SAYFALAR

23 Mart 2016 Çarşamba

Meğerse öyleymiş

"Tanımakla görevlendirildiğim kişi ben miyim?"
- Kambur, 1992

"Kendi olmayanın hayatı da olmuyor mu yoksa?"
- Zamanın Farkında, 2011

"Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu?"
- Coşkuyla Ölmek, 2012

Ya çok uzun bir şiir ya da son dönem üzerine düşünceler. Ama kesinlikle bir roman değil. Şule Gürbüz bu defa Türkçe'yle arasındaki aşkı Türkiye'nin içindeki şiddetli geçimsizlikle birleştiriyor. Her ne kadar "İnsan hakkında ne anlatılabilir faraziye ve masaldan başka?" dese de, bize, bizi anlatıyor. Düştüğümüz hâli, düşüklüğümüzü, düşmüşlüğümüzü. Neticede dûnya diyoruz; dûn, yani alçak. İşte günümüz dünyasına Türkiye'den bakıyoruz "Öyle miymiş?"de. Yalanın çivisini sökmeye çalışsa da "Herkes birden asılsa şimdi yine de yalanın çivisini sökemez dünyadan" diyor yazar.

Tam olarak bölüm denmese de, "Cennet Varken Cinnet Olabilir Mi?", "Hayır Demeden İtiraz", "Öyle Miymiş?" ve "Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum" gibi başlıklar altında insanı, toplumu, ülkeyi, içimizi ve dışımızı yargılamadan sorgulamadan anlatıyor Şule Gürbüz. Her anlatışında okuyucu da ona katılıp "Öyle miymiş?" diye soruyor. Bir Ara Güler fotoğrafını hatırlatırcasına mezar taşlarının da vaziyetimize şahitlik etmesini sağlıyor.

"Eskiler ağlayana, söyleyene, söylenene inanmazmış, acının sükûtuna ve dile gelmezliğine inanç tammış.... Aslında ne tenha bir yer burası. Bir söz, bir hakikat bütün dünyayı, milyarları dolaşıyor da ne bir sahip, ne bir göğüs kafesi buluyor sığınıp saklanacak... Bunca doğan, söylenen ıssızlığını ve yalnızlığını alamıyor toprağın, kabirler de, ah kabirler de olmasa, dünyanın tutunacak tek taşı da olmasa daha da kayardı her şey muhtemelen." [sf. 10-11]

Biz artık her şeyi yeniden ve yeniden sorgulayan, her şeyi bilen, her konu hakkında mutlaka yapacağı yorumlar olan, asla "bilmeyen" olmayan, "bilmiyorum" demeyen ve sık sık da haddini aşan birileri olduk. Kimliğimiz, aslımız, astarımız, ne olduğumuz belli değil. Biri olduk, bir olamadık. Ne büyüğümüze saygı, ne küçüğümüze sevgi, ne kendimize sadakat var artık. Asalet yitik, estetik bitik. Ahlak ve vicdan ise can çekişiyor. Bir büyüğün karşısında bağdaş kurmaktan uzak, bir büyüğe dil uzatacak kadar gafil olduk.

"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur" diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı" dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanının sorusunu, şu hikmetli sorusunu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" [sf. 14]

Yazdığı her kitabında önce kendine, sonra da okuyucusuna her fırsatta sorular yönelten bir yazar Şule Gürbüz. Düşünen ve düşündüren. Daha önceki müstesna kitapları arasında Kambur içimizdeki öfkeye, Zamanın Farkında arayışlarımıza, Coşkuyla Ölmek ise çıktığımız yolun sonuna dair bize birer fikir verdi türlü roman karakterleriyle. "Öyle miymiş?" ise bir günlük gibi. Her cümlesinde Türkiye, her paragrafında Türk insanı, her sayfasında Türk toplumu var. Geldiğimiz yer var, gitmekte olduğumuz yer var, bu iki yer arasındaki uzaklık Şule Gürbüz'ün hisleriyle acı bir şekilde aktarılıyor. Hastalıklı bireyin şifayı teknolojide ve bilimde arayışlarının boşa kulak atmaya varması üzerine de oldukça önemli tasvirleri var Gürbüz'ün.

"Sağlık, mideni ve diğer her şeyini hissetmemek ama onların işlerinin başında olması demekmiş, yaşamak da, yaşadığının farkında olmamakmış, öyle dediler, demeklerinde de böyle yaptılar. Yoksa zaten soluk nedir ki kesiliversin. Soluk sırf denizin dibinde mi kesilir bir müddet sonra, oksijen midir yaşatan insanı, herkes mi pozitif bilime böyle rabıtalı?" [sf. 67]

Ne bir geçmiş zaman ağıdı, ne şimdiki zaman romantizmi var kitapta. Her şey olduğu gibi. Yazar bize "Hakikaten öyle" dedirtiyor. Elbette her kitabında olduğu gibi yazarın aslında romandan bağımsız, kendiyle doğrudan alakalı olan ölüm vurgusu sürüyor. Bu ölüm vurgusunun yanında yaşamın alıp götürdükleri, yaşamın yorgunluğu, yaşamın insan/yazar üzerindeki savaşı da devam ediyor.

"Nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı benim tek derdim oldu. Dertlerin en temellisi, dertlerin en tedavisizi, tedavisi ölüm olanı, çaresi ölüm olanı geldi beni buldu. Bulduğuna da memnun oldu ki, bir daha hiçbir yere gitmedi. Ben hiçbir yere onsuz gidemedim. Nereye doğru hafiften kıpırdasam onu bavuluma serili, nereye uzansam onu az evvelden gelip yanı başıma serili buldum. Cam kenarında iken ben, o koridordua, masadayken ben, o çekmecede, olur da gülersem ben, o genzimde idi. Bir şeyi sevecek olsam, o itirazı olandı, otursam bahanesi olan, yatsam uykusu kaçandı, ben acıkırken o ağzını siliyor olurdu, ayakkabımı giyerken çekeceği sallayandı, ben başlarken kitabı bitiren, çıkarken inendi. Nasıl yaşanacak o biliyordu, yaşayamayarak diyecekti, onu da demiyordu." [sf. 90]

Yaşın ilerlemesiyle birlikte insanın kendini gittikçe daha yoğun sorgulaması, ne yaptığının bilincinde olup olmaması, geçim sıkıntısı, manevi ferahlık arayışı, hepsi ama hepsini Şule Gürbüz kendince, kendi hissiyatının süzgecinden geçirerek okuyucuya sunuyor. Bu sunuş, okuyucuya da aslında "Benim farkımda olduğum şeylerin sen de farkında mısın?" der gibi. Ama bu üslupla değil, geçmiş zamanın şimdiki zamanla harmanlanması eşliğinde bir yolculukla. İki koltuk var. Bazen yazar geçiyor cam kenarına bazen okuyucu. Görünen aynı fakat yorumlanan? Hep bir arayış. Bize hakikate dair bir şeyler söyleyen o güzel ruhu, ruhları arayış var kitapta.

"Ziyan olmayı hak ettim, ama onu da olamıyor gibiyim. Anladım ki, hayret sadece anlamadığıma. Bazısı boşuna "Rabbim hayretimi artır" demiyor, Rabbim anlamayışımızı artır, artır, hatta taşır, bu işler ve öbürleri çünkü anlayarak olmuyor, anlamayarak da olmuyor. Hiçbir şey hiçbir türlü olmuyor. Başka türlü olmuyor. Sır sırrına kapanıyor, arayan aradığıyla kalıyor. Neyse ki böyle oluyor, insanın sırrı da olmasa neyi olur başka?.. Bilerek detone olan, ayıplanayım diye ayıp işleyen ama yine de kim ve ne olduğunu söylemeyen Melâmî nerededir?" [sf. 165-166]

Ortada görünen bir gerçek de şu: Bugün insanları tasavvufa yönlendirme arzusuyla yanıp tutuşmuş yazarların ekseriyeti bir adres, bir istikamet göstermiyorlar, gösteremiyorlar. Sanki kendilerini ön plana atıp o asırlık yolların, yolcuların şifayab oldukları adreslerde hiç umut kalmamış gibi bir söylem tutturuyorlar. "Şifa bende" demek istiyorlar da demiyorlar gibi. "Kapıları yoklayın" diyorlar ama hangi kapılar yoklanmalı söylemiyorlar. Kapısız kalan bunca mevcudat arasında insan ne arayanlardan olabiliyor ne bulanlardan. Olamıyor insan.

"Ben de imrendim hep Hırka-i Şerif'deki evinde ayağını çatmış yazı yazan Hulusi Efendi'ye ya da sabah namazında secdede son nefesini veren Babanzâde'ye. Ama onların bulduğu sükûnu ben ne kadar aradıysam bulamadım, benden saklandı hep, gün oldu konyağa muhtaç yaşadım. İçimdeki sese bir ârâm veremedim. Hilye göstererek yangın durduranlar gibi ne gösterdimse onun yanmış hâline de dönüp bakan yine ben oldum. İsterdim hafif bir tebessümüm ve meşgalelerim olsun. Meşgaleye tutunmak, tutunarak düşmekti bildim, ama tebessüme mani yok. Sonra hatırladım ki Allah dünyadan "Ey hiçlik" diye bahsetti." [sf. 185]

"Acıyı keşfeden onunla eriyeceğine pahalıya satacağı bir şifa bulmuş oluyor, dert şifa diye satılıyor. Ama satmıyor da, süründürüyor. Âlimler insanı süründürüyor, tüm mistik ve mutasavvıflar süründürüyor, vermiyorlar, çünkü çok az, vermiyorlar, çünkü anca kendine bir hâle kurmaya yetecek bir tülleri değil tülbentleri var, vermiyorlar. Her anlamayandan kendi evlerini sağlamlaştıracak tuğla ediniyorlar. Sır, saklananın yok mertebesinde küçük ve kişiye mahsus olmasında, dağıtılmaya kalkıldığında düşecek çok küçük payın kimseye yetmemesinde. Sahibini yokların yanında vasi göstermesinde. Ama sadece göstermesinde." [sf. 193]

Öyle miymiş? Meğerse öyleymiş.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder