir telkini gibidir. Bu telkin, bahsettiğim niçin sorusuyla birleştiğinde hayat, arzulanan veya kendisine katlanılan yüzleriyle, matuf olduğu asıl değeri bulur. Madem mümin nihai çizgisinde peygamberlerin yer aldığı bir ufka doğru yol alma halindedir, o zaman Kur'an-ı Kerim'de bize anlatılan peygamber temsilleri dinmeyen bir ehemmiyeti taşırlar.
Bana öyle geliyor ki, Sezai Karakoç'un gerek poetikasında gerek düşünce yazılarında önemli bir merhaleyi, peygamberliği ve bilhassa Hz. Muhammed'i (sav) kavrayışı teşkil eder. Hızırla Kırk Saat hemen hemen peygamberlerin hayatlarından belirlenmiş kesitlerden meydana gelir. Na't dışında yazdığı doğrudan Na't olduğunu iddia edemeyeceğimiz birtakım aşk şiirleri Na't'ın kıyılarında dolaşır. Her düşünce eserinde mutlaka söz bir peygambere varır.
Sözü kendisine getirmeye çalıştığım Yitik Cennet kitabı, okurda ilk bakışta yeni zamanların içinde muhtasar bir Kısasü'l Enbiya izlenimi uyandırır. Ama ondan keskin bir farkla ayrıdır: Hz. Âdem ile başlayarak Hz. Muhammed'e (sav) kadar dokuz peygamberin başından geçen ve bu peygamberlerle özdeşleşmiş, varoluş, inanç ve iman noktasında düğümlenen karakteristik olayları yeniden değerlendirerek zamanımıza yansıyan izdüşümlerini göstermeye çalışır.
Peygamberliğin, nübüvvet ve risaletin ne olduğuna dair bir idrakin olgunlaşmış olması bir tarafa aksine ya kaba softa ve ham yobazların eliyle ya da bugün sapmanın bir başka tezahürü olan güya sürekli akla atıf yaparak Kur'an Müslümanlığı (!) iddiasıyla üretilen gayr-ı sahih bir nübüvvet anlayışının yaygınlaştırıldığı bir ortam düşünüldüğünde Yitik Cennet yeniden önem kazanıyor. Böylelikle Yitik Cennet'in içeriğine ait ilk özellik olarak, günümüzde peygamberliği idrakler arasında hikmeti kollayan bir sırat-ı müstakime yerleşmiş olması geliyor.
Ne vakit Hz. Âdem'in konuşulduğu olsa genellikle O'na dair işin aslını tefekkür etmekten daha ziyade insan varlığının bu başlangıç anlarında meydana gelen olaylar çevresinde spekülasyonların gevezeliğini duyarız.
Yitik Cennet'in ilk bahsini teşkil eden Hz. Âdem (as) ve etrafında nakledilenler üzerinde derin bir dikkatle Sezai Karakoç, şeytan, insan, ateş ve toprak, Havva, yasak yemiş, özleyiş ve varış ara başlıklarında hilkatin sırrını zapt etmeye çalışır. Bu kısım insanın Hz. Âdem aynasında kendini, varlığını ve yönelimini müşahede etmesini mümkün kılar.
''Gerçekte ikisi arasında büyük bir fark vardır. Cennet deneyinden önceki Âdem'le cennet deneyinden sonra dünyaya dönen Âdem arasındaki fark. İnsan cenneti yitirmiştir, ama onu tekrar arayabilir ve bulabilir. Bir bakıma yorgundur, iptidaîliğin o enerjisi yoktur, genç değildir ama hakikata varmış, esere ulaşmış bir hayat gerisinde durmaktadır. Biraz dinlendirecektir dünya, hamlık kendisini. Yontulmamış malzeme, yeni yontular için iştiha uyandıracaktır.'' (sf. 26)
Zamanın çizgisel bir yörüngede akmadığı gibi hayat da durağan, tekdüze bir biçimde ilerlemez. İnsan çoğu zaman bir istikamet üzere duygularını yenileyip koruyamaz. İşte aksaklıklar ve marazlar, insanın varlığın ve hayrın görkemine ait dikkatini, duygularını koruyamadığı böyle anlarda baş gösterir. ''İnsan varoluş imtihanını Hz. Âdem'le verdi. Sürebilme imtihanını, ''hayat'' imtihanını da Hz. Nuh'la.'' diyen Sezai Karakoç, Hz. Nuh'la yaşanan tufanı ruhu bir makama ulaştırabilmenin işareti olarak okur. ''Vakt'i tartmak. Gönlün en duyarlıklı terazisinde tartmak. Ruhu ''hal''lerden kurtarıp ''makam''lara ulaştırmak. Cûdî Dağı'na oturtmak.'' (sf.50)
Hz. Âdem ve Hz. Nuh'tan sonra Hz. İbrahim'in üzerinde duran Sezai Karakoç, Hz. İbrahim'i toprak ve su çevresinde bir imtihanın sonrasında gelen imanın ateşle imtihanı olarak işaretler. Kur'an-ı Kerim'de şirk (küfür) büyük bir zulüm olarak tarif edilir. (Lokman Suresi-13.) Zulüm, küfre bitişiktir. Dolayısıyla bütün zulüm ve adalet çarpışması derin yapısında iman ve küfür mücadelesi olarak tecelli ettiği söylenebilir. İbrahim aleyhisselamın ateşe atılması hadisesini de bu açıdan yorumlar şair: ''Toplum açısından konuşursak, Nemrut zulüm demek. İbrahim de onun ateşinde yanmayan adalet. Adalet de öyle bir altındır ki, zulmün ateşinde ancak tozu toprağı yanar: pası, katışık madenleri erir; o, ateşte saf hale gelir ve ateş söndüğü zaman en halis bir külçe halinde parlar, zaferini ilan eder.'' (sf. 55)
Hz. İbrahim etrafında bize nakledilen, put kırıcılığı ve tevhidi ikame eden çabası yanında bir diğer önemli vaka oğlunu kurban etmesi hakkındadır. ''Hazreti İbrahim, İsmail, bıçak ve kurban. Bunlar bir trajedyanın kahramanları değildir. Bu öykü bir alınyazısı öyküsü değil, bir irade imtihanının, bir gönül imtihanının hikayesidir. (...) Allah önünde inanç ve ihlas imtihanı ve bu imtihandan doğan bir armağan, cennetin perdelerinin ardına kadar açılışı, ebediliğin somut bir şekilde karşımızda canlanışı tablosudur görülen.''
''Nasıl, her mümin kendi içinde kendisine bir oğuldan daha sevgili olan nefsini hakikat önünde kurban etmeğe razı olmadığı sürece kendine açık ilerleyiş yolunu bütünüyle almış sayılmazsa, hakikat medeniyetinin de, her an kendi içinde özeleştirisini yapan, ruh tıkanıklık ve tükenikliklerinin karşısına kılıçla, ateşle dikilen bir İbrahim'e ihtiyacı vardır.'' (sf. 71-72)
Hz. Yusuf bahsine geldiğinde şair özellikle ''devlet'' kavramı etrafında fikir yürütür. Ona göre Hz. Yusuf ''Devletin dirilişi''dir. Yaşamı boyunca karşılaştığı hadiseler nefsaniyeti mağlup etmek, devlet ve toplum mekanizmasının mahiyetine ilişkin tecrübelerle iç içedir. Bütün olan bitenlerin nihayetinde Hazreti Yusuf, bugün anlaşılan siyasi anlamından tamamıyla ayrı ve soyunmuş bir şekilde, insanın yaratılış amacı olarak tarif edilen bir atıfla ''Allah'ın halifesi'' olabilmenin yörüngesinde yürür. ''Hazreti Yusuf, insanlara boyun eğdirerek ruhların üzerinde yükselecek yüce devlet kalesini kurmak için, boyun eğiş bölgelerini bir bir dolaşma zorunda bırakıldı alınyazısınca veya alınyazısı gereği. ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalış, satılış, kölelik, hizmet adamlığı, hapis hayatı, unutuluş... bütün bu manevi örslerde ruhun döğüle döğüle çelikleşmesi ve gerçek özgürlük olan Tanrı halifesi olma şuurunun bilenişi.'' (sf. 90)
Kitapta Hazreti Musa, Hazreti İbrahim'in ve Yusuf'un toplumda dirilişi olarak mütalaa edilir. Onunla beraber nazara verilen şey zulümde boğulan bir halkı kurtarması olur. Burada yaşanan imtihanın öne çıkan karakteri yalnız Hazreti Musa değildir elbet. Musa'nın çevresinde nakledilen olaylarda halk da, halkın tutumları da öne çıkan bir husus olur. ''Yalnız, inanan kişi, imtihandan geçmez. İnanana inanan da geçer imtihandan... İmtihan ve çile, hepimizi saran gökkuşağıdır.'' (sf. 102)
Süleyman Peygamberle devlet en ideal formuna erer. ''Hazreti Yusuf'un attığı tohum tutmuştur. Yeryüzüne serpilmiştir hakikat devletinin buğdayı. Başak vermiştir. En gür başaklarını vermiştir. Hazreti İbrahim milletinin, Hazreti Musa topluluğunun hakikat idesiyle yanan yüreği. Güneş tam tepe noktasındadır. Gölgeler yok olacak derecede kısalmıştır.'' (sf. 107)
Hz. Yahya Romalılaşmış saraya dönerek, puta tapıcılığı ve hayasızlığı lanetleyici olarak neşet eder. ''Hayat''ın Romalıların ve Romalı kölelerin tekelinde olamayacağını haykırır.
Hazreti İsa'nın doğumuyla kavmiyetçiliğin çemberi kırılır. Mermerden pagan bir Roma atmosferinde aşk ve merhamet, şefkat ve hakikatin mezcedilişidir o. ''O'na inananlarsa sonradan abartma yoluyla O'nu ilahlaştırma yanılgısına düşütüler. Onlara göre O, Tanrı-İnsan ya da İnsan-Tanrı'ydı. Böylece paganizmle yahudilerin tek bildikleri, fakat ırklara tahsis ettikleri Tanrı birleşiyordu. Antik Çağ'la Yeni Çağ arasında bir köprü gibi düşünmüşlerdi sanki Hazreti İsa'yı bu antik çağ kalıntıları.'' (sf. 123)
Sezai Karakoç kitapta, cennetin sekiz kapısıyla bağdaştırarak andığı sekiz peygamberden sonra sözü Hazreti Muhammed'e (sav) getirir. Cennetin ta kendisi olarak nitelendirdiği Hazreti Peygamber için, ''Yitik Cennet, Yeniden Bulunmuş Cennet'e dönüştü O'nda.'' der. ''Kendinden öncekileri de kuşattı kendinden sonrakileri de. Böylece onun varlığı yaradılış sırrının odak noktası, ağırlık merkezi oldu.''
Sezai Karakoç'un, tarih boyunca insanın varoluşunun, yaşayışının kritik merhalelerini insanın ufku olarak nitelendirdiği peygamberlerin ve nihai olarak Hazreti Muhammed'in (sav) merceğinde irdelediği bu eseri, hem şahsi yaşantısında insana hem de millet oluşa gerçek rengini verebilme bilincinde topluma görmezden gelemeyeceği zengin tablolar barındırır.
Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc
Ölümden dönmekten daha zor
Varolmanın tek şartı
Kaderin kaderle çarpışması
Kaderin kaderi ertelemesi
Kaderin kaderi yenmesi
Yeniden varolmanın sırrı
Dirilmek ve diriltmek görevi
Ölümün çürütemediği güzellik
Ben o güzelliği söylüyorum
Ben o güzelliği söylüyorum
Ölümün ötesindeki güzellik."
- Sezai Karakoç, Alınyazısı Saati, 13. şiir.
Bugün Türkiye, başlıca sorunları arasında deizmi konuştuğu bir sırada Yitik Cennet'i yeniden okudum. Evvela niyetim Sezai Karakoç'un şiirine bir adım daha yaklaşmaktı belki ama bu perspektif, kitabın ele aldığı meseleleri ve bu meselelerle anlatmak istediği tefekkürün toplamını düşününce, mezkur sorun da hesaba katılırsa epey kıt kalacaktı.
Sezai Karakoç, Na't üzerine kaleme aldığı bir yazısında şunları söyler: ''İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da mutlak gerçeklerin habercisi her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak gibi bulunduran Son Peygamber... Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na't da şiirin ufkudur.''
Na't bahsi mahfuz olmak üzere burada asıl dikkati çekmek istediğim konu insan olmanın ufuk çizgisinde peygamberlerin bulunuşudur. Kuşkusuz her şeyin bünyesinde bir ufuk noktası vardır. Zamanda ufuk noktası daha iyi ve güzel olsun istediğimiz ''yarın''dır, gelecek. Fiziği yeni keşiflere cezbeleyen bir ufuk fikridir. Ağacın ufku meyvesidir. İnsan da böyle. Aşağıların aşağısı (esfele-safilin) ile en güzel kıvam (ahseni-takvim) arasında salınımlanan insanın da bir ruh ufku bulunur. Allah, yarattığı insanın en yüce ve olgun vechesini peygamberleriyle temsil ettirmiştir. Yani insan peygamberlere, hepsinden öte ve ilk olarak Allah'ın edebin bütün nev'ini kendisinde cem ettiği Hz. Muhammed'e yaklaştıkça kemal bulur.
Bugün, varoluşun kaynağının ne olduğu ve nasıl olduğu üzerine düşünmek şeklinde bir varoluş filozofisi en sarih izahatlara kavuştuğu için eskimiştir. Varoluşa ilişkin asıl üzerinde akıl yürütülmesi gereken şey hamle ve ameli de tetikleyecek olan kendini tanımakla birleşen sahih bir ''niçin'' sorusu olmalıdır. İnsanın bünyesinde adeta bir genetik kod gibi duran, işlediği bir işi, bir ameli her zaman işlediğinden daha iyi bir tarzda gerçekleştirme imkanı, insana mütemadi olarak bir kemal bulma, olgunlaşma fırsatını sunduğu bilinci, basit bir keşif olarak her zaman bir şeyleri olgunlaştırmanın ve güzelleştirmenin gizli bir telkini gibidir. Bu telkin, bahsettiğim niçin sorusuyla birleştiğinde hayat, arzulanan veya kendisine katlanılan yüzleriyle, matuf olduğu asıl değeri bulur. Madem mümin nihai çizgisinde peygamberlerin yer aldığı bir ufka doğru yol alma halindedir, o zaman Kur'an-ı Kerim'de bize anlatılan peygamber temsilleri dinmeyen bir ehemmiyeti taşırlar.
Bana öyle geliyor ki, Sezai Karakoç'un gerek poetikasında gerek düşünce yazılarında önemli bir merhaleyi, peygamberliği ve bilhassa Hz. Muhammed'i (sav) kavrayışı teşkil eder. Hızırla Kırk Saat hemen hemen peygamberlerin hayatlarından belirlenmiş kesitlerden meydana gelir. Na't dışında yazdığı doğrudan Na't olduğunu iddia edemeyeceğimiz birtakım aşk şiirleri Na't'ın kıyılarında dolaşır. Her düşünce eserinde mutlaka söz bir peygambere varır.
Sözü kendisine getirmeye çalıştığım Yitik Cennet kitabı, okurda ilk bakışta yeni zamanların içinde muhtasar bir Kısasü'l Enbiya izlenimi uyandırır. Ama ondan keskin bir farkla ayrıdır: Hz. Âdem ile başlayarak Hz. Muhammed'e (sav) kadar dokuz peygamberin başından geçen ve bu peygamberlerle özdeşleşmiş, varoluş, inanç ve iman noktasında düğümlenen karakteristik olayları yeniden değerlendirerek zamanımıza yansıyan izdüşümlerini göstermeye çalışır.
Peygamberliğin, nübüvvet ve risaletin ne olduğuna dair bir idrakin olgunlaşmış olması bir tarafa aksine ya kaba softa ve ham yobazların eliyle ya da bugün sapmanın bir başka tezahürü olan güya sürekli akla atıf yaparak Kur'an Müslümanlığı (!) iddiasıyla üretilen gayr-ı sahih bir nübüvvet anlayışının yaygınlaştırıldığı bir ortam düşünüldüğünde Yitik Cennet yeniden önem kazanıyor. Böylelikle Yitik Cennet'in içeriğine ait ilk özellik olarak, günümüzde peygamberliği idrakler arasında hikmeti kollayan bir sırat-ı müstakime yerleşmiş olması geliyor.
Ne vakit Hz. Âdem'in konuşulduğu olsa genellikle O'na dair işin aslını tefekkür etmekten daha ziyade insan varlığının bu başlangıç anlarında meydana gelen olaylar çevresinde spekülasyonların gevezeliğini duyarız.
Yitik Cennet'in ilk bahsini teşkil eden Hz. Âdem (as) ve etrafında nakledilenler üzerinde derin bir dikkatle Sezai Karakoç, şeytan, insan, ateş ve toprak, Havva, yasak yemiş, özleyiş ve varış ara başlıklarında hilkatin sırrını zapt etmeye çalışır. Bu kısım insanın Hz. Âdem aynasında kendini, varlığını ve yönelimini müşahede etmesini mümkün kılar.
''Gerçekte ikisi arasında büyük bir fark vardır. Cennet deneyinden önceki Âdem'le cennet deneyinden sonra dünyaya dönen Âdem arasındaki fark. İnsan cenneti yitirmiştir, ama onu tekrar arayabilir ve bulabilir. Bir bakıma yorgundur, iptidaîliğin o enerjisi yoktur, genç değildir ama hakikata varmış, esere ulaşmış bir hayat gerisinde durmaktadır. Biraz dinlendirecektir dünya, hamlık kendisini. Yontulmamış malzeme, yeni yontular için iştiha uyandıracaktır.'' (sf. 26)
Zamanın çizgisel bir yörüngede akmadığı gibi hayat da durağan, tekdüze bir biçimde ilerlemez. İnsan çoğu zaman bir istikamet üzere duygularını yenileyip koruyamaz. İşte aksaklıklar ve marazlar, insanın varlığın ve hayrın görkemine ait dikkatini, duygularını koruyamadığı böyle anlarda baş gösterir. ''İnsan varoluş imtihanını Hz. Âdem'le verdi. Sürebilme imtihanını, ''hayat'' imtihanını da Hz. Nuh'la.'' diyen Sezai Karakoç, Hz. Nuh'la yaşanan tufanı ruhu bir makama ulaştırabilmenin işareti olarak okur. ''Vakt'i tartmak. Gönlün en duyarlıklı terazisinde tartmak. Ruhu ''hal''lerden kurtarıp ''makam''lara ulaştırmak. Cûdî Dağı'na oturtmak.'' (sf.50)
Hz. Âdem ve Hz. Nuh'tan sonra Hz. İbrahim'in üzerinde duran Sezai Karakoç, Hz. İbrahim'i toprak ve su çevresinde bir imtihanın sonrasında gelen imanın ateşle imtihanı olarak işaretler. Kur'an-ı Kerim'de şirk (küfür) büyük bir zulüm olarak tarif edilir. (Lokman Suresi-13.) Zulüm, küfre bitişiktir. Dolayısıyla bütün zulüm ve adalet çarpışması derin yapısında iman ve küfür mücadelesi olarak tecelli ettiği söylenebilir. İbrahim aleyhisselamın ateşe atılması hadisesini de bu açıdan yorumlar şair: ''Toplum açısından konuşursak, Nemrut zulüm demek. İbrahim de onun ateşinde yanmayan adalet. Adalet de öyle bir altındır ki, zulmün ateşinde ancak tozu toprağı yanar: pası, katışık madenleri erir; o, ateşte saf hale gelir ve ateş söndüğü zaman en halis bir külçe halinde parlar, zaferini ilan eder.'' (sf. 55)
Hz. İbrahim etrafında bize nakledilen, put kırıcılığı ve tevhidi ikame eden çabası yanında bir diğer önemli vaka oğlunu kurban etmesi hakkındadır. ''Hazreti İbrahim, İsmail, bıçak ve kurban. Bunlar bir trajedyanın kahramanları değildir. Bu öykü bir alınyazısı öyküsü değil, bir irade imtihanının, bir gönül imtihanının hikayesidir. (...) Allah önünde inanç ve ihlas imtihanı ve bu imtihandan doğan bir armağan, cennetin perdelerinin ardına kadar açılışı, ebediliğin somut bir şekilde karşımızda canlanışı tablosudur görülen.''
''Nasıl, her mümin kendi içinde kendisine bir oğuldan daha sevgili olan nefsini hakikat önünde kurban etmeğe razı olmadığı sürece kendine açık ilerleyiş yolunu bütünüyle almış sayılmazsa, hakikat medeniyetinin de, her an kendi içinde özeleştirisini yapan, ruh tıkanıklık ve tükenikliklerinin karşısına kılıçla, ateşle dikilen bir İbrahim'e ihtiyacı vardır.'' (sf. 71-72)
Hz. Yusuf bahsine geldiğinde şair özellikle ''devlet'' kavramı etrafında fikir yürütür. Ona göre Hz. Yusuf ''Devletin dirilişi''dir. Yaşamı boyunca karşılaştığı hadiseler nefsaniyeti mağlup etmek, devlet ve toplum mekanizmasının mahiyetine ilişkin tecrübelerle iç içedir. Bütün olan bitenlerin nihayetinde Hazreti Yusuf, bugün anlaşılan siyasi anlamından tamamıyla ayrı ve soyunmuş bir şekilde, insanın yaratılış amacı olarak tarif edilen bir atıfla ''Allah'ın halifesi'' olabilmenin yörüngesinde yürür. ''Hazreti Yusuf, insanlara boyun eğdirerek ruhların üzerinde yükselecek yüce devlet kalesini kurmak için, boyun eğiş bölgelerini bir bir dolaşma zorunda bırakıldı alınyazısınca veya alınyazısı gereği. ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalış, satılış, kölelik, hizmet adamlığı, hapis hayatı, unutuluş... bütün bu manevi örslerde ruhun döğüle döğüle çelikleşmesi ve gerçek özgürlük olan Tanrı halifesi olma şuurunun bilenişi.'' (sf. 90)
Kitapta Hazreti Musa, Hazreti İbrahim'in ve Yusuf'un toplumda dirilişi olarak mütalaa edilir. Onunla beraber nazara verilen şey zulümde boğulan bir halkı kurtarması olur. Burada yaşanan imtihanın öne çıkan karakteri yalnız Hazreti Musa değildir elbet. Musa'nın çevresinde nakledilen olaylarda halk da, halkın tutumları da öne çıkan bir husus olur. ''Yalnız, inanan kişi, imtihandan geçmez. İnanana inanan da geçer imtihandan... İmtihan ve çile, hepimizi saran gökkuşağıdır.'' (sf. 102)
Süleyman Peygamberle devlet en ideal formuna erer. ''Hazreti Yusuf'un attığı tohum tutmuştur. Yeryüzüne serpilmiştir hakikat devletinin buğdayı. Başak vermiştir. En gür başaklarını vermiştir. Hazreti İbrahim milletinin, Hazreti Musa topluluğunun hakikat idesiyle yanan yüreği. Güneş tam tepe noktasındadır. Gölgeler yok olacak derecede kısalmıştır.'' (sf. 107)
Hz. Yahya Romalılaşmış saraya dönerek, puta tapıcılığı ve hayasızlığı lanetleyici olarak neşet eder. ''Hayat''ın Romalıların ve Romalı kölelerin tekelinde olamayacağını haykırır.
Hazreti İsa'nın doğumuyla kavmiyetçiliğin çemberi kırılır. Mermerden pagan bir Roma atmosferinde aşk ve merhamet, şefkat ve hakikatin mezcedilişidir o. ''O'na inananlarsa sonradan abartma yoluyla O'nu ilahlaştırma yanılgısına düşütüler. Onlara göre O, Tanrı-İnsan ya da İnsan-Tanrı'ydı. Böylece paganizmle yahudilerin tek bildikleri, fakat ırklara tahsis ettikleri Tanrı birleşiyordu. Antik Çağ'la Yeni Çağ arasında bir köprü gibi düşünmüşlerdi sanki Hazreti İsa'yı bu antik çağ kalıntıları.'' (sf. 123)
Sezai Karakoç kitapta, cennetin sekiz kapısıyla bağdaştırarak andığı sekiz peygamberden sonra sözü Hazreti Muhammed'e (sav) getirir. Cennetin ta kendisi olarak nitelendirdiği Hazreti Peygamber için, ''Yitik Cennet, Yeniden Bulunmuş Cennet'e dönüştü O'nda.'' der. ''Kendinden öncekileri de kuşattı kendinden sonrakileri de. Böylece onun varlığı yaradılış sırrının odak noktası, ağırlık merkezi oldu.''
Sezai Karakoç'un, tarih boyunca insanın varoluşunun, yaşayışının kritik merhalelerini insanın ufku olarak nitelendirdiği peygamberlerin ve nihai olarak Hazreti Muhammed'in (sav) merceğinde irdelediği bu eseri, hem şahsi yaşantısında insana hem de millet oluşa gerçek rengini verebilme bilincinde topluma görmezden gelemeyeceği zengin tablolar barındırır.
Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc
Filler, karıncalar ve uyanışlar
“Eğer insan soyunun bu en zaliminin simgesini, benzerini hayvanlar arasında arayacak olsaydım, belki timsahları bulurdum, boa yılanlarını bulurdum. Yok yok, sanmıyorum ki yeryüzünde bu zalimleri simgeleyecek korkunçlukta bir hayvan türü bulabilelim…” diye kitabının arkasına not düşer Yaşar Kemal. O da çok iyi bilir ki insanın insana ettiği zulmü simgeleyecek başka bir tür yoktur.
Bir halk masalından yola çıkılarak sömüren ve sömürülenin kaleme alındığı, şiirsel ve eleştirel bir dille yazılmış alegorik bir roman Filler Sultanı İle Kırımızı Sakallı Topal Karınca.
Bazı yerlerde çocuk kitabı olarak adlandırılmış olsa da aslında kitap dünyadaki sömürü düzenini anlamak mahiyetinde yetişkinlere birçok mesaj vermekte. Kitap filler sultanının karıncalar ülkesine saldırmasıyla başlıyor. Filler, karıncalar ülkesinde güç iktidarlığı kuruyor. Karıncalar ülkesini ve birçok karıncayı yok ederek sömürünün ilk adımını atmış oluyor. Sonrasında ise bu sömürünün ilmek ilmek işlendiğine ve çok düzenli gittiğine şahitlik ediyoruz.
İlk olarak sömürü kelimesini tamamiyle yasaklıyor. “Sömürü sözcüğünü her kim ağzına alırsa, hemen, derhal öldürülecektir. Yanlışlıkla bile ağzına alsa bir karınca sömürü sözcüğünü derhal öldürülecektir.”. Sömürü sözcüğü tamamen dilden çıkarılıp özgürlük sloganları atılarak özgürlük bahşedildiğine dair söylemlerde bulunuluyor. Kitapta işlenmek istenen bütün sömürü motiflerinin sloganik bir şekilde verildiğini görüyoruz. Geçmişi ve günümüzü göz önünde bulundurursak insanlıktan hep ne alınmak isteniyorsa o vaat edilir. Sömürücülerin en iyi yaptığı şey slogan atıp insanlardan almak istediğini aslında ona satmaya çalıştığıdır. Kitapta sözde özgürlüğün karıncalara satıldığı gibi.
“Her karınca bir fildir” sloganı ile karıncalar benliklerinden uzaklaştırılıyor. Ayrıca bu fil olma mevzu ve sömürülme bir süre sonra sadece karıncalara değil bütün hayvanlara işleniyor. Bütün hayvanların fil soyundan geldiğine dair söylevler veriliyor. Özgürlük elden gittikten sonra bir toplumun mihenk taşı olan dil de hem karıncaların hem de diğer hayvanların elinden alınıyor. Her hayvan filce konuşmaya zorlanıyor. Dil, bir toplumu ayakta tutar, toplum arasındaki birlik beraberliği sağlar. Bir toplumu tarihinden, kültüründen, özünden, benliğinden ayırmak isteyen bütün sömürücülerin değiştirmek için ilk başvurduğu konu dildir. Çünkü dilinden ayrılmış olan birey kendi benliğinden ayrılmış olur. Ulus olmanın gerektirdiği ilk koşul ortak bir dildir. Dil yoksa ulusun parçalanması daha kolay bir hal alır. Dil yoksa düşünme yoktur. Düşünme yoksa özgün üretmek yoktur.
“Bir de karıncaları durmadan oyalayacak, düşünmeyi onların elinden alacak birtakım oyuncaklar icat etseler. Karıncaları köleliğe koşullayacak… Filler akıllıdır, dünyanın en akıllı yaratıkları fillerdir. Hiçbir karıncaya göz açtırmayacak, bir tek sözcük düşündürmeyecek onlara oyuncaklar bulmalıyız. Karıncalar eğer düşünecek olurlarsa erinde gecinde bu özgürlük düzeninden kurtulmanın bir yolunu bulurlar. Düşünce için bu dünyada her şey sonsuzdur. Karınca da olsa düşünce bir gün bir yolunu bulup fili yener. Onun için bizler karıncaların en küçük bir düşüncesine izin vermeyeceğiz.”
Kitabın bütünü boyunca filler sultanının, karıncalar ülkesine ilk saldırdığı zaman elinden kaçıp kurtulan kırmızı sakallı topal karıncanın bir gün gelip onu yeneceği ve tüm karıncaların özgürlüklerini ilan edeceği korkusuyla yaşadığını görüyoruz. Kırmızı sakallı topal karınca kitapta düşünmenin, sorgulamanın, başkaldırmanın motifidir. Karıncalar sarı, kırmızı, siyah, mavi gibi farklı renkte oldukları için bunlar arasında parçalanmaya yönelik politikalar izlenerek karıncalar birbirlerine düşman edilir. Tıpkı insan soyunu boy, ırk, mezhep vb. farkı üzerinden parçalamaya çalışan güçler gibi.
Filler Sultanı karıncalardan sırça bir saray, hazineler, mavi elmastan bir taht ister. Gittikçe bu isteklerini çoğaltır ve hep daha fazlasını ister asla doyuma ulaşmaz. En son karıncalardan yaşam suyunu bulup getirmelerini ister. Karıncalar tüm bu istekleri yerine getirmeye çalışırken kendileri için kışlık yiyecek biriktirmeyi unuturlar. Filler Sultanının istediği olmuştur artık karıncalar kendilerini düşünmezler ve hep ona bağımlı yaşamak zorundadırlar. Onları kendilerine daha da yabancılaştırmak için fil olma okulları açar.
“…her tepeye, her yere, her karınca kentine yüzlerce borazan koyacağız. O borazanlar her an, hiç ara vermeden fillerin yüceliğini, bu düzenin değişmeyeceğini, bu düzen değişirse dünyanın toptan yıkılacağını, şu yeryüzünde, şu evrende hiçbir canlı kalmayacağını, karıncaların aslında fil olduklarını, ama karınca kadar fil olduklarını durmadan, bıkmadan usanmadan yenileyecekler.”
Filler Sultanı, karıncalar üzerindeki baskısından ve onları asimile etmeye çalışmaktan asla vazgeçmez. Oysa uzak dağların arasında Kırmızı Sakallı Topal Karınca ve onun gibi olan kırmızı sakallı karıncalar hem çalışıp hem kitaplar okuyup hem de bu fil zulmünden nasıl kurtulacaklarını düşünürler. Kurtarıcı; düşünen, sorgulayan, araştıran, kitap okuyanlar arasından çıkacaktır.
“… Artık öyle eskisi gibi uydurma, öykünme değil, her karınca şimdi kendini küçücük bir fil sayıyor, fil olmanın gururuyla mest, ama karınca kadar fil, filliği, fil olmanın onurunu yüreğinin en derinliğinde duyarak sultanları için, ulu erişilmez yaratıklar olan filler, gökte bile uçan hüdhüdler için karınca gibi fil olaraktan durmadan çalışıyorlardı. Artık onlar ne karıncaydılar ne fildiler, kendilerini filistana adamış birer makinaydılar.”
Karıncalar kendilerini öyle çok fil olduklarına inandırdılar ki onlar gibi ormana doluşup kıç kaşımaya başlarlar. Bu karıncalar için bir tür sarhoş olma durumu halini alır. Hiçbir şey düşünmezler ve Filler Sultanını dahi dinlemezler. Bir gün dağlardan, denizlerden, topraktan, ormandan bir türkü yayılır. Türkü günlerce sürer. Ve bu türkü tüm karıncalara karınca olduğunu hatırlatır, bütün karıncalar fil gibi davranmaktan vazgeçer. Türkü sadece karıncalar tarafından duyulur fakat hain olan karıncalar duyamaz. Türkü burada bir uyanışın ve aydınlanışın imgesidir. Artık karıncalar bu tutsaklığa bir son vermek isterler. Kırmızı Sakallı Topal Karıncanın önderliğinde yeryüzünün bütün karıncaları birleşip Filler Sultanının ülkesinin altını oyup bu tutsaklığa son verirler.
“Kıssadan hisse, yeryüzünün bütün karıncaları birleşince…”
Zeliha Tanbağa
twitter.com/ZelissTan
Bir halk masalından yola çıkılarak sömüren ve sömürülenin kaleme alındığı, şiirsel ve eleştirel bir dille yazılmış alegorik bir roman Filler Sultanı İle Kırımızı Sakallı Topal Karınca.
Bazı yerlerde çocuk kitabı olarak adlandırılmış olsa da aslında kitap dünyadaki sömürü düzenini anlamak mahiyetinde yetişkinlere birçok mesaj vermekte. Kitap filler sultanının karıncalar ülkesine saldırmasıyla başlıyor. Filler, karıncalar ülkesinde güç iktidarlığı kuruyor. Karıncalar ülkesini ve birçok karıncayı yok ederek sömürünün ilk adımını atmış oluyor. Sonrasında ise bu sömürünün ilmek ilmek işlendiğine ve çok düzenli gittiğine şahitlik ediyoruz.
İlk olarak sömürü kelimesini tamamiyle yasaklıyor. “Sömürü sözcüğünü her kim ağzına alırsa, hemen, derhal öldürülecektir. Yanlışlıkla bile ağzına alsa bir karınca sömürü sözcüğünü derhal öldürülecektir.”. Sömürü sözcüğü tamamen dilden çıkarılıp özgürlük sloganları atılarak özgürlük bahşedildiğine dair söylemlerde bulunuluyor. Kitapta işlenmek istenen bütün sömürü motiflerinin sloganik bir şekilde verildiğini görüyoruz. Geçmişi ve günümüzü göz önünde bulundurursak insanlıktan hep ne alınmak isteniyorsa o vaat edilir. Sömürücülerin en iyi yaptığı şey slogan atıp insanlardan almak istediğini aslında ona satmaya çalıştığıdır. Kitapta sözde özgürlüğün karıncalara satıldığı gibi.
“Her karınca bir fildir” sloganı ile karıncalar benliklerinden uzaklaştırılıyor. Ayrıca bu fil olma mevzu ve sömürülme bir süre sonra sadece karıncalara değil bütün hayvanlara işleniyor. Bütün hayvanların fil soyundan geldiğine dair söylevler veriliyor. Özgürlük elden gittikten sonra bir toplumun mihenk taşı olan dil de hem karıncaların hem de diğer hayvanların elinden alınıyor. Her hayvan filce konuşmaya zorlanıyor. Dil, bir toplumu ayakta tutar, toplum arasındaki birlik beraberliği sağlar. Bir toplumu tarihinden, kültüründen, özünden, benliğinden ayırmak isteyen bütün sömürücülerin değiştirmek için ilk başvurduğu konu dildir. Çünkü dilinden ayrılmış olan birey kendi benliğinden ayrılmış olur. Ulus olmanın gerektirdiği ilk koşul ortak bir dildir. Dil yoksa ulusun parçalanması daha kolay bir hal alır. Dil yoksa düşünme yoktur. Düşünme yoksa özgün üretmek yoktur.
“Bir de karıncaları durmadan oyalayacak, düşünmeyi onların elinden alacak birtakım oyuncaklar icat etseler. Karıncaları köleliğe koşullayacak… Filler akıllıdır, dünyanın en akıllı yaratıkları fillerdir. Hiçbir karıncaya göz açtırmayacak, bir tek sözcük düşündürmeyecek onlara oyuncaklar bulmalıyız. Karıncalar eğer düşünecek olurlarsa erinde gecinde bu özgürlük düzeninden kurtulmanın bir yolunu bulurlar. Düşünce için bu dünyada her şey sonsuzdur. Karınca da olsa düşünce bir gün bir yolunu bulup fili yener. Onun için bizler karıncaların en küçük bir düşüncesine izin vermeyeceğiz.”
Kitabın bütünü boyunca filler sultanının, karıncalar ülkesine ilk saldırdığı zaman elinden kaçıp kurtulan kırmızı sakallı topal karıncanın bir gün gelip onu yeneceği ve tüm karıncaların özgürlüklerini ilan edeceği korkusuyla yaşadığını görüyoruz. Kırmızı sakallı topal karınca kitapta düşünmenin, sorgulamanın, başkaldırmanın motifidir. Karıncalar sarı, kırmızı, siyah, mavi gibi farklı renkte oldukları için bunlar arasında parçalanmaya yönelik politikalar izlenerek karıncalar birbirlerine düşman edilir. Tıpkı insan soyunu boy, ırk, mezhep vb. farkı üzerinden parçalamaya çalışan güçler gibi.
Filler Sultanı karıncalardan sırça bir saray, hazineler, mavi elmastan bir taht ister. Gittikçe bu isteklerini çoğaltır ve hep daha fazlasını ister asla doyuma ulaşmaz. En son karıncalardan yaşam suyunu bulup getirmelerini ister. Karıncalar tüm bu istekleri yerine getirmeye çalışırken kendileri için kışlık yiyecek biriktirmeyi unuturlar. Filler Sultanının istediği olmuştur artık karıncalar kendilerini düşünmezler ve hep ona bağımlı yaşamak zorundadırlar. Onları kendilerine daha da yabancılaştırmak için fil olma okulları açar.
“…her tepeye, her yere, her karınca kentine yüzlerce borazan koyacağız. O borazanlar her an, hiç ara vermeden fillerin yüceliğini, bu düzenin değişmeyeceğini, bu düzen değişirse dünyanın toptan yıkılacağını, şu yeryüzünde, şu evrende hiçbir canlı kalmayacağını, karıncaların aslında fil olduklarını, ama karınca kadar fil olduklarını durmadan, bıkmadan usanmadan yenileyecekler.”
Filler Sultanı, karıncalar üzerindeki baskısından ve onları asimile etmeye çalışmaktan asla vazgeçmez. Oysa uzak dağların arasında Kırmızı Sakallı Topal Karınca ve onun gibi olan kırmızı sakallı karıncalar hem çalışıp hem kitaplar okuyup hem de bu fil zulmünden nasıl kurtulacaklarını düşünürler. Kurtarıcı; düşünen, sorgulayan, araştıran, kitap okuyanlar arasından çıkacaktır.
“… Artık öyle eskisi gibi uydurma, öykünme değil, her karınca şimdi kendini küçücük bir fil sayıyor, fil olmanın gururuyla mest, ama karınca kadar fil, filliği, fil olmanın onurunu yüreğinin en derinliğinde duyarak sultanları için, ulu erişilmez yaratıklar olan filler, gökte bile uçan hüdhüdler için karınca gibi fil olaraktan durmadan çalışıyorlardı. Artık onlar ne karıncaydılar ne fildiler, kendilerini filistana adamış birer makinaydılar.”
Karıncalar kendilerini öyle çok fil olduklarına inandırdılar ki onlar gibi ormana doluşup kıç kaşımaya başlarlar. Bu karıncalar için bir tür sarhoş olma durumu halini alır. Hiçbir şey düşünmezler ve Filler Sultanını dahi dinlemezler. Bir gün dağlardan, denizlerden, topraktan, ormandan bir türkü yayılır. Türkü günlerce sürer. Ve bu türkü tüm karıncalara karınca olduğunu hatırlatır, bütün karıncalar fil gibi davranmaktan vazgeçer. Türkü sadece karıncalar tarafından duyulur fakat hain olan karıncalar duyamaz. Türkü burada bir uyanışın ve aydınlanışın imgesidir. Artık karıncalar bu tutsaklığa bir son vermek isterler. Kırmızı Sakallı Topal Karıncanın önderliğinde yeryüzünün bütün karıncaları birleşip Filler Sultanının ülkesinin altını oyup bu tutsaklığa son verirler.
“Kıssadan hisse, yeryüzünün bütün karıncaları birleşince…”
Zeliha Tanbağa
twitter.com/ZelissTan
Bir "kurnazlık" hikâyesi
Tarihin bir bilim olup olmadığı tartışması bir yana, salt hamaset içeren tarihi meseleler her daim düşünceye sevk etmiştir beni. Meselenin bir ucunda spekülatif resmi tarih yazını çekiştirirken öteki ucunda farklı saiklerle muhalif olan reaksiyonel/hamasi tarih yazını çekiştirir. Örneğin, Türklerin nasıl Müslüman olduklarına dair açıklamalarda, tarafların meşrebine göre, ‘kılıç zoruyla’ ve/veya ‘karakter uygunluğu’ nev’inden yorumlar yapılır. Aynı açıklamaların bölgede yaşayan diğer toplumlar için yapılmadığına ya da Müslümanlığı överek öne çıkaracak şekilde yapıldığına tanık oluruz. Mesela İran bu konuda ilginç bir detaydır ve bölgenin Müslümanlaşması Zerdüştlüğe yapılan yerici vurgularla ortaya konulur. Aynı tutum Türkler söz konusu olduğunda Zerdüştlük için yapılan kadar olma da kısmen Şamanizm için yapılır lakin Gök Tanrı inancına pek dokunulmaz. Zira Türklerin Müslüman olması bağlamında İslam ile uygunluk ilişkilendirmesi Gök Tanrı inancı üzerinden yapılır. Diğer yandan Anadolu’nun İslamlaşmasıyla başlayan süreçte hâlihazırda bu topraklarda yaşayan insanlara ne olduğu çok fazla irdelenmez. Benzer bir tabir ve sonrası irdelenmeyen bir mesele olarak ‘Anadolu’nun Türkleşmesi’ şeklinde de yapılır. Anadolu’nun Türkleşmesi, İsmet Özel’in mantığıyla (kısaca, “Türk, Müslüman demektir” şeklinde) ele alınıyor olsa bile hem gerçekçi hem de açıklayıcı olmadığı aşikâr. Geriye, tarihin bilimselliğini sorgulatan bir takım yorumlar kalıyor. Buna göre, Anadolu’da yaşayan yerli halk ya ikna olup ihtida ederek veya korkarak Müslüman olmuşlardır ya da Müslüman olmadan bu topraklarda yaşamaya devam etmişlerdir. Fakat bu yaklaşımda başka bir sorun çıkıyor karşımıza. Zira üst anlatıda Anadolu’nun neredeyse tamamen Müslüman (ya da Türk) olarak ele alındığına tanık oluruz. Aynı anlayışın bir süreği olarak, bugün Türkiye için ‘yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülke’ şeklindeki tanımlamayla da karşılaşıyoruz. Elbette din değiştirerek Müslüman olanlar olmuştur lakin koca bir coğrafyanın tamamı için aynı şeyi söylemek mantıklı olmadığı gibi gerçekçi değil. Bunu günümüzde de izlerini gördüğümüz ve artık oldukça lokal kalan yapı ya da topluluklardan anlayabiliyoruz. En azından bu sürecin birden olmadığını ve değişimin yüzyıllar aldığını söylemek çok daha anlamlı olsa gerek. Kaldı ki, birçok yerde bir arada yaşama tecrübesinin gerçekleştirildiğini biliyoruz. Diğer taraftan yakın tarihte yaşananlar ise asıl mecrasından çıkarılarak üzerinde başka hesapların döndüğü bir sorun olarak duruyor karşımızda. Görünen o ki, bu konuyu da sağduyulu şekilde ele almamız pek mümkün gözükmüyor.
Meseleyi farklı mecralara çekmeden, bana bunları tekrar düşündüren ve yazının konusu olan Bir Namus Meselesi adlı kitaba geçmek istiyorum. İstos Yayın tarafından neşredilen eser Mahmut Yesari’ye (1895-1945) ait. Osmanlıca aslından transkripsiyonunu Nükhet Eren’in yaptığı eseri Stefo Benlisoy yayına hazırlamış. Bugüne kadar kitaplaştırılmamış olan eser 1923-1924 yılları arasında bir dergide Mahmut Yesari’nin çizimleriyle birlikte tefrika edilmiş. Yüz yirmi sekiz sayfalık eserde bu özgünlük korunmaya çalışıldığından Mahmut Yesari’nin çizimlerine yer verilmiş. Esere farklı bir hoşluk katan çizimlerin Yesari’nin yazısı kadar nitelikli olduğu bir gerçek. Kitapta, iki Kayserili Ortodoks (Rum) tüccarın mücadelesi anlatılıyor. Arka kapaktaki tanıtım yazısından devam edecek olursak; “Kayseri’de başlayıp İstanbul’da son bulan bu keyifli intikam hikâyesinin iki kahramanı Hacıoğlu Ağapiyadi ile Kara Eftimoğlu Petraki ailelerinden kendilerine miras kalan bir çekişmenin kurnaz ve hınzır takipçileridir. Anadilleri olan İç Anadolu şiveli özgün Türkçeyle roman boyunca birbirini ketenpereye getirmeye çalışırlar. Yesari bu iki tüccarın hayatını, dönemin Kayseri havalisi ve İstanbul’unu, bugün mevcut olmayan yahut öznesi değişmiş toplumsal yaşantıyı gerçeklik ve yalınlıkla ele anlatır.”
Kitap, Nükhet Eren ve Stefo Benlisoy’un yazara ve esere dair değerlendirmelerini içeren iki kısa yazıyla başlıyor ve ardından Mahmut Yesari’nin eserine geçiliyor. Bu yazılardan, Mahmut Yesari’nin ailesinin Osmanlı sarayında görev almış kişiler olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla dönemin İstanbul’unda bazı olanaklara sahip olduğunu ve belirli bir eğitimle yetiştiğini anlıyoruz. Doktor olmayı hayal ediyor lakin üstün resim kabiliyeti sebebiyle sanata yönlendiriliyor. Sanat eğitim alması için devlet tarafından Avrupa’ya gönderilecekler arasına seçiliyor fakat I. Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle bu plan gerçekleşemiyor. Bir süre orduya alınıyor ve sonrasında kendisini yazıya veriyor. Nükhet Eren, eserlerinde farklı toplum kesimlerinin yaşamlarını ele aldığını belirttiği Mahmut Yesari’nin, toplumun alt ve üst kademeleri arasındaki çelişkileri ve ikiyüzlülüğü, çaresizlik içindeki insanları, fırsatçılık yaparak zenginleşenleri, savaşın dehşetini konu ettiğini belirtiyor. Yesari, üzerinde uzun süre çalıştığı üslubuna ve gözlem yaparak oluşturduğu karakterlere oldukça dikkat etmektedir. Dili yalındır ve adeta okuyucuyu dönemin İstanbul’unda dolaştırır. Yazdıklarında yaşadıklarının izleri fazlasıyla görülür. Çok çalışkan ve üretken olduğunu yaptığı çalışmalardan gördüğümüz Mahmut Yesari, hastalığıyla dalga geçecek kadar da neşeli bir insandır. Çok sayıda roman, öykü ve tiyatro oyunu bulunan Mahmut Yesari için Nükhet Eren şunları söylüyor: “Kimdir Mahmut Yesari? Pek bilen yoktur aslında. “tarihteki önemli isimlerden biridir herhâlde” deyip geçer adını görenler. Onun yazar kimliğini ve geride bıraktığı sayısız edebi eseri ne yazık ki kimse hatırlamaz. Bugün kitabevlerinde hiçbir kitabı satılmaz, yayınevleri yıllardır kitaplarının yeni baskılarını yapmaz. Romanları, tiyatro oyunları ve öyküleri sahaflardan bin bir güçlükle bulunur. Gazete ve dergi yazıları ise ancak bir iki büyük kütüphane ile gazete arşivlerinde kalmıştır.” (sf. 5-6)
Stefo Benlisoy’un dil üzerinden yaptığı değerlendirmede Anadolulu Ortodoksların ve konuştukları ‘Türkdili’nin kaybolduğunu belirtiyor. Benlisoy, eserde yer alan ve anadilleri olarak yerel Kayseri ağızını kullanan bu Anadolulu Ortodokslar’ın diğer adının Karamanlılar olduğunu söylüyor ve büyük bölümünün 1923’teki nüfus mübadelesinde giden bu insanların Türkçe konuştuklarının altını çiziyor. Benlisoy’un yazısından, Osmanlı döneminde sadece Karamanlılar olarak bilinen Ortodoksların değil Anadolu’da yaşayan Rum nüfusunun büyük kısmının Türkçe konuştuğunu öğreniyoruz. İç Anadolu’daki Rumların uzun yıllar yaşadıkları bölgelerden 1850’lerden itibaren şehirlere göç ederek tutunmaya çalışmaları, 1950’lerden sonra Türkiye’de başlayan büyük göç dalgasının küçük bir örneğini gösteriyor. Diğer illerde de olduğu gibi Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ortodokslar Rumların yaşadığı bölgeleri kendilerine mesken tutuyor. Stefo Benlisoy’un yazısında dönemin Rum toplumuna dair oldukça ilginç detaylar bulunuyor. Anlatılanlar ile bu coğrafyada yaşayan toplumların yaşadıkları arasında benzerlikler görmek mümkün. Sebep veya sonuçları farklı olabilir lakin özellikle toplumsal reflekslerin benzerliği açıkça görülüyor. Örneğin Anadolu’dan gelen Ortodoksların İstanbullu Ortodokslar tarafından “öteki” olarak değerlendirilmesi ve ona göre muamele edilmesi oldukça şaşırtıcı. Özellikle dillerinden dolayı bu tutuma maruz kalmalarının altı çiziliyor. Okuyucu, Rum kültürüne ait söz ve deyimlerin Türkçeleşmiş hallerine tanık oluyor. Din ile birlikte dilin, bir kültürün hem üretim hem de aktarım bağlamında temel yapıtaşı olması gerçeğinden hareketle Türkçe’nin Anadolulu Ortodoksların anadili konumunda olması düşündürücü bir detay. Din farklı olsa da aynı dili kullanmak melez bir oluşuma götürmüş gibi görünüyor. Anlaşıldığı kadarıyla ortada her iki tarafa da yaranamayan ve bunun sıkıntısını yaşayan bir topluluk var. Stefo Benlisoy değerden öte kaybolan bir ‘topluluğa’ dair küçük bir arkeolojik çalışma yapmış diyebiliriz.
Bir Namus Meselesi’ne karakterler açısından baktığımızda birkaç unsur bir araya gelerek ilginç bir prototip oluşturuyor. Bunlardan ilki, Kayserili olmanın alametifarikası diyebileceğimiz kurnaz ‘tüccarlık’, ikincisi Türk kültürüyle ne kadar benzeşse de farklılıkları ortada olan Rumluk ve üçüncüsü ise bu iki özelliğe eklenen Kayseri ağzı. Türk sinemasının siyah-beyaz filmlerinden Vahi Öz’ü bilenler kitaptaki dilin neye benzediğini az çok tahmin edebilir. Mahmut Yesari’nin hikâyeyi herhangi bir spekülasyona yer vermeden kendi içinde ele alışı ustalığını ve inceliğini gösteriyor. Bu toprakların artık yok olan kültürel zenginliklerinden birini hatırlatan eser, okuru hem keyif hem de hüznü bir arada barındıran nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Meseleyi farklı mecralara çekmeden, bana bunları tekrar düşündüren ve yazının konusu olan Bir Namus Meselesi adlı kitaba geçmek istiyorum. İstos Yayın tarafından neşredilen eser Mahmut Yesari’ye (1895-1945) ait. Osmanlıca aslından transkripsiyonunu Nükhet Eren’in yaptığı eseri Stefo Benlisoy yayına hazırlamış. Bugüne kadar kitaplaştırılmamış olan eser 1923-1924 yılları arasında bir dergide Mahmut Yesari’nin çizimleriyle birlikte tefrika edilmiş. Yüz yirmi sekiz sayfalık eserde bu özgünlük korunmaya çalışıldığından Mahmut Yesari’nin çizimlerine yer verilmiş. Esere farklı bir hoşluk katan çizimlerin Yesari’nin yazısı kadar nitelikli olduğu bir gerçek. Kitapta, iki Kayserili Ortodoks (Rum) tüccarın mücadelesi anlatılıyor. Arka kapaktaki tanıtım yazısından devam edecek olursak; “Kayseri’de başlayıp İstanbul’da son bulan bu keyifli intikam hikâyesinin iki kahramanı Hacıoğlu Ağapiyadi ile Kara Eftimoğlu Petraki ailelerinden kendilerine miras kalan bir çekişmenin kurnaz ve hınzır takipçileridir. Anadilleri olan İç Anadolu şiveli özgün Türkçeyle roman boyunca birbirini ketenpereye getirmeye çalışırlar. Yesari bu iki tüccarın hayatını, dönemin Kayseri havalisi ve İstanbul’unu, bugün mevcut olmayan yahut öznesi değişmiş toplumsal yaşantıyı gerçeklik ve yalınlıkla ele anlatır.”
Kitap, Nükhet Eren ve Stefo Benlisoy’un yazara ve esere dair değerlendirmelerini içeren iki kısa yazıyla başlıyor ve ardından Mahmut Yesari’nin eserine geçiliyor. Bu yazılardan, Mahmut Yesari’nin ailesinin Osmanlı sarayında görev almış kişiler olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla dönemin İstanbul’unda bazı olanaklara sahip olduğunu ve belirli bir eğitimle yetiştiğini anlıyoruz. Doktor olmayı hayal ediyor lakin üstün resim kabiliyeti sebebiyle sanata yönlendiriliyor. Sanat eğitim alması için devlet tarafından Avrupa’ya gönderilecekler arasına seçiliyor fakat I. Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle bu plan gerçekleşemiyor. Bir süre orduya alınıyor ve sonrasında kendisini yazıya veriyor. Nükhet Eren, eserlerinde farklı toplum kesimlerinin yaşamlarını ele aldığını belirttiği Mahmut Yesari’nin, toplumun alt ve üst kademeleri arasındaki çelişkileri ve ikiyüzlülüğü, çaresizlik içindeki insanları, fırsatçılık yaparak zenginleşenleri, savaşın dehşetini konu ettiğini belirtiyor. Yesari, üzerinde uzun süre çalıştığı üslubuna ve gözlem yaparak oluşturduğu karakterlere oldukça dikkat etmektedir. Dili yalındır ve adeta okuyucuyu dönemin İstanbul’unda dolaştırır. Yazdıklarında yaşadıklarının izleri fazlasıyla görülür. Çok çalışkan ve üretken olduğunu yaptığı çalışmalardan gördüğümüz Mahmut Yesari, hastalığıyla dalga geçecek kadar da neşeli bir insandır. Çok sayıda roman, öykü ve tiyatro oyunu bulunan Mahmut Yesari için Nükhet Eren şunları söylüyor: “Kimdir Mahmut Yesari? Pek bilen yoktur aslında. “tarihteki önemli isimlerden biridir herhâlde” deyip geçer adını görenler. Onun yazar kimliğini ve geride bıraktığı sayısız edebi eseri ne yazık ki kimse hatırlamaz. Bugün kitabevlerinde hiçbir kitabı satılmaz, yayınevleri yıllardır kitaplarının yeni baskılarını yapmaz. Romanları, tiyatro oyunları ve öyküleri sahaflardan bin bir güçlükle bulunur. Gazete ve dergi yazıları ise ancak bir iki büyük kütüphane ile gazete arşivlerinde kalmıştır.” (sf. 5-6)
Stefo Benlisoy’un dil üzerinden yaptığı değerlendirmede Anadolulu Ortodoksların ve konuştukları ‘Türkdili’nin kaybolduğunu belirtiyor. Benlisoy, eserde yer alan ve anadilleri olarak yerel Kayseri ağızını kullanan bu Anadolulu Ortodokslar’ın diğer adının Karamanlılar olduğunu söylüyor ve büyük bölümünün 1923’teki nüfus mübadelesinde giden bu insanların Türkçe konuştuklarının altını çiziyor. Benlisoy’un yazısından, Osmanlı döneminde sadece Karamanlılar olarak bilinen Ortodoksların değil Anadolu’da yaşayan Rum nüfusunun büyük kısmının Türkçe konuştuğunu öğreniyoruz. İç Anadolu’daki Rumların uzun yıllar yaşadıkları bölgelerden 1850’lerden itibaren şehirlere göç ederek tutunmaya çalışmaları, 1950’lerden sonra Türkiye’de başlayan büyük göç dalgasının küçük bir örneğini gösteriyor. Diğer illerde de olduğu gibi Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ortodokslar Rumların yaşadığı bölgeleri kendilerine mesken tutuyor. Stefo Benlisoy’un yazısında dönemin Rum toplumuna dair oldukça ilginç detaylar bulunuyor. Anlatılanlar ile bu coğrafyada yaşayan toplumların yaşadıkları arasında benzerlikler görmek mümkün. Sebep veya sonuçları farklı olabilir lakin özellikle toplumsal reflekslerin benzerliği açıkça görülüyor. Örneğin Anadolu’dan gelen Ortodoksların İstanbullu Ortodokslar tarafından “öteki” olarak değerlendirilmesi ve ona göre muamele edilmesi oldukça şaşırtıcı. Özellikle dillerinden dolayı bu tutuma maruz kalmalarının altı çiziliyor. Okuyucu, Rum kültürüne ait söz ve deyimlerin Türkçeleşmiş hallerine tanık oluyor. Din ile birlikte dilin, bir kültürün hem üretim hem de aktarım bağlamında temel yapıtaşı olması gerçeğinden hareketle Türkçe’nin Anadolulu Ortodoksların anadili konumunda olması düşündürücü bir detay. Din farklı olsa da aynı dili kullanmak melez bir oluşuma götürmüş gibi görünüyor. Anlaşıldığı kadarıyla ortada her iki tarafa da yaranamayan ve bunun sıkıntısını yaşayan bir topluluk var. Stefo Benlisoy değerden öte kaybolan bir ‘topluluğa’ dair küçük bir arkeolojik çalışma yapmış diyebiliriz.
Bir Namus Meselesi’ne karakterler açısından baktığımızda birkaç unsur bir araya gelerek ilginç bir prototip oluşturuyor. Bunlardan ilki, Kayserili olmanın alametifarikası diyebileceğimiz kurnaz ‘tüccarlık’, ikincisi Türk kültürüyle ne kadar benzeşse de farklılıkları ortada olan Rumluk ve üçüncüsü ise bu iki özelliğe eklenen Kayseri ağzı. Türk sinemasının siyah-beyaz filmlerinden Vahi Öz’ü bilenler kitaptaki dilin neye benzediğini az çok tahmin edebilir. Mahmut Yesari’nin hikâyeyi herhangi bir spekülasyona yer vermeden kendi içinde ele alışı ustalığını ve inceliğini gösteriyor. Bu toprakların artık yok olan kültürel zenginliklerinden birini hatırlatan eser, okuru hem keyif hem de hüznü bir arada barındıran nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
24 Nisan 2018 Salı
Hem nükteli hem hikmetli: bektâşî hikâyeleri
"Dostumuzla beraber yaralanır kanarız
Her nefeste aşk ile Yaradanı anarız
Erenler meydanına vahdet ile gir de gör
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız."
- Hacı Bektaş-ı Velî
Eşeğin biri caminin avlusuna girivermiş. Müezzin de hemen vurmaya başlamış camiden uzaklaştırmak için. Oradan geçen bir bektâşî hemen müdahale etmiş, "vurma şuna ya bilmiyor girmiş, bak ben giriyor muyum?" demiş... Rahmetli Nezih Uzel'den işittiğim bu fıkra, bektaşiliğin ham sofuluğun karşısında duran bir yol olduğunu gösteren yüzlerce fıkradan biridir. Ucu Hacı Bektaş-ı Velî'ye dayanan, 13. yüzyıl başından itibaren günümüze dek ulaşan bir tasavvuf yoludur Bektâşîlik. Tıpkı Alevîlik gibi Horasan'dan balkanlara uzanmıştır. Bu gibi hassas konulara ömrünü vermiş ilim insanlarınca her ikisi de İslâm'ın Türk yorumudur. Lakin günümüzde Bektâşî pek kalmadığı gibi, çoğu yerde Alevîlik'le birleştirilmiş ve hatta bektâşî tekkeleri cem evlerine dönüştürülmüştür.
Daha önce Hazret-i Ali Cenkleri, Selanikli Abdi Tevfik'ten Aşk ve müellifi belirsiz olan Gönül ile Âşık'ın Sohbetleri'ni dilimize kazandıran İsmail Toprak, bu kez Bektâşî Hikâyeleri ile dinî-tasavvufî literatüre büyük bir katkıda bulunuyor. Hikâyelerin üslubuna pek fazla müdahale etmeden küçük sadeleştirmelerle hazırlanan, hususî kavramların muhafaza edildiği, başlıklarla zenginleştirilmiş bu küçük kitap bizi saflıkla kabalık arasındaki çarpışmada güzel olan safa davet ediyor.
Toprak, günümüzde bektâşî hikâyesi diye anlatılan ancak müstehcen ya da bazı inanç sahiplerini rencide edici olan parçaları kitaba almamış, bunu da şöyle açıklıyor: "Gülmek eğlenmek için sarf edilen sözlerle birtakım insanların inançları hafife alınmamalı, inananları incitici ifadelerden kaçınmalıdır."
Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Bektâşî Hikâyeleri'nde 123 hikâye yer alıyor. Hepsinde ayrı bir hikmet ve öğüt var şüphesiz. Gönül isterdi ki bu hikâyeler bir iki cümle de olsa şerh edilsin. Bize ne anlattığı açık biçimde söylensin. Âriflerden, ediplerden ve irfan sahiplerinden beklentimiz budur çünkü gün geçtikçe hem böyle nüktedan, hem de zülf-i yâre dokunan hikâyelere ihtiyacımız artıyor. Üstelik bu hikâyeleri gencinden ihtiyarına, başkalarına anlatma ihtiyacı duyuyoruz. Bu anlatmayla oluşacak bağın güzelliğini yaşamak istiyoruz.
Hikâyelerin her biri, arzularının o insandan neleri götürebileceğine temas ediyor. Malla mülkle sadece geçici dünya hayatında oyalanabileceğimizden bahsediliyor esasında. Mesela:
"Bektâşînin biri pek süflî meşrep olduğundan üstü başı ve sarığı kirli olarak gezer imiş. Bir gün buna demişler ki:
"Baba, niçin sarığını yıkamıyorsun?"
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın."
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın, temizlersin."
"Peki ama, ben dünyaya sarık yıkamak için gelmedim ya!" cevabını vermiş."
Yine gittikçe bozulan ahlakın, kaybolan insaniyetin neş'esi vardır bu hikâyelerde. Gerçeğin yakıcılığı bektâşîlik meşrebince yorumlanır:
"Bir mecliste toplumun ahlakının bozukluğundan kemal-i teessür ile bahsediliyor iken orada hazır bulunanlardan biri:
"Eğer böyle giderse dünya yıkılacak, altı üstüne gelecek!"
Demekle orada mevcut bulunan hazır cevap bir bektâşî dervişi:
"Ne bilirsiniz, belki altı üstünden iyi çıkar" der."
Bektâşî hikâyeleri özellikle 19. ve 20. yüzyılda yayınlanan hem mizah hem de mizah dışı kitaplarda sıkça yer almakla birlikte, tekkelerin kapatılmasından sonra da ağızdan ağıza fıkra gibi anlatılmıştır. Her ağızdan ağıza anlatılan şeyde olduğu gibi (mani, ninni, öykü, efsane, rivayet vb.) çeşitli değişikliklere de uğramıştır. Bektâşî hikâyeleri daha çok "latife" temasına dahil edilmiştir. İçinde türlü ibretlerde ve öğütlerde bulunan birer latife. Latife bir diğer manasını da şöyle hatırlatıyor İsmail Toprak: "açıkça anlatılamayan ancak rumuzlu olarak ehline sezdirilen ince anlamdır."
Hikâyelerin arasında en etkileyici olanlar, okuyanı şükretmeye götürürken içinde mizahı ve dolayısıyla zekayı bulunduranlar diye düşünüyorum. Bunlardan biriyle yazımı bitiriyorum.
"Bir bektâşî fukarası o akşamın lokma ve dem ihtiyacını görmek için bir şeylerin olmasını bekleyip durmakta iken bir burunsuz adam yanına gelerek bir beşlik verir. Derviş beşliği cebe ederek:
"Allah gözlerinizi muhafaza etsin!" diye dua etmekle o zât hayrete düşmüş olarak:
"Baba Efendi, duayı gözlerime hasretmekte ne sebep vardır?" diye sorar. Derviş:
"Çünkü burnunuz olmadığı cihetle gözlerinize bir arıza hasıl olsa gözlük takamaz ve adeta kör gibi olursunuz da onun için böyle dua ettim" cevabını vermiştir."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Her nefeste aşk ile Yaradanı anarız
Erenler meydanına vahdet ile gir de gör
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız."
- Hacı Bektaş-ı Velî
Eşeğin biri caminin avlusuna girivermiş. Müezzin de hemen vurmaya başlamış camiden uzaklaştırmak için. Oradan geçen bir bektâşî hemen müdahale etmiş, "vurma şuna ya bilmiyor girmiş, bak ben giriyor muyum?" demiş... Rahmetli Nezih Uzel'den işittiğim bu fıkra, bektaşiliğin ham sofuluğun karşısında duran bir yol olduğunu gösteren yüzlerce fıkradan biridir. Ucu Hacı Bektaş-ı Velî'ye dayanan, 13. yüzyıl başından itibaren günümüze dek ulaşan bir tasavvuf yoludur Bektâşîlik. Tıpkı Alevîlik gibi Horasan'dan balkanlara uzanmıştır. Bu gibi hassas konulara ömrünü vermiş ilim insanlarınca her ikisi de İslâm'ın Türk yorumudur. Lakin günümüzde Bektâşî pek kalmadığı gibi, çoğu yerde Alevîlik'le birleştirilmiş ve hatta bektâşî tekkeleri cem evlerine dönüştürülmüştür.
Daha önce Hazret-i Ali Cenkleri, Selanikli Abdi Tevfik'ten Aşk ve müellifi belirsiz olan Gönül ile Âşık'ın Sohbetleri'ni dilimize kazandıran İsmail Toprak, bu kez Bektâşî Hikâyeleri ile dinî-tasavvufî literatüre büyük bir katkıda bulunuyor. Hikâyelerin üslubuna pek fazla müdahale etmeden küçük sadeleştirmelerle hazırlanan, hususî kavramların muhafaza edildiği, başlıklarla zenginleştirilmiş bu küçük kitap bizi saflıkla kabalık arasındaki çarpışmada güzel olan safa davet ediyor.
Toprak, günümüzde bektâşî hikâyesi diye anlatılan ancak müstehcen ya da bazı inanç sahiplerini rencide edici olan parçaları kitaba almamış, bunu da şöyle açıklıyor: "Gülmek eğlenmek için sarf edilen sözlerle birtakım insanların inançları hafife alınmamalı, inananları incitici ifadelerden kaçınmalıdır."
Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Bektâşî Hikâyeleri'nde 123 hikâye yer alıyor. Hepsinde ayrı bir hikmet ve öğüt var şüphesiz. Gönül isterdi ki bu hikâyeler bir iki cümle de olsa şerh edilsin. Bize ne anlattığı açık biçimde söylensin. Âriflerden, ediplerden ve irfan sahiplerinden beklentimiz budur çünkü gün geçtikçe hem böyle nüktedan, hem de zülf-i yâre dokunan hikâyelere ihtiyacımız artıyor. Üstelik bu hikâyeleri gencinden ihtiyarına, başkalarına anlatma ihtiyacı duyuyoruz. Bu anlatmayla oluşacak bağın güzelliğini yaşamak istiyoruz.
Hikâyelerin her biri, arzularının o insandan neleri götürebileceğine temas ediyor. Malla mülkle sadece geçici dünya hayatında oyalanabileceğimizden bahsediliyor esasında. Mesela:
"Bektâşînin biri pek süflî meşrep olduğundan üstü başı ve sarığı kirli olarak gezer imiş. Bir gün buna demişler ki:
"Baba, niçin sarığını yıkamıyorsun?"
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın."
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın, temizlersin."
"Peki ama, ben dünyaya sarık yıkamak için gelmedim ya!" cevabını vermiş."
Yine gittikçe bozulan ahlakın, kaybolan insaniyetin neş'esi vardır bu hikâyelerde. Gerçeğin yakıcılığı bektâşîlik meşrebince yorumlanır:
"Bir mecliste toplumun ahlakının bozukluğundan kemal-i teessür ile bahsediliyor iken orada hazır bulunanlardan biri:
"Eğer böyle giderse dünya yıkılacak, altı üstüne gelecek!"
Demekle orada mevcut bulunan hazır cevap bir bektâşî dervişi:
"Ne bilirsiniz, belki altı üstünden iyi çıkar" der."
Bektâşî hikâyeleri özellikle 19. ve 20. yüzyılda yayınlanan hem mizah hem de mizah dışı kitaplarda sıkça yer almakla birlikte, tekkelerin kapatılmasından sonra da ağızdan ağıza fıkra gibi anlatılmıştır. Her ağızdan ağıza anlatılan şeyde olduğu gibi (mani, ninni, öykü, efsane, rivayet vb.) çeşitli değişikliklere de uğramıştır. Bektâşî hikâyeleri daha çok "latife" temasına dahil edilmiştir. İçinde türlü ibretlerde ve öğütlerde bulunan birer latife. Latife bir diğer manasını da şöyle hatırlatıyor İsmail Toprak: "açıkça anlatılamayan ancak rumuzlu olarak ehline sezdirilen ince anlamdır."
Hikâyelerin arasında en etkileyici olanlar, okuyanı şükretmeye götürürken içinde mizahı ve dolayısıyla zekayı bulunduranlar diye düşünüyorum. Bunlardan biriyle yazımı bitiriyorum.
"Bir bektâşî fukarası o akşamın lokma ve dem ihtiyacını görmek için bir şeylerin olmasını bekleyip durmakta iken bir burunsuz adam yanına gelerek bir beşlik verir. Derviş beşliği cebe ederek:
"Allah gözlerinizi muhafaza etsin!" diye dua etmekle o zât hayrete düşmüş olarak:
"Baba Efendi, duayı gözlerime hasretmekte ne sebep vardır?" diye sorar. Derviş:
"Çünkü burnunuz olmadığı cihetle gözlerinize bir arıza hasıl olsa gözlük takamaz ve adeta kör gibi olursunuz da onun için böyle dua ettim" cevabını vermiştir."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
18 Nisan 2018 Çarşamba
Lanson ve Edebiyat Tarihinde Usûl
Edebiyat Tarihinde Usûl-Edebî Metin ve İnsan adlı bu eser, Büyüyenay Yayınları’ndan Yusuf Şerif Kılıçel çevirisiyle okura “merhaba” dedi. Yayına hazırlayan ise, Eren Yavuz. Kitaba dair mütercimin notu hayli ilgi çekici: “Kanaatimce bu yazı, edebî bilginin ve edebiyat tarihinin en ilmî ve en güzel tarifidir. Onu sadece edebiyat ve edebiyat tarihiyle iştigal edenlerin değil, manevî ilimlerin rolünü kavramak ve hudutlarını bilmek isteyen herkesin okmuş olması icap eder.”
Mütercim Yusuf Şerif Kılıçel’in dikkat çekmek istediği şey, edebiyat tarihiyle kısıtlı değildir. Daha bütüncül bir bakış açısıyla eserden nasıl faydalanılır, ona işaret etmektedir. “Çalışmamızın konusu geniş ölçüde sosyolojiktir. Edebiyatta o kadar açık olan, o kadar reel olan ferdin rolü, kişiliklerin tasviri, tenkidin de, edebiyat tarihinin de vazgeçilmez görevidir. Ama bu görev arzettiğimiz hakikati unutturmamalıdır.”
Edebî metne nasıl yaklaşılır, yolu, yöntemi, haritası nedir? Eserler; edebiyat tarihi, hepimizden önemlisi insan unsurunun altı önemle çizilmiştir. Edebiyat tarihi ve tarih ilişkisi sorgulanırken geçmiş üzerinden sağlama yapıldığı görülür: “Tarihçilerin mevzusu, mazidir; mazidedir.”
Her edebiyat eserini sosyal bir olay olarak kabul eden Gustave Lanson, ayrıca eserin fertle toplum arasında bir “bildirişim” vasıtası olduğunu vurgular. “Kitap yaratıcı bir kuvvet olmaktan çok, düzenleyici bir güçtür. Koordine edici, birleştirici, zaptı rapt altına alıcı bir organ. Yazar bir orkestra şefi. Onun yaptığı seslerin accord’u!” diyen Lanson, kitabın okur üzerindeki etkisini şöyle dile getirir: “Her okuyucunun içinde önceden kendisine düşen müzik parçası vardır.”
Amaç, zaten şarkıyı dinlemeye hazır olan okurun kalbini fethedip, müziği hissetmesini sağlamaktır. Bu başarıldığında gücün varlığı ortaya çıkar. Haliyle, “Okuyunuz, hissediniz. Okuduğunuz eserlere karşı aksülâmellerde bulununuz.” diyen Lanson’un ısrarını haklı buluruz. Sosyoloji ve edebiyat tarihi ile ilgili çıkarımların altı çizilecek kadar önemlidir. Edebiyat-hayat derken, sosyolojinin sağladığı katkılar azımsanmayacak kadar çoktur.
Mehmet Fuad Köprülü ve Cemil Meriç belirgin biçimde Gustave Lanson’dan etkilenmişlerdir. Nitekim Mehmet Fuat Köprülü 1913’te ülkemizde Lanson’dan ilk bahseden isimdir. Yani keşif ona aittir. “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl” adlı makalesi tarihe geçecek kadar meşhurdur. Mehmet Fuat Köprülü’ye göre Fransız edebiyatı, çıkış noktası ve oluşumu, gelişimi göz önünde tutulursa Türk edebiyatından çok ayrı bir yerdedir. Farklıdır. Hatta zıttır.
Yazar hakkında çözümlemeler, özgünlük, şahaser-yazar ilişkisi dikkatle ve önemle irdelenmiş bu kitapta. “Vakıaların ve metinlerin mânâsını hemen daima zorlayarak genişletiyoruz. Hâlbuki onu bilakis büyük bir titizlikle daraltmalıyız.”. Cemil Meriç ise, Lanson’dan önemle aktarır: “Gözlemden vazgeçmek değil, aksine gözlemi derinleştirmek söz konusu.”
Sosyoloji ve edebiyat tarihi arasındaki sıkı bağı şöyle çevirir okurlarına yazar: “Bir edebiyat felsefesi ister istemez, bir edebiyat sosyolojisi denemesidir. Apriori olmayan her genelleme ister istemez sosyolojiktir.” Evvela insan olmanın güzelliği öne çıkar. Sonra yazmak üzerine yine nefis bir Lanson tanımı: “Yazmak bir davete icabet etmektir. Eseri okuyucu ısmarlar. Farkında olmadan ısmarlar. Yazar sükse kazanmak için bunu yapmaz.”
Edebî eserler, ilk okuyucular, eserin tarifi, edebiyat tarihi ve toplum, usûlün güçlükleri, parçadan bütüne, edebiyat tarihi çalışmalarının millî niteliği, objektiflik, subjektif bilginin sınırı, Cemil Meriç’e ait tercüme, orjinalinden çevirisi ile pek çok alt başlıkla çeşitlendirilmiş bu çeviri kitap, usûl araştırmaları yapan, merak dolu okur için kıymetli bir eser niteliğindedir.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
12 Nisan 2018 Perşembe
Kitaplar tehlikeli midir?
“Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir.”
“İnsanlar kitapların kaderlerini de değiştirir.”
- C. M. Dominguez, Kâğıt Ev [sf.11, sf.69]
Her kitapsever dillendirmese de kitaplardan kurduğu bir dünyada yaşar. Kendisinden başka kimsenin giremediği bu dünyayı istediğince düzenler. Burası -muhtemelen- kitapseverin en huzurlu olduğu yerdir. Bazı ayrıcalıklı kişilerin bu dünyaya girmesine izin verilir lakin ne giren kişi bu dünyaya tam anlamıyla vakıf olabilir ne de ev sahibi gerçekten her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Kitapsever tarafından inşa edilen kitaplık, içini detaylarıyla yalnızca inşa edenin bildiği çok odalı bir ev gibidir. Kitaplardan ev yapmak bir metafor olarak çok şey anlatıyor. Kitaplardan ev yapmayı soyut bir anlatım olarak değil de yaşanılan somut bir vakıaya dönüştürmek ise kulağa çılgınca geliyor. Duvarları tuğlalar yerine kitaplarla örülen bir çılgınlık! Kâğıt Ev böylesi bir çılgınlığın izini süren bir kitap. Jaguar Kitap etiketli Carlos Maria Dominguez’e ait eser Seda Ersavcı tarafından Türkçeye çevrilmiş. Doksan sayfalık küçük hacmine rağmen son derece yoğun bir içerik karşılıyor okuyucuyu.
Kitabın girişi oldukça çarpıcı. Akademisyen olan Bluma Lennon bir kitapevinden şiir kitabı alarak çıkar ve sokakta kitaba göz atarken bir arabanın altında kalarak ölür. Dominguez bu olayı aktardıktan sonra kitabın benzer olaylara malzeme olduğunu gösteren birkaç örnek daha sıralıyor ve kendi hayatından bir detayı aktarıyor: “Büyükannem ne zaman yatakta kitap okuduğumu görse bana, “Bırak şunu, kitaplar tehlikelidir,” derdi. Yıllarca bunu onun cehaletine verdim, ama zaman Alman büyükannemin bilgeliğini kanıtladı.”. Kitapla insan arasındaki ilişkiyi gösteren bu ‘olumsuz’ örnekler ve hatıra metin boyunca süren ama rahatsız etmeyen dozunda bir karamsarlığın işareti gibi. Sanırım hikâyeye hüznünü veren de, yapılan bu -gayriihtiyari- ilişkilendirme. Diğer taraftan, Bluma Lennon olayına kaza demek yerine “onu bir araba öldürdü, şiir değil” sözü farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Belki de tehlikeli olan kitap değildir!
Carlos Maria Dominguez, Bluma Lennon ile aynı üniversitede öğretim görevlisidir ve kazanın ardından onun yerine geçmesi muhtemel kişilerden birisidir. Lennon’ın ölümünden sonra adına gelen postalardan birinde bir kitap çıkar. Çimento kalıntıları bulunan kitap Dominguez’i hem heyecanlandırır hem de merakta bırakır. Kitaptaki ithaf yazısı el yazısından tanıdığı Lennon’a aittir. İthaf edilen isimden hareketle Lennon’un arşivinden başlayarak kitabın hikâyesinin izini sürmeye başlayan Dominguez birkaç seyahat yapar. Bu seyahatleri sırasında tanıştığı ilginç kişilerden sıra dışı şeyler dinler. Her ne kadar anlatılanların odak noktası kitap olsa da buradaki en önemli etken insandır. Yazar, öğrendiklerinin üzerindeki etkisini, “öğrendiklerimi kimseye anlatmaya cesaret edemedim; şu an yazıyor olmamın tek sebebi ise hâlâ olanları anlamaya çalışmamdır” şeklinde özetliyor.
Kitapta salt bir öykü ya da hikâye anlatılmıyor. Dominguez ele aldığı olaya düşüncelerini de ekleyerek yeni bir boyut kazandırıyor ve meselenin arka planını görmeye çalışıyor. Yaptığı ziyaretlerde insanlar için kitabın ne anlama gelebileceğini ve kitabın yaşam içerisinde kapladığı yeri görme şansını yakalayan yazar özeleştirisini de yapmayı ihmal etmiyor. Süreç içinde kitaba bakış açısının değişmesi kitaba dair farkındalığını arttırıyor diyebiliriz. Seyahati sırasında tanıştığı kişilerden birinin anlattığına göre kitapla ilgilenen iki çeşit insan vardır; “koleksiyoncular ve okurlar”. Bu bağlamda kitaba sahip olmanın anlamı, kitap okuma biçimleri, kitap okurken önemli görülen satırların altının çizilmesi veya kenarlarına not düşülmesi gibi konular kişiden kişiye önemli farlılıklar gösterebiliyor. Yazılanları okurken kitapseverler tarafından bir fetişizme dönüştürülen bu konuların abartılıp abartılmadığını düşünmeden edemiyorsunuz. Bu bağlamda temel soru ya da sorunlardan ilki, kitabın biriktirilmesi mi yoksa okunması mı gerektiği şeklinde kendini gösteriyor fakat “çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zor” olduğundan gerekli olanlar ile gereksiz olanların ayrıştırılması bir başka sorunu ortaya çıkarıyor. Konu derinleştikçe kitaba düşkünlüğün boyutlarına dair yazarın izlenimleri oldukça ilgi çekici hâle geliyor. Örneğin bazı insanların sahip oldukları kitapları sergilemekten mutluluk duyması, kitaplarının miktarı ya da baskı özellikleriyle gururlanması ve itibar devşirmeye çalışması bu ilginç detaylardan bir kaçı.
İnsani eğilimlerin kitabın merkeze alınarak anlatıldığı bir eser olan Kâğıt Ev oldukça saçaklı ve dağınık bir anlatım örgüsüne sahip. Okuyucu farklı açılardan birçok karakterin yansımasına tanık oluyor. Bu karakterlerin ortak noktasını, kitapların bir şekilde hayatlarını değiştirecek şekilde etkilemesi şeklinde özetleyebiliriz. Kitapta, İngiltere, Brezilya ve Uruguay arasında gerçekleşen seyahati yazarın içsel bir yolculuğu olarak okumak da mümkün. Dominguez’in, teorik alana sürüklemediği akıcı düşüncelerinin yanında psikolojik bunalımla boğmayı denemediği duygularını gizlememesi hikâyeye ayrı bir yoğunluk ve tat katıyor. Bu açıdan yazarın yormayan üslubu ve özenli çevirinin eseri kolay okunur hale getirdiğini belirtmeliyim. Kitabın sonunda peşinden gidilen hüzünlü hikâyeye dair yazarın öngörüleri dışında net bir sonuca ulaşılamıyor fakat her kitapseverin kendinden bir şeyler bulacağı muhakkak.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
“İnsanlar kitapların kaderlerini de değiştirir.”
- C. M. Dominguez, Kâğıt Ev [sf.11, sf.69]
Her kitapsever dillendirmese de kitaplardan kurduğu bir dünyada yaşar. Kendisinden başka kimsenin giremediği bu dünyayı istediğince düzenler. Burası -muhtemelen- kitapseverin en huzurlu olduğu yerdir. Bazı ayrıcalıklı kişilerin bu dünyaya girmesine izin verilir lakin ne giren kişi bu dünyaya tam anlamıyla vakıf olabilir ne de ev sahibi gerçekten her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Kitapsever tarafından inşa edilen kitaplık, içini detaylarıyla yalnızca inşa edenin bildiği çok odalı bir ev gibidir. Kitaplardan ev yapmak bir metafor olarak çok şey anlatıyor. Kitaplardan ev yapmayı soyut bir anlatım olarak değil de yaşanılan somut bir vakıaya dönüştürmek ise kulağa çılgınca geliyor. Duvarları tuğlalar yerine kitaplarla örülen bir çılgınlık! Kâğıt Ev böylesi bir çılgınlığın izini süren bir kitap. Jaguar Kitap etiketli Carlos Maria Dominguez’e ait eser Seda Ersavcı tarafından Türkçeye çevrilmiş. Doksan sayfalık küçük hacmine rağmen son derece yoğun bir içerik karşılıyor okuyucuyu.
Kitabın girişi oldukça çarpıcı. Akademisyen olan Bluma Lennon bir kitapevinden şiir kitabı alarak çıkar ve sokakta kitaba göz atarken bir arabanın altında kalarak ölür. Dominguez bu olayı aktardıktan sonra kitabın benzer olaylara malzeme olduğunu gösteren birkaç örnek daha sıralıyor ve kendi hayatından bir detayı aktarıyor: “Büyükannem ne zaman yatakta kitap okuduğumu görse bana, “Bırak şunu, kitaplar tehlikelidir,” derdi. Yıllarca bunu onun cehaletine verdim, ama zaman Alman büyükannemin bilgeliğini kanıtladı.”. Kitapla insan arasındaki ilişkiyi gösteren bu ‘olumsuz’ örnekler ve hatıra metin boyunca süren ama rahatsız etmeyen dozunda bir karamsarlığın işareti gibi. Sanırım hikâyeye hüznünü veren de, yapılan bu -gayriihtiyari- ilişkilendirme. Diğer taraftan, Bluma Lennon olayına kaza demek yerine “onu bir araba öldürdü, şiir değil” sözü farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Belki de tehlikeli olan kitap değildir!
Carlos Maria Dominguez, Bluma Lennon ile aynı üniversitede öğretim görevlisidir ve kazanın ardından onun yerine geçmesi muhtemel kişilerden birisidir. Lennon’ın ölümünden sonra adına gelen postalardan birinde bir kitap çıkar. Çimento kalıntıları bulunan kitap Dominguez’i hem heyecanlandırır hem de merakta bırakır. Kitaptaki ithaf yazısı el yazısından tanıdığı Lennon’a aittir. İthaf edilen isimden hareketle Lennon’un arşivinden başlayarak kitabın hikâyesinin izini sürmeye başlayan Dominguez birkaç seyahat yapar. Bu seyahatleri sırasında tanıştığı ilginç kişilerden sıra dışı şeyler dinler. Her ne kadar anlatılanların odak noktası kitap olsa da buradaki en önemli etken insandır. Yazar, öğrendiklerinin üzerindeki etkisini, “öğrendiklerimi kimseye anlatmaya cesaret edemedim; şu an yazıyor olmamın tek sebebi ise hâlâ olanları anlamaya çalışmamdır” şeklinde özetliyor.
Kitapta salt bir öykü ya da hikâye anlatılmıyor. Dominguez ele aldığı olaya düşüncelerini de ekleyerek yeni bir boyut kazandırıyor ve meselenin arka planını görmeye çalışıyor. Yaptığı ziyaretlerde insanlar için kitabın ne anlama gelebileceğini ve kitabın yaşam içerisinde kapladığı yeri görme şansını yakalayan yazar özeleştirisini de yapmayı ihmal etmiyor. Süreç içinde kitaba bakış açısının değişmesi kitaba dair farkındalığını arttırıyor diyebiliriz. Seyahati sırasında tanıştığı kişilerden birinin anlattığına göre kitapla ilgilenen iki çeşit insan vardır; “koleksiyoncular ve okurlar”. Bu bağlamda kitaba sahip olmanın anlamı, kitap okuma biçimleri, kitap okurken önemli görülen satırların altının çizilmesi veya kenarlarına not düşülmesi gibi konular kişiden kişiye önemli farlılıklar gösterebiliyor. Yazılanları okurken kitapseverler tarafından bir fetişizme dönüştürülen bu konuların abartılıp abartılmadığını düşünmeden edemiyorsunuz. Bu bağlamda temel soru ya da sorunlardan ilki, kitabın biriktirilmesi mi yoksa okunması mı gerektiği şeklinde kendini gösteriyor fakat “çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zor” olduğundan gerekli olanlar ile gereksiz olanların ayrıştırılması bir başka sorunu ortaya çıkarıyor. Konu derinleştikçe kitaba düşkünlüğün boyutlarına dair yazarın izlenimleri oldukça ilgi çekici hâle geliyor. Örneğin bazı insanların sahip oldukları kitapları sergilemekten mutluluk duyması, kitaplarının miktarı ya da baskı özellikleriyle gururlanması ve itibar devşirmeye çalışması bu ilginç detaylardan bir kaçı.
İnsani eğilimlerin kitabın merkeze alınarak anlatıldığı bir eser olan Kâğıt Ev oldukça saçaklı ve dağınık bir anlatım örgüsüne sahip. Okuyucu farklı açılardan birçok karakterin yansımasına tanık oluyor. Bu karakterlerin ortak noktasını, kitapların bir şekilde hayatlarını değiştirecek şekilde etkilemesi şeklinde özetleyebiliriz. Kitapta, İngiltere, Brezilya ve Uruguay arasında gerçekleşen seyahati yazarın içsel bir yolculuğu olarak okumak da mümkün. Dominguez’in, teorik alana sürüklemediği akıcı düşüncelerinin yanında psikolojik bunalımla boğmayı denemediği duygularını gizlememesi hikâyeye ayrı bir yoğunluk ve tat katıyor. Bu açıdan yazarın yormayan üslubu ve özenli çevirinin eseri kolay okunur hale getirdiğini belirtmeliyim. Kitabın sonunda peşinden gidilen hüzünlü hikâyeye dair yazarın öngörüleri dışında net bir sonuca ulaşılamıyor fakat her kitapseverin kendinden bir şeyler bulacağı muhakkak.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
İç dünyamızı dış gerçekliklere rağmen sağaltmaya çalışmak
"Okula giderek eğitimime bir süre ara vermek zorunda kaldım."
- Bernard Shaw
Faulkner gibi en iyi ihtimalle lise yıllarında okulun hiç de ilginç bir şey olmadığını akıl edip bırakmalı, kendi yolumu çizmeliydim. Ama bu istidada eğitim maceramın hiçbir döneminde erişemedim. Sussam gönül razı değil, konuşsam olmaz. Ama en azından şunu söylemeliyim. Niteliksiz eğitim, eğitim hakkının ihlalidir.
Delikanlı çağımızı feda etmek uğruna, hem de tüm mahrumiyetine rağmen uzun yollar kat ederek kapısına vardığımız yitik bir kentin edebiyat fakültesi bize ne Oğuz Atay’ı ne Sabahattin Ali’yi ne Kemal Tahir’i sundu. Ne Faulkner’ı ne Rimbaud’u ne Rilke’yi sundu. Kapısına ram olduğumuz akademi bize Türk Edebiyatı diye olmadık şeyler anlattı durdu. İlk köy romanı realitesi diye Karabibik diye bir eser okuduk mesela. Bir çift öküz edinmeye çalışan tek çocuklu dul bir çiftçinin başından geçenler anlatılıyordu kısaca. Ve roman çok ilginçtir ki tam da şöyle başlıyordu.
“hakikiyun mesleğinde yazılmış bir roman mütalaa etmemişseniz işte size ben bir tane takdim edeyim.”
Dünya kadar derdi olan bir coğrafyanın en gözde edebiyatçılarından biri hakikiyun diye bize gevezelikler anlatıyordu. Ve acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Demek ki fakülte bizi uyandırmak için değil uyutmak içindi ve haliyle dersleri boşladım. Şimdilerde yaşım otuz üç ve Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanını okuyunca son zamanlarda Türk Edebiyatında bu kadar hakikiyun bir roman okumadığımı fark ettim. İşte bu uzun girizgâh 1976 yılında basılan bu eşsiz roman içindi. Böylesi bir roman dururken hakikiyun diye Karabibik’ten bahsetmek bence cinayet masasının konusu olmalı.
İlk olarak “O” adıyla basılan kitap İshak’ın yazarı Onat Kutlar tarafından senaryolaştırılıp filmi yapılınca “Hakkâri’de Bir Mevsim” olmuş ve şimdilerde otuz dördüncü baskısıyla Sel Yayınları'nda.
Dilini ve kültürünü hiç bilmediği bir köye öğretmen olarak atanan anlatıcının insanlarla iletişime geçme çabaları ve kendine yeni yaşam yolları denemesini anlatıyor kitap. Şehir hayatının debdebesinden küçük bir köyde yaşama tutunurken sadeleşmesi ve iyileşmesini anlatıyor bize. Bir kere sanılanın aksine hiç de yadsımaz köyü anlatıcı, reddetmez. Bütün doğallığıyla ve merhametiyle hemen bir bağ kurar o insanlarla. Oradan kaçmak gibi bir lüksü varken onları anlamaya çalışır. İlginç şekilde köye nasıl geldiğini de bilmez anlatıcı. Rüyayla gerçek arasında bir yerlerdedir. Bu yanıyla romanda bir Borges havası yok değil. Gerçeklik algımızla oynar anlatıcı. Çünkü gerçek olamayacak kadar ironik bir durumun tam ortasına düşmüştür.
“Uzun gecelerde, yalnızlığın gecelerinde bir de bakarsın ki dilinden anlamadığın kitap, sizin dilinizden anlamaya başlamış ve size açılıyor” der bir yerinde anlatıcı. Duymak isteyene bir çift kulak yeter de artar çünkü. Duymak istemeyenin yüz kulağı olsa ne yazar?
Romanın dili oldukça şiirsel ve mensur diyebileceğimiz biçimde yazılmıştır. Ayrıca yazarın ressam kimliğinden de olsa gerek karlı ve yüksek tepelerin tasvirleri öylesine canlı ki görsel bir dil hâkim olmuş romana. Az kelimeyle çok şey anlatmaya çalışmış Ferit Edgü. Çehov’un “vaktim olsaydı daha kısa yazardım” sözünü burada anmazsak olmaz herhâlde.
Bireyin varoluşsal meselesini coğrafi bir kasvetin de getirdiği baskı altında sorgulaması alabildiğine gerçek alabildiğine hüzünlü bir kurgu. İç dünyası ile dış gerçeklik arasında gelgitler yaşayan bir öğretmenin kendini karlı kaplı dağlar arasında bulduktan sonra en çok da kendini sağaltmak için giriştiği aynı zamanda da oldukça insani olan mücadele takdire şayan. Bu açıdan ideolojilerin kör ettiği gözleri açacak çok unsur barındırıyor roman. İşte insanını kendine dert edinmiş bir zihnin kalemin dökülecek roman budur diyesim geliyor. Üçüncü dünya aydınının ise bize sunacağı romanlar maalesef topyekûn müfredatta. Toplum gerçekleri ayan beyan ortada dururken, çarpık bir modernleşmenin bütün problemlerini her hücremizde hissederken anlatılacak meseleler hassas gözlerin ve kalplerin ilgisine muhtaç. Bir roman çağına bir şey katmıyorsa onu neden okuyalım ki?
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
- Bernard Shaw
Faulkner gibi en iyi ihtimalle lise yıllarında okulun hiç de ilginç bir şey olmadığını akıl edip bırakmalı, kendi yolumu çizmeliydim. Ama bu istidada eğitim maceramın hiçbir döneminde erişemedim. Sussam gönül razı değil, konuşsam olmaz. Ama en azından şunu söylemeliyim. Niteliksiz eğitim, eğitim hakkının ihlalidir.
Delikanlı çağımızı feda etmek uğruna, hem de tüm mahrumiyetine rağmen uzun yollar kat ederek kapısına vardığımız yitik bir kentin edebiyat fakültesi bize ne Oğuz Atay’ı ne Sabahattin Ali’yi ne Kemal Tahir’i sundu. Ne Faulkner’ı ne Rimbaud’u ne Rilke’yi sundu. Kapısına ram olduğumuz akademi bize Türk Edebiyatı diye olmadık şeyler anlattı durdu. İlk köy romanı realitesi diye Karabibik diye bir eser okuduk mesela. Bir çift öküz edinmeye çalışan tek çocuklu dul bir çiftçinin başından geçenler anlatılıyordu kısaca. Ve roman çok ilginçtir ki tam da şöyle başlıyordu.
“hakikiyun mesleğinde yazılmış bir roman mütalaa etmemişseniz işte size ben bir tane takdim edeyim.”
Dünya kadar derdi olan bir coğrafyanın en gözde edebiyatçılarından biri hakikiyun diye bize gevezelikler anlatıyordu. Ve acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Demek ki fakülte bizi uyandırmak için değil uyutmak içindi ve haliyle dersleri boşladım. Şimdilerde yaşım otuz üç ve Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanını okuyunca son zamanlarda Türk Edebiyatında bu kadar hakikiyun bir roman okumadığımı fark ettim. İşte bu uzun girizgâh 1976 yılında basılan bu eşsiz roman içindi. Böylesi bir roman dururken hakikiyun diye Karabibik’ten bahsetmek bence cinayet masasının konusu olmalı.
İlk olarak “O” adıyla basılan kitap İshak’ın yazarı Onat Kutlar tarafından senaryolaştırılıp filmi yapılınca “Hakkâri’de Bir Mevsim” olmuş ve şimdilerde otuz dördüncü baskısıyla Sel Yayınları'nda.
Dilini ve kültürünü hiç bilmediği bir köye öğretmen olarak atanan anlatıcının insanlarla iletişime geçme çabaları ve kendine yeni yaşam yolları denemesini anlatıyor kitap. Şehir hayatının debdebesinden küçük bir köyde yaşama tutunurken sadeleşmesi ve iyileşmesini anlatıyor bize. Bir kere sanılanın aksine hiç de yadsımaz köyü anlatıcı, reddetmez. Bütün doğallığıyla ve merhametiyle hemen bir bağ kurar o insanlarla. Oradan kaçmak gibi bir lüksü varken onları anlamaya çalışır. İlginç şekilde köye nasıl geldiğini de bilmez anlatıcı. Rüyayla gerçek arasında bir yerlerdedir. Bu yanıyla romanda bir Borges havası yok değil. Gerçeklik algımızla oynar anlatıcı. Çünkü gerçek olamayacak kadar ironik bir durumun tam ortasına düşmüştür.
“Uzun gecelerde, yalnızlığın gecelerinde bir de bakarsın ki dilinden anlamadığın kitap, sizin dilinizden anlamaya başlamış ve size açılıyor” der bir yerinde anlatıcı. Duymak isteyene bir çift kulak yeter de artar çünkü. Duymak istemeyenin yüz kulağı olsa ne yazar?
Romanın dili oldukça şiirsel ve mensur diyebileceğimiz biçimde yazılmıştır. Ayrıca yazarın ressam kimliğinden de olsa gerek karlı ve yüksek tepelerin tasvirleri öylesine canlı ki görsel bir dil hâkim olmuş romana. Az kelimeyle çok şey anlatmaya çalışmış Ferit Edgü. Çehov’un “vaktim olsaydı daha kısa yazardım” sözünü burada anmazsak olmaz herhâlde.
Bireyin varoluşsal meselesini coğrafi bir kasvetin de getirdiği baskı altında sorgulaması alabildiğine gerçek alabildiğine hüzünlü bir kurgu. İç dünyası ile dış gerçeklik arasında gelgitler yaşayan bir öğretmenin kendini karlı kaplı dağlar arasında bulduktan sonra en çok da kendini sağaltmak için giriştiği aynı zamanda da oldukça insani olan mücadele takdire şayan. Bu açıdan ideolojilerin kör ettiği gözleri açacak çok unsur barındırıyor roman. İşte insanını kendine dert edinmiş bir zihnin kalemin dökülecek roman budur diyesim geliyor. Üçüncü dünya aydınının ise bize sunacağı romanlar maalesef topyekûn müfredatta. Toplum gerçekleri ayan beyan ortada dururken, çarpık bir modernleşmenin bütün problemlerini her hücremizde hissederken anlatılacak meseleler hassas gözlerin ve kalplerin ilgisine muhtaç. Bir roman çağına bir şey katmıyorsa onu neden okuyalım ki?
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
11 Nisan 2018 Çarşamba
Serçe yüreklilere ses
Az cümlelerle çok şey anlatılabilir mi? Dev bir cüssede, serçe yürek olur mu demeyin, kimsenin anlamadığı bir dili konuşan, sırf anlatmak için giden ve dönmeyenlerin hikâyesi... Yozgatlı öykücü Ercan Köksal, pek çok dergide öyküsü yayımlanan ve bu yolda emin adımlarla ilerleyen bir öykücü. Ocak 2018’de raflarda yerini alan bir öykü kitabıyla okuruna sesleniyor.
Komik İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Sahneler adlı iki ayrı bölümden oluşan kitabın naif bir ismi var. Kesit Hikâye’den hoş bir kapakla öyküseverlere seslenen Ercan Köksal, kızı Elif’e ithaf etmiş bu kitabı. Adı: Serçe Yüreği. Çocuklara ve yetişkinlere dair pek çok mesajı içermekte. Mesela, “Figüran” öyküsündeki yer yer psikolojik olarak tahribata uğrayan kişi kendini ispatlamak, işe yaramak için çabalamaktadır. “İşte böylelikle ölmeye küçükten başlamış oldum. Annem bana “Seni işe yaramaz!” demişti, ama işe yarıyordum. Hiç değilse esas oğlan beni vurduğunda yere düşüyor, karşılığında bir onluk alıyordum. Bu da önemli bir iş sayılmaz mıydı?”. Hikâye kişisinin “Böylece ölümle kardeş oldum” itirafı artık kendi içinde bulunduğu durumu yadırgamayan, kabullenmiş bir insan halidir. Kendi ölümüne en sonunda inandırılmış, ölü kalan bir figüranı tanıyoruz bu öyküyle.
“Herkesin bir hikâyesi vardır” diyen anlatıcının, bir bildiği vardır diye düşünüyoruz. “Yazdığım satırları ne için ve kimin için yazıyordum? Yazmak kendimi tatmin etmekten başka hangi yüce davaya hizmet ediyordu?” diyerek kendini sorgulayan yazarın, öykü kişisiyle didişmesine ne demeli? Sonuçta hikâye dediğimiz yazı türü zor, öyle kolay yazılmıyor, dedirten türden bir sonuca varıyoruz. Evet, cinayet işleyen baba figürü mü istersiniz, hayat her haliyle Köksal’ın hikâyelerinde, gerçekçi işlenmiş. Hüzün ve çocuklar, bazen havuzdan çıkmış bir ölü minik beden, beş çocuğun ona bakıp kalması. İnsan hayatındaki bazı katı ve öylesine geçiştirilemez anların, o acımasız ağırlığını taşıyan hikâyeler. “Söylenemeyen Acı”... Bir torbaya neler sığmaz ki? sorusuyla düşündürüyor okuru yer yer, “Torbaya Sıkıştırılmış Umutlar” hikayesinde. “Babanın Vurduğu Yerde Gül Biter” de ya haksızlıklar? Büyüklerin anlayıp dinlemeden çocukları cezalandırış şekilleri dikkatimizi çekiyor. Yine minimal diyebileceğimiz bir hikâyesiyle Ercan Köksal, “Ardından bir Çığlık” diyor. Günahsız çocukların baba dikkatsizliğine kurban gitmesi, hayli acıklı ve düşündürücüdür. Gitmeler, karlar içinde rüyasına koşanlar, eski bakkallar, ağlayan sümüklü çocuklar ve bitmeyen “Umutsuz Bekleyiş”...
“Hamza’nın Heybesi” çerçi geleneğinin eşeğiyle birlikte yok oluşu ve AVM gerçeğimiz mizahi bir dille ele alınmış yazar tarafından. Nerede o eski köy köy dolaşan çerçiler? Biz niye AVM’lere dadandık? Sorular birbirini kovalıyor. Belki “Ahlât Ağacı” ahlât, kan, toz şeker çağrışımlarıyla gövdesi toprağa karışan ağaçların hikâyesi.
Türk Ali’nin okuyamadığını, Rum Aleksi çözer. Tezat gibidir. Oysa sadece “Ali olmak”, yetmemektedir. "Kendi geçmişini, dilini, geleneğini ne kadar muhafaza etmiştir Ali?" sorusunu düşünmeye başlamışken, “Burada Dua Yok” eski çeşme kitabesi, aslında Anadolu’nun kültürel zenginliklerine işaret eder. İşaretleri takip etmek cevapları bulmak demektir nihayetinde.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Komik İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Sahneler adlı iki ayrı bölümden oluşan kitabın naif bir ismi var. Kesit Hikâye’den hoş bir kapakla öyküseverlere seslenen Ercan Köksal, kızı Elif’e ithaf etmiş bu kitabı. Adı: Serçe Yüreği. Çocuklara ve yetişkinlere dair pek çok mesajı içermekte. Mesela, “Figüran” öyküsündeki yer yer psikolojik olarak tahribata uğrayan kişi kendini ispatlamak, işe yaramak için çabalamaktadır. “İşte böylelikle ölmeye küçükten başlamış oldum. Annem bana “Seni işe yaramaz!” demişti, ama işe yarıyordum. Hiç değilse esas oğlan beni vurduğunda yere düşüyor, karşılığında bir onluk alıyordum. Bu da önemli bir iş sayılmaz mıydı?”. Hikâye kişisinin “Böylece ölümle kardeş oldum” itirafı artık kendi içinde bulunduğu durumu yadırgamayan, kabullenmiş bir insan halidir. Kendi ölümüne en sonunda inandırılmış, ölü kalan bir figüranı tanıyoruz bu öyküyle.
“Herkesin bir hikâyesi vardır” diyen anlatıcının, bir bildiği vardır diye düşünüyoruz. “Yazdığım satırları ne için ve kimin için yazıyordum? Yazmak kendimi tatmin etmekten başka hangi yüce davaya hizmet ediyordu?” diyerek kendini sorgulayan yazarın, öykü kişisiyle didişmesine ne demeli? Sonuçta hikâye dediğimiz yazı türü zor, öyle kolay yazılmıyor, dedirten türden bir sonuca varıyoruz. Evet, cinayet işleyen baba figürü mü istersiniz, hayat her haliyle Köksal’ın hikâyelerinde, gerçekçi işlenmiş. Hüzün ve çocuklar, bazen havuzdan çıkmış bir ölü minik beden, beş çocuğun ona bakıp kalması. İnsan hayatındaki bazı katı ve öylesine geçiştirilemez anların, o acımasız ağırlığını taşıyan hikâyeler. “Söylenemeyen Acı”... Bir torbaya neler sığmaz ki? sorusuyla düşündürüyor okuru yer yer, “Torbaya Sıkıştırılmış Umutlar” hikayesinde. “Babanın Vurduğu Yerde Gül Biter” de ya haksızlıklar? Büyüklerin anlayıp dinlemeden çocukları cezalandırış şekilleri dikkatimizi çekiyor. Yine minimal diyebileceğimiz bir hikâyesiyle Ercan Köksal, “Ardından bir Çığlık” diyor. Günahsız çocukların baba dikkatsizliğine kurban gitmesi, hayli acıklı ve düşündürücüdür. Gitmeler, karlar içinde rüyasına koşanlar, eski bakkallar, ağlayan sümüklü çocuklar ve bitmeyen “Umutsuz Bekleyiş”...
“Hamza’nın Heybesi” çerçi geleneğinin eşeğiyle birlikte yok oluşu ve AVM gerçeğimiz mizahi bir dille ele alınmış yazar tarafından. Nerede o eski köy köy dolaşan çerçiler? Biz niye AVM’lere dadandık? Sorular birbirini kovalıyor. Belki “Ahlât Ağacı” ahlât, kan, toz şeker çağrışımlarıyla gövdesi toprağa karışan ağaçların hikâyesi.
Türk Ali’nin okuyamadığını, Rum Aleksi çözer. Tezat gibidir. Oysa sadece “Ali olmak”, yetmemektedir. "Kendi geçmişini, dilini, geleneğini ne kadar muhafaza etmiştir Ali?" sorusunu düşünmeye başlamışken, “Burada Dua Yok” eski çeşme kitabesi, aslında Anadolu’nun kültürel zenginliklerine işaret eder. İşaretleri takip etmek cevapları bulmak demektir nihayetinde.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Babalar, oğullar ve kapanmayan hesaplar
"Yazdıklarım seninle ilgiliydi, orada senin göğsünde yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca."
- Franz Kafka, Babaya Mektup
Übermensch, yani ilkel baba, Freud'a göre hükmedici bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla da narsisistiktir. Nietzsche'nin 'gelecekte beklediği' baba figürü ise çocuklarının hayatına en az müdahele edecek bir yerde duran, onay beklemeyen ve hem kendisine hem de çevresine özgürlük aşılayan bir figürdür. O baba gelmiş midir bilemeyiz, muhakkak gelmiştir, ancak her toplumun ortaya çıkardığı yalın bir 'baba' mevcuttur. Bizim toplumumuzda bu baba, Freud'un bahsettiği 'ilkel baba'ya çok benzer. Özellikle erkek çocuklar ile babaları arasındaki iletişimde ya da iletişimsizlikte bu baba figürünün kusurlarını, etkilerini ve meydana çıkan sorunları görürüz.
Gaye Boralıoğlu'nun son romanı Dünyadan Aşağı, Hilmi Aydın karakterinin eşliğinde bize işte bu 'asırlık problemi' yaşatıyor. Kitabın, Özge Dirik'e ait epigrafı çok şey söylüyor: "Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu."
Hilmi Aydın, bildiğimiz otoriter baba figürünü reddediyor. Ergenliğinden itibaren başlayan bu reddedişin kökeninde babasının yol arkadaşı değil barikat oluşu var, tıpkı Kafka'nın babasına yazdığı mektuplardan birinde söylediği gibi: "Tek ihtiyacım olan şey ufak bir cesaretlendirme, arkadaşlık, biraz yoldaşlıktı. Sense her zaman yoluma engeller koydun.". Babasına itaat etmeyen Hilmi, kendine başka bir yol çizse de, türlü zevklerinin ve zaman zaman 'uçkuru'nun peşinden gitse de döner dolaşır ve babasından 'intikam' almanın yolu olarak onun silahını bulur: Babasının yıllarca işlettiği meşhur lokantayı yeniden ayağa kaldırmak. 'Öteki taraf'a çoktan gitmiş babasını kıskandıracak, delirtecek kadar. Bunu yaparken kimsenin okumadığı, basılmamış bir kitap yardım eder ona: Sırlar. Bu kitap, Hilmi Aydın'ın babasının yazdığı bir kitaptır. Yaptığı birçok yemeğin sırlarıyla birlikte mahremini de yazmıştır sayfalar boyunca. Çok eski bir Rum yemeğini kıvama getirirken, oğlunun bir türlü istediği kıvama gelemeyişindne dem vurur çokça. Hilmi intikam peşinde ya, her tarife küçücük bir ekleme yapıp tamamen o tarifi sahiplenmek ve böylece babasının tarifini tarihe gömmeyi arzu ediyordu. Böylece çevresindeki herkesin kendi istediği gibi yaşamasını ve her şeyin kendi istediği gibi olmasını istediği babasına sağlam bir cevap verecekti. Hesap kabarıktı: "Babamın sevdiği bir yemeği yaparken gösterdiği itinayı hatırlıyorum. Sebzeleri okşar gibi tutar, neredeyse canları acımasın diye yumuşacık hareketlerle soyar, sanat yapıyormuş gibi pişirmeye hazırlardı. Tencereye bir şeyler dizerken, yemeği karıştırırken, küçük bir kaşıkla üfleye üfleye tadına bakarken dikkati bütünüyle yaptığı işin üzerindeydi. Oysa bana bakarken hep aklı başka yerdeydi. Kafasının gerisinde bir olması gerekenler zinciri vardı ve daima o zincirin hangi halkasına tutunduğumu test ederdi."
Nihan, Hilmi'nin büyük sevdası. Evlenmiş, boşanmış çünkü onu Mine'yle aldatmış. Hilmi'ye göre bu aldatış erkek aklının ve gönlünün bir neticesi. Erkek aklına her şey girebilir, erkek gönlü her şeye kayabilir. Türlü türlü denemelerle yeniden Nihan'ın kalbini çalmak istiyor Hilmi. Denemeleri tam bir yere gelecekken ansızın kopuveriyor. Çünkü tıpkı babası gibi patavatsız, kibirli ve her zaman kendini haklı buluyor. Aslında babasıyla yaşadığı problemler sebebiyle saygı duyulmaya, varlığını hem ekonomik hem de sosyal manada ispat etmeye çok ihtiyacı var. Bu ihtiyaçlar giderilmeyince, bir de üstüne Hilmi'nin cinsel arzuları tetiklenince Nihan ve Mine dışında birkaç kadın daha giriyor Hilmi'nin hayatına. Aslında buna girmek de denilmez, uğruyorlar sadece.
Fazıl Hoca, Hilmi'nin manevi arayışında tabiri caizse bir rehber. Kimi zaman rahatlatıcı kimi zaman sarsıcı. Hilmi artık bu 'boş' hayatını bir hâli yoluna koyup hakikat yolunun yolcusu olmak istese de nefsi peşini bırakmıyor. Tam bir şeyleri yoluna koyacakken arzuları ve istekleri yakasından düşmüyor. Buna rağmen Hilmi de vazgeçmiyor. Fazıl Hoca sevap-günah matematiğini etkileyecek misaller aktarıyor: "Kimi sevaba on katı, kimi sevaba yüz, kimine yedi yüz katı rahmet verir. Kişiye, niyete, vaziyete bağlıdır. Nitekim sevap ve günah miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıkları ve ahiretteki zamanları ve dünyanın yaradılışını ve mahlukların sayısını bildiren rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarların çokluğunu anlatmak içindir. Kuyuya inerek susuz bir köpeğe ayakkabısıyla su veren fahişe bir kadının cennete, evinde bir kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olan kadının da cehenneme gittiğini beyan buyuran hadisler vardır."
Gaye Boralıoğlu roman boyunca psikolojik atıflarda bulunuyor ve bu atıflar bir baba-oğul ilişkisinin en kritik boyutlarına işaret ediyor. Kurgunun akıcılığı ve romanın sonuna yaklaştıkça her şeyin berraklaşmak yerine sürprize dönüşmesi, okuyucuyu fazlasıyla tatmin edecektir. Edebiyatın 'hayata katlanabilme' direnci vermesine dair bir metin var bu romanda. Yazar, roman karakteri üzerinden "eğer bu dünyaya tutunabildiysem, bir ölçüde kibrim ve çokça yazma yeteneğim sayesindedir" derken kendi tavrını ortaya koyuyor. Kaygısı yok, hiddeti var: "Edebiyatın gerçekle işi yoktur. İçinde gerçeği barındırsa bile edebiyat bir dünya tasavvurudur ve her tasavvur gibi özneldir."
Dünyadan Aşağı; psikolojik tarafıyla baba-oğul ilişkisini tüm gerçekçiliğiyle ortaya sererken bizlere çok özgün bir kurgu dersi de veriyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Franz Kafka, Babaya Mektup
Übermensch, yani ilkel baba, Freud'a göre hükmedici bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla da narsisistiktir. Nietzsche'nin 'gelecekte beklediği' baba figürü ise çocuklarının hayatına en az müdahele edecek bir yerde duran, onay beklemeyen ve hem kendisine hem de çevresine özgürlük aşılayan bir figürdür. O baba gelmiş midir bilemeyiz, muhakkak gelmiştir, ancak her toplumun ortaya çıkardığı yalın bir 'baba' mevcuttur. Bizim toplumumuzda bu baba, Freud'un bahsettiği 'ilkel baba'ya çok benzer. Özellikle erkek çocuklar ile babaları arasındaki iletişimde ya da iletişimsizlikte bu baba figürünün kusurlarını, etkilerini ve meydana çıkan sorunları görürüz.
Gaye Boralıoğlu'nun son romanı Dünyadan Aşağı, Hilmi Aydın karakterinin eşliğinde bize işte bu 'asırlık problemi' yaşatıyor. Kitabın, Özge Dirik'e ait epigrafı çok şey söylüyor: "Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu."
Hilmi Aydın, bildiğimiz otoriter baba figürünü reddediyor. Ergenliğinden itibaren başlayan bu reddedişin kökeninde babasının yol arkadaşı değil barikat oluşu var, tıpkı Kafka'nın babasına yazdığı mektuplardan birinde söylediği gibi: "Tek ihtiyacım olan şey ufak bir cesaretlendirme, arkadaşlık, biraz yoldaşlıktı. Sense her zaman yoluma engeller koydun.". Babasına itaat etmeyen Hilmi, kendine başka bir yol çizse de, türlü zevklerinin ve zaman zaman 'uçkuru'nun peşinden gitse de döner dolaşır ve babasından 'intikam' almanın yolu olarak onun silahını bulur: Babasının yıllarca işlettiği meşhur lokantayı yeniden ayağa kaldırmak. 'Öteki taraf'a çoktan gitmiş babasını kıskandıracak, delirtecek kadar. Bunu yaparken kimsenin okumadığı, basılmamış bir kitap yardım eder ona: Sırlar. Bu kitap, Hilmi Aydın'ın babasının yazdığı bir kitaptır. Yaptığı birçok yemeğin sırlarıyla birlikte mahremini de yazmıştır sayfalar boyunca. Çok eski bir Rum yemeğini kıvama getirirken, oğlunun bir türlü istediği kıvama gelemeyişindne dem vurur çokça. Hilmi intikam peşinde ya, her tarife küçücük bir ekleme yapıp tamamen o tarifi sahiplenmek ve böylece babasının tarifini tarihe gömmeyi arzu ediyordu. Böylece çevresindeki herkesin kendi istediği gibi yaşamasını ve her şeyin kendi istediği gibi olmasını istediği babasına sağlam bir cevap verecekti. Hesap kabarıktı: "Babamın sevdiği bir yemeği yaparken gösterdiği itinayı hatırlıyorum. Sebzeleri okşar gibi tutar, neredeyse canları acımasın diye yumuşacık hareketlerle soyar, sanat yapıyormuş gibi pişirmeye hazırlardı. Tencereye bir şeyler dizerken, yemeği karıştırırken, küçük bir kaşıkla üfleye üfleye tadına bakarken dikkati bütünüyle yaptığı işin üzerindeydi. Oysa bana bakarken hep aklı başka yerdeydi. Kafasının gerisinde bir olması gerekenler zinciri vardı ve daima o zincirin hangi halkasına tutunduğumu test ederdi."
Nihan, Hilmi'nin büyük sevdası. Evlenmiş, boşanmış çünkü onu Mine'yle aldatmış. Hilmi'ye göre bu aldatış erkek aklının ve gönlünün bir neticesi. Erkek aklına her şey girebilir, erkek gönlü her şeye kayabilir. Türlü türlü denemelerle yeniden Nihan'ın kalbini çalmak istiyor Hilmi. Denemeleri tam bir yere gelecekken ansızın kopuveriyor. Çünkü tıpkı babası gibi patavatsız, kibirli ve her zaman kendini haklı buluyor. Aslında babasıyla yaşadığı problemler sebebiyle saygı duyulmaya, varlığını hem ekonomik hem de sosyal manada ispat etmeye çok ihtiyacı var. Bu ihtiyaçlar giderilmeyince, bir de üstüne Hilmi'nin cinsel arzuları tetiklenince Nihan ve Mine dışında birkaç kadın daha giriyor Hilmi'nin hayatına. Aslında buna girmek de denilmez, uğruyorlar sadece.
Fazıl Hoca, Hilmi'nin manevi arayışında tabiri caizse bir rehber. Kimi zaman rahatlatıcı kimi zaman sarsıcı. Hilmi artık bu 'boş' hayatını bir hâli yoluna koyup hakikat yolunun yolcusu olmak istese de nefsi peşini bırakmıyor. Tam bir şeyleri yoluna koyacakken arzuları ve istekleri yakasından düşmüyor. Buna rağmen Hilmi de vazgeçmiyor. Fazıl Hoca sevap-günah matematiğini etkileyecek misaller aktarıyor: "Kimi sevaba on katı, kimi sevaba yüz, kimine yedi yüz katı rahmet verir. Kişiye, niyete, vaziyete bağlıdır. Nitekim sevap ve günah miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıkları ve ahiretteki zamanları ve dünyanın yaradılışını ve mahlukların sayısını bildiren rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarların çokluğunu anlatmak içindir. Kuyuya inerek susuz bir köpeğe ayakkabısıyla su veren fahişe bir kadının cennete, evinde bir kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olan kadının da cehenneme gittiğini beyan buyuran hadisler vardır."
Gaye Boralıoğlu roman boyunca psikolojik atıflarda bulunuyor ve bu atıflar bir baba-oğul ilişkisinin en kritik boyutlarına işaret ediyor. Kurgunun akıcılığı ve romanın sonuna yaklaştıkça her şeyin berraklaşmak yerine sürprize dönüşmesi, okuyucuyu fazlasıyla tatmin edecektir. Edebiyatın 'hayata katlanabilme' direnci vermesine dair bir metin var bu romanda. Yazar, roman karakteri üzerinden "eğer bu dünyaya tutunabildiysem, bir ölçüde kibrim ve çokça yazma yeteneğim sayesindedir" derken kendi tavrını ortaya koyuyor. Kaygısı yok, hiddeti var: "Edebiyatın gerçekle işi yoktur. İçinde gerçeği barındırsa bile edebiyat bir dünya tasavvurudur ve her tasavvur gibi özneldir."
Dünyadan Aşağı; psikolojik tarafıyla baba-oğul ilişkisini tüm gerçekçiliğiyle ortaya sererken bizlere çok özgün bir kurgu dersi de veriyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
9 Nisan 2018 Pazartesi
Söz uçar yazı kalır
Türk edebiyatında öykü, roman ve deneme kitaplarıyla sıklıkla karşılaşmak mümkün lâkin söyleşi kitapları konusunda aynı durumdan söz etmek pek de mümkün görünmüyor. Yazarların yarattıkları kahramanlardan, kurguladıkları dünyalardan daha çok kendi öz benliklerine dair yolculuğa çıkmak isteyen okur için söyleşinin yeri hep ayrı olmuştur. İş Bankası Kültür Yayınları’nın seri hâlinde yayımladığı söyleşi kitapları okurun ilgisini çekmişti. Attila İlhan, İlhan Berk, Muazzez İlmiye Çığ başta olmak üzere birçok tanınmış simayı bilinmeyen yönleriyle de tanıma fırsatı buldu okuyucu. Onur Ünlü ile yapılan söyleşi de Sel Yayıncılık’tan yakın bir zamanda çıktı. Sabahattin Ali’yi, Yaşar Kemal’i, Ahmet Arif’i de yine kendileriyle yapılmış söyleşi kitapları aracılığıyla daha iyi tanıdık ancak belirli bir konuda birçok farklı ismi bir araya toplayan derli toplu söyleşi kitaplarımızın sayısı bir elin beş parmağını geçmez. Bu alandaki en doyurucu kitap Sema Aslan’ın Benim Kitaplarım adıyla Doğan Kitap’tan çıkmış ve otuz beş ünlü ismin kütüphanesini evlerimize kadar getirmişti. Şimdi de elimizde Nedim Gürsel’in Söz Uçar adlı çalışması bulunuyor. Söylenen hiçbir sözün uçmayarak yazıya geçirilip raflardaki yerini almış olması da okur için ayrıca büyük bir sevinç…
Daha önce Yüzyılın Sonu adıyla okuduğumuz kitap, genişletilmiş baskısıyla geçtiğimiz ay Doğan Kitap’tan çıktı. Söz Uçar adıyla yayımlanan kitapta daha önceki baskılarda olduğu gibi Jorge Semprun, Juan Goytisolo, Nathalie Sarraute, Etiemble, Alain Bosquet, Lawrence Ferlinghetti, Yaşar Kemal, Mahmut Derviş ve Abidin Dino ile Gürsel’in çeşitli zamanlarda yaptığı söyleşiler yer alıyor. Ayrıca bu yeni basımda, iki büyük sürpriz daha bekliyor okuyucuyu. Bunlardan ilki Gürsel’in Paris’te ünlü halkbilimcimiz Pertev Naili Boratav ile yapmış olduğu söyleşi. Bu röportajda Boratav’ın halk edebiyatı ile ilgili görüşlerini okurken Köroğlu ve Karacaoğlan üslûbu hakkında daha da çok bilgi sahibi oluyoruz. Gürsel, sorularını sorarken okuyucuyu bilgilendirdiği kadar karşısındaki ünlü isimlerin de daha çok bilgi vermelerini teşvik ediyor. Boratav’a ezberden şiir okutuyor meselâ. Boratav; tüm yaşamını halk kültürünü, halk geleneklerini araştırmaya adamış bir insandı. Aydın denilen zümrenin; içerisinde yaşadığı halkın yaşantısını bilmiyor olmasının büyük bir eksiklik olduğunu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Nasıl aydınımız, sanatçımız batı edebiyatını bilmekle kendi yaratıcılıklarını artırabilirlerse; aynı şekilde bizim halk geleneğimizi öğrenmek, bilmek suretiyle de kendi kültür güçlerini de arttırabilirler, yani Türk masallarını okumak, Türk türkülerini dinlemek, Türk destanlarını okumak Victor Hugo’yu okumak gibi bir şey.”
Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’in halk geleneğini, kalemlerine çok iyi bir şekilde yansıttığını söyleyen Boratav, geleneklerin ve inançların yazar tarafından bilinmesi gerektiğini ancak halk kültürünün idealize edilmesinin de yanlış bir tutum olduğunu aktarıyor. Halka inmek ve halk dilinden konuşmak ile halkı kimi zaman halka rağmen savunup yükseltmek bu bağlamda değerlendirilebilir.
Kitaba eklenen bir diğer yeni söyleşi ise Berlin’de Alman yazar Peter Schneider’le yapılmış. Berlin ile hesaplaşan bir yazarın duvarları yıkmak adına kaleme aldığı eserleri, söyleşinin odak noktasını oluşturuyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasına rağmen hayatlarımızdaki duvarların yıkılmadığını belirten Schneider’i, Gürsel’in soruları eşliğinde okumak ayrı bir haz veriyor.
Söyleşi yapma amacının ortak duygu ve düşüncelerin buluşmasını sağlamak olarak açıklayan Gürsel, çalışmasıyla ilgili olarak: “Bu söyleşilerin ayrıntılara yönelen, yazın-toplum-siyaset-kültür arasındaki ilişkileri irdelerken dünyamızın sorunlarına da açılan niteliği, sanıyorum günümüzde de geçerliliğini koruyor. Konuştuğum kişilere yalnızca soru sormakla yetinmediğimi, yapıtlarını çözümleyici bir yaklaşımla ele alarak onları okurların gözünde daha anlaşılır ve görünür kılmaya çabaladığımı özellikle belirtmek isterim.” demektedir.
Kitapta birbirinden farklı kültür coğrafyalarından gelen yazar ve sanatçıların görüşlerini; yaşamlarını anlamlandıran olayları okurken bu sanatçıların renkli yaşamlarına da yeni bir kapı açmış oluyoruz.
Nedim Gürsel’in İspanyol yazar Juan Goytisolo ile yaptığı söyleşide yazara olan hayranlığını görebiliyoruz. Gürsel zaten bir konuşmasında Goytisolo için şunları söylüyor: “Kendisiyle Saraybosna bombalar altındayken de birlikteydim. O yolculuk dönüşü hem milliyetçiliği eleştiren hem de benim gibi ülkesinin dışında ama anadilinde yaşayan bir yazar için çok anlamlı şu cümleyi söylemişti: ‘Uzun yıllar İspanyolca konuşmadım. Bu, İspanyolca yazmamı kolaylaştırdı. İspanyolcaya daha yoğun bir ilgi duymama yol açtı. Anadilimin konuşulmadığı ülkelerde yaşayıp İspanyolca yazdığım için kendi dilimi, kendi üslubumu bulabildim.’ Juan Goytisolo’nun bu sözleri benim yazarlık serüvenimi de özetliyor bir bakıma. Kendisinden çok şey öğrendim. Bu nedenle onu dostluk ve sevgiyle anıyorum.”
İstanbul’da, Menekşe’de Yaşar Kemal ile yapılan söyleşi ise kitabın en çok ön plana çıkan söyleşisi diyebiliriz. Yaşar Kemal’in romanlarını yazarken esinlendiği efsaneler, destanlar ve halk hikâyeleri hangileridir, gelenekleri ne derece romanlarına sirâyet ettirmektedir gibi sorulara verdiği samimi yanıtlar, sizi ünlü yazarla karşılıklı konuşur gibi hissettirecektir. Alageyik efsanesinden, motiflere, düşlerden, mitolojiye değin Yaşar Kemal ile yapılmış en derin söyleşi olarak kabul edebiliriz bunu. Öyle ki Yaşar Kemal, Ölmez Otu’ndaki Medimik’in mitinden söz ederken; ne ölçüde gerçek dünyada yaşıyoruz, ne ölçüde yarattığımız mit içinde yaşıyoruz, diye sormayı da ihmâl etmiyor. Hatta sınırın belli olmadığı ve iç içe girmiş olan düş ile gerçeğin birbirinden ayırt edilmesinin imkânsızlığına da vurgu yapıyor ve şunları da ekliyor konuşmasına: “İnsanların ikinci bir dünya yaratmadan yaşadıkları daha görülmemiş yeryüzünde. Doğum ve ölüm oldukça, insanoğlu bir karanlıktan başka bir karanlığa gittikçe sürecek, bu.”
Gürsel’in; Hippi akımının öncülerinden şair Lawrence Ferlinghetti ile San Francisco’da, ünlü İspanyol yazar Jorge Semprum ile Madrid’de, Filistinli şair Mahmut Derviş’le Paris’te yaptığı söyleşiler de okurun bir hayli ilgisini çekecek. Gürsel, röportajları sayesinde okuyucunun söz konusu şairlerin ve yazarların eserlerini de çözümlemesine imkân sağlıyor. Yüzyılın önemli yazarlarının, okurun gözünde daha çok görünür olmasını isteyen Gürsel, yazarlarla edebiyat ve siyasete dair birçok önemli meseleyi söyleştiği çalışması sayesinde; söz uçar; yazı kalır, bu yüzden bu söyleşilerin de geleceğe kalmasını ümit ettiğini, belirtiyor.
Kitabı okurken kirlenen dünyamıza bir kez daha bakıp XX. yüzyılın yazarlarının hayata bakış açılarıyla içerisinde bulunduğumuz XXI. yüzyılı yeniden kurmanın mümkün olup olmadığını sorguluyoruz. Kitabın satır aralarından çıkaracağımız yanıtlar ise sadece günümüzü değil önümüzdeki gelecek günleri de aydınlatacak güce sahip…
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
Daha önce Yüzyılın Sonu adıyla okuduğumuz kitap, genişletilmiş baskısıyla geçtiğimiz ay Doğan Kitap’tan çıktı. Söz Uçar adıyla yayımlanan kitapta daha önceki baskılarda olduğu gibi Jorge Semprun, Juan Goytisolo, Nathalie Sarraute, Etiemble, Alain Bosquet, Lawrence Ferlinghetti, Yaşar Kemal, Mahmut Derviş ve Abidin Dino ile Gürsel’in çeşitli zamanlarda yaptığı söyleşiler yer alıyor. Ayrıca bu yeni basımda, iki büyük sürpriz daha bekliyor okuyucuyu. Bunlardan ilki Gürsel’in Paris’te ünlü halkbilimcimiz Pertev Naili Boratav ile yapmış olduğu söyleşi. Bu röportajda Boratav’ın halk edebiyatı ile ilgili görüşlerini okurken Köroğlu ve Karacaoğlan üslûbu hakkında daha da çok bilgi sahibi oluyoruz. Gürsel, sorularını sorarken okuyucuyu bilgilendirdiği kadar karşısındaki ünlü isimlerin de daha çok bilgi vermelerini teşvik ediyor. Boratav’a ezberden şiir okutuyor meselâ. Boratav; tüm yaşamını halk kültürünü, halk geleneklerini araştırmaya adamış bir insandı. Aydın denilen zümrenin; içerisinde yaşadığı halkın yaşantısını bilmiyor olmasının büyük bir eksiklik olduğunu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Nasıl aydınımız, sanatçımız batı edebiyatını bilmekle kendi yaratıcılıklarını artırabilirlerse; aynı şekilde bizim halk geleneğimizi öğrenmek, bilmek suretiyle de kendi kültür güçlerini de arttırabilirler, yani Türk masallarını okumak, Türk türkülerini dinlemek, Türk destanlarını okumak Victor Hugo’yu okumak gibi bir şey.”
Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’in halk geleneğini, kalemlerine çok iyi bir şekilde yansıttığını söyleyen Boratav, geleneklerin ve inançların yazar tarafından bilinmesi gerektiğini ancak halk kültürünün idealize edilmesinin de yanlış bir tutum olduğunu aktarıyor. Halka inmek ve halk dilinden konuşmak ile halkı kimi zaman halka rağmen savunup yükseltmek bu bağlamda değerlendirilebilir.
Kitaba eklenen bir diğer yeni söyleşi ise Berlin’de Alman yazar Peter Schneider’le yapılmış. Berlin ile hesaplaşan bir yazarın duvarları yıkmak adına kaleme aldığı eserleri, söyleşinin odak noktasını oluşturuyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasına rağmen hayatlarımızdaki duvarların yıkılmadığını belirten Schneider’i, Gürsel’in soruları eşliğinde okumak ayrı bir haz veriyor.
Söyleşi yapma amacının ortak duygu ve düşüncelerin buluşmasını sağlamak olarak açıklayan Gürsel, çalışmasıyla ilgili olarak: “Bu söyleşilerin ayrıntılara yönelen, yazın-toplum-siyaset-kültür arasındaki ilişkileri irdelerken dünyamızın sorunlarına da açılan niteliği, sanıyorum günümüzde de geçerliliğini koruyor. Konuştuğum kişilere yalnızca soru sormakla yetinmediğimi, yapıtlarını çözümleyici bir yaklaşımla ele alarak onları okurların gözünde daha anlaşılır ve görünür kılmaya çabaladığımı özellikle belirtmek isterim.” demektedir.
Kitapta birbirinden farklı kültür coğrafyalarından gelen yazar ve sanatçıların görüşlerini; yaşamlarını anlamlandıran olayları okurken bu sanatçıların renkli yaşamlarına da yeni bir kapı açmış oluyoruz.
Nedim Gürsel’in İspanyol yazar Juan Goytisolo ile yaptığı söyleşide yazara olan hayranlığını görebiliyoruz. Gürsel zaten bir konuşmasında Goytisolo için şunları söylüyor: “Kendisiyle Saraybosna bombalar altındayken de birlikteydim. O yolculuk dönüşü hem milliyetçiliği eleştiren hem de benim gibi ülkesinin dışında ama anadilinde yaşayan bir yazar için çok anlamlı şu cümleyi söylemişti: ‘Uzun yıllar İspanyolca konuşmadım. Bu, İspanyolca yazmamı kolaylaştırdı. İspanyolcaya daha yoğun bir ilgi duymama yol açtı. Anadilimin konuşulmadığı ülkelerde yaşayıp İspanyolca yazdığım için kendi dilimi, kendi üslubumu bulabildim.’ Juan Goytisolo’nun bu sözleri benim yazarlık serüvenimi de özetliyor bir bakıma. Kendisinden çok şey öğrendim. Bu nedenle onu dostluk ve sevgiyle anıyorum.”
İstanbul’da, Menekşe’de Yaşar Kemal ile yapılan söyleşi ise kitabın en çok ön plana çıkan söyleşisi diyebiliriz. Yaşar Kemal’in romanlarını yazarken esinlendiği efsaneler, destanlar ve halk hikâyeleri hangileridir, gelenekleri ne derece romanlarına sirâyet ettirmektedir gibi sorulara verdiği samimi yanıtlar, sizi ünlü yazarla karşılıklı konuşur gibi hissettirecektir. Alageyik efsanesinden, motiflere, düşlerden, mitolojiye değin Yaşar Kemal ile yapılmış en derin söyleşi olarak kabul edebiliriz bunu. Öyle ki Yaşar Kemal, Ölmez Otu’ndaki Medimik’in mitinden söz ederken; ne ölçüde gerçek dünyada yaşıyoruz, ne ölçüde yarattığımız mit içinde yaşıyoruz, diye sormayı da ihmâl etmiyor. Hatta sınırın belli olmadığı ve iç içe girmiş olan düş ile gerçeğin birbirinden ayırt edilmesinin imkânsızlığına da vurgu yapıyor ve şunları da ekliyor konuşmasına: “İnsanların ikinci bir dünya yaratmadan yaşadıkları daha görülmemiş yeryüzünde. Doğum ve ölüm oldukça, insanoğlu bir karanlıktan başka bir karanlığa gittikçe sürecek, bu.”
Gürsel’in; Hippi akımının öncülerinden şair Lawrence Ferlinghetti ile San Francisco’da, ünlü İspanyol yazar Jorge Semprum ile Madrid’de, Filistinli şair Mahmut Derviş’le Paris’te yaptığı söyleşiler de okurun bir hayli ilgisini çekecek. Gürsel, röportajları sayesinde okuyucunun söz konusu şairlerin ve yazarların eserlerini de çözümlemesine imkân sağlıyor. Yüzyılın önemli yazarlarının, okurun gözünde daha çok görünür olmasını isteyen Gürsel, yazarlarla edebiyat ve siyasete dair birçok önemli meseleyi söyleştiği çalışması sayesinde; söz uçar; yazı kalır, bu yüzden bu söyleşilerin de geleceğe kalmasını ümit ettiğini, belirtiyor.
Kitabı okurken kirlenen dünyamıza bir kez daha bakıp XX. yüzyılın yazarlarının hayata bakış açılarıyla içerisinde bulunduğumuz XXI. yüzyılı yeniden kurmanın mümkün olup olmadığını sorguluyoruz. Kitabın satır aralarından çıkaracağımız yanıtlar ise sadece günümüzü değil önümüzdeki gelecek günleri de aydınlatacak güce sahip…
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
6 Nisan 2018 Cuma
Görünüyorum, o halde yokum
İnternet çağı, teknoloji çağı, bilgi çağı… Yaşadığımız çağı ifade etmeye çalışırken en çok kullandığımız kelime öbeklerinden birkaçı. Tabii ki her çağın kendine has özellikleri olduğunu kabul ediyor olsak da, özellikle sanayileşmenin başladığı zamanlardan bu yana durumun ‘insanlar’ için hayra gittiğini pek söyleyemeyiz. Tabii salt kalıplaşmış şekilde teknoloji çok kötü, en iyisi eski zamanlar, gibi cümleler kuracak değilim; ancak çağın götürdüklerini hesaplayıp insanların bu durumlara karşı nasıl tavır aldıklarını/almadıklarını eleştirebilirim. Sadece insanların değil, aynı zamanda devletlerin, sistemin, kapitalizmin, adına her ne dersek. Bu eleştirilecek özelliklerin en başta gelenlerinden biri şeffaflık arzusu. Şeffaf olma arzusu. Kendini gösterme uğraşı, hatta giderek büyüyen bir narsisizm. İnternet ve sonrasında da sosyal medyanın bu kadar büyümesiyle daha da artan bu istek, yaş farkı göstermeden herkesin üzerine çökmüş durumda. Yaptığımız en basit işten en komplike işlere kadar kendimizi tamamen şeffaflaştırıp, üzerimizdekileri soyup meydana çıkmadan ‘var olduğumuzu’ sanki kanıtlayamıyoruz artık. Cep telefonu kullanmayan insanlara, sosyal medyalarda görünmeyenlere birer meczup gözüyle bakılıyor. Bir telaş var ortada, kendimizi göstermek, şeffaf olmak telaşı. Tabii ki bunu sadece kişiler bazında ele almak meseleyi tamamen derinleştirmeye yaramaz. Çünkü kimse kendi kendine bu duruma gelmedi. Ortada, kabul edilsin veya edilmesin bir sistem var ve insanları gerek algısal olarak manipüle ederek, gerekse sosyal açıdan zorlayarak buraya kadar itti. Direnenlerin sayısı çok az. Fakat onlar da nereye kadar direnecek ya da görünmemenin bir nimet olduğunu bakalım ne zamana kadar koruyabilecek?
Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byulg-Chun Han’ın Şeffaflık Toplumu kitabı tam da yukarıdaki girişe uygun bir kitap. Metis Yayınları’ndan Mayıs 2017’de neşredilen eser, incecik, fakat buna mukabil ağır bir kitap. Sondaki notlarla birlikte 78 sayfadan oluşan Şeffaflık Toplumu, önsöz hariç dokuz bölüm içeriyor: Olumluluk Toplumu, Teşhircilik Toplumu, Apaçıklık Toplumu, Porno Toplumu, İvme Toplumu, Teklifsizlik Toplumu, Enformasyon Toplumu, İfşa Toplumu, Kontrol Toplumu. Bölümlerin hepsi birbiriyle bir yönden bağlantılı olsa da tek tek okunduklarında da bir sorun teşkil etmiyor. Hatta bölümler kendi içlerinde bir anlama sahip olmasına rağmen paragraf paragraf okunduğunda dahi okur birçok şey anlayabilir. Bir bütün içinde fakat tek tek de anlamı olan aforizmalar şeklinde yazılmış diyebiliriz eser için. Ancak kesinlikle tek bir okunmayı değil birçok kez okunmayı hak eden ve belki de başucumuzda durması gereken eserlerden Şeffaflık Toplumu.
Şeffaflık kelimesinin ne anlama geldiğinden bunun birçok kavram ve olguyla ilişkisine değinen yazar, Korece baskıya yazdığı önsözde şeffaflığın toplum nezdinde hangi yanlış anlamlara geldiğine, şeffaflığın olumsuz anlamda neler getirebileceğine, şeffaflık-enformasyon-verimlilik arasındaki ilişkiye değiniyor ve okuru şeffaflığın şiddetini açılayarak kitaba adeta itiyor: “Şeffaflık insanı camlaştırır. Şiddeti de buradadır. Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetime dönüşüyor. Sosyal medya da giderek toplumsallığı disiplin altına alan ve sömüren dijital panoptikonlara1 benziyor daha çok.”
Bu şekilde yazılmış kitapların özellikle ilk bölümlerine her zaman dikkat ederim. Çünkü yazarın düşüncelerini, ne anlatmak istediğini bu bölümlerde çözebiliriz. Bu kitap özelinde de baktığımızda, kitabın en ilgi çekici bölümünün bu ilk bölüm olan “Olumluluk Toplumu” olduğunu söyleyebilirim. Olumluluk, kelime itibariyle insanların aklına güzel şeyler getiren bir kavram. Olumlu düşün deriz bir şey olduğunda, ya da hayata ne kadar olumlu bakıyor dediğimiz insanlar vardır. Fakat Han, bu kavramı insanların çoğunun düşündüğünün aksine bir yerden ele alıyor ve tam tersi bir anlatımla, “olumluluğun” şeffaflıkla ilgisine değiniyor. Olumsuzluğa karşı olumlu olma halinin üzerimize deyim yerindeyse karabasan gibi çöktüğünü savunan Han, olumlu olmaya zorlanma halimizi şeffaflık ve enformasyon ile birlikte ele alıyor. Şeffaflık toplumumun kendini öncelikle bir olumluluk toplumu olarak gösterdiğine değinen yazar, kitabın genelinde de ele aldığı gibi bu kavramı totaliter bir durumda olduğu için eleştiriyor. Kitabında genel anlamda “herkesi aynı olmaya zorlama” ile özdeş tuttuğu şeffaflığı geniş bir açıdan ele alan yazar, şeffaflık-hız ilişkisini, şeffaflığın totaliter bir unsur olduğunu, şeffaflığın şiddet içeren bir şey olduğunu her bölümde inceliyor. Kapitalist sistemin bizi getirdiği yerde görünme ve şeffaf olma halini yer yer psikolojik bir anlatımla da destekleyen Han, kitabında birçok sosyolog, psikolog veya başka yazarlardan da dayanak getirmiş yazılarına. Bu açıdan okura geniş bir okuma imkânı sunuyor.
Ruh, yalnızlık ister. İnzivaya çekilmeye benzer bir yalnızlığa sık sık ihtiyaç duyar insan ruhu. Modern hayatın dayattığı her zaman aktif olma hâli, hayata olumlu bakma hâli, paraya endeksli bir yaşam, güç gösterileri, her zaman her şeyi bilmeye çalışmak, kibir, insan ruhunu tüketir. Özellikle şehrin içinde ruhumuzu kaçıracak yer bulamazsak tükeniriz. Şeffaflık iyidir, diye düşünebilir birçok kişi. Görünür olma hâli, belki de unutulmayacağımızı hissettirir. Sosyal medyada veya hayatın herhangi bir anında her an şeffaf olmaya çalışmak insanın insan olma hâliyle ilgili değildir. Han, uzak doğulu bir yazar. Alman vatandaşı olmasına rağmen bu kitabında bir Avrupa insanından ziyade bir Asya insanı gibi yazmış yazılarını. Özellikle Avrupai bir hayatın özelliklerini sunduğu kitabına bir uzak doğulu bakışıyla bakabilmek önemli. Belki de bir Avrupa insanının ömrü boyunca düşünmeyeceği şeyler söylüyor. Biz de şu an Han’ın kitabında bahsettiği durumda olsak da bir Avrupalı gibi olmadığımızı düşünüyorum bu konularda. En azından bazen, ruhumuzun yorulduğunu hissediyor olmamız gerekir: “İnsan ruhu, görüldüğü kadarıyla, ötekinin bakışından uzak, kendi başına kalabileceği alanlara ihtiyaç duyar. Geçirgenlikten yoksun olma gibi bir özelliği vardır. Bütünüyle ışıklandırılması yanmasına ve ruhsal tükenişe (burnout) yol açacaktır. Sadece makineler şeffaftır. Hayatı hayat yapan kendiliğindenlik, olay doluluk ve özgürlük şeffaflığa izin vermez.”
Han, kitabında sadece durum tespitinde bulunmuyor, aynı zamanda önerilerini de söylüyor fakat her yerde değil. Örneğin mesafe kavramı önerisi bunlardan biri. Ayrıca bütün kitabında şeffaflığı anlatırken bunu bir paradoksa bağlaması da ilginç. Hiçbir zaman tamamen şeffaf olunamayacağını savunan Koreli yazar, şeffaflığa ne kadar zorlanılırsa o kadar bundan uzaklaşılacağını savunuyor. Aslında bu ifadenin anlattıklarıyla bir çelişki oluşturduğu düşünülse de detaylı okunduğunda bunun böyle olmadığı görülüyor. Ancak Han, her halükarda sistemin kendi işini gördüğünü, işini hallettiğini de ekliyor.
Modern insan, bilgi sağanağı altında yaşıyor. Enformasyon kirliliği her yere sıçradı, ne kadar bilgiye sahipsek o kadar bilgin sayıyoruz kendimizi. İçselleştirilmemiş bilgilerin hamallığını yapıyoruz. Sanki okumadığımız kitapları sırtımızda taşır gibi. O kitapları taşıyınca nasıl bilgin olamıyorsak, bilgi sahibi olmakla da bilgin olunmuyor, hakikate giden yol açılmıyor. Han, şeffaflık-hakikat ilişkisinde anlamın eksikliğine dikkat çekiyor ve kitabının ilk bölümünde bahsettiği olumluluk ilkesinin bilgileri sadece bir yığın haline getirdiğini belirtiyor: “Şeffaflık ile hakikat özdeş değildir. Hakikat, diğer her şeyi yanlış ilan ederek kendini ortaya koyar ve kabul ettirir. Daha fazla enformasyon ya da enformasyon yığınından ortaya hakikat çıkmaz. Bunlarda yön, yani anlam eksiktir. Tam da hakiki olanın barındırdığı olumsuzluğun eksikliğinden ötürü olumlunun urlaşması, yığınlaşması söz konusudur. Aşırı-enformasyon ve aşırı-iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisidir. Daha fazla enformasyon, daha fazla iletişim bütünün temel belirsizliğini ortadan kaldırmaz. Hatta daha da artırır."
Kitabın sonraki bölümlerinde yine şeffaflığa temas eden noktaları değerlendirmeye çalışan yazar, ‘Teşhircilik Toplumu’ bölümünde ‘görünme’ ve ‘sergilenme’ durumunu inceliyor. Sergilenme ve insan siması üzerinden bir bağ kuran Han, fotoğrafçılık üzerinden fikirlerini genişletiyor. Kapitalist düzenin bir şiddeti görüyor yazar, teşhircilik ve reklamcılığı.
Kitapta, kavramlar çok önemli. Yazar, kitabının başında kullandığı bir kavramı yeri geliyor sonuna kadar kullanmaya devam ediyor. Bu yüzden okurun yüksek dikkatini istiyor kitap kendini okutmak için. Olumluluk, olumsuzluk, boşluk, kesintisizlik gibi kavramların yazar nezdinde ne şekilde kullanıldığını bilmek kitabı okumayı kolaylaştıracaktır.
Kitabın son bölümü ‘Kontrol Toplumu’ adına sahip. Yazar burada şeffaflık ve güven arasındaki bağı inceliyor fakat bu bölümün son paragrafı bütün kitabın özeti niteliğinde. Dünyanın, insanların, toplumların gittiği, daha doğrusu sürüklendiği yer açısından nerelere yol aldığını kısaca özetliyor Han ve kitabına noktayı koyuyor. İnsanların kayıtsızlığı ve dijital dünyanın geldiği noktada gözetlenme durumunu şöyle savunuyor: “Günümüzde yerkürenin bütünü bir panoptikon durumuna doğru gelişme gösteriyor. Panoptikonun dışı diye bir şey mevcut değil. Bir topyekûnlük söz konusu. İçerisini dışarıdan ayıran bir duvar yok. Kendilerini özgürlük alanları olarak sunan Google ve sosyal ağlar panoptik biçimlere bürünüyorlar. Bugün gözetleme, genelde sanıldığı şekliyle özgürlüğe saldırı şeklinde gerçekleşmiyor. İnsanlar kendilerini daha ziyade gönüllü olarak teslim ediyor panoptik bakışa. Kendilerini soyarak ve teşhir ederek dijital panoptikonun oluşuna bilerek katkıda bulunuyorlar. Dijital panoptikondaki mahkûm aynı zamanda hem kurban hem faildir. Özgürlüğün diyalektiği işte budur. Özgürlüğün kontrol olduğu ortaya çıkıyor.”
Sorgulayıcı bir kitap Şeffaflık Toplumu. Bu dünyadan rahatsız olan herkes içinde kendine yakın birçok fikir bulacak ve bir bakış açısına sahip olacaktır. Bilinen felsefe kitapları gibi dili ağır olsa da başka filozof veya psikologlardan yapılan alıntılarla ağır dilini sadeleştirmiş Han. Her bölüm aynı zorlukta okunmasa da bazı bölümleri anlamak ciddi çaba gerektirebiliyor. Han, bu çağın panoptik açıdan bir özetini sunuyor okura. Gerisi okurun sorgulamasına kalmış.
*Panoptikon: İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham'ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Tasarımın konsepti gözetlemeye izin verir. Şöyle ki; bütünü (pan-) gözlemlemek (-opticon) anlamına gelen bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byulg-Chun Han’ın Şeffaflık Toplumu kitabı tam da yukarıdaki girişe uygun bir kitap. Metis Yayınları’ndan Mayıs 2017’de neşredilen eser, incecik, fakat buna mukabil ağır bir kitap. Sondaki notlarla birlikte 78 sayfadan oluşan Şeffaflık Toplumu, önsöz hariç dokuz bölüm içeriyor: Olumluluk Toplumu, Teşhircilik Toplumu, Apaçıklık Toplumu, Porno Toplumu, İvme Toplumu, Teklifsizlik Toplumu, Enformasyon Toplumu, İfşa Toplumu, Kontrol Toplumu. Bölümlerin hepsi birbiriyle bir yönden bağlantılı olsa da tek tek okunduklarında da bir sorun teşkil etmiyor. Hatta bölümler kendi içlerinde bir anlama sahip olmasına rağmen paragraf paragraf okunduğunda dahi okur birçok şey anlayabilir. Bir bütün içinde fakat tek tek de anlamı olan aforizmalar şeklinde yazılmış diyebiliriz eser için. Ancak kesinlikle tek bir okunmayı değil birçok kez okunmayı hak eden ve belki de başucumuzda durması gereken eserlerden Şeffaflık Toplumu.
Şeffaflık kelimesinin ne anlama geldiğinden bunun birçok kavram ve olguyla ilişkisine değinen yazar, Korece baskıya yazdığı önsözde şeffaflığın toplum nezdinde hangi yanlış anlamlara geldiğine, şeffaflığın olumsuz anlamda neler getirebileceğine, şeffaflık-enformasyon-verimlilik arasındaki ilişkiye değiniyor ve okuru şeffaflığın şiddetini açılayarak kitaba adeta itiyor: “Şeffaflık insanı camlaştırır. Şiddeti de buradadır. Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetime dönüşüyor. Sosyal medya da giderek toplumsallığı disiplin altına alan ve sömüren dijital panoptikonlara1 benziyor daha çok.”
Bu şekilde yazılmış kitapların özellikle ilk bölümlerine her zaman dikkat ederim. Çünkü yazarın düşüncelerini, ne anlatmak istediğini bu bölümlerde çözebiliriz. Bu kitap özelinde de baktığımızda, kitabın en ilgi çekici bölümünün bu ilk bölüm olan “Olumluluk Toplumu” olduğunu söyleyebilirim. Olumluluk, kelime itibariyle insanların aklına güzel şeyler getiren bir kavram. Olumlu düşün deriz bir şey olduğunda, ya da hayata ne kadar olumlu bakıyor dediğimiz insanlar vardır. Fakat Han, bu kavramı insanların çoğunun düşündüğünün aksine bir yerden ele alıyor ve tam tersi bir anlatımla, “olumluluğun” şeffaflıkla ilgisine değiniyor. Olumsuzluğa karşı olumlu olma halinin üzerimize deyim yerindeyse karabasan gibi çöktüğünü savunan Han, olumlu olmaya zorlanma halimizi şeffaflık ve enformasyon ile birlikte ele alıyor. Şeffaflık toplumumun kendini öncelikle bir olumluluk toplumu olarak gösterdiğine değinen yazar, kitabın genelinde de ele aldığı gibi bu kavramı totaliter bir durumda olduğu için eleştiriyor. Kitabında genel anlamda “herkesi aynı olmaya zorlama” ile özdeş tuttuğu şeffaflığı geniş bir açıdan ele alan yazar, şeffaflık-hız ilişkisini, şeffaflığın totaliter bir unsur olduğunu, şeffaflığın şiddet içeren bir şey olduğunu her bölümde inceliyor. Kapitalist sistemin bizi getirdiği yerde görünme ve şeffaf olma halini yer yer psikolojik bir anlatımla da destekleyen Han, kitabında birçok sosyolog, psikolog veya başka yazarlardan da dayanak getirmiş yazılarına. Bu açıdan okura geniş bir okuma imkânı sunuyor.
Ruh, yalnızlık ister. İnzivaya çekilmeye benzer bir yalnızlığa sık sık ihtiyaç duyar insan ruhu. Modern hayatın dayattığı her zaman aktif olma hâli, hayata olumlu bakma hâli, paraya endeksli bir yaşam, güç gösterileri, her zaman her şeyi bilmeye çalışmak, kibir, insan ruhunu tüketir. Özellikle şehrin içinde ruhumuzu kaçıracak yer bulamazsak tükeniriz. Şeffaflık iyidir, diye düşünebilir birçok kişi. Görünür olma hâli, belki de unutulmayacağımızı hissettirir. Sosyal medyada veya hayatın herhangi bir anında her an şeffaf olmaya çalışmak insanın insan olma hâliyle ilgili değildir. Han, uzak doğulu bir yazar. Alman vatandaşı olmasına rağmen bu kitabında bir Avrupa insanından ziyade bir Asya insanı gibi yazmış yazılarını. Özellikle Avrupai bir hayatın özelliklerini sunduğu kitabına bir uzak doğulu bakışıyla bakabilmek önemli. Belki de bir Avrupa insanının ömrü boyunca düşünmeyeceği şeyler söylüyor. Biz de şu an Han’ın kitabında bahsettiği durumda olsak da bir Avrupalı gibi olmadığımızı düşünüyorum bu konularda. En azından bazen, ruhumuzun yorulduğunu hissediyor olmamız gerekir: “İnsan ruhu, görüldüğü kadarıyla, ötekinin bakışından uzak, kendi başına kalabileceği alanlara ihtiyaç duyar. Geçirgenlikten yoksun olma gibi bir özelliği vardır. Bütünüyle ışıklandırılması yanmasına ve ruhsal tükenişe (burnout) yol açacaktır. Sadece makineler şeffaftır. Hayatı hayat yapan kendiliğindenlik, olay doluluk ve özgürlük şeffaflığa izin vermez.”
Han, kitabında sadece durum tespitinde bulunmuyor, aynı zamanda önerilerini de söylüyor fakat her yerde değil. Örneğin mesafe kavramı önerisi bunlardan biri. Ayrıca bütün kitabında şeffaflığı anlatırken bunu bir paradoksa bağlaması da ilginç. Hiçbir zaman tamamen şeffaf olunamayacağını savunan Koreli yazar, şeffaflığa ne kadar zorlanılırsa o kadar bundan uzaklaşılacağını savunuyor. Aslında bu ifadenin anlattıklarıyla bir çelişki oluşturduğu düşünülse de detaylı okunduğunda bunun böyle olmadığı görülüyor. Ancak Han, her halükarda sistemin kendi işini gördüğünü, işini hallettiğini de ekliyor.
Modern insan, bilgi sağanağı altında yaşıyor. Enformasyon kirliliği her yere sıçradı, ne kadar bilgiye sahipsek o kadar bilgin sayıyoruz kendimizi. İçselleştirilmemiş bilgilerin hamallığını yapıyoruz. Sanki okumadığımız kitapları sırtımızda taşır gibi. O kitapları taşıyınca nasıl bilgin olamıyorsak, bilgi sahibi olmakla da bilgin olunmuyor, hakikate giden yol açılmıyor. Han, şeffaflık-hakikat ilişkisinde anlamın eksikliğine dikkat çekiyor ve kitabının ilk bölümünde bahsettiği olumluluk ilkesinin bilgileri sadece bir yığın haline getirdiğini belirtiyor: “Şeffaflık ile hakikat özdeş değildir. Hakikat, diğer her şeyi yanlış ilan ederek kendini ortaya koyar ve kabul ettirir. Daha fazla enformasyon ya da enformasyon yığınından ortaya hakikat çıkmaz. Bunlarda yön, yani anlam eksiktir. Tam da hakiki olanın barındırdığı olumsuzluğun eksikliğinden ötürü olumlunun urlaşması, yığınlaşması söz konusudur. Aşırı-enformasyon ve aşırı-iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisidir. Daha fazla enformasyon, daha fazla iletişim bütünün temel belirsizliğini ortadan kaldırmaz. Hatta daha da artırır."
Kitabın sonraki bölümlerinde yine şeffaflığa temas eden noktaları değerlendirmeye çalışan yazar, ‘Teşhircilik Toplumu’ bölümünde ‘görünme’ ve ‘sergilenme’ durumunu inceliyor. Sergilenme ve insan siması üzerinden bir bağ kuran Han, fotoğrafçılık üzerinden fikirlerini genişletiyor. Kapitalist düzenin bir şiddeti görüyor yazar, teşhircilik ve reklamcılığı.
Kitapta, kavramlar çok önemli. Yazar, kitabının başında kullandığı bir kavramı yeri geliyor sonuna kadar kullanmaya devam ediyor. Bu yüzden okurun yüksek dikkatini istiyor kitap kendini okutmak için. Olumluluk, olumsuzluk, boşluk, kesintisizlik gibi kavramların yazar nezdinde ne şekilde kullanıldığını bilmek kitabı okumayı kolaylaştıracaktır.
Kitabın son bölümü ‘Kontrol Toplumu’ adına sahip. Yazar burada şeffaflık ve güven arasındaki bağı inceliyor fakat bu bölümün son paragrafı bütün kitabın özeti niteliğinde. Dünyanın, insanların, toplumların gittiği, daha doğrusu sürüklendiği yer açısından nerelere yol aldığını kısaca özetliyor Han ve kitabına noktayı koyuyor. İnsanların kayıtsızlığı ve dijital dünyanın geldiği noktada gözetlenme durumunu şöyle savunuyor: “Günümüzde yerkürenin bütünü bir panoptikon durumuna doğru gelişme gösteriyor. Panoptikonun dışı diye bir şey mevcut değil. Bir topyekûnlük söz konusu. İçerisini dışarıdan ayıran bir duvar yok. Kendilerini özgürlük alanları olarak sunan Google ve sosyal ağlar panoptik biçimlere bürünüyorlar. Bugün gözetleme, genelde sanıldığı şekliyle özgürlüğe saldırı şeklinde gerçekleşmiyor. İnsanlar kendilerini daha ziyade gönüllü olarak teslim ediyor panoptik bakışa. Kendilerini soyarak ve teşhir ederek dijital panoptikonun oluşuna bilerek katkıda bulunuyorlar. Dijital panoptikondaki mahkûm aynı zamanda hem kurban hem faildir. Özgürlüğün diyalektiği işte budur. Özgürlüğün kontrol olduğu ortaya çıkıyor.”
Sorgulayıcı bir kitap Şeffaflık Toplumu. Bu dünyadan rahatsız olan herkes içinde kendine yakın birçok fikir bulacak ve bir bakış açısına sahip olacaktır. Bilinen felsefe kitapları gibi dili ağır olsa da başka filozof veya psikologlardan yapılan alıntılarla ağır dilini sadeleştirmiş Han. Her bölüm aynı zorlukta okunmasa da bazı bölümleri anlamak ciddi çaba gerektirebiliyor. Han, bu çağın panoptik açıdan bir özetini sunuyor okura. Gerisi okurun sorgulamasına kalmış.
*Panoptikon: İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham'ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Tasarımın konsepti gözetlemeye izin verir. Şöyle ki; bütünü (pan-) gözlemlemek (-opticon) anlamına gelen bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
İnsandan insana mistik fısıltılar
Düşler, yıldızlar ve sonsuzlukta ebediyen kaybedilenler…
Ya da yeni bulunanlar… On dokuz öyküyle okurun ilgisine talip.
Akla gelenlerle, Halil Cibran’ın dünyasından, kelimelere yeniden başka yönden bakma isteği belki de:
“Beyaz bir alev tutacaktık ellerimizde
Ve diyecektik ki kalbimizin derinlerinden
Bu geri dönen kendimizden bir parça,
Firar eden nefesimizden bir nefes”
Uykudan uyandıran Mistik Fısıltılar okuruna, yeni bir nefes olma umuduyla Profil Kitap’tan ikinci baskısını yapmış başarılı bir öykü kitabı. “Bir gün insanlar günü olsa ve o gün herkes insan olsa!..” derken, Mehtap Altan; okul programlarında “aydınlatmak” cezaevi programlarında “arındırmak” için bıkmadan usanmadan, coşkulu edebi adımlarına devam etmekte. Yani kararlı ve üretken bir yazar olarak ilerliyor.
İmgesel bir örgüyle okuruna sesleniyor Altan: “Çünkü göğüne küstürülen her yıldız, yalnızlığın puslu perçemine değen suskusunda hapsedilir sonsuzluğa. Sonra yıldızları kendi sonsuzluğunda arama oyunu başlar. ‘Sobe’ diyen, kazanan değildir aslında, kaybedişe kucak açan yanık tenli düşlerdir.”
Farklı bir çizgide, yazara has bir çerçevede, öykülerin su gibi aktığını gözlemlemek mümkün.
Kitabını kızları ‘Eda ve Rukiye’ye armağan etmiş yazar Mehtap Altan, “Minik… Evin yok mu senin?” diyor ansızın. Bam telinden yakalıyor okuru adeta.
“Bu devirde kim heybesinde sayısız umut dağıtıyor ki?” böyle diyor ya, “Gri”de öykü kişisi; ”Beklemek; sancısına nâr saran gönlün, hüzne sevdalı öyküler doğurmasıdır. Hüzün olmadan us kıyısına kıvrılmaz gönül.”. Halep’teki Kerimiye Camii’ni özleyen, ya da namaz kılan dedesinin izini süren sürgün küçüklerin rüyası “Esvap” adlı öyküde birleşmiş sanki. Ümeyye Camii’ndeki Hz. Zekerriya kabrinin etrafında koşan çocuğun coşkusu ve Barra, Humus, Şam… “Hadi çocuk! Var mısın en cesur yanımda, benimle sonsuza uyumaya. Ne sen yaşamın kangren salınışlarında, canım yanarken bana çaresizce bakacaksın ne de ben her gece sana koşuşlarımda, iki arada bir derede kalacağım.”
Acelesi olanların asla anlayamayacağı, dedesinin Mescid-i Aksa’ya dair sözlerini unutamayan kızlar... Liseyi okumasına izin verilmeyen ve gönülsüz evlendirilen bir kız çocuğunun dünyası “Sapan” ne çok şey anlatır meğer duyarlı okura. “İnsan dallarını kıranları değil de, kırılan dallarında çiçek olmak isteyene küsermiş önce…”. Kırılgan kadınların dili olan öyküler, Mistik Fısıltılar'da: “Bak! Kelebeğin kanatlarının rengini görüyor musun? Kardelenin köklerinde kalmış… Eğer o kelebeğin kanadını kurtarsaydın, yaşamdaki manayı çözmek için düşlerini satacaktın geceye!..”. Gece ki yeniden tanımlanıyor yazarın kelimeleriyle.
“Salkım Saçak Gecenin Bağrında” çocuk ve kadın diyaloglarıyla sımsıkı örülü bir hesaplaşma öyküsü en çok: “Yaşam senin yürek ormanına bir kibrit çakarken, çıkan ilk yangında beni sınır dışı etmiştin yürek ülkenden.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Ya da yeni bulunanlar… On dokuz öyküyle okurun ilgisine talip.
Akla gelenlerle, Halil Cibran’ın dünyasından, kelimelere yeniden başka yönden bakma isteği belki de:
“Beyaz bir alev tutacaktık ellerimizde
Ve diyecektik ki kalbimizin derinlerinden
Bu geri dönen kendimizden bir parça,
Firar eden nefesimizden bir nefes”
Uykudan uyandıran Mistik Fısıltılar okuruna, yeni bir nefes olma umuduyla Profil Kitap’tan ikinci baskısını yapmış başarılı bir öykü kitabı. “Bir gün insanlar günü olsa ve o gün herkes insan olsa!..” derken, Mehtap Altan; okul programlarında “aydınlatmak” cezaevi programlarında “arındırmak” için bıkmadan usanmadan, coşkulu edebi adımlarına devam etmekte. Yani kararlı ve üretken bir yazar olarak ilerliyor.
İmgesel bir örgüyle okuruna sesleniyor Altan: “Çünkü göğüne küstürülen her yıldız, yalnızlığın puslu perçemine değen suskusunda hapsedilir sonsuzluğa. Sonra yıldızları kendi sonsuzluğunda arama oyunu başlar. ‘Sobe’ diyen, kazanan değildir aslında, kaybedişe kucak açan yanık tenli düşlerdir.”
Farklı bir çizgide, yazara has bir çerçevede, öykülerin su gibi aktığını gözlemlemek mümkün.
Kitabını kızları ‘Eda ve Rukiye’ye armağan etmiş yazar Mehtap Altan, “Minik… Evin yok mu senin?” diyor ansızın. Bam telinden yakalıyor okuru adeta.
“Bu devirde kim heybesinde sayısız umut dağıtıyor ki?” böyle diyor ya, “Gri”de öykü kişisi; ”Beklemek; sancısına nâr saran gönlün, hüzne sevdalı öyküler doğurmasıdır. Hüzün olmadan us kıyısına kıvrılmaz gönül.”. Halep’teki Kerimiye Camii’ni özleyen, ya da namaz kılan dedesinin izini süren sürgün küçüklerin rüyası “Esvap” adlı öyküde birleşmiş sanki. Ümeyye Camii’ndeki Hz. Zekerriya kabrinin etrafında koşan çocuğun coşkusu ve Barra, Humus, Şam… “Hadi çocuk! Var mısın en cesur yanımda, benimle sonsuza uyumaya. Ne sen yaşamın kangren salınışlarında, canım yanarken bana çaresizce bakacaksın ne de ben her gece sana koşuşlarımda, iki arada bir derede kalacağım.”
Acelesi olanların asla anlayamayacağı, dedesinin Mescid-i Aksa’ya dair sözlerini unutamayan kızlar... Liseyi okumasına izin verilmeyen ve gönülsüz evlendirilen bir kız çocuğunun dünyası “Sapan” ne çok şey anlatır meğer duyarlı okura. “İnsan dallarını kıranları değil de, kırılan dallarında çiçek olmak isteyene küsermiş önce…”. Kırılgan kadınların dili olan öyküler, Mistik Fısıltılar'da: “Bak! Kelebeğin kanatlarının rengini görüyor musun? Kardelenin köklerinde kalmış… Eğer o kelebeğin kanadını kurtarsaydın, yaşamdaki manayı çözmek için düşlerini satacaktın geceye!..”. Gece ki yeniden tanımlanıyor yazarın kelimeleriyle.
“Salkım Saçak Gecenin Bağrında” çocuk ve kadın diyaloglarıyla sımsıkı örülü bir hesaplaşma öyküsü en çok: “Yaşam senin yürek ormanına bir kibrit çakarken, çıkan ilk yangında beni sınır dışı etmiştin yürek ülkenden.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz