Eleştiri daha çok şiirin, öykünün ve romanın nasıl olduğunu, ne şartlarda oluştuğunu bize anlatan, anlatmaya çalışan bir sahadır. Şiir dediğimiz mesele ne kadar da başkasını tekrardan ibaret olsa da bu tekrar da başlı başına biriciktir. Dolayısıyla tekrarın tekrarında da kendine has bir ifade biçimi vardır. Eleştiri yalnızca tekrar edileni değil, tekrarın tekrarını da kendine mesele eder ve handikaplarını tespit etmeye çalışır. Milyon şiir varsa, milyon da eleştiri vardır.
Diğer yazın alanlarına nazaran eleştiri ile şiirin irtibatı daha da kadimdir. Bunu Tanzimat döneminden alıp İkinci Yeni’ye kadar getirebiliriz. Çünkü yazın dünyamızın köklerinde şiir yatmaktadır. Eleştirinin de şiire bu kadar mesai harcaması şiirin önemini biraz daha belirginleştirmektedir.
“Dahası sağlıklı bir şiir geleneğinin oluşması ve tutunması isteniyorsa şiir, eleştiri ile kol kola yürümek zorundadır. Eğer bir milletin şiir birikimi kayda değer ve güçlü bir yapı arz etmiyorsa, o millet, şiir eleştirisini sağlam yapamıyor demektir.”
İdris Ekinci, Ebabil Yayınları'ndan çıkan “Poetik Fiiller” kitabında alıntıladığım şekilde bir izahta ve uyarıda bulunuyor. İyi şiirin adresini tespit edebilmemiz için şiir ve eleştiri arasında bir kan uyumunun olması gerekmektedir. Kan uyuşmasının olmaması durumunda cılız, ifade edilmeyen, neye karşılık geldiği belli olmayan bir şiir çıkacaktır ortaya. Yani şiir denilen olgu köksüzleşecek, gerçekliğinden uzaklaşacaktır.
İyi şiirin ne şartlarda ve nasıl oluştuğu konusunda fikir edinebilmemiz için yine eleştirmene başvuruyoruz. Eleştirmenin şiir üzerine izahlar yaparken dayanakları nelerdir? Objektif bir yaklaşım mı söz konusu yoksa dayanaksız, sadece duygu dünyasından hareketle oluşturmuş olduğu bir eleştiri mi söz konusu?
“Bir sanat eserini iyi veya kötü nitelendirilmesinde bulunmak aslında iki yaklaşım çerçevesinde mümkündür. Birinci yaklaşım, o esere herhangi bir kuram veya tutuma dayanmadan kişisel, öznel iyi-kötü yaklaşımıdır. Yani bir sanat eseri karşısında bulunan insan (eleştirmen) bir açıklama gereği duymadan, düşüncelerini temellendirme ihtiyacı hissetmeden o sanat eserine karşı sevdim sevmedim, iyi kötü yargılarında bulunabilir. Bunu yaparken de kendini herhangi bir kural, kaideyle sınırlı tutmaz.”
Ekinci eleştirmenin serbestliğini izah ederken eleştirmene niyetini ayan etmesini salık vermektedir. Eleştirmene öznel yaklaşımından dolayı herhangi bir taarruz söz konusu olmadığı gibi eleştirmen bu konuda özgürdür. Ancak sübjektif bir iddia ile gelen eleştirmen; kaynaklara, kaidelere uymak zorundadır. Bu zorunluluk hem eleştirmeni özgürleştirecek hem de makul eleştirinin yardımıyla şiirin nasıl olduğunu bize öğretecektir.
“Şiiri eleştirmek öyle her kişinin üstesinden geleceği, kolay halledilir bir iş değildir; o eleştirmen ki hem bir şair ruhu taşıyacak, hem de şiir dağarcığı vasat okuyucunun çok çok üzerinde olacaktır. Bu özellik de yetmez; eleştiri kuramlarından haberdar olacak ve nesnel olmaya, kötü niyetli olmamaya gayret edecektir. Yani önüne gelen bir eser üzerinde ileri geri, desteksiz, hercai düşünceler üretmek, eleştirmen ürünü olmayan laf kalabalığı niteliğindeki işlerdir. Eleştirmen kolay söylemek, acele davranmak marazlarından uzak durmalıdır. Kısaca komple bir duruştur eleştirmen olmak.”
Alıntıladığım bu kısmın eleştiri ve şiir namıma önemli hatta çok önemli olduğunu düşünüyorum. Her kimse oturduğu yerden ben artık şairim diyemediği gibi ben artık eleştirmenim de diyemez. Aksini iddia edenin şairliği de eleştirmenliği de net bir şekilde şaibelidir. Eleştiriye niyet edildiğinde “şair ruhu taşıyacak” ifadesini, Ekinci kitabında iki isimden hareketle anlatmaktadır. Birincisi üniversite edebiyat bölümlerinde kitapları okutulan ve kaynak oluşuna başvurulan Mehmet Kaplan’dır. Kaplan, şiire yaklaşırken şiirin iç anlamından çok kaportası ile ilgilenmektedir. Dışardan, ciddiyetle bakmaktadır. Özetle Kaplan’ın eleştirmeni olduğu şiire karşı tutumu çatık kaşlıdır. Ekinci’nin vermiş olduğu diğer bir örnek ki “şair ruhu taşıyacak” kategorisine uymaktadır; o isim de Cemal Süreya’dır. Süreya’nın “Şapkam Dolu Çiçekle” kitabını okuyan bir okur, Süreya’nın kitabını yazarken meseleye içerden baktığını hemen alır. Çünkü Süreya, eleştirisini yaparken oyuna, şarkıya dâhil bir tutum izler. Kaplan ise korunun şefidir. Mesela; “Folklor Şiire Düşman” yazısını hem Kaplan’ın hem de Süreya’nın kaleminden okuduğunuzu düşünün. Biri uçta bilimsel ve ciddi, diğeri ise içkin ve yumuşaktır. Burada Kaplan’ın mesaisini kötülemek gibi bir muradı yok Ekinci’nin, sadece şiire dâhil ve hariç olma durumunu izah etmek istiyor. Ekinci, eleştirmenin vasıflarını açıklarken özellikler sayıyor; şiir dağarcığının olması, kuramdan haberdar olması, nesnel olması ve en önemlisi kötü niyetli olmaması. Bizim günümüz eleştirisini bu asgari şartlara vurduğumuzda elimizde bulunan yekûn ne olacaktır? Bir derginin diğer dergiyi çekemediğinden dolayı türlü yalanları ve bel altı çalışmalarını bize eleştiri diye yutturmaya çalışması, birçok insanın da bu dolmaları yutmasını nereye koyacağız? Bu meseleyi dallandırıp budaklandırmadan benim âcizane tavsiyem Ekinci’nin tespitlerine kulak vermemiz olacaktır. Yoksa yapıp ettiklerimiz havanda su dövmekten başka bir şeye varmaz. Elimizde iyi şiir olmadığı gibi ahlaksız bir eleştiri ile haşir neşir oluruz.
Eleştirmenin okura karşı mesuliyetleri vardır. Şiir ve okur arasında bağı kurar, bu bağ kurma aşamasının sonrasında çekip gidemez. Ölene kadar bu mesuliyet devam eder. Hata yaptım gibi bir lüksü yoktur eleştirmenin. Ekinci şöyle diyor: “Eleştirmen, şiir ve okur arasındaki en güvenilir köprülerden biridir. Biridir diyorum çünkü eleştirmen her yönüyle güvenilecek bir şahıs değildir. Onun yaptığı şiire ulaşmada, onun dünyasına girmede bir pencere, bir yol açmaktır.”
Eleştirmen ağ bağlantısını sağlıyor ama sahihliği konusunda yazarın tereddütleri var. Haklı tereddütler bunlar. Doktordan dönen hastanın eczacı ile yaşadığı münasebettir bu. Eczacının hastaya doğru ilacı verip vermemesi ile ilgili bir hadise bu. Ya da uygun dozun ne kadar olduğunu tarif etmekteki hassasiyettir. Okur, eleştirmene karşı uyanık ve dikkatli olmalıdır. Tam bir teslimiyet içinde olmadığı gibi Ekinci’nin bahsettiği “pencereye” bakarken de sahih olup olmadığına dikkat kesilmelidir.
“Gelelim şaire. Şairler, özellikle genç şairler -yaşlılar zaten eleştiri eşiğini atlamışlardır?!- eleştirilmekten pek haz etmezler. Şiir yazan, şiirle yatıp kalkan herkeste biraz kibir vardır. Yaptıklarını eşsiz ve kusursuz görmek, bir şair için aşılması güç bir engeldir. Genç şairler çoğu zaman bir beğeni ve takdir beklerler. Bekledikleri gerçekleşmeyince de bir veryansın, bir kızgınlıktır alır başını gider.”
Alıntıda günümüz şiirinin durumunu izhar eden önemli tespitler var. Genç şair kibirli ve burnundan kıl aldırmaz, yaşlı şair ise -genellemeden- şiiri bitirdiği gibi, şiirine yapılan eleştirilere sürekli itiraz eder ve bir meydan okumanın içindedir. Alıntıda bahsedilen ve açıklamaya çalıştığım hasletler hastalık belirtisidir. Genç şair bu hastalığın varlığını kabul etmezse baştan yenilecektir. Yaşlı şair ise kendi namına oluşturduğu dokunulmazlık zırhını kaldırmazsa herhangi bir öğreticiliği olmayacaktır. Şiir dediğimiz hadise kendini güncelleyen, yenileyen bir durumdur. Şiire niyet edenin de bu gerçekliğe dikkat kesilmesi gerekmektedir. Güncelleme ve yenilenme durumu için de şiirde bulunan rahatsızlıkların bulunması lazım. Bunun için de imdadımıza yetişen eleştiri ve eleştirmendir. Eleştirinin uzağına düşen, yanına yaklaştırmayan, tahammül edemeyen, kibri ile yok sayan şiir yok hükmündedir. Karşılığı yoktur.
İdris Ekinci, Poetik Fiiler kitabında Cumhuriyet şiirinden Garip’e, İkinci Yeni şiirinden günümüz şiirine kadar olan atılımlarda, eleştirinin bu atılımların neresine düştüğünü açıklamaya çalışmış. Günümüz şiirine korkmadan gözdağı verirken, İkinci Yeni’nin halen borusunun öttüğünü ve günümüzde kuram diye öne sürülen girişimlerin yalnızca bireysel kalkışmalar olduğunu ifade etmektedir. “Bırak Seni Şiirin Anlatsın” yazısında pohpohlamanın, reklamın, kayırmanın iyi şiiri vermediğini, iyi şiirin kokusundan belli olduğunu ifade etmektedir. Yabancı eleştirmenlerin kitaplarını tahlile dayalı ve yerli eleştirmenlerin de kuramlarına dair önemli noktaları barındıran yazıları bizimle paylaşmaktadır. Deneme, öykü ve kuram kitapları da tahlil edilmekte ve kendine yer bulmaktadır.
“Poetik Fiiller”den hareketle şunu söyleyebiliriz: Ekinci, kitabın çıtasını çatarken herhangi bir tereddüt duymuyor. Çekici indirdiğinde acaba biri bir şey der mi endişesi yok. Net, açık ve sert. Kitabın genelinde isim vermemek gibi bir yaklaşımı var Ekinci’nin. Sebebi ise çekinceleri değil edebiyat ortamını iyi bilmesinin vermiş olduğu rahatlıktır. Ortamımız eleştiriye tahammül edebilen, tavsiye kabul eden bir ortam değildir. Sanal kurguların ve furyaların meseleye dâhil olmasından sonra 140 karakterli yazın alanları eleştirinin yapıldığı, eleştirilere cevap verildiği yerler olarak görülmeye başlandı. Daha da kötüsü buradan yapılan eleştiri ve eleştiriye verilen cevaplar sahih olarak görüldü. Çetrefil, kepaze, sulu bir ortam buldu bizi. Ekinci bu kepazeliğe mahal vermeden bir eleştiri yazıyor. Yoksa elinde kılıcı, kelle almaktan yana herhangi bir çekincesi yok. Kitabı okurken bunlara dikkat etmenin faydalı olacağını düşünüyorum.
İrfan Dağ
twitter.com/irfandag6
SAYFALAR
▼
20 Şubat 2016 Cumartesi
19 Şubat 2016 Cuma
Altın yaldızla yazılıp sultanlara anlatılan hikayeler
“Ferec Ba'de’ş Şidde”, zorluktan sonra gelen kolaylık ve esenlik manasına gelen bir terkib. Bu ifadeyle anılan hikayeler anlatılmış tarihte. Ve bu hikayeler geniş bir sahada okuyucu bulmuş. Ferec Bade’ş Şidde ismiyle Arapça, Farsça ve Türkçe'de muhtelif hikaye kitapları tertip edilmiş.
Bu kitaplardaki hikayelerde, kahramanlar önce büyük sıkıntılarla karşılaşıyorlar. Felaketler, sürgünler, ayrılıklar ve çeşitli başka zorluklara, müşkillere maruz kalıyorlar. Ardından Allah’ın ihsanıyla bu sıkıntılardan kurtuluyorlar ve öncekinden daha iyi bir duruma yükseliyorlar. Bu hikayeler bir bakıma Rabbimizin bizi tabi tuttuğu imtihanların ardından ihsan ettiği nimetleri gösteren hikayelerdir. Türkçemiz’deki ‘Bir kapıyı kapayan, diğerini açar’ sözünün ifadesidir adeta bu anlatılar.
Ferec Bade’ş Şidde ismiyle anılan hikaye kitaplarının ilk örneği Arapça’dır. Ardından Farsça’ları gelir. Ama Fars dilinde olanları Arapça’dan çeviridir, özgün değillerdir. Arap edebiyatında bu hikayeler 9. yüzyılda ortaya çıkar. Önceleri bir kaç yaprak iken daha sonra başka hikayeler de eklenir. Farsça’ya daha sonraki zamanlarda çevirilir. 13. yüzyıla denk gelen bu çevirilerle birlikte mevzubahis hikayelerin etki alanı genişler. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’ler, Arapça ve Farsçalar’ından çok farklıdır. Hikayelerdeki bazı motifler Arapça ve Farsçaları’yla benzerlik gösterse de Türk zevkine göre yeniden tasnif edilir, mahiyet bakımından çok farklı hikayeler meydana getirilir. Bu hikayeler, Arap, Acem ve Hint’den gelen motiflerle ve Türk halkının gelenek ve görenekleriyle birleşerek teşekkül eder.
Bu hikayelerde masal motiflerimizin pek çoğuna rastlamak mümkün. Bizim masallarımızdaki motiflerin yanı sıra dünya masalları ile de bu motifler arasında benzerliklere rastlanır. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde hikayeleri bir nebze Binbir Gece Masalları’nın havasını taşır. Tutiname ve Mantıku’t Tayr’ı da anımsatmakla birlikte hepsinden ayrı, adeta hepsinden bir parça alınarak meydana getirilmiş bir hikayeler külliyatıdır. Türkçe’deki ilk Ferec Bade’ş Şidde musannifi belli değildir. Bu hikayeler sanki halk arasında yayılmış ve daha sonra bunları birisi toplamış gibidir.
Ahlaki dersler veren bir hikaye türü
Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’lerde bulunan hikayelerin hemen hepsinden ahlaki bir ders çıkarmak mümkün. Bazı hikayelerin sonunda bu dersler ayrıca belirtilir. Sofraya büyüklerden önce oturmamak, her zaman dualı ve Allah adını anar halde olmak ve muskasız, hamayılsız gezmemek gibi dersler verilir.
Ferec Bade’ş Şidde’lerde yer alan hikayelerin bazıları halk arasında çok yayılmış. Bir kısmı sözlü gelenek yoluyla, bir kısmı da muhtelif vakitlerde çeşitli yayınlarla zamanımıza kadar gelmiş ve zamanla yeni ilavelerle zenginleşmiş.
Bu Ferec Bade’ş Şidde hikayelerini, Türk kültür hayatına bir çok güzel eseri yeniden kazandıran Büyüyenay Yayınları geçtiğimiz yıllarda yayınladı. Eseri, Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu ve Doç. Dr. Orhan Yavuz Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde'lerin çeşitli nüshalarından toplayarak hazırlamış. Kitap için 12 hikaye seçilmiş. Metin üzerinde rahatsız edici tasarruflarda bulunulmamış. Cümle yapısı aynen muhafaza edilmiş. Hikayelerin girişindeki "Râviyan-ı ahbârân ve nâkılân-ı âsâr" gibi şahane klişelere de dokunulmamış.
Altın yaldızla yazılan hikaye: Seyfül Mülük
Kitaptaki “Seyfül Mülük” hikayesinin zaptedilmesinin ise ilginç bir hikayesi var. Mevzubahis hikaye Türk hükümdar Gazneli Mahmud sayesinde ortaya çıkar. Gazneli Mahmud, güzel ve merak uyandıran hikayeler dinlemeyi severmiş. Kendisine böyle hikayeler anlatanlara ihsanda bulunurmuş. Bir gün vezirlerinden biri Gazneli Mahmud’a, "Velinimetim, her zaman böyle saçma sapan hikaye anlatanlara bu suretle ihsan bulunursanız hazineniz çabuk boşalır” der. Bu söz Gazneli Mahmud’u kızdırır ve “Ey Hace” der, “Sen benim acıklı ve garip hikayeleri dinlemekten hoşlandığımı bilirsin. Bu seyyahların hikayelerini beğenmedin ve onlara olan ihsanımı hoş görmedin. Eğer sen onlardan daha merak uyandıran, daha güzel hikayeler anlatırsan beğenmemekte haklı olduğunu kabul eder, sana yüz bin altın ihsan ederim. Aksi takdirde senin kıskançlığına vererek bütün servetini elinden alır ve seni sürerim.”
Bunun üzerine o vezir adamlarından beş tanesini seçer, her birine biner altın vererek bunları Horasan, Hindistan, Mısır, Yemen ve Çin’e hikaye aramaya yollar. Bunlardan Hindistan’a gideni Serendip şehrinde bir meddahtan Seyfül Mülük hikayesini dinler. Meddah, Seyfül Mülük hikayesini vezirin adamına anlatmadan önce bazı şartları öne sürerek ondan söz alır. Bu şartlara göre vezirin adamı Seyfül Mülük hikayesini yol üzerinde oturup gelene geçene söylemeyecek, bekarlar arasında nakletmeyecek, cahil ve kıymet bilmezler arasında söylemeyecek ve Serendip’te kimseye anlatmayacaktır.
Vezirin adamı bu hikayeyi yazıp vezire getirir. O da hükümdara verir. Gazneli Mahmud hikayeyi çok beğenir. Altın hat ile yazdırır ve hazinede saklanmasını emreder. Ve zaman zaman hikayeyi okuturmuş.
Seyfül Mülük hikayesi ve en az bu hikaye kadar değerli diğer on bir hikayeden “Ferec Bade’ş Şidde Hikayeleri / Güçlükten Kolaylığa, Kederden Sevince” isimli kitap, dönüp dönüp okunası bir eser. Meraklılarına muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Öztürk
(Dunyabizim, 28.01.2016)
Ferec Bade’ş Şidde ismiyle anılan hikaye kitaplarının ilk örneği Arapça’dır. Ardından Farsça’ları gelir. Ama Fars dilinde olanları Arapça’dan çeviridir, özgün değillerdir. Arap edebiyatında bu hikayeler 9. yüzyılda ortaya çıkar. Önceleri bir kaç yaprak iken daha sonra başka hikayeler de eklenir. Farsça’ya daha sonraki zamanlarda çevirilir. 13. yüzyıla denk gelen bu çevirilerle birlikte mevzubahis hikayelerin etki alanı genişler. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’ler, Arapça ve Farsçalar’ından çok farklıdır. Hikayelerdeki bazı motifler Arapça ve Farsçaları’yla benzerlik gösterse de Türk zevkine göre yeniden tasnif edilir, mahiyet bakımından çok farklı hikayeler meydana getirilir. Bu hikayeler, Arap, Acem ve Hint’den gelen motiflerle ve Türk halkının gelenek ve görenekleriyle birleşerek teşekkül eder.
Bu hikayelerde masal motiflerimizin pek çoğuna rastlamak mümkün. Bizim masallarımızdaki motiflerin yanı sıra dünya masalları ile de bu motifler arasında benzerliklere rastlanır. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde hikayeleri bir nebze Binbir Gece Masalları’nın havasını taşır. Tutiname ve Mantıku’t Tayr’ı da anımsatmakla birlikte hepsinden ayrı, adeta hepsinden bir parça alınarak meydana getirilmiş bir hikayeler külliyatıdır. Türkçe’deki ilk Ferec Bade’ş Şidde musannifi belli değildir. Bu hikayeler sanki halk arasında yayılmış ve daha sonra bunları birisi toplamış gibidir.
Ahlaki dersler veren bir hikaye türü
Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’lerde bulunan hikayelerin hemen hepsinden ahlaki bir ders çıkarmak mümkün. Bazı hikayelerin sonunda bu dersler ayrıca belirtilir. Sofraya büyüklerden önce oturmamak, her zaman dualı ve Allah adını anar halde olmak ve muskasız, hamayılsız gezmemek gibi dersler verilir.
Ferec Bade’ş Şidde’lerde yer alan hikayelerin bazıları halk arasında çok yayılmış. Bir kısmı sözlü gelenek yoluyla, bir kısmı da muhtelif vakitlerde çeşitli yayınlarla zamanımıza kadar gelmiş ve zamanla yeni ilavelerle zenginleşmiş.
Bu Ferec Bade’ş Şidde hikayelerini, Türk kültür hayatına bir çok güzel eseri yeniden kazandıran Büyüyenay Yayınları geçtiğimiz yıllarda yayınladı. Eseri, Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu ve Doç. Dr. Orhan Yavuz Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde'lerin çeşitli nüshalarından toplayarak hazırlamış. Kitap için 12 hikaye seçilmiş. Metin üzerinde rahatsız edici tasarruflarda bulunulmamış. Cümle yapısı aynen muhafaza edilmiş. Hikayelerin girişindeki "Râviyan-ı ahbârân ve nâkılân-ı âsâr" gibi şahane klişelere de dokunulmamış.
Altın yaldızla yazılan hikaye: Seyfül Mülük
Kitaptaki “Seyfül Mülük” hikayesinin zaptedilmesinin ise ilginç bir hikayesi var. Mevzubahis hikaye Türk hükümdar Gazneli Mahmud sayesinde ortaya çıkar. Gazneli Mahmud, güzel ve merak uyandıran hikayeler dinlemeyi severmiş. Kendisine böyle hikayeler anlatanlara ihsanda bulunurmuş. Bir gün vezirlerinden biri Gazneli Mahmud’a, "Velinimetim, her zaman böyle saçma sapan hikaye anlatanlara bu suretle ihsan bulunursanız hazineniz çabuk boşalır” der. Bu söz Gazneli Mahmud’u kızdırır ve “Ey Hace” der, “Sen benim acıklı ve garip hikayeleri dinlemekten hoşlandığımı bilirsin. Bu seyyahların hikayelerini beğenmedin ve onlara olan ihsanımı hoş görmedin. Eğer sen onlardan daha merak uyandıran, daha güzel hikayeler anlatırsan beğenmemekte haklı olduğunu kabul eder, sana yüz bin altın ihsan ederim. Aksi takdirde senin kıskançlığına vererek bütün servetini elinden alır ve seni sürerim.”
Bunun üzerine o vezir adamlarından beş tanesini seçer, her birine biner altın vererek bunları Horasan, Hindistan, Mısır, Yemen ve Çin’e hikaye aramaya yollar. Bunlardan Hindistan’a gideni Serendip şehrinde bir meddahtan Seyfül Mülük hikayesini dinler. Meddah, Seyfül Mülük hikayesini vezirin adamına anlatmadan önce bazı şartları öne sürerek ondan söz alır. Bu şartlara göre vezirin adamı Seyfül Mülük hikayesini yol üzerinde oturup gelene geçene söylemeyecek, bekarlar arasında nakletmeyecek, cahil ve kıymet bilmezler arasında söylemeyecek ve Serendip’te kimseye anlatmayacaktır.
Vezirin adamı bu hikayeyi yazıp vezire getirir. O da hükümdara verir. Gazneli Mahmud hikayeyi çok beğenir. Altın hat ile yazdırır ve hazinede saklanmasını emreder. Ve zaman zaman hikayeyi okuturmuş.
Seyfül Mülük hikayesi ve en az bu hikaye kadar değerli diğer on bir hikayeden “Ferec Bade’ş Şidde Hikayeleri / Güçlükten Kolaylığa, Kederden Sevince” isimli kitap, dönüp dönüp okunası bir eser. Meraklılarına muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Öztürk
(Dunyabizim, 28.01.2016)
17 Şubat 2016 Çarşamba
Fuzulî'nin dediğinden biz ne anladık?
"Sanat, başlangıçta zanaatle başlar. Temrin yaptırır. Hocanız size kendi rengini ve esprisini giydirir. Onun verdiği temrinleri yaparsınız ve icazetinizi alırsınız. Eğer siz hâlâ bir yerlere doğru yürümek istiyorsanız; İsmail Dede Efendi gibi veya Fuzuli, Galip gibi; o yürüyeceğiniz yer Cemal bahçeleridir. Allah’ın güzelliklerinden bir güzellik kapmak isterseniz Necip Fazıl Bey gibi, “Ver cüceye onun olsun şairlik, benim gözüm yüce sanatkârlıkta” demelisiniz."
- Sadettin Ökten
Fuzûlî'nin "Işk imiş her ne vâr âlemde / ilm bir kîl ü kâl imiş ancak" beyti gerek internet ortamında, gerek günlük konuşmalarda ve hatta yazı çalışmalarında sıkça atıf yapılan bir beyit. Buradaki ışk, âlem, ilm ve kîl ü kâl kavramlarının çok gelişigüzel, içini/dışını bilmeden kullanıldığını düşünen İhsan Fazlıoğlu; bu kavramların hakiki anlamlarına ulaşabilmek için evvela o dönemin entelektüel birikimine gitmek gerektiğini söyler ve beytin peşine düşer. Yazar; yola "basit bir anlama merakı" ile çıktığını söylese de dönemin kaynaklarına indikçe mefhum ve temsil düzeyinde Osmanlı entelektüel hayatını çözümleme konusunda önemli tespitlere ulaşır. "Paketin içini açtığımızda" der Fazlıoğlu, "çok farklı entelektüel çizgileri" tespit etmiştir. Dolayısıyla kadim kültürümüzün anlaşılması için bir yöntem geliştirilip geliştirilemeyeceği düşüncesiyle uğraşmıştır. Tüm bunlara, Fuzûlî'nin beyti gibi nice beyitlerin ardından gitmek sebep olabilir. Mühim olan yazarın da sıkça vurgu yaptığı gibi düşünceye, düşünülmesi gereken yerden başlanmasıdır.
Klasik döneme ait bir beyti, paragrafı anlamak nasıl mümkündür, mümkün müdür, ne tür noktalara dikkat edilmesi gerekir, nasıl bir yol takip edilmesi lâzım gibi mevzuların da öğrenebileceği kitap aslında altı yazının bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bu yazılar da çeşitli sempozyumlarda sunulan bildirilerden ve makale çalışmalarından meydana geliyor. Papersense Yayınları'nın İhsan Fazlıoğlu Kitaplığı, var olan ciddiyetine, ciddiyet katmış. Kitabın çıktığı günden kısa bir süre sonra yeni baskı yapması konusunda Fazlıoğlu "Maksad hasıl olmuştur" demiştir ve özellikle gençlerin meseleyi gayet iyi anladıklarını düşünmektedir. Öte yandan "Fuzulî Ne Demek İstedi?" bir konuşma kitabı. Yazarın 10 Aralık 2009 tarihinde Bilim ve Sanat Vakfı'ndaki seminerle beraber Montreal'de birkaç yoldaşıyla birlikte yaptığı okumaların neticesi.
Bu tip çalışmaların şairlerin düşünce dünyasını daha iyi kavramak için birer vesile olduğu açıktır. Dolayısıyla bu çalışmaların artması gerekiyor. Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî ve Hz. Mevlânâ gibi büyük isimlerin de beyitleri incelenmelidir. Zira Fazlıoğlu Türk düşüncesini keşfetmek için bunun bir ihtiyaç değil zaruret olduğunu da vurgulamıştır. Böylelikle dönemin kozmonolojisi, teolojisi ve kozmogonisinin yanı sıra dönemin astroloji ve psikoloji dünyası da kendini belirgin kılacaktır.
Kitapta ilk olarak "ilm" üzerine gidiyor Fazlıoğlu. Kavram olarak ilmi açıkladıktan sonra kadim kaynakların eşliğinde Fuzûlî'nin "bilgisiz şiir" üzerine yorumlarıyla beraber yine şairin "Doğru olan, akıl sahibi kişinin, yaratılışı konusunda düşünmesi; fıtratının kökenini araştırması; mebde/geliş ve mead/dönüşteki durumunu/hâlini idrâk etmesi; iyi ve kötü yolu birbirinden ayırmasıdır." tespitine yanaşıyor. İkinci olarak "ışk"inceleniyor. "İnsanın yaratılışında, Kâlû: Belâda [Elestu bi-iRabbi-kum?; Kâlû: Belâ], Tanrı, insana, kendisini muhatab alma lutfunda bulunarak (ki lütuf'a ilişkin her şey Cemâl'dendir; Kayserî, Resâil, s. 40), cemâlinden ışkı kalbine; soru sorarak da ilmi aklına bahşetmiştir" diyerek başlıyor Fazlıoğlu ve başta Horasan sûfileri tarafından başlatılan ışk vurgusu üzerine gidiyor. Burada Bâyezid-i Bistâmi, Cüneyd-i Bağdâdi, Hallâc-ı Mansûr, Ebu'l-Hasan Harakânî, Ebû Saîd b. Ebi'l-Hayr, Kuşeyrî ve Hucvirî gibi ve Ahmed Gazâlî, Ebû Hamid Gazâlî, Sühreverdi, Hemedânî, Sühreverdî, Ahmed-el-Belhî, Feriduddin Attâr, Necmeddin-i Daye Râzî, gibi büyüklerin kattıklarıyla beraber bilhassa büyük ârif İbn Arabî'nin "İslâm, ışk dinidir" yorumuna Celâleddin Rûmî'nin aklî olan irfanî bir yaklaşım geliştirdiğini belirtiyor. Bilhassa 20. yüzyılın başına kadar gelen ışk çalışmaları, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi'yle ciddi bir katkı sunan Ahmed Avni Konuk'la beraber ülkemizde daima ciddiyetini korumuştur. İlk iki kavram ilm'i ve ışk kapsamında İhsan Fazlıoğlu şu şekilde bir tespit yapar: "Kıyıda olan, Okyanus hakkında ancak ve ancak bir zann'a, bir kanaate sahip olabilir; kendisine değil. Işk ise tersidir; çünkü, Işk, İlm gibi kıyıda durup Okyanus'u betimlemez, tanımlamaz, açıklamaz, kavramaz; Okyanus'a dalar, O'nu yaşar. Kısaca, hâlde olur; kâl etmez."
İlm konusuna Davûd Kayserî ile dalıp Tehânevî ile çıkan Fazlıoğlu nihayet Fuzulî'ye başvurur ve "ermek, evlenmek, eğlenmek" başlığında önemli bir neticeyi okuyucuya sunar: "Beşerî ışk, Zât'tan başlayan, esma ve sıfattan geçerek âsârda tecelli eden mahabbetin, eril-dişil düzleminde ortaya çıkmasıdır. Yine buradan başlayarak, geriye doğru Zât'a delâlet eden, götüren, hatta insanı kemâle erdiden bir mâ-cerâdır."
Üçüncü kavram "âlem"dir. İhsan Fazlıoğlu "İlm tanımı dikkate alındığında, tek tek alâmetlerin toplamı, tek büyük bir alâmet olarak, Tanrı'ya delâlet eder ve bu anlamda Âlem'dir" diyerek camilerin ortasında bulunan gök-kubbeyi temsil eden büyük kubbe ile minarelerin tepesinde bulunan hilâle alem denilmesini de bu delâlete bir misal olarak verir. Yol boyunca okuyucusunu kavramların içini delik deşik etmeden bir yere varılamayacağı konusunda dolaylı yoldan uyarılarda bulunarak götüren Fazlıoğlu, "Eğer âlem'i, Ahmedî'nin "Âlem, ilm ü ameldir" beytindeki gibi tanımlarsak, beytin anlamı, hiç şüphesiz, daha ilginç bir hâl alır. O zaman, bir öncekiyle bağlantılı olarak, ışk, ilim ve ameli birlikte içerdiğinden, âlem'de anlamlı olanın ilim ve amel olduğu; tek başına -kuru bir- ilmin, başka bir deyişle amelsiz ilmin bir anlam ifade etmeyeceği söylenebilir; yani amelsiz ilim, kîl ü kâldir; tersine ışk, belirli bir tarz ilmi elde etmek ve ona göre eylemektir; ilim ve amelimizin birlikteliği de âlem denilen bütünü var-kılar." yorumuyla insan=âlem eşitliğine de işaret ederek "Işk imiş her ne var Âlem'de / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak." beytine en hakikatli, haklı yerden bakar, baktırır.
"Kîl ü Kâl", Fuzûlî'nin bu meşhur beytinde "içi" en çok merak edilen kavramdır. Günümüzde dedikodu, laf ebeliği, boş söz, gevezelik" gibi yorumlarla açıklanmaya çalışılan kîl ü kâl hususunda İhsan Fazlıoğlu "beytin işkenceden geçirilirken en çok canı yanan bölümü" der ve bir terim olduğunun fark edil(e)mediğini söyler. Bir Osmanlı aydınlanmacısı(!) olarak Fuzûlî'nin sıklıkla karşısına konan Kâtip Çelebi, ilm üzerine şu ifadede bulunmuştur: İlm, bir düstur üzre kîl ü kâldir. Sadece bu ifade bile terimi "dedikodu" olarak yorumlamamaya kafi olsa da Fazlıoğlu nazarî metinlerin rehberliğinde kulaç atmaya başlar. Heyecanı üst seviyede bırakmak adına kitabın "Beyit Gölünde Yüzmek" adlı bu ilk bölümünü oluşturan kavramlar üzerine yazmayı bitirmek isterim.
İkinci bölümde "İbn Sînâ: Gölün Kaynağına Ulaşmak", üçüncü bölümde "Nereye: Saâdete mi, Selâmete mi?", dördüncü bölümde "Başka Göller, Başka Dertler" ve sonuç bölümünde "Madde ile Mânâ Denizi" gibi son derece ilginç, derin mevzuları irdeleyen İhsan Fazlıoğlu aslında bu kitabıyla; kadim beyitlerin nasıl okunup anlaşılması gerektiğine dair kuvvetli bir giriş kitabı yazmış oluyor.
İnsanı "çıkış(mebde) ile dönüş(mead) arasında, bu-ara-da bulunan bir var-olan" olarak tanımlayan Fazlıoğlu, büyük şair Fuzûlî'nin ara'yı bir şiir(nazm) olarak görüp Şâir'ini(Nâzım) aramaya koyulduğunu belirtir. Bu arayışta ise şairin şiiri ona yoldaş olmuştur. Zaten Fuzûlî de "O'nu bilmek için yola koyuldum" demiştir.
Bizlere okul sıralarında Su Kasidesi'nin bir naat olduğunu kimse söylemedi. Maalesef birçok şeyi de aynı böyle, geç keşfettik. Bunun için hamd ederken, yüzümüzü ve gönlümüzü kadime doğru çevirdiğimizde bizi nice şifaların beklediğini de göreceğiz. Şairlerin sunduğu şifaya ve ettikleri dualara kulak vermek lâzım. Yoksa aşktan yoksun kalacağız. Aşksız olmadığı gibi meşksiz olmuyor zira aşk olmadan da meşk olmaz. Fuzulî de hiçbir şeyi aşksız yapmamış, hiçbir yola aşksız revan olmamıştır. Büyük şairin "Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb / kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır" beytini hatırda tutarken bir taraftan da Rıza Tevfik'in "Hastayım, yalnızım, seni yanımda / sanıp da bahtiyar ölmek isterim / mahmûr-ı hülyayım câm-ı lebinden / kanıp da bahtiyar ölmek isterim" şiirini dinleme isteği gelmesi de aşktan değil mi? Lemi Atlı merhum hicâz bestelemiştir, buyurun.
Ülkemizin işini ciddiyetle yapan nadir ilim adamlarından biri olan İhsan Fazlıoğlu'nun bu çok kıymeti eseri, tıpkı kendisinin dediği gibi "Yorum doğru anlamaktan daha çok, yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır" cümlesinin ispatı gibi. Çünkü yorulmayan, yorumlayamaz.
Şairlerin ne dediklerini anlamak için onların dertleriyle dertlenmemiz gerekiyor. Allah dertsiz bırakmasın. Kitabı okurken en dertlendiğim an, Fazlıoğlu'nun kendi yaklaşımını bir renk ve espri olarak okuyucuya da giydirme gayretidir. Böylece "yüce sanatkârlığı" kavramak daha mümkün oluyor, daha anlamlı oluyor. Zaten anlamak da, anlaşarak mümkündür. Mevlana Hazretlerinin "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar/anlaşabilirler" nasihatini akılda tutarak, son sözü İhsan Fazlıoğlu'na bırakalım: "İngilizceyi yabancı dil olarak öğrenen bir kişinin bir İngiliz'i, İngilizce kültür ortamında yetişen bir İngiliz gibi anlayamayacağı aşikârdır. Yalnızca canlı konuşmayı değil, herhangi bir kültür ortamında üretilen bir metni dahi hakkıyla anlamak, hakkında konuşmak, nüfuz etmek, büyük oranda o kültür ortamını yaşamayı zorunlu kılar. Dikkat edilirse şiir gibi edebî değeri yüksek duygu yüklü metinleri anlamanın simge değeri kazanmış terimlerle kaleme alınmış metinlerden daha zor olması iş bu durumdan kaynaklanır. Bir şeyin hakkında konuşmak, o şeyin hakikatini konuşmak, bir şeyi hakkıyla anlamak o şeyin hakikatini anlamaktır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Sadettin Ökten
Fuzûlî'nin "Işk imiş her ne vâr âlemde / ilm bir kîl ü kâl imiş ancak" beyti gerek internet ortamında, gerek günlük konuşmalarda ve hatta yazı çalışmalarında sıkça atıf yapılan bir beyit. Buradaki ışk, âlem, ilm ve kîl ü kâl kavramlarının çok gelişigüzel, içini/dışını bilmeden kullanıldığını düşünen İhsan Fazlıoğlu; bu kavramların hakiki anlamlarına ulaşabilmek için evvela o dönemin entelektüel birikimine gitmek gerektiğini söyler ve beytin peşine düşer. Yazar; yola "basit bir anlama merakı" ile çıktığını söylese de dönemin kaynaklarına indikçe mefhum ve temsil düzeyinde Osmanlı entelektüel hayatını çözümleme konusunda önemli tespitlere ulaşır. "Paketin içini açtığımızda" der Fazlıoğlu, "çok farklı entelektüel çizgileri" tespit etmiştir. Dolayısıyla kadim kültürümüzün anlaşılması için bir yöntem geliştirilip geliştirilemeyeceği düşüncesiyle uğraşmıştır. Tüm bunlara, Fuzûlî'nin beyti gibi nice beyitlerin ardından gitmek sebep olabilir. Mühim olan yazarın da sıkça vurgu yaptığı gibi düşünceye, düşünülmesi gereken yerden başlanmasıdır.
Klasik döneme ait bir beyti, paragrafı anlamak nasıl mümkündür, mümkün müdür, ne tür noktalara dikkat edilmesi gerekir, nasıl bir yol takip edilmesi lâzım gibi mevzuların da öğrenebileceği kitap aslında altı yazının bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bu yazılar da çeşitli sempozyumlarda sunulan bildirilerden ve makale çalışmalarından meydana geliyor. Papersense Yayınları'nın İhsan Fazlıoğlu Kitaplığı, var olan ciddiyetine, ciddiyet katmış. Kitabın çıktığı günden kısa bir süre sonra yeni baskı yapması konusunda Fazlıoğlu "Maksad hasıl olmuştur" demiştir ve özellikle gençlerin meseleyi gayet iyi anladıklarını düşünmektedir. Öte yandan "Fuzulî Ne Demek İstedi?" bir konuşma kitabı. Yazarın 10 Aralık 2009 tarihinde Bilim ve Sanat Vakfı'ndaki seminerle beraber Montreal'de birkaç yoldaşıyla birlikte yaptığı okumaların neticesi.
Bu tip çalışmaların şairlerin düşünce dünyasını daha iyi kavramak için birer vesile olduğu açıktır. Dolayısıyla bu çalışmaların artması gerekiyor. Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî ve Hz. Mevlânâ gibi büyük isimlerin de beyitleri incelenmelidir. Zira Fazlıoğlu Türk düşüncesini keşfetmek için bunun bir ihtiyaç değil zaruret olduğunu da vurgulamıştır. Böylelikle dönemin kozmonolojisi, teolojisi ve kozmogonisinin yanı sıra dönemin astroloji ve psikoloji dünyası da kendini belirgin kılacaktır.
Kitapta ilk olarak "ilm" üzerine gidiyor Fazlıoğlu. Kavram olarak ilmi açıkladıktan sonra kadim kaynakların eşliğinde Fuzûlî'nin "bilgisiz şiir" üzerine yorumlarıyla beraber yine şairin "Doğru olan, akıl sahibi kişinin, yaratılışı konusunda düşünmesi; fıtratının kökenini araştırması; mebde/geliş ve mead/dönüşteki durumunu/hâlini idrâk etmesi; iyi ve kötü yolu birbirinden ayırmasıdır." tespitine yanaşıyor. İkinci olarak "ışk"inceleniyor. "İnsanın yaratılışında, Kâlû: Belâda [Elestu bi-iRabbi-kum?; Kâlû: Belâ], Tanrı, insana, kendisini muhatab alma lutfunda bulunarak (ki lütuf'a ilişkin her şey Cemâl'dendir; Kayserî, Resâil, s. 40), cemâlinden ışkı kalbine; soru sorarak da ilmi aklına bahşetmiştir" diyerek başlıyor Fazlıoğlu ve başta Horasan sûfileri tarafından başlatılan ışk vurgusu üzerine gidiyor. Burada Bâyezid-i Bistâmi, Cüneyd-i Bağdâdi, Hallâc-ı Mansûr, Ebu'l-Hasan Harakânî, Ebû Saîd b. Ebi'l-Hayr, Kuşeyrî ve Hucvirî gibi ve Ahmed Gazâlî, Ebû Hamid Gazâlî, Sühreverdi, Hemedânî, Sühreverdî, Ahmed-el-Belhî, Feriduddin Attâr, Necmeddin-i Daye Râzî, gibi büyüklerin kattıklarıyla beraber bilhassa büyük ârif İbn Arabî'nin "İslâm, ışk dinidir" yorumuna Celâleddin Rûmî'nin aklî olan irfanî bir yaklaşım geliştirdiğini belirtiyor. Bilhassa 20. yüzyılın başına kadar gelen ışk çalışmaları, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi'yle ciddi bir katkı sunan Ahmed Avni Konuk'la beraber ülkemizde daima ciddiyetini korumuştur. İlk iki kavram ilm'i ve ışk kapsamında İhsan Fazlıoğlu şu şekilde bir tespit yapar: "Kıyıda olan, Okyanus hakkında ancak ve ancak bir zann'a, bir kanaate sahip olabilir; kendisine değil. Işk ise tersidir; çünkü, Işk, İlm gibi kıyıda durup Okyanus'u betimlemez, tanımlamaz, açıklamaz, kavramaz; Okyanus'a dalar, O'nu yaşar. Kısaca, hâlde olur; kâl etmez."
İlm konusuna Davûd Kayserî ile dalıp Tehânevî ile çıkan Fazlıoğlu nihayet Fuzulî'ye başvurur ve "ermek, evlenmek, eğlenmek" başlığında önemli bir neticeyi okuyucuya sunar: "Beşerî ışk, Zât'tan başlayan, esma ve sıfattan geçerek âsârda tecelli eden mahabbetin, eril-dişil düzleminde ortaya çıkmasıdır. Yine buradan başlayarak, geriye doğru Zât'a delâlet eden, götüren, hatta insanı kemâle erdiden bir mâ-cerâdır."
Üçüncü kavram "âlem"dir. İhsan Fazlıoğlu "İlm tanımı dikkate alındığında, tek tek alâmetlerin toplamı, tek büyük bir alâmet olarak, Tanrı'ya delâlet eder ve bu anlamda Âlem'dir" diyerek camilerin ortasında bulunan gök-kubbeyi temsil eden büyük kubbe ile minarelerin tepesinde bulunan hilâle alem denilmesini de bu delâlete bir misal olarak verir. Yol boyunca okuyucusunu kavramların içini delik deşik etmeden bir yere varılamayacağı konusunda dolaylı yoldan uyarılarda bulunarak götüren Fazlıoğlu, "Eğer âlem'i, Ahmedî'nin "Âlem, ilm ü ameldir" beytindeki gibi tanımlarsak, beytin anlamı, hiç şüphesiz, daha ilginç bir hâl alır. O zaman, bir öncekiyle bağlantılı olarak, ışk, ilim ve ameli birlikte içerdiğinden, âlem'de anlamlı olanın ilim ve amel olduğu; tek başına -kuru bir- ilmin, başka bir deyişle amelsiz ilmin bir anlam ifade etmeyeceği söylenebilir; yani amelsiz ilim, kîl ü kâldir; tersine ışk, belirli bir tarz ilmi elde etmek ve ona göre eylemektir; ilim ve amelimizin birlikteliği de âlem denilen bütünü var-kılar." yorumuyla insan=âlem eşitliğine de işaret ederek "Işk imiş her ne var Âlem'de / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak." beytine en hakikatli, haklı yerden bakar, baktırır.
"Kîl ü Kâl", Fuzûlî'nin bu meşhur beytinde "içi" en çok merak edilen kavramdır. Günümüzde dedikodu, laf ebeliği, boş söz, gevezelik" gibi yorumlarla açıklanmaya çalışılan kîl ü kâl hususunda İhsan Fazlıoğlu "beytin işkenceden geçirilirken en çok canı yanan bölümü" der ve bir terim olduğunun fark edil(e)mediğini söyler. Bir Osmanlı aydınlanmacısı(!) olarak Fuzûlî'nin sıklıkla karşısına konan Kâtip Çelebi, ilm üzerine şu ifadede bulunmuştur: İlm, bir düstur üzre kîl ü kâldir. Sadece bu ifade bile terimi "dedikodu" olarak yorumlamamaya kafi olsa da Fazlıoğlu nazarî metinlerin rehberliğinde kulaç atmaya başlar. Heyecanı üst seviyede bırakmak adına kitabın "Beyit Gölünde Yüzmek" adlı bu ilk bölümünü oluşturan kavramlar üzerine yazmayı bitirmek isterim.
İkinci bölümde "İbn Sînâ: Gölün Kaynağına Ulaşmak", üçüncü bölümde "Nereye: Saâdete mi, Selâmete mi?", dördüncü bölümde "Başka Göller, Başka Dertler" ve sonuç bölümünde "Madde ile Mânâ Denizi" gibi son derece ilginç, derin mevzuları irdeleyen İhsan Fazlıoğlu aslında bu kitabıyla; kadim beyitlerin nasıl okunup anlaşılması gerektiğine dair kuvvetli bir giriş kitabı yazmış oluyor.
İnsanı "çıkış(mebde) ile dönüş(mead) arasında, bu-ara-da bulunan bir var-olan" olarak tanımlayan Fazlıoğlu, büyük şair Fuzûlî'nin ara'yı bir şiir(nazm) olarak görüp Şâir'ini(Nâzım) aramaya koyulduğunu belirtir. Bu arayışta ise şairin şiiri ona yoldaş olmuştur. Zaten Fuzûlî de "O'nu bilmek için yola koyuldum" demiştir.
Bizlere okul sıralarında Su Kasidesi'nin bir naat olduğunu kimse söylemedi. Maalesef birçok şeyi de aynı böyle, geç keşfettik. Bunun için hamd ederken, yüzümüzü ve gönlümüzü kadime doğru çevirdiğimizde bizi nice şifaların beklediğini de göreceğiz. Şairlerin sunduğu şifaya ve ettikleri dualara kulak vermek lâzım. Yoksa aşktan yoksun kalacağız. Aşksız olmadığı gibi meşksiz olmuyor zira aşk olmadan da meşk olmaz. Fuzulî de hiçbir şeyi aşksız yapmamış, hiçbir yola aşksız revan olmamıştır. Büyük şairin "Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb / kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır" beytini hatırda tutarken bir taraftan da Rıza Tevfik'in "Hastayım, yalnızım, seni yanımda / sanıp da bahtiyar ölmek isterim / mahmûr-ı hülyayım câm-ı lebinden / kanıp da bahtiyar ölmek isterim" şiirini dinleme isteği gelmesi de aşktan değil mi? Lemi Atlı merhum hicâz bestelemiştir, buyurun.
Ülkemizin işini ciddiyetle yapan nadir ilim adamlarından biri olan İhsan Fazlıoğlu'nun bu çok kıymeti eseri, tıpkı kendisinin dediği gibi "Yorum doğru anlamaktan daha çok, yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır" cümlesinin ispatı gibi. Çünkü yorulmayan, yorumlayamaz.
Şairlerin ne dediklerini anlamak için onların dertleriyle dertlenmemiz gerekiyor. Allah dertsiz bırakmasın. Kitabı okurken en dertlendiğim an, Fazlıoğlu'nun kendi yaklaşımını bir renk ve espri olarak okuyucuya da giydirme gayretidir. Böylece "yüce sanatkârlığı" kavramak daha mümkün oluyor, daha anlamlı oluyor. Zaten anlamak da, anlaşarak mümkündür. Mevlana Hazretlerinin "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar/anlaşabilirler" nasihatini akılda tutarak, son sözü İhsan Fazlıoğlu'na bırakalım: "İngilizceyi yabancı dil olarak öğrenen bir kişinin bir İngiliz'i, İngilizce kültür ortamında yetişen bir İngiliz gibi anlayamayacağı aşikârdır. Yalnızca canlı konuşmayı değil, herhangi bir kültür ortamında üretilen bir metni dahi hakkıyla anlamak, hakkında konuşmak, nüfuz etmek, büyük oranda o kültür ortamını yaşamayı zorunlu kılar. Dikkat edilirse şiir gibi edebî değeri yüksek duygu yüklü metinleri anlamanın simge değeri kazanmış terimlerle kaleme alınmış metinlerden daha zor olması iş bu durumdan kaynaklanır. Bir şeyin hakkında konuşmak, o şeyin hakikatini konuşmak, bir şeyi hakkıyla anlamak o şeyin hakikatini anlamaktır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
12 Şubat 2016 Cuma
Nefs, devekuşu gibi ne uçar ne de yük taşır
Bir kısmı Diriliş dergisinde de yayınlanmıştı
Feridüddin-i Attar'ın Pendnâme'si birçok kereler Türkçe'ye hem nesir, hem de nazım olarak tercüme edilmiş. Eser sadece tercüme edildiği devre hitap etmekle kalmamış, yazıldığı zamandan itibaren her devirde en çok okunan, 19. yüzyıllarda matbaanın devreye girmesiyle de en çok basılan eserler arasında yer almış. Dolayısıyla Osmanlı toplumunun zihniyet ve ahlakını şekillendiren eserlerden biri olmuş. Türkçe'ye nazmen çevrilen bir Pendnâme, geçtiğimiz aylarda Büyüyen Ay Yayınları tarafından basıldı. Tercümenin kime ait olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunuyor. Eserin farklı nüshalarında mütercim mahlasının geçtiği beyitler bazen Emre, bazen Emri olmak üzere 2 farklı şekilde yazılmış. Yayınevi de kitaba, en çok zikredilen ve daha sahih bulunan Emre'yi esas almış.
Kitabın daha önce bir bölümünün çevirisi, Diriliş dergisinin 4. döneminin 54. sayısında yayınlanır. Daha sonra Azmi Bilgin de bu tercümeyi yayınlar. Büyüyen Ay Yayınları'nın hazırladığı kitap ise Süleymaniye, Beyazıt Devlet Kütüphanesi ve Millet Kütüphanesindeki nüshalar karşılaştırılarak hazırlanmış. Hem orjinal nüshası hem çeviri metin hem de günümüz Türkçesi'yle hazırlanan kitap, nasihat duymaktan ve nasihat tutmaktan uzak kalan günümüz insanının kulağına insanlığın demirbaş erdemlerini fısıldıyor.
Nefsi devekuşuna benzetiyor
Feridüddin-i Attar'ın kitapta nefsle alakalı söyledikleri zaman zaman ne olduğu ile alakalı kendimle konuşmalarımda bir türlü isimlendiremediğim nefse bakışıma yeni bir soluk bahşetti. Nefsin, hevasının peşinden koşmakta hiç bir şeyle kıyaslanamayacak kadar benzersiz bir durumda olduğu hepimizin malumudur. Onun bu halinin değişmesi bir kaç hamleyle hemencek halledilebilecek bir şey değildir. Çünkü bulunduğu hal üzere kalmakta ve hatta ne kötü derekelere inmekte öyle inatçıdır ki nefs, Attar onu deve kuşuna benzetir.
“Hırs ile dünyaya düşkünlük gösterenlerden kuşkusuz ki Allah hoşnut değildir. İnatçı nefis deve kuşuna benzer. Ne de uçar, ne de yük taşır o hayırsız.” beytini okuyunca, evet dedim, nefs işte bu. Deve kuşu gibi sürekli yükten kaçar nefs ve müsriftir, ömür bağının meyvelerini saçar savurur. Tevilleri ve teşvişleri ile insanı ayartmakta gayet mahir olan nefs, bu cevvalliğini Hakk'a ibadet, halka hizmet mevzubahis olunca unutur ve ağır, yerinden oynatılması güç bir kaya gibi durur. Nefsinin bu halini tam tersine döndüren insanlardır ki, onlardır arif olarak, veli olarak andıklarımız.
Zât-ı şahaneleri de bir arif, bir veli olan Feridüd'din-i Attâr Hazretleri de nefsin bu adi tuzaklarını iyi bilenlerdendir. Pendnâme'de ve yazdığı diğer eserlerde hep, müminin nefsini Müslüman etmesi için yol göstermiş ve manevi bir yola intisab etmesini sâlık vermiştir. Zira Hazreti Mevlânâ'nın ifadesiyle 'bir keser, başka bir keser olmadan kendi sapını nasıl yontabilir?'. Kitaplar her ne kadar meşayıhın tavsiyelerini ve sohbetlerini ihtiva etse de, kişiyi nefs merhalelerinde ilerletmeye kâfi değildir. Kişinin kitaplardan öğrendiği malumat, bir ariften adab talim etmeyenler için yeni bir perde, yeni bir engel olur. Ne yazık ki böylesi bir çok insana rastlamaktayız.
Ferid'üddin-i Attar'ın Pendnâme'si bendenizin sağdan soldan, bölük pörçük duyduklarımı tam olarak ve kaynağından alarak okuyucuya sunuyor. Peygamber Efendimiz kişinin nefsiyle mücadelesinin en büyük cihad olduğunu buyurmuştu kocaman bir harbin dönüş yolunda. Attar da Efendimiz Aleyhisselam'ın bu emri uyarınca nasihatlerini sıralarken, nefsin hilelerine karşı agah olmanın altını önemle çiziyor. Bir velinin nasihatlerine kulak vermek isteyen her kişinin bu kitaba mutlaka başvurması gerekiyor.
Bu mühim eseri yeniden milletimizle buluşturan Büyüyenay Yayınları da büyük bir teşekkürü hakediyor.
Ahmed Öztürk
(Dunyabizim, 12.06.2015)
11 Şubat 2016 Perşembe
Disiplin toplumunun ötesinde yorgunluk toplumu
Byung-Chul Han, günümüz toplumunun Foucault’nun disiplin toplumu ile bahsettiği hastanelerden, tımarhanelerden, hapishanelerden, kışlalardan ve fabrikalardan oluşmadığını; bunların yerini fitness salonlarının, bürolardan oluşan gökdelenlerin, bankaların, havaalanlarının, alışveriş merkezlerinin ve gen labaratuvarlarının aldığını söyler: “21. Yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de “itaatkâr özne” değil, performans öznesidir.”
Buna göre mekânları normal ve anormal şeklinde birbirinden ayıran disiplin kurumlarının duvarları günümüz toplumlarını açıklayamamakta, performans toplumunun psikolojik ve topolojik değişimlerini tasvir etmekten yoksun kalmaktadır. Yasak ve emirlerin yerini projelerin ve girişimlerin aldığı performans toplumuna değinmeden önce, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için toplumun ve Foucault’un ona kattığı disiplinci yapının ne anlama geldiğine kısaca da olsa değinmek gerekmektedir.
İnsan gruplarının karşılıklı ilişkiler ağıyla bir bütünlük oluşturduğu toplum, kavram olarak da özgül bir tarihsel sürecin ürünüdür. Toplum, ilahi olanın yerine ikame edilerek Aydınlanma dönemi ile dünyevileştirilmiş, kendi kimliğine kavuşturulmuş ve bir birliktelik olarak ele alınmıştır. Tarihi düzçizgisel bir ilerleme şeklinde algılayan Marquis de Condorcet gibi Aydınlanmacılar, toplumu da buna göre tanımlayarak bireylerin yetenek ve kazanımlarını ortaya koydukları toplam gelişme şeklinde görmüşlerdir. Immanuel Kant ile ilerleme, tarihsel süreci tekeli altına alan bir süreç şeklinde görülmeyip bir hedefe yönelme şeklinde algılanmış, Auguste Comte da bu anlayışla endüstriyel toplumu tanımlamıştır. Toplumu organik ve uyumlu bir bütün olarak gören Comte, işbölümünü biyolojik vasıflarından çıkararak toplumsallaştırmış, bireylerin farklılıkları ve yetenekleri üzerinden tekrar tanımlamıştır. Devrimler Çağının çocuğu olan Comte, dönemin siyasi ve entelektüel gelişmelerinin yanında modern olanı özellikle endüstride görmekteydi ve modern toplum da bunun bir ürünü olmalıydı. Karl Marx da toplumu belirli bir üretim ve tarihsel süreçlerin ürünü olarak görmüş; fakat Comte gibi bütün insanların tabi olduğu bütünleşik ve yalın bir yapı şeklinde algılamamıştır. Aksine Marx, toplumu üretim tarzına bağlı iktisadi sınıfların teşkil ettiği bir yapı şeklinde analiz ederek, hâkim toplumsal yapının da egemen sınıfın özel çıkarlarına hizmet ettiğini dile getirmiştir. Dolayısıyla toplum, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfın kitle üzerinde kurduğu kültürel, entelektüel bir tür hegemonya alanıdır ve ağırlıklı olarak da üretim ilişkileri üzerinden şekillendirilir. Michel Foucault da hapishanelerin doğuşunu incelerken tespit ettiği disiplin toplumunun mekanizmaları ile Marx’a itiraz eder. Foucault’a göre Marx, iktidarı klasik egemenlik paradigması üzerinden okumaktadır. Bu egemenlik anlayışı iktidar ile toplumsal alanı birbirinden ayırarak iktidar olanı görünür kılarak zor yolu ile toplumsala hâkim kılmaya çalışır. Oysaki 19. Yüzyıl toplumlarında bakış açısı iktidardan iktidara tabi olanlar yönünde değişmiş; mekânsal ayrıştırma üzerinden gözetim ve buna bağlı kontrol teknikleri ile belirli normlar topluma hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Foucault, disiplin mekanizmalarını teşhir ederken İngiliz hukukçusu Jeremy Bentham’ın Panoptikon’undan büyük ölçüde faydalanmıştır. Mükemmel toplum hayallerinin kurulduğu 18. yüzyılın sonunda Bentham tarafından ortaya atılan panoptikon, bir kişinin herkesi görünmeden izleyebileceği ve iktidarın da kendisine uygulama alanı bulduğu bir mekân şeklinde tasavvur edilmiştir. Gerçekten de, 18. Yüzyılın son çeyreği ile 19. Yüzyılın ilk yarısında Foucault, hapishanelerin yeniden düzenlenmesinde bu temanın esas alındığını belirtir. Bentham’ın bir mimari düşünce olarak sunduğu panoptikon, hiçbir şeyi dışarda bırakmayacak bir bütünlük ilkesi ile okul, yetimhane, hapishane, ıslahevi, ordu, fabrika, vs. kapalı sistemleri disiplin toplumunun aygıtlarına dönüştürmüştür.
Velhasıl günümüz toplumları Foucault’un 19. yüzyıl anlatısı üzerinden işlediği disiplin teknikleriyle açıklanabilecek özelliklere sahip değildir. Jean Baudrillard’ın çok yerinde bir tespitiyle Foucault, iş işten geçtikten sonra konuştuğu için iş işten geçmeden konuşmaya çalışanlar, 21. yüzyıl toplumlarına isim biçme yarışına girdi. Artık panoptikondaki gibi bireyin gözetiminden ziyade yeni durum bütün bir toplumun gözetimine kaymakta ve buna dair teknikler geliştirilmektedir. Zygmunt Bauman, küreselleşmenin de etkisiyle geliştirilen kitle iletişim teknolojileri yoluyla toplum üzerinde kurulan yeni iktidar mekanizmalarını tanımlamak için Thomas Mathiesen’in “Synopticon” terimine başvururken, Gilles Deleuze da, William Burroughs’un ele aldığı “Denetim Toplumu” kavramına içeriğini vererek bütünleşmiş dünya kapitalizminin beden ve arzuları kontrol altına aldığından bahseder. Bu örnekler Jean Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu”, Stjepan G. Mestrovic’in “Duyguötesi Toplum”u, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” değerlendirmeleri ile çoğaltılabilir.
Byung-Chul Han’ın da disiplin toplumunun ötesinde tanımlamaya çalıştığı “Yorgunluk Toplumu” bu türlü bir kaygının ürünüdür. Han’a göre artık performans adı altında özne üzerinde kurulan tahakküm ortadan kaldırılmış; fakat kişi kendi boyunduruğu altına sokulmuştur. Bir başka deyişle sömüren aynı zamanda sömürülendir ve yaratılan bu sahte özgürlük ortamı ile gelen verimlilik ise kontrol edilemez şiddetli bir yorgunluğu da açığa çıkarmaktadır. Yorgunluk, sanayileşme öncesi toplumlarının en önemli sorunu olan kıtlık ve açlığın sanayileşmeyle aşılmasından sonra performansa dayalı yapılar ile refahın işlev bozukluğu gösterdiği sanayi sonrası toplumlarının ortak sendromu haline gelmiştir. Performansa dayalı bu yorgunluk hali fiziksel olmaktan ziyade sinirseldir; depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite, kişilik bozukluğu ve tükenmişlik sendromu ile gelen patolojik bir manzarayı tayin eder. Bu haliyle de yorgunluk toplumu, deliler ve caniler doğuran disiplin toplumuna nazaran depresif ve mağluplar yaratır.
Her ne kadar bir terim olarak toplum, ilkin 1640’lı yıllarda düzenli bir cemaat içerisinde bulunan insan birlikteliğini tanımlasa da, aradan geçen dört yüzyıla yakın zaman zarfında bu birliktelikler içerisindeki ilişkileri niteleyecek şekilde birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bunların çoğu, toplumsal olanı soyut süreçler üzerinden tahayyül ederken yukarıda kısaca da olsa değinildiği gibi bir kısmı da dönemin güncel kurumları ve ilişki ağları üzerinden topluma somut bir anlam verme çabası içerisine girmişlerdir. Byung-Chul Han’ın çabası da bu minvalde önemli bir değerlendirmedir; şayet toplum diye bir şey varsa.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
Buna göre mekânları normal ve anormal şeklinde birbirinden ayıran disiplin kurumlarının duvarları günümüz toplumlarını açıklayamamakta, performans toplumunun psikolojik ve topolojik değişimlerini tasvir etmekten yoksun kalmaktadır. Yasak ve emirlerin yerini projelerin ve girişimlerin aldığı performans toplumuna değinmeden önce, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için toplumun ve Foucault’un ona kattığı disiplinci yapının ne anlama geldiğine kısaca da olsa değinmek gerekmektedir.
İnsan gruplarının karşılıklı ilişkiler ağıyla bir bütünlük oluşturduğu toplum, kavram olarak da özgül bir tarihsel sürecin ürünüdür. Toplum, ilahi olanın yerine ikame edilerek Aydınlanma dönemi ile dünyevileştirilmiş, kendi kimliğine kavuşturulmuş ve bir birliktelik olarak ele alınmıştır. Tarihi düzçizgisel bir ilerleme şeklinde algılayan Marquis de Condorcet gibi Aydınlanmacılar, toplumu da buna göre tanımlayarak bireylerin yetenek ve kazanımlarını ortaya koydukları toplam gelişme şeklinde görmüşlerdir. Immanuel Kant ile ilerleme, tarihsel süreci tekeli altına alan bir süreç şeklinde görülmeyip bir hedefe yönelme şeklinde algılanmış, Auguste Comte da bu anlayışla endüstriyel toplumu tanımlamıştır. Toplumu organik ve uyumlu bir bütün olarak gören Comte, işbölümünü biyolojik vasıflarından çıkararak toplumsallaştırmış, bireylerin farklılıkları ve yetenekleri üzerinden tekrar tanımlamıştır. Devrimler Çağının çocuğu olan Comte, dönemin siyasi ve entelektüel gelişmelerinin yanında modern olanı özellikle endüstride görmekteydi ve modern toplum da bunun bir ürünü olmalıydı. Karl Marx da toplumu belirli bir üretim ve tarihsel süreçlerin ürünü olarak görmüş; fakat Comte gibi bütün insanların tabi olduğu bütünleşik ve yalın bir yapı şeklinde algılamamıştır. Aksine Marx, toplumu üretim tarzına bağlı iktisadi sınıfların teşkil ettiği bir yapı şeklinde analiz ederek, hâkim toplumsal yapının da egemen sınıfın özel çıkarlarına hizmet ettiğini dile getirmiştir. Dolayısıyla toplum, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfın kitle üzerinde kurduğu kültürel, entelektüel bir tür hegemonya alanıdır ve ağırlıklı olarak da üretim ilişkileri üzerinden şekillendirilir. Michel Foucault da hapishanelerin doğuşunu incelerken tespit ettiği disiplin toplumunun mekanizmaları ile Marx’a itiraz eder. Foucault’a göre Marx, iktidarı klasik egemenlik paradigması üzerinden okumaktadır. Bu egemenlik anlayışı iktidar ile toplumsal alanı birbirinden ayırarak iktidar olanı görünür kılarak zor yolu ile toplumsala hâkim kılmaya çalışır. Oysaki 19. Yüzyıl toplumlarında bakış açısı iktidardan iktidara tabi olanlar yönünde değişmiş; mekânsal ayrıştırma üzerinden gözetim ve buna bağlı kontrol teknikleri ile belirli normlar topluma hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Foucault, disiplin mekanizmalarını teşhir ederken İngiliz hukukçusu Jeremy Bentham’ın Panoptikon’undan büyük ölçüde faydalanmıştır. Mükemmel toplum hayallerinin kurulduğu 18. yüzyılın sonunda Bentham tarafından ortaya atılan panoptikon, bir kişinin herkesi görünmeden izleyebileceği ve iktidarın da kendisine uygulama alanı bulduğu bir mekân şeklinde tasavvur edilmiştir. Gerçekten de, 18. Yüzyılın son çeyreği ile 19. Yüzyılın ilk yarısında Foucault, hapishanelerin yeniden düzenlenmesinde bu temanın esas alındığını belirtir. Bentham’ın bir mimari düşünce olarak sunduğu panoptikon, hiçbir şeyi dışarda bırakmayacak bir bütünlük ilkesi ile okul, yetimhane, hapishane, ıslahevi, ordu, fabrika, vs. kapalı sistemleri disiplin toplumunun aygıtlarına dönüştürmüştür.
Velhasıl günümüz toplumları Foucault’un 19. yüzyıl anlatısı üzerinden işlediği disiplin teknikleriyle açıklanabilecek özelliklere sahip değildir. Jean Baudrillard’ın çok yerinde bir tespitiyle Foucault, iş işten geçtikten sonra konuştuğu için iş işten geçmeden konuşmaya çalışanlar, 21. yüzyıl toplumlarına isim biçme yarışına girdi. Artık panoptikondaki gibi bireyin gözetiminden ziyade yeni durum bütün bir toplumun gözetimine kaymakta ve buna dair teknikler geliştirilmektedir. Zygmunt Bauman, küreselleşmenin de etkisiyle geliştirilen kitle iletişim teknolojileri yoluyla toplum üzerinde kurulan yeni iktidar mekanizmalarını tanımlamak için Thomas Mathiesen’in “Synopticon” terimine başvururken, Gilles Deleuze da, William Burroughs’un ele aldığı “Denetim Toplumu” kavramına içeriğini vererek bütünleşmiş dünya kapitalizminin beden ve arzuları kontrol altına aldığından bahseder. Bu örnekler Jean Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu”, Stjepan G. Mestrovic’in “Duyguötesi Toplum”u, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” değerlendirmeleri ile çoğaltılabilir.
Byung-Chul Han’ın da disiplin toplumunun ötesinde tanımlamaya çalıştığı “Yorgunluk Toplumu” bu türlü bir kaygının ürünüdür. Han’a göre artık performans adı altında özne üzerinde kurulan tahakküm ortadan kaldırılmış; fakat kişi kendi boyunduruğu altına sokulmuştur. Bir başka deyişle sömüren aynı zamanda sömürülendir ve yaratılan bu sahte özgürlük ortamı ile gelen verimlilik ise kontrol edilemez şiddetli bir yorgunluğu da açığa çıkarmaktadır. Yorgunluk, sanayileşme öncesi toplumlarının en önemli sorunu olan kıtlık ve açlığın sanayileşmeyle aşılmasından sonra performansa dayalı yapılar ile refahın işlev bozukluğu gösterdiği sanayi sonrası toplumlarının ortak sendromu haline gelmiştir. Performansa dayalı bu yorgunluk hali fiziksel olmaktan ziyade sinirseldir; depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite, kişilik bozukluğu ve tükenmişlik sendromu ile gelen patolojik bir manzarayı tayin eder. Bu haliyle de yorgunluk toplumu, deliler ve caniler doğuran disiplin toplumuna nazaran depresif ve mağluplar yaratır.
Her ne kadar bir terim olarak toplum, ilkin 1640’lı yıllarda düzenli bir cemaat içerisinde bulunan insan birlikteliğini tanımlasa da, aradan geçen dört yüzyıla yakın zaman zarfında bu birliktelikler içerisindeki ilişkileri niteleyecek şekilde birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bunların çoğu, toplumsal olanı soyut süreçler üzerinden tahayyül ederken yukarıda kısaca da olsa değinildiği gibi bir kısmı da dönemin güncel kurumları ve ilişki ağları üzerinden topluma somut bir anlam verme çabası içerisine girmişlerdir. Byung-Chul Han’ın çabası da bu minvalde önemli bir değerlendirmedir; şayet toplum diye bir şey varsa.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
9 Şubat 2016 Salı
Torunlarının anılarından Mehmet Âkif
"Mehmet Âkif'in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir."
- Hüseyin Cahit Yalçın
Bazı isimlerin büyüklüğü, vefatlarından yüz yıl geçse de kendinden bir şey kaybetmiyor, eksilmiyor. İlginçtir ki yakın dönem siyaseti yahut edebiyatından böyle isimler kalacak mı bilemiyoruz, muallak. Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Erol Güngör, Cemil Meriç, Mehmet Âkif, gibi isimler, sanki gün geçtikçe büyüyor, insanlar gerek kendi içlerindeki gerek memlekete dair düşüncelerindeki eksiklikleri bu isimlerle kapatmaya gayret ediyor. Bazı kesimler bu hâli "eskicilik" oyununa benzetse de kabul etmeliyiz ki zamanında kıymetini bilemediğimiz isimlere çok sonraları ihtiyaç duyabiliyoruz, duyuyoruz. Said Halim Paşa'nın eserleri de böyledir misal, Ahmed Cevdet Paşa'nın da.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı'nı Sefahat'ine almayıp bu eseri millet yazmıştır diyerek askerimize ithaf etmiştir. Marşın yazıldığı zamanlarda kendisinin Taceddin Dergâhı'nda yaşadığını ve sık sık "milletten" birilerinin bu dergâha uğrayıp kendisiyle fikir teatisinde bulunduğunu bazı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Dönemin bir şairi de, milletvekili de, şeyh efendisi de, mimarı da ressamı da dergâha gitmiş, marşın yazılışına ne kadar dahil olmuş tam olarak bilemesek de en azından tahmin edebiliyoruz. Yani marş, birilerinin ısrarla söylediği bir oyundan, bir yarışmadan ibaret değildi. Böyle düşünüp de yazıp katılanlar olabilir lakin Mehmet Âkif Ersoy'daki şiir, marş, millet bilinci şüphesiz ortadadır. "Ben vatan haini miyim ki, peşime polis takıyorlar?" diyerek Mısır'da sürgün hayatı yaşamış olan merhumun cenazesine resmi bir katılım olmamış, mezarı dahi üniversiteli gençler tarafından yaptırılmıştır. Bunda aranacak sebepleri de tarihimiz "görebilene" yazmıştır. Zira tarihin asıl damarı, vicdanlarda atmıştır ve atmaktadır.
Fatih Bayhan, daha evvel Enver Paşa'nın torunu Osman Mayatepek'le konuşmuş ve ortaya önemli bir anı kitabı çıkmıştı: Dedem Enver Paşa. Bu kez Mehmet Âkif'in biri hayatta olan diğeriyse röportajların yapıldığı zamanlarda vefat eden iki torunu Selma Argon ve Ferda Argon'la konuşarak, zorluklarla geçe bir ömrün saklı kalmış hikâyesine ses olmaya çalışmış: Dedem Mehmet Âkif. Hatırlatmakta fayda var ki Timaş Yayınları daha evvel de İsmail Kara imzasıyla bir kitap yayınlamış ve çok büyük bir arşiv açığını kapatmıştı: Elemim Bir Yüreğin Kârı Değil / Mehmet Âkif Albümü. Dedem Mehmet Âkif'de, iki torunun anılarından ve dilinden merhum büyük şairin nasıl bir eş, baba ve dede olduğundan en yakın dostlarına, meşguliyetlerine, ailesinin akıbetine, oğlu Emin'in vefatının ardındaki sırra, ailenin şimdiye kadar hep susmasındaki sebebe kadar birçok konuda kapalı kalan mevzular açıklanıyor. Kitabın sonundaki albüm de şairin mazisine yolculuk babında önemli fotoğraflar barındırıyor.
Torunlarının anlattıkları ve mektuplar vasıtasıyla şunu görüyoruz ki Mehmet Âkif ümidini asla yitirmeyen bir vatanseverdir. Her vatanseverde olduğu gibi bir karamsarlığı vardır fakat daima ümidi de vardır. Selma Argon önemli konulara temas etmiş bu konuda: "Halide Edip bir yerde, "Büyük bir vatansever, bu kadar inanmış olmak çok zor" demiş onun hakkında. Halide Edip karamsarlığa kapılıp, "Amerikan mandasına girelim" demiştir. Cenap Şahabettin'in bir şiiri var, hep okurum. Orada diyor ki, "Bu millet, Balkan Savaşı'ndan, Birinci Dünya Savaşı'ndan perişan çıktı, bu savaşı kazanacağımıza asla inanmıyorum. İnansaydım kellemi dilekçe yapıp kılıcınıza sunardım" diyor. Asla inanmıyor. Fakat dedem o zaman çıkıyor, "İmanımız var" diyor. Dedem bu savaşı kazanacağımıza ve Atatürk'e o kadar inanıyor ki en büyük yazarların, çizerlerin, herkesin kaçıp Milli Mücadele'ye katılmayı düşünmedikleri dönemde dedem şairliği bir tarafa bırakıp öne çıkıyor, Anadolu'ya gidiyor, "Şimdi susmak zamanı değil, haykırmak zamanı. İnsanları uyandırmak lazım." diyor."
Mehmet Âkif'in verdiği vaazlardan evvel özel çalıştığını yine torunlarının dilinden öğrenebiliyoruz bu kitapla. Özellikle seçtiği ayetler, o dönem milleti uyandırmak için neler düşündüğünün birer göstergesi gibi. 19 Teşrinisani 1336 (1920) Cuma günü, Kastomunu'daki camide Âl-i İmran Suresi'nin 118. ayetini okuyor ve tefsirini yapıyor Âkif. Ayet-i şerifin meali şöyle: "Ey iman etmiş olanlar! Sizden olmayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların öfkesi ağızlarından taşmaktadır, kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, şüphesiz size ayetleri açıkladık."
Bir takım avutmalara, uyutmalara, oyunlara, hesaplara aldırış etmeden milleti uyandırmak için sözü elinden geldiğince kullanmış, hatipliğini bu yol üzere yapmış olan büyük şair, bir konuşmasında cemaate şunları söylemiştir: "Avrupalılara, Amerikalılara dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün Cuma olduğu hâlde Kastamonu'nun en şerefli camisinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat bulunuyor!
Sanatla da yakından alakalıymış Mehmet Âkif. Ferda Argon şöyle diyor: "Dedem hem resim hocası tutmuş anneme hem de müzik. Çünkü annem resim yapmayı çok istiyormuş. Ayrıca keman çalmak da istiyormuş. Dedem özellikle bu eğitimleri aldırıyor."
Kitapta Ferda Argon'dan, Mehmet Âkif'in meal çalışmasının da yakılmış olduğunu okuyabiliyoruz. Şöyle diyor Ferda Hanım: "Yakılmış. Onun, vasiyetine aykırı hareket edecek dostları yoktu. Kendi etrafında kendi gibi dostları vardı. Uzun müddet saklamış olabilirler. İşittiğim kadarıyla bir müddet saklanmış. Ancak daha sonra kurulan bir heyetle bu vasiyet yerine getiriliyor. Biz ailesi olarak bu durumdan haberdar değiliz. Ancak gelişmeleri de yakından takip ediyoruz."
Merdivenleri çıkamayan anneannesini sırtına alıp da öylece eve çıkartan Mehmet Âkif, gerektiği zaman yemek de yapar, evi de düzenlermiş. Ailesine çok düşkün olan şairin hayatı, dize dize şiirlerindedir. "Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır / dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır" derken en yakınından uzağına, memleket derdinden uzak olan herkesi kastetmiştir. Bir kez daha ve bir kez daha Âkif'i tanımak, hayatını en yakınlarından okumak için Dedem Mehmet Âkif önemli bir başvuru kitabıdır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Hüseyin Cahit Yalçın
Bazı isimlerin büyüklüğü, vefatlarından yüz yıl geçse de kendinden bir şey kaybetmiyor, eksilmiyor. İlginçtir ki yakın dönem siyaseti yahut edebiyatından böyle isimler kalacak mı bilemiyoruz, muallak. Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Erol Güngör, Cemil Meriç, Mehmet Âkif, gibi isimler, sanki gün geçtikçe büyüyor, insanlar gerek kendi içlerindeki gerek memlekete dair düşüncelerindeki eksiklikleri bu isimlerle kapatmaya gayret ediyor. Bazı kesimler bu hâli "eskicilik" oyununa benzetse de kabul etmeliyiz ki zamanında kıymetini bilemediğimiz isimlere çok sonraları ihtiyaç duyabiliyoruz, duyuyoruz. Said Halim Paşa'nın eserleri de böyledir misal, Ahmed Cevdet Paşa'nın da.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı'nı Sefahat'ine almayıp bu eseri millet yazmıştır diyerek askerimize ithaf etmiştir. Marşın yazıldığı zamanlarda kendisinin Taceddin Dergâhı'nda yaşadığını ve sık sık "milletten" birilerinin bu dergâha uğrayıp kendisiyle fikir teatisinde bulunduğunu bazı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Dönemin bir şairi de, milletvekili de, şeyh efendisi de, mimarı da ressamı da dergâha gitmiş, marşın yazılışına ne kadar dahil olmuş tam olarak bilemesek de en azından tahmin edebiliyoruz. Yani marş, birilerinin ısrarla söylediği bir oyundan, bir yarışmadan ibaret değildi. Böyle düşünüp de yazıp katılanlar olabilir lakin Mehmet Âkif Ersoy'daki şiir, marş, millet bilinci şüphesiz ortadadır. "Ben vatan haini miyim ki, peşime polis takıyorlar?" diyerek Mısır'da sürgün hayatı yaşamış olan merhumun cenazesine resmi bir katılım olmamış, mezarı dahi üniversiteli gençler tarafından yaptırılmıştır. Bunda aranacak sebepleri de tarihimiz "görebilene" yazmıştır. Zira tarihin asıl damarı, vicdanlarda atmıştır ve atmaktadır.
Fatih Bayhan, daha evvel Enver Paşa'nın torunu Osman Mayatepek'le konuşmuş ve ortaya önemli bir anı kitabı çıkmıştı: Dedem Enver Paşa. Bu kez Mehmet Âkif'in biri hayatta olan diğeriyse röportajların yapıldığı zamanlarda vefat eden iki torunu Selma Argon ve Ferda Argon'la konuşarak, zorluklarla geçe bir ömrün saklı kalmış hikâyesine ses olmaya çalışmış: Dedem Mehmet Âkif. Hatırlatmakta fayda var ki Timaş Yayınları daha evvel de İsmail Kara imzasıyla bir kitap yayınlamış ve çok büyük bir arşiv açığını kapatmıştı: Elemim Bir Yüreğin Kârı Değil / Mehmet Âkif Albümü. Dedem Mehmet Âkif'de, iki torunun anılarından ve dilinden merhum büyük şairin nasıl bir eş, baba ve dede olduğundan en yakın dostlarına, meşguliyetlerine, ailesinin akıbetine, oğlu Emin'in vefatının ardındaki sırra, ailenin şimdiye kadar hep susmasındaki sebebe kadar birçok konuda kapalı kalan mevzular açıklanıyor. Kitabın sonundaki albüm de şairin mazisine yolculuk babında önemli fotoğraflar barındırıyor.
Torunlarının anlattıkları ve mektuplar vasıtasıyla şunu görüyoruz ki Mehmet Âkif ümidini asla yitirmeyen bir vatanseverdir. Her vatanseverde olduğu gibi bir karamsarlığı vardır fakat daima ümidi de vardır. Selma Argon önemli konulara temas etmiş bu konuda: "Halide Edip bir yerde, "Büyük bir vatansever, bu kadar inanmış olmak çok zor" demiş onun hakkında. Halide Edip karamsarlığa kapılıp, "Amerikan mandasına girelim" demiştir. Cenap Şahabettin'in bir şiiri var, hep okurum. Orada diyor ki, "Bu millet, Balkan Savaşı'ndan, Birinci Dünya Savaşı'ndan perişan çıktı, bu savaşı kazanacağımıza asla inanmıyorum. İnansaydım kellemi dilekçe yapıp kılıcınıza sunardım" diyor. Asla inanmıyor. Fakat dedem o zaman çıkıyor, "İmanımız var" diyor. Dedem bu savaşı kazanacağımıza ve Atatürk'e o kadar inanıyor ki en büyük yazarların, çizerlerin, herkesin kaçıp Milli Mücadele'ye katılmayı düşünmedikleri dönemde dedem şairliği bir tarafa bırakıp öne çıkıyor, Anadolu'ya gidiyor, "Şimdi susmak zamanı değil, haykırmak zamanı. İnsanları uyandırmak lazım." diyor."
Mehmet Âkif'in verdiği vaazlardan evvel özel çalıştığını yine torunlarının dilinden öğrenebiliyoruz bu kitapla. Özellikle seçtiği ayetler, o dönem milleti uyandırmak için neler düşündüğünün birer göstergesi gibi. 19 Teşrinisani 1336 (1920) Cuma günü, Kastomunu'daki camide Âl-i İmran Suresi'nin 118. ayetini okuyor ve tefsirini yapıyor Âkif. Ayet-i şerifin meali şöyle: "Ey iman etmiş olanlar! Sizden olmayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların öfkesi ağızlarından taşmaktadır, kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, şüphesiz size ayetleri açıkladık."
Bir takım avutmalara, uyutmalara, oyunlara, hesaplara aldırış etmeden milleti uyandırmak için sözü elinden geldiğince kullanmış, hatipliğini bu yol üzere yapmış olan büyük şair, bir konuşmasında cemaate şunları söylemiştir: "Avrupalılara, Amerikalılara dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün Cuma olduğu hâlde Kastamonu'nun en şerefli camisinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat bulunuyor!
Sanatla da yakından alakalıymış Mehmet Âkif. Ferda Argon şöyle diyor: "Dedem hem resim hocası tutmuş anneme hem de müzik. Çünkü annem resim yapmayı çok istiyormuş. Ayrıca keman çalmak da istiyormuş. Dedem özellikle bu eğitimleri aldırıyor."
Kitapta Ferda Argon'dan, Mehmet Âkif'in meal çalışmasının da yakılmış olduğunu okuyabiliyoruz. Şöyle diyor Ferda Hanım: "Yakılmış. Onun, vasiyetine aykırı hareket edecek dostları yoktu. Kendi etrafında kendi gibi dostları vardı. Uzun müddet saklamış olabilirler. İşittiğim kadarıyla bir müddet saklanmış. Ancak daha sonra kurulan bir heyetle bu vasiyet yerine getiriliyor. Biz ailesi olarak bu durumdan haberdar değiliz. Ancak gelişmeleri de yakından takip ediyoruz."
Merdivenleri çıkamayan anneannesini sırtına alıp da öylece eve çıkartan Mehmet Âkif, gerektiği zaman yemek de yapar, evi de düzenlermiş. Ailesine çok düşkün olan şairin hayatı, dize dize şiirlerindedir. "Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır / dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır" derken en yakınından uzağına, memleket derdinden uzak olan herkesi kastetmiştir. Bir kez daha ve bir kez daha Âkif'i tanımak, hayatını en yakınlarından okumak için Dedem Mehmet Âkif önemli bir başvuru kitabıdır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
5 Şubat 2016 Cuma
Guy Standing’in prekaryası yeniden sınıf siyaseti (mi?)
Neoliberal politikalar eşliğinde dünya ölçeğinde işletilen günümüz kapitalizmi, her şeyin merkezine yerleştirdiği rekabet anlayışı ile piyasa kurallarını hayatın her alanına yayarak savunmasız bireylerin yaşamlarını sömürmeye ve denetlemeye imkân veren alternatifsiz bir hayatı seçim şansı bırakmaksızın dayatmaktadır. Politik belirsizliklerle güvenden korkuya, alternatifsiz ve muhalefetsiz bırakılmış yaşam alanlarıyla da umuttan umutsuzluğa evrildiği bu kaotik dünyaya insanlar, tepkilerini çeşitli yollardan -ama doğru; ama yanlış- dile getirerek, hiç de pasif olmadıklarını göstermektedirler. Bu tepkilerle ortaya çıkan 21. yüzyıl hareketleri de, siyaseti sınıf ve statü gruplarının dışında kalan failler ile yeniden düzenlemeye çalışarak iktidar dışı ve muhalefet üstü alanlara taşımaya çalışmaktadırlar.
Yeni kitlesel hareketlerin yükselişinin yanı sıra birçok kesimde de prekarya adıyla yeni bir toplumsal sınıfın ortaya çıktığı yoğun bir şekilde tartışılmış ve farklı tanımlamalar getirilmiştir. Günümüz dünyasında gelişmiş toplumların nüfusunun çoğunluğunu kentliler oluşturmaktadır. Ancak, nüfusun istihdam edildiği alanların endüstriden hizmet sektörüne kayıyor oluşu kentleşmeyle sanayileşme arasındaki süregelen ilişkiyi ters yönde etkilemektedir. Sermayenin dolaşım süreçlerini kentsel mekânlarla ilişkisi üzerinden değerlendiren David Harvey de, kent yaşamının üretim ve idamesinde işin ve emeğin hizmet sektörü içerisinde yeniden tanımlandığına dikkat çekerek çoğunluğunu yarı-zamanlı, örgütsüz ve güvencesizlerin oluşturduğu yeni emek sahibini prekarya olarak tanımlamıştır.
SİYASETİN GELECEĞE DÖNÜŞÜ
Etiketinden liberal Ayşe Buğra da ilgili makalesinde dünyadaki bu gelişmeleri Gezi Parkı Olayları özelinden muhafazakâr bir tutum ile siyasetin geri dönüşü olarak karşılamış ve orta sınıf tahlilleri üzerinden bir prekarya değerlendirmesinde bulunmuştur. Bu değerlendirmesinde Buğra, siyasetin geleceğini etkileme potansiyeli taşıyan prekaryayı çalışan nüfusun çoğunluğu şeklinde tanımlayan Guy Standing’in 2012’de yayınladığı 2014 yılında İletişim Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf” kitabının önemine işaret etmektedir. Prekaryanın tanımlanmasında Guy Standing, Harvey’den farklı olarak onu sınıf siyasetinin devamlılığı içerisinde okuma çabasındadır: “Tarih boyunca bütün önemli hareketler, iyi ya da kötü, sınıf temelliydi.”
Kendi ifadesiyle kitabında da, prekaryayı dünyada henüz oluşum sürecinde olan bir sınıf şeklinde anlatıyordu. Esnek bir emek piyasasında eşitsizliğin giderek artmasına bağlı risk, güvencesizlik ve istikrarsızlığıyla çoğunluğunu kariyeri olmayan, göçmen, geçici işçilerin oluşturduğu küresel ve parçalı bir sınıf. Ayşe Buğra’nın Osman Savaşkan ile hazırladığı ve yine İletişim Yayınları'ndan çıkan “Türkiye’de Yeni Kapitalizm” kitabında yeni sermaye çevreleri karşısında konumlandırabileceği bir sınıf. Böylece bir toplum mühendisliği projesi olarak arkaik sınıf siyaseti, küresel emek piyasasındaki ilişkileri bağlamında yeni bir dil ile tekrardan hayata geçirilebilecekti. Bu şablon, Naom Chomsky’nin getirdiği prekarya tanımlamasına da uygun düşer. Chomsky de, prekaryayı neoliberal politikaların sebebiyet verdiği mevcut sorunların üstesinden gelinmesinde devleti önemli bir unsur olarak gören “Wall Street Eylemleri” ve “Yüzde 99 Hareketi”nden yola çıkarak ele almıştır. Böylesi bir toplumda artık sanayi proletaryasından bahsedilemeyeceğini, klasik burjuva & proleter kavramının yetersiz kaldığını belirten Chomsky, devlet faaliyetlerini belirli biçimlerde (kaynak dağılımı, hakların korunması vs.) yeniden düzenlemeye sevk etmesi için prekaryayı plütonomi sınıfı karşısına yerleştirerek tanımlar.
On sekizinci yüzyılın Aydınlanmacı düşünürlerince dile getirilen ilerlemenin çatışmaya dayalı bir toplum yapısında gerçekleşeceği inancı, sınıf anlayışına merkezi bir yer atfediyordu. Modern dünya ile toplumun daha basit bir evreden daha karmaşık ve gelişmiş bir evreye geçtiği varsayımı, sınıfı siyasallaştırarak toplumsal işbölümünü yansıtan bir kavrama dönüştürmüştür. Burjuva ideologları da, sınıf kavramı ile siyasetlerini aristokrasiye karşı mücadelelerinde gelişmeci toplum kurgusuna göre tanımlayarak meşrulaştırmıştı. Buna göre, ilk sınıflı köleci toplumdan feodal topluma; feodal toplumdan burjuvazinin düzenlediği kapitalist topluma; yani nihai aşamaya ulaşıldığı iddia edilebilecekti. İşçi ideologları, toplumun gelişmesini burjuva toplumu ile sınırlandırmayarak son aşamaya işçi iktidarı ile ulaşılabileceğini öne sürdüler. Böylece iktidar proletarya tarafından ele geçirilip toplum tekrardan düzenlenecek ve ilerleme kaydedilecekti. Buradan da anlaşılacağı üzere işçi ideolojisi, burjuva fikriyatını yadsımamış; aksine onu olumlamış ve ona eklemlenmişti.
TÜRK: KAPİTALİZMİN YIKICI ÖZNESİ
Velhasıl 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyaya Fransız Devriminin gözlüğünden bakan sınıf siyaseti, yavaş yavaş terk edilecekti. Sınıflar arası çatışmayı, ilerlemenin temel belirleyicisi olarak gören siyaset anlayışına en büyük darbe feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmaları içerisinden gelmiştir. Bu tartışmalar, burjuva ideologların ve daha sonrasında Marksistlerin iddia ettiğinin aksine burjuvazinin aristokrasi ile çatışmasından ziyade, zamanını dolduran aristokrasinin burjuvalaştığını göstermişti. Ayrıca, 68 hareketi ile her türlü toplumsal kimlikten ve özdeşlikten kurtulma çabası da, birçok siyasi aktörü sınıflara göre konumlanmak yerine birbirine eşit uzaklıkta duran birçok mücadeleden biri haline getirmişti. Bu mücadeleler yeni bir siyaset arayışının tezahürleriyken, son dönemde prekarya tanımlamalarında ortaya çıkan tartışmalarda sınıf siyasetinin sürdürülme çabası hem arkaik bir tutum hem de sistemi muhalefet eliyle meşrulaştıran art niyetli bir girişimdir. Ayrıca gerek sınıf siyaseti gerekse de yeni kitle hareketleri, kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden doğan güçlerce yıkılacağı düşüncesini paylaşırlar. Dolayısıyla geleceğin toplum tasarımında, sosyalizmin dışında başka bir dünyayı düşünemezler. Oysaki Batı’da gelişerek dünyaya musallat olan şeyin cevheri konusunda bir kavrayışa sahip olduğumuzda göreceğiz ki kapitalizm, dış bir güç tarafından yıkılabilir ve bu yıkıcı özne de Türk’ten başkası değildir.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
Yeni kitlesel hareketlerin yükselişinin yanı sıra birçok kesimde de prekarya adıyla yeni bir toplumsal sınıfın ortaya çıktığı yoğun bir şekilde tartışılmış ve farklı tanımlamalar getirilmiştir. Günümüz dünyasında gelişmiş toplumların nüfusunun çoğunluğunu kentliler oluşturmaktadır. Ancak, nüfusun istihdam edildiği alanların endüstriden hizmet sektörüne kayıyor oluşu kentleşmeyle sanayileşme arasındaki süregelen ilişkiyi ters yönde etkilemektedir. Sermayenin dolaşım süreçlerini kentsel mekânlarla ilişkisi üzerinden değerlendiren David Harvey de, kent yaşamının üretim ve idamesinde işin ve emeğin hizmet sektörü içerisinde yeniden tanımlandığına dikkat çekerek çoğunluğunu yarı-zamanlı, örgütsüz ve güvencesizlerin oluşturduğu yeni emek sahibini prekarya olarak tanımlamıştır.
SİYASETİN GELECEĞE DÖNÜŞÜ
Etiketinden liberal Ayşe Buğra da ilgili makalesinde dünyadaki bu gelişmeleri Gezi Parkı Olayları özelinden muhafazakâr bir tutum ile siyasetin geri dönüşü olarak karşılamış ve orta sınıf tahlilleri üzerinden bir prekarya değerlendirmesinde bulunmuştur. Bu değerlendirmesinde Buğra, siyasetin geleceğini etkileme potansiyeli taşıyan prekaryayı çalışan nüfusun çoğunluğu şeklinde tanımlayan Guy Standing’in 2012’de yayınladığı 2014 yılında İletişim Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf” kitabının önemine işaret etmektedir. Prekaryanın tanımlanmasında Guy Standing, Harvey’den farklı olarak onu sınıf siyasetinin devamlılığı içerisinde okuma çabasındadır: “Tarih boyunca bütün önemli hareketler, iyi ya da kötü, sınıf temelliydi.”
Kendi ifadesiyle kitabında da, prekaryayı dünyada henüz oluşum sürecinde olan bir sınıf şeklinde anlatıyordu. Esnek bir emek piyasasında eşitsizliğin giderek artmasına bağlı risk, güvencesizlik ve istikrarsızlığıyla çoğunluğunu kariyeri olmayan, göçmen, geçici işçilerin oluşturduğu küresel ve parçalı bir sınıf. Ayşe Buğra’nın Osman Savaşkan ile hazırladığı ve yine İletişim Yayınları'ndan çıkan “Türkiye’de Yeni Kapitalizm” kitabında yeni sermaye çevreleri karşısında konumlandırabileceği bir sınıf. Böylece bir toplum mühendisliği projesi olarak arkaik sınıf siyaseti, küresel emek piyasasındaki ilişkileri bağlamında yeni bir dil ile tekrardan hayata geçirilebilecekti. Bu şablon, Naom Chomsky’nin getirdiği prekarya tanımlamasına da uygun düşer. Chomsky de, prekaryayı neoliberal politikaların sebebiyet verdiği mevcut sorunların üstesinden gelinmesinde devleti önemli bir unsur olarak gören “Wall Street Eylemleri” ve “Yüzde 99 Hareketi”nden yola çıkarak ele almıştır. Böylesi bir toplumda artık sanayi proletaryasından bahsedilemeyeceğini, klasik burjuva & proleter kavramının yetersiz kaldığını belirten Chomsky, devlet faaliyetlerini belirli biçimlerde (kaynak dağılımı, hakların korunması vs.) yeniden düzenlemeye sevk etmesi için prekaryayı plütonomi sınıfı karşısına yerleştirerek tanımlar.
On sekizinci yüzyılın Aydınlanmacı düşünürlerince dile getirilen ilerlemenin çatışmaya dayalı bir toplum yapısında gerçekleşeceği inancı, sınıf anlayışına merkezi bir yer atfediyordu. Modern dünya ile toplumun daha basit bir evreden daha karmaşık ve gelişmiş bir evreye geçtiği varsayımı, sınıfı siyasallaştırarak toplumsal işbölümünü yansıtan bir kavrama dönüştürmüştür. Burjuva ideologları da, sınıf kavramı ile siyasetlerini aristokrasiye karşı mücadelelerinde gelişmeci toplum kurgusuna göre tanımlayarak meşrulaştırmıştı. Buna göre, ilk sınıflı köleci toplumdan feodal topluma; feodal toplumdan burjuvazinin düzenlediği kapitalist topluma; yani nihai aşamaya ulaşıldığı iddia edilebilecekti. İşçi ideologları, toplumun gelişmesini burjuva toplumu ile sınırlandırmayarak son aşamaya işçi iktidarı ile ulaşılabileceğini öne sürdüler. Böylece iktidar proletarya tarafından ele geçirilip toplum tekrardan düzenlenecek ve ilerleme kaydedilecekti. Buradan da anlaşılacağı üzere işçi ideolojisi, burjuva fikriyatını yadsımamış; aksine onu olumlamış ve ona eklemlenmişti.
TÜRK: KAPİTALİZMİN YIKICI ÖZNESİ
Velhasıl 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyaya Fransız Devriminin gözlüğünden bakan sınıf siyaseti, yavaş yavaş terk edilecekti. Sınıflar arası çatışmayı, ilerlemenin temel belirleyicisi olarak gören siyaset anlayışına en büyük darbe feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmaları içerisinden gelmiştir. Bu tartışmalar, burjuva ideologların ve daha sonrasında Marksistlerin iddia ettiğinin aksine burjuvazinin aristokrasi ile çatışmasından ziyade, zamanını dolduran aristokrasinin burjuvalaştığını göstermişti. Ayrıca, 68 hareketi ile her türlü toplumsal kimlikten ve özdeşlikten kurtulma çabası da, birçok siyasi aktörü sınıflara göre konumlanmak yerine birbirine eşit uzaklıkta duran birçok mücadeleden biri haline getirmişti. Bu mücadeleler yeni bir siyaset arayışının tezahürleriyken, son dönemde prekarya tanımlamalarında ortaya çıkan tartışmalarda sınıf siyasetinin sürdürülme çabası hem arkaik bir tutum hem de sistemi muhalefet eliyle meşrulaştıran art niyetli bir girişimdir. Ayrıca gerek sınıf siyaseti gerekse de yeni kitle hareketleri, kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden doğan güçlerce yıkılacağı düşüncesini paylaşırlar. Dolayısıyla geleceğin toplum tasarımında, sosyalizmin dışında başka bir dünyayı düşünemezler. Oysaki Batı’da gelişerek dünyaya musallat olan şeyin cevheri konusunda bir kavrayışa sahip olduğumuzda göreceğiz ki kapitalizm, dış bir güç tarafından yıkılabilir ve bu yıkıcı özne de Türk’ten başkası değildir.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
1 Şubat 2016 Pazartesi
Muhatabını arayan yalnızlık
İnsanların çoğunlukla bir toprak parçasına bağlı bulunduğu VII. yüzyılın Avrupa’sında tüccarlar, yersiz-yurtsuz diyebileceğimiz bir sınıfı teşkil ediyordu. Tek başlarına yahut kervanlarla panayır ve şatolarda ticareti sürdüren bu sınıf, maddi çıkarlar peşinde başıboş, sapkın ve serseri bir hayat sürdürmekteydi. Böylesi bir hayat, onları sabit bir yere bağlı olmaktan alıkoyuyordu ve toplum tarafından da tehdit unsuru olarak görülüyor, tasvip edilmiyordu (Cipolla, 2011: 4).
Günümüzde ise bu yersizlik, XI. yüzyıl ile ticaretin farklı bir seyir izlemesine bağlı olarak ortaya çıkan ve daimi mekânları bulunan Ortaçağ fuar sisteminin aksine, “belirli bir yeri bulunmayan fuarlar” sistemini gerçekleştiren Ceneviz kapitalist sınıfını andıran ve kurumsal bir mahiyet kazanan küresel şirketler eliyle işletilmektedir (Arrighi, 2000: 133,134). Varoluşları gereği, nereden baksanız VII. yüzyıldan bugünün dünyasına -aralarında farklılıklar olsa da- belirli bir yerleri bulunmayan bu yapılar, hiçbir ülkenin söz sahibi olmadığı topraklarda, hiçbir kanuna bağlı olmadan ve hiçbir topluma borçlanmadan yaşamayı amaç edinmişlerdir.
Modern dünya ile ekonominin başat bir konuma gelmesi ve belirleyiciliğinin artması, mevcut sistem içerisinde bahsi geçen yapıların önemini artırarak, onlara üst düzeyde statü kazandırmıştır. Alt sınıfların üst sınıflara öykünmesinin bir sonucu olarak da vaktiyle tasvip edilmeyen, hor gülen, kötü gözle bakılan yersizlik/köksüzlük hâli -ahlâken de olumlanarak- özenilir bir hâl almış ve günümüz toplumlarında (Türkiye’de de olduğu gibi) bir kültür olarak yaygınlık kazanmıştır. Dünyada yaşanan gelişmeler eşliğinde yürütülen kırsızlaştırma politikaları ile hızlı şehirleşmenin baş döndürücü sosyal değişimi, insanları yurtsuzlaştırarak kayıtsızlığın sel sularına katıyor. Bir veba salgını gibi her yanımızı saran kayıtsızlık, insanları(mızı) seri üretim makinelerinden çıkma mamuller gibi bencil yaşama tarzı içerisinde irfandan nasibini almamış, feraset yoksunu hedefsiz müsveddeler haline getiriyor.
Böylesi bir dünyadan ve onun şartlarına elverdiği ölçüde uymaya çalışanlar arasından insan, ancak kendini alıkoyarak sıyrılabilir ve kendine dönerek bir şahsiyet inşâsına girişebilir. Bu inşâ, ister istemez bir yalnızlaşmayı da beraberinde getirecektir ve o “yalnız”ın muhatabı bir tek Allah’tır. İşte Cengiz Aydoğdu da yeni kitabı Yalnızlık Muhatab İster’de böylesi bir inşa arayışını, bir ömrün özeti gibi, bizzat yaşadıklarından yola çıkarak konu edinmiştir. İlk kitabı Bize Velvele Düştü’de bize dair olanı daha çok genel hatlarıyla ele alırken, ikinci kitabında iradi olarak ortaya koyduğu suskunluğunun derinliğinde, kendi iç konuşmalarında arıyor. Aydoğdu, herkesin bağırdığı ve kimsenin birbirini duymadığı; ama bağıranların seyredildiği bir konuşamama atmosferinde demlediği yazıları ile sorunun ana kaynağı olarak gördüğü şahsiyet meselesini bir süreklilik fikri içerisinde işliyor. Yunus Emre, Âşık Veysel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör gibi milli çınarların gölgesinde edinilen üslup, dünya görüşü ve insanlık anlayışı; F. Schuon, Octavio Paz, Pierre Emanuelle, Roland Barthes gibi yabancı isimlerden damıtılan düşüncelerle kaynaştırılıyor.
Yeryüzünde hikmet ve irfânın sözü geçmediği, gafletlerin alıp yürüdüğü günümüzde, Sâmiha Ayverdi’nin dediği gibi fikir adamları, her şeyden evvel davası ve imânı doğrultusunda görüş ve tespitlerini umumi efkâra bildirmekle mükelleftir (Ayverdi, 2013: 51). Keza, tevazuyu elden bırakmadan dünyada yerini bilme gayretiyle hareket eden Cengiz Aydoğdu da, bize bahşedilmiş bu kısacık ömrü yaradılışımıza layık ve dolu dolu yaşayabilmek için sağlam bir şahsiyet inşasının imkânlarını sürekli aramaya devam etmemizi salık verir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin söylediği üzere, aramakla bulunmasa da bulanlar yalnız arayanlardır. “Bize düşen bu arayışta samimiyet ve ihlâsı kaybetmemek, kaybeder gibi göründüğümüzde de birbirimizi “ikaz ve ikna”ya gayret etmektir.” (Aydoğdu, 2014: 9)
Yalnızlık Muhatab İster’in nasıl bir okuyucu kitlesine hitap ettiğini “Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz / Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi” mısralarının bizi karşılamasıyla anlıyoruz. Yazar, okuyucuyu bir yolculuğa davet eder; Fethi Gemuhluoğlu’nun dostluk üzerine yaptığı konuşmasında bize hatırlattığı gibi yoldaşsız yola çıkılmaz (Gemuhluoğlu, 2013: 25). Davete icazet ise aşıya sağlam bünye gerektirir; zira herkesten de yoldaş olmaz. Yazarın okuyucu ile çıktığı yolculuk Fuzulî’nin “Kârbân-ı râh-ı tecrîdiz hatar havfın çeküp / Gâhî Mecnûn gâhî ben devr ile nevbet bekleriz.” dizeleri ile biter.
Topluma asalak bir şekilde yaşamayı marifet bilen bir azınlığın dümen suyuna girmeden, tarih boyunca edindiği, kitlelerin de öykündüğü hayat tarzı ve zihniyetine sırt çevirmek, mesuliyetini ayak bastığı toprağın kıymetinde aramaya koyulmayı gerektirir. Bundan gayrısı yalnızlıktır. Herkesin birbirinden farklı olmak için birbirine benzediği bir ortamdan kendini alıkoyarak, kendini bilmek adına kendine dönerek verilecek bir mücadelenin yolculuğunda atılan tohumların filizlendiği muhatabını arayan yalnızlık.
Kaynakça: ARRIGHI Giovanni (2000), Uzun Yirminci Yüzyıl, Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri (Çev: R. Boztemur), Ankara, İmge Kitabevi. AYDOĞDU Cengiz (2014), Yalnızlık Muhatab İster, İstanbul, Ötüken Neşriyat A.Ş. AYVERDİ Sâmiha (2013), O da Bana Kalsın, Röportajlar-Anketler, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı. CIPOLLA, CARLO M. (2011), Neşeli Öyküler (Çev: Tülin Altınova), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. GEMUHLUOĞLU Fethi (2013), Dostluk Üzerine, İstanbul, İz Yayıncılık.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
Günümüzde ise bu yersizlik, XI. yüzyıl ile ticaretin farklı bir seyir izlemesine bağlı olarak ortaya çıkan ve daimi mekânları bulunan Ortaçağ fuar sisteminin aksine, “belirli bir yeri bulunmayan fuarlar” sistemini gerçekleştiren Ceneviz kapitalist sınıfını andıran ve kurumsal bir mahiyet kazanan küresel şirketler eliyle işletilmektedir (Arrighi, 2000: 133,134). Varoluşları gereği, nereden baksanız VII. yüzyıldan bugünün dünyasına -aralarında farklılıklar olsa da- belirli bir yerleri bulunmayan bu yapılar, hiçbir ülkenin söz sahibi olmadığı topraklarda, hiçbir kanuna bağlı olmadan ve hiçbir topluma borçlanmadan yaşamayı amaç edinmişlerdir.
Modern dünya ile ekonominin başat bir konuma gelmesi ve belirleyiciliğinin artması, mevcut sistem içerisinde bahsi geçen yapıların önemini artırarak, onlara üst düzeyde statü kazandırmıştır. Alt sınıfların üst sınıflara öykünmesinin bir sonucu olarak da vaktiyle tasvip edilmeyen, hor gülen, kötü gözle bakılan yersizlik/köksüzlük hâli -ahlâken de olumlanarak- özenilir bir hâl almış ve günümüz toplumlarında (Türkiye’de de olduğu gibi) bir kültür olarak yaygınlık kazanmıştır. Dünyada yaşanan gelişmeler eşliğinde yürütülen kırsızlaştırma politikaları ile hızlı şehirleşmenin baş döndürücü sosyal değişimi, insanları yurtsuzlaştırarak kayıtsızlığın sel sularına katıyor. Bir veba salgını gibi her yanımızı saran kayıtsızlık, insanları(mızı) seri üretim makinelerinden çıkma mamuller gibi bencil yaşama tarzı içerisinde irfandan nasibini almamış, feraset yoksunu hedefsiz müsveddeler haline getiriyor.
Böylesi bir dünyadan ve onun şartlarına elverdiği ölçüde uymaya çalışanlar arasından insan, ancak kendini alıkoyarak sıyrılabilir ve kendine dönerek bir şahsiyet inşâsına girişebilir. Bu inşâ, ister istemez bir yalnızlaşmayı da beraberinde getirecektir ve o “yalnız”ın muhatabı bir tek Allah’tır. İşte Cengiz Aydoğdu da yeni kitabı Yalnızlık Muhatab İster’de böylesi bir inşa arayışını, bir ömrün özeti gibi, bizzat yaşadıklarından yola çıkarak konu edinmiştir. İlk kitabı Bize Velvele Düştü’de bize dair olanı daha çok genel hatlarıyla ele alırken, ikinci kitabında iradi olarak ortaya koyduğu suskunluğunun derinliğinde, kendi iç konuşmalarında arıyor. Aydoğdu, herkesin bağırdığı ve kimsenin birbirini duymadığı; ama bağıranların seyredildiği bir konuşamama atmosferinde demlediği yazıları ile sorunun ana kaynağı olarak gördüğü şahsiyet meselesini bir süreklilik fikri içerisinde işliyor. Yunus Emre, Âşık Veysel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör gibi milli çınarların gölgesinde edinilen üslup, dünya görüşü ve insanlık anlayışı; F. Schuon, Octavio Paz, Pierre Emanuelle, Roland Barthes gibi yabancı isimlerden damıtılan düşüncelerle kaynaştırılıyor.
Yeryüzünde hikmet ve irfânın sözü geçmediği, gafletlerin alıp yürüdüğü günümüzde, Sâmiha Ayverdi’nin dediği gibi fikir adamları, her şeyden evvel davası ve imânı doğrultusunda görüş ve tespitlerini umumi efkâra bildirmekle mükelleftir (Ayverdi, 2013: 51). Keza, tevazuyu elden bırakmadan dünyada yerini bilme gayretiyle hareket eden Cengiz Aydoğdu da, bize bahşedilmiş bu kısacık ömrü yaradılışımıza layık ve dolu dolu yaşayabilmek için sağlam bir şahsiyet inşasının imkânlarını sürekli aramaya devam etmemizi salık verir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin söylediği üzere, aramakla bulunmasa da bulanlar yalnız arayanlardır. “Bize düşen bu arayışta samimiyet ve ihlâsı kaybetmemek, kaybeder gibi göründüğümüzde de birbirimizi “ikaz ve ikna”ya gayret etmektir.” (Aydoğdu, 2014: 9)
Yalnızlık Muhatab İster’in nasıl bir okuyucu kitlesine hitap ettiğini “Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz / Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi” mısralarının bizi karşılamasıyla anlıyoruz. Yazar, okuyucuyu bir yolculuğa davet eder; Fethi Gemuhluoğlu’nun dostluk üzerine yaptığı konuşmasında bize hatırlattığı gibi yoldaşsız yola çıkılmaz (Gemuhluoğlu, 2013: 25). Davete icazet ise aşıya sağlam bünye gerektirir; zira herkesten de yoldaş olmaz. Yazarın okuyucu ile çıktığı yolculuk Fuzulî’nin “Kârbân-ı râh-ı tecrîdiz hatar havfın çeküp / Gâhî Mecnûn gâhî ben devr ile nevbet bekleriz.” dizeleri ile biter.
Topluma asalak bir şekilde yaşamayı marifet bilen bir azınlığın dümen suyuna girmeden, tarih boyunca edindiği, kitlelerin de öykündüğü hayat tarzı ve zihniyetine sırt çevirmek, mesuliyetini ayak bastığı toprağın kıymetinde aramaya koyulmayı gerektirir. Bundan gayrısı yalnızlıktır. Herkesin birbirinden farklı olmak için birbirine benzediği bir ortamdan kendini alıkoyarak, kendini bilmek adına kendine dönerek verilecek bir mücadelenin yolculuğunda atılan tohumların filizlendiği muhatabını arayan yalnızlık.
Kaynakça: ARRIGHI Giovanni (2000), Uzun Yirminci Yüzyıl, Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri (Çev: R. Boztemur), Ankara, İmge Kitabevi. AYDOĞDU Cengiz (2014), Yalnızlık Muhatab İster, İstanbul, Ötüken Neşriyat A.Ş. AYVERDİ Sâmiha (2013), O da Bana Kalsın, Röportajlar-Anketler, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı. CIPOLLA, CARLO M. (2011), Neşeli Öyküler (Çev: Tülin Altınova), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. GEMUHLUOĞLU Fethi (2013), Dostluk Üzerine, İstanbul, İz Yayıncılık.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs