SAYFALAR

24 Nisan 2018 Salı

Hem nükteli hem hikmetli: bektâşî hikâyeleri

"Dostumuzla beraber yaralanır kanarız
Her nefeste aşk ile Yaradanı anarız
Erenler meydanına vahdet ile gir de gör
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız."

- Hacı Bektaş-ı Velî

Eşeğin biri caminin avlusuna girivermiş. Müezzin de hemen vurmaya başlamış camiden uzaklaştırmak için. Oradan geçen bir bektâşî hemen müdahale etmiş, "vurma şuna ya bilmiyor girmiş, bak ben giriyor muyum?" demiş... Rahmetli Nezih Uzel'den işittiğim bu fıkra, bektaşiliğin ham sofuluğun karşısında duran bir yol olduğunu gösteren yüzlerce fıkradan biridir. Ucu Hacı Bektaş-ı Velî'ye dayanan, 13. yüzyıl başından itibaren günümüze dek ulaşan bir tasavvuf yoludur Bektâşîlik. Tıpkı Alevîlik gibi Horasan'dan balkanlara uzanmıştır. Bu gibi hassas konulara ömrünü vermiş ilim insanlarınca her ikisi de İslâm'ın Türk yorumudur. Lakin günümüzde Bektâşî pek kalmadığı gibi, çoğu yerde Alevîlik'le birleştirilmiş ve hatta bektâşî tekkeleri cem evlerine dönüştürülmüştür.

Daha önce Hazret-i Ali Cenkleri, Selanikli Abdi Tevfik'ten Aşk ve müellifi belirsiz olan Gönül ile Âşık'ın Sohbetleri'ni dilimize kazandıran İsmail Toprak, bu kez Bektâşî Hikâyeleri ile dinî-tasavvufî literatüre büyük bir katkıda bulunuyor. Hikâyelerin üslubuna pek fazla müdahale etmeden küçük sadeleştirmelerle hazırlanan, hususî kavramların muhafaza edildiği, başlıklarla zenginleştirilmiş bu küçük kitap bizi saflıkla kabalık arasındaki çarpışmada güzel olan safa davet ediyor.

Toprak, günümüzde bektâşî hikâyesi diye anlatılan ancak müstehcen ya da bazı inanç sahiplerini rencide edici olan parçaları kitaba almamış, bunu da şöyle açıklıyor: "Gülmek eğlenmek için sarf edilen sözlerle birtakım insanların inançları hafife alınmamalı, inananları incitici ifadelerden kaçınmalıdır."

Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Bektâşî Hikâyeleri'nde 123 hikâye yer alıyor. Hepsinde ayrı bir hikmet ve öğüt var şüphesiz. Gönül isterdi ki bu hikâyeler bir iki cümle de olsa şerh edilsin. Bize ne anlattığı açık biçimde söylensin. Âriflerden, ediplerden ve irfan sahiplerinden beklentimiz budur çünkü gün geçtikçe hem böyle nüktedan, hem de zülf-i yâre dokunan hikâyelere ihtiyacımız artıyor. Üstelik bu hikâyeleri gencinden ihtiyarına, başkalarına anlatma ihtiyacı duyuyoruz. Bu anlatmayla oluşacak bağın güzelliğini yaşamak istiyoruz.

Hikâyelerin her biri, arzularının o insandan neleri götürebileceğine temas ediyor. Malla mülkle sadece geçici dünya hayatında oyalanabileceğimizden bahsediliyor esasında. Mesela:

"Bektâşînin biri pek süflî meşrep olduğundan üstü başı ve sarığı kirli olarak gezer imiş. Bir gün buna demişler ki:
"Baba, niçin sarığını yıkamıyorsun?"
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın."
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın, temizlersin."
"Peki ama, ben dünyaya sarık yıkamak için gelmedim ya!" cevabını vermiş."

Yine gittikçe bozulan ahlakın, kaybolan insaniyetin neş'esi vardır bu hikâyelerde. Gerçeğin yakıcılığı bektâşîlik meşrebince yorumlanır:

"Bir mecliste toplumun ahlakının bozukluğundan kemal-i teessür ile bahsediliyor iken orada hazır bulunanlardan biri:
"Eğer böyle giderse dünya yıkılacak, altı üstüne gelecek!"
Demekle orada mevcut bulunan hazır cevap bir bektâşî dervişi:
"Ne bilirsiniz, belki altı üstünden iyi çıkar" der."

Bektâşî hikâyeleri özellikle 19. ve 20. yüzyılda yayınlanan hem mizah hem de mizah dışı kitaplarda sıkça yer almakla birlikte, tekkelerin kapatılmasından sonra da ağızdan ağıza fıkra gibi anlatılmıştır. Her ağızdan ağıza anlatılan şeyde olduğu gibi (mani, ninni, öykü, efsane, rivayet vb.) çeşitli değişikliklere de uğramıştır. Bektâşî hikâyeleri daha çok "latife" temasına dahil edilmiştir. İçinde türlü ibretlerde ve öğütlerde bulunan birer latife. Latife bir diğer manasını da şöyle hatırlatıyor İsmail Toprak: "açıkça anlatılamayan ancak rumuzlu olarak ehline sezdirilen ince anlamdır."

Hikâyelerin arasında en etkileyici olanlar, okuyanı şükretmeye götürürken içinde mizahı ve dolayısıyla zekayı bulunduranlar diye düşünüyorum. Bunlardan biriyle yazımı bitiriyorum.

"Bir bektâşî fukarası o akşamın lokma ve dem ihtiyacını görmek için bir şeylerin olmasını bekleyip durmakta iken bir burunsuz adam yanına gelerek bir beşlik verir. Derviş beşliği cebe ederek:
"Allah gözlerinizi muhafaza etsin!" diye dua etmekle o zât hayrete düşmüş olarak:
"Baba Efendi, duayı gözlerime hasretmekte ne sebep vardır?" diye sorar. Derviş:
"Çünkü burnunuz olmadığı cihetle gözlerinize bir arıza hasıl olsa gözlük takamaz ve adeta kör gibi olursunuz da onun için böyle dua ettim" cevabını vermiştir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder