"Şu anda varım ve yaşıyorum, üç dakika sonra bir şey olacağım ama ne olacağım, nerede olacağım, üç dakika sonraki ben kim olacak? İki dakika içinde yanıt bulmayı istediği sorular işte bunlardı... Az sonra başlayacak yeni yaşamın bilinmezlikleri ve bu yaşama karşı duyduğu tiksinti korkunçtu, ama durmamacasına zihnini yoklayan şu düşünce daha korkunçtu: Ölmüyormuşum! Yeniden yaşama dönüyormuşum! Bitip tükenmez bir yaşam! Ve hepsi, olduğu gibi hepsi benim! Ah, bir yüzyıl bile yaşayacak olsam, her anın değerini bilir, tek bir dakikayı bile boşa harcamazdım."
- Fyodor Dostoyevski, Budala
Şair yola çıkan, yolda olan ve bir istikamet tutturmayı göze alandır. Şairin haklılığı yola çıkmaktan gelir. Yol boyunca rastladığı duraklarda soluk alır. Tefekkür karşısında boynu kıldan ince olması gereken şairin düşünceye dair kalesi değil, kaleleri olmalıdır. Elbette bu kalelerden biri şairin hakiki yeri, yurdudur. Şair burada "sakin" olur. Sahip olmaktan çok sakin olmayı şaire sağlayan şey şiirdir. Sahiplikte maddiyat, sakinlikte maneviyat tebarüz eder. İdris Ekinci; ilk şiir kitabı Uyku Kuşu'yla beraber çıktığı yolda, sakinliğe ulaşmış bir şair. Son Üç Dakika, onun ikinci kalesi. Bu kalenin içinde her ne kadar kılıç şakırtıları çınlasa da hemen arkasında bir deniz saklı gibi. Savaştan yorgun düşmüyor ama denize bakmaya da ihtiyaç duyuyor gibi. İdris Ekinci "gece" şairlerinden. Belki de bu yüzden kitabın ilk şiiri Anasır'da "Görseydin, ömrümün kabalarını alarak / poz verecektim arkadaşlara / güneşsizliğe alıştım da yüzümün ağarması ondan" diyor.
"Biricik İsmet Özel'e" diyerek ithafını bitirdiği ilk kitabındaki içtenliği ve konuşkanlığı, bu kitabıyla yenilikler deneyerek gelişiyor. Yeniden kaçmıyor ama yeninin içine de hapsetmiyor kendini Ekinci. Taşrada doğup orada yaşıyor oluşu Ekinci'deki insani hasletlerin şiirine yansımasına da elverişli bir ortam sağlıyor hiç şüphesiz. Burada romantik yahut klasik şair hayreti ve merakından ziyade; şairin içinde kalmak zorunda olduğu ortamın, yaşantının yüklerini omuzlayan dizeler göze, gönle çarpıyor:
"Güzel kafacığım kana kana düşündü de kenarda suretine sarılmış
Duramadın herhâlde bir günü daha yaşadın hayatlarla masallarla
Bense kardeşim ne ağır sözler taşırdım beyefendi kalırdım
Üzerimden çıngılar fırlatarak gülerek dolandığım oyuklardan
Çağlayan kılıfımla oturup aynı frekanstan tozuyan kâğıtlara
Aynı fısıltıdan aynı loşluktan görünmedi alnım."
Üç bölüme ayrılan Son Üç Dakika'nın ilk bölümü "Kapılık Gitmek Diye Bir Oyun" adını taşıyor. Bu bölümün mihenk taşı olarak "Her Gün Haziran Yanığı Her Haziran Soğusun" şiiri dikkat çekiyor. Şairin gövde gösterisi de diyebiliriz. Kendini korumaya çalışan, kendinden ödün vermeyen, kendi kalmaya özen gösteren bir şairin izlenimleri var bu şiirde. Bol fakat yormayan imgeler, güçlü ifadelerle.
"Soğumaya elverişli bir şey hiç uyumsuzluk bulaştırmamaya
Su bile acıtır eğer yaraysa geçtiği yer
Ne fark eder onlar parayla saklanılan odalarda
Ben baya ayrılmış benim olmuş yataklarda
Onun koynundan avucumla su içtim
Ben onun gövdesini kucağım bildim."
İkinci bölüm "Kalan Durağı, Yeni Bekleyişler"de ilk bölüme oranla daha fazla şiir yer alıyor. Bu bölümde Türkçenin verimliliğini elinden geldiğince kullanmaya gayret ediyor şair. Yaşadığı şeyleri hikâyeleştirmeyi, şiirleştirmeyi seven bir şair İdris Ekinci. Bu yüzden şiirlerinde yaşadıklarından ve tanık olduklarından bahsederken gündemi pek umursamıyor, olanı biteni şairliğiyle anlatıyor. Okuyucuya "Senin de fersiz düşer kolların / senin de gönlün kimlere darılır / senin de çıkmaza düşer yolların" diyerek aslında çıktığı yolun ne kadar zorlu olduğunu açıklıyor.
Editörlüğünü yaptığı Aşkar dergisinde şiirlerini okuduğumuz İdris Ekinci'nin fikir yazılarıyla, şiiri hayatının orta yerine oturttuğunu anlayabilmek mümkün. 1990'lı yıllarda İsmet Özel'i tanıdıktan sonra onun şiirlerinin ve yazılarının üzerinde çalışılması, düşünülmesi gereken emekler olduğunu düşünüyor ve emelini belirliyor: İsmet Özel'in omuzladığı yüke, yükdaş olmak. Şair "Gözümün Aydınlığı İsmet Özel Baba" şiirinde, bir önceki kitabı Uyku Kuşu'ndaki "Bir kıblemin olduğunu annemden öğrendim ben" dizesini açıyor ve anlamlandırıyor gibi:
"Barbarlar bir yöne bakarlar
Bizim baktığımız yerde kıblemiz var
Bizi felç tahtalarında küflendirmeyecek
Önüne gelip yüz sürdüğümüz duvar"
Dostlarla yaşanılan şeylerden, anılardan, hatıralardan şiir kurmak oldukça güçtür. İdris Ekinci bunu ustalıkla başarıyor. Bazen kendince öğütler veriyor bu şiirlerde, bazen de dertleşiyor. Bir telefon görüşmesi gibi değil, karşısına dostunu alıp doğrudan muhabbet eder gibi. "Hangi Tarlalardan Niçin?" adlı şiirinde "İrfan, bu zalım seni kandırmasın!" diyerek başladığı şiirindeki "Canım iyi sarıyorsun iyi ağrıyorsun / umulmadık arifelere koşturuyorsun / canım kolunda çantan da olsun / kuluncunda acı da" dizeleri sanki en yakın dostunu evliliğe kaptıracak olmanın sıkıntısına düşmüş bir dostu çağrıştırır gibi. "Evlilik Şarkısı - Önsöz" şiiri ise Hüseyin Akın'ın "Buradan Bakınca Gökyüzü" adlı şiirinden sonra okununca adeta yeni başlayanlar için evlilik dersi gibi oluveriyor. Hüseyin Akın "Az şey değil bir kızı bir babadan çekip almak / bir konup bir havalanmış diye tam tepesinden gökyüzü" derken İdris Ekinci evliliği şöyle tanımlıyor:
"Evliysen yüzünün yarısı hep tetiktedir bilesin
Diğerinde gezinen hep bir güz havası
Değişen bir adamsın eve her döndüğünde
Karının dizlerinde çınlar bir heves narası."
İdris Ekinci'nin bu ikinci şiir kitabı, kurduğu şiirinin fikir yazılarıyla bir bütünlük taşıdığını gözler önüne seriyor. Hayata baktığı noktayı şiirinde farklı, yazılarında farklı gösterenlerden değil şair. Zaten şairin yazılarıyla şiirleri aynı istikamette gitmiyorsa, orada samimiyetten çok uzak bir çalışma söz konusudur. Ekinci ise titiz bir şair. Neyse onu söylüyor, Türkçenin hassasiyetlerinden tüm marifetleriyle yararlanarak.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
SAYFALAR
▼
30 Mayıs 2015 Cumartesi
28 Mayıs 2015 Perşembe
Tohumu saklayan kadındır
Vandana Shiva’nın “Çalınmış Hasat-Küresel Gıda Soygunu” kitabından geleneksel tarım perspektifi bağlamında bir sanayi eleştirisi anlamında bahsetmiştim. Bu kitabı ikinci defa dilime dolamam gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de başörtülü kadınlar bağda bahçede ve kamusal alanda “mustazaf olduklarını” ileri sürerek modernleştiler. Bağda bahçede çalışmayı “kirli işler” alanında kıstırılmışlık şeklinde değerlendirdiler. Kamusal alanda kimlikleriyle mesleklerini yapamamalarını da Cumhuriyet modernleşmesinin tepeden inmeci, inkârcı, tek kimlikli ideoloji ve pratiğinin sonucu gördüler.
Bir anlamda küreselleşme, postmodernizm, ulus devletleri yıkan yeni ekonomi-politik Müslüman kadının “kendi kadın kimliği” için alan açmış oldu. Akli ve sanatsal yeteneklerle ilgili geniş kapsamlı ve müstezaflığı telafiye dönük bir eğitim süreci böyle genelleşti ve normalleşti. Müslüman kadınlar dünyayı gazeteci / yazar / televizyoncu / politikacı gibi kimliklerle dolaştı. Tek başına umre yapan, Hacc eden kadın “kimlikleri” oluştu. Aile mefhumundan bağımsızlaşmış bir “İslâmî kadın kimliği” Müslüman kadının sanatsal, aklî faaliyetlerle “varolmalarını”, “piyasada görünülürlük kazandıran” mesleklerle melez kültürleşmelerini, “başka modernlikler” üretmesini, kamusal alana katılımı engelleyen şartları sorgula(t)mayı önemli saydı. Dolayısıyla “ailesiz kadın” idealleştirmesi, “kendi ayakları üzerinde duran Müslüman kadın” tasavvuru hakkında bir tür adı konmamış “İslamî feminizm” kavramı telaffuzu yapılabilecektir. Vandana Shiva’nın çalışması bu noktada önem kazanıyor.
İşin aslı Müslüman kadını modernite içinde “bağımsızlaştıran”, “kendi kılan”, “kimlik edinimine uğratan” anlayışları şimdiye kadar hep reddettim. Vandana Shıva’nın “ekolojik feminizm” kavramına atıfla kurmak istediği ekonomik-ekolojik çiftçi kadın hareketi Türkiye’de doğarsa buna fikri destek vermem gerektiğini düşünerek bu yazıyı kaleme aldım. Yazımın aşağıdaki bakiyesi Vandana Shiva’nın işaret ettiği hususlara yine onun cümlelerinin yeniden uyarlamasıyla kaleme alındı. Bu nedenle yazı büyük oranda Vandana Shiva’nın sayılmalıdır.
Endüstri bir “tecavüz et kaç” uygulamasıdır. Tarımda ihracat mantığının ağırlık kazanmasıyla birlikte yüzyıllardır koruduğumuz ekolojik sermayemiz ihraç ediliyor. Dev mezbahalar ve hayvan fabrikaları geleneksel hayvancılık ekonomisinin yerini alıyor. Sığırlar kesilip etleri ihraç edilirken, küçük çiftçi ve küçük çiftliklere sağladığı yenilenebilir enerji ve gübre de bununla birlikte ihraç edilmektedir. Gördüğümüz şey, bir avuç büyük şirketin tüm gıda zincirini kontrol altına alarak diğer alternatifleri yok ettiği bir gıda totalitarizminin doğuşudur. Böylece insanların ekolojik olarak üretilmiş çeşitli ve güvenli gıdaya erişimi engellenmektedir. Bu gıda totalitarizmi ancak gıda sisteminin demokratikleştirilmesini hedefleyen büyük yurttaş hareketleriyle durdurulabilir.
Endüstrinin büyümesinden en çok ve özellikle kadınlar etkilenmektedir. Kadınların ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında önemli bağlantılar vardır. Kadınların ve doğanın sömürülmesi birlikte gerçekleşir. Kadın, toprağın ve hayvanların endüstri karşısında silikleşmesi ile kendi varlığını inşa edecek ekonomik-kültürel zeminini kaybetmiştir. Kültür’ün “ekin” ile ilintisi nedeniyle kadın “toprak-sığır”dan bağımsızlaşamaz. Sığırını kaybetmiş bir kültürün tohum ve gıdayı da kaybetmesi kaçınılmaz olacaktır. Tarım dünyası hem maddi hem kavramsal olarak sürdürülebilirliğini sığırın bütünlüğü üzerine kurmuş ve onu dokunulmaz kabul etmiştir. Sığır, zengin gıda sistemlerinin anasıdır. Müslümanlar yılın hemen bütün aylarında et yemeden yaşayabilecekleri bir hayat kurmuşlardır. Ancak Allah insanların ineği “put” sayıp tapınmamaları için kurbanı farz kılmıştır.
İslam vahyi bir ayette hayvanların asli konumunu “binek” ve ikincil konumunu “et” ihtiyacına hasretmiştir: “Ve onları kendilerine zebun etmişiz de hem onlardan binidleri var, hem de onlardan yiyorlar” (36 Yasin 72). Bir başka ayette hayvanlardan elde edilen faydaları asli saymış, et üretimini ikincil kabul etmiştir: “Ve hayvanlar; onları da O, yarattı. Sizin için onda, koruyan şeyler ve menfaatler (faydalar) vardır. Ve de ondan (hayvanlardan) yersiniz” (16 Nahl 5). Sığırın korunmasının ardında ekolojik ve ekonomik bir mantık vardır. Bu nedenle bir hadiste “dünya inek ve balığın üstündedir” denmiştir. İktisadın temel figürü sığırdır. Sığır, endüstriyel kent toplumuna gelmez. Bediüzzaman, “öküz ve balık” meselesine şaşırtıcı bir izah getirmiştir.
Ondördüncü Lema’da Refet Bey’in Sevr (Öküz) ve hûta (Balık) hakkında bilimsel bilgi ile çelişen rivayete dair sorusuna şöyle cevap verir: “Sorunuzda diyorsunuz ki: Hocalar diyorlar: Arz yani dünya öküz ve balık üstünde duruyor. Hâlbuki arz, muallâkta (boşlukta) bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var ne de balık! (…) Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren insanların hayat sebebi olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omzundadır. Dünyaya vekil tayin edilen iki melek hem kumandan, hem nazır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nevine bir münasebet yönleri bulunmak lazımdır.” Ürün artıklarını ve ekilmemiş arazileri kullanan sığırlar besin için insanlarla rekabet etmezler. Tarlalar için organik gübre temin ederler ve gıda verimliliğini artırırlar. İslam ineği putlaştırmaz ama onu ete dayalı bir kültüre indirgemez.
Hayvanların et’e dönüştürülmesi kadının iğfal edilmesidir. Sığır, tezek enerjisi, giysi kaynağıdır. Toprağın endüstriyel giysi için özgülenmesini (pamuk üretimine tahsisi) insanlığı açlığa sürüklemiştir. Oysa hayvanların yünü ve derisi giysinin hammaddesidir. Sığır ve koyunun sağladığı bu katkı, hayvanların sütünü sağan, sütten peynir/yoğurt/tereyağı yapan, tezek toplayan, onları besleyen, yününü kırpan ve dokuyan (halı-kilim), ören (kazak-hırka), derisini işleyen, onları besleyen, gerektiğinde tedavi eden kadınların emeği sayesinde mümkün olur. Kadınlar kalifiye bir hayvancılık uzmanı olmalarının yanında geleneksel mandıracılıkta da ustadır. Hint sığırı sağladığı gıdadan altı kat fazlasını tüketen endüstriyel ABD sığırlarının aksine tükettiğinden daha fazla besin üretir.
Hint sığırı her sene 700 milyon ton geri kazanılabilir gübre üretir; bunun yarısı yakıt olarak kullanılır. Bu yakıt, hepsi de Hindistan için kıt birer kaynak olan 27 milyon ton gazyağı, 35 milyon ton kömür, 68 milyon ton oduna eşdeğerdir. Diğer yarısı ise gübre olarak kullanılır. Hindistan’da yaklaşık 80 milyon sığırdan elde edilen tezek kırsal enerji ihtiyacının üçte ikisini karşılar. Hindistan’ın tarımsal hayvan enerjisinin modern enerji kaynaklarıyla ikame edilmesi için her yıl 1 milyar dolarlık Petro-gaz harcaması gerekir. Sığırın çok çeşitli faydalarına dayalı olan bu son derece verimli gıda sistemi verimlilik ve kalkınma adına tasfiye edilmiştir. Endüstri toplumun ve tekno-uygarlığın araçları hayvan-toprak ilişkisini tasfiye ederek otomobil-beton/asfalt ilişkisine dönüştürmüştür.
Tarımın endüstriyelleşmesi tarımın asli gübre kaynağını yenilenebilir organik girdilerden (hayvansal gübre, tezek) yenilenemez kimyasal girdilere doğru kaydırmıştır. Temel gıda üretiminde hem sığırı ve hem de kadınların sığırlar üzerindeki emeğini değersizleştirmiştir. Batı endüstrisi, Batı dışı dünya kadınlarının mandıra kültürünü yok etmekle kalmamış, kadının toprak/sığır/mandıracılıktaki rolünü de tasfiye etmiştir. Kadınların sığır ve koyunun beslenmesi ve sütün işlenmesindeki geleneksel rolleri erkeklerin ve makinelerin eline geçmektedir. Geleneksel tarım sisteminde sığır, insanların tüketmedikleriyle beslenir. Ürünlerin saplarını, meralardaki ve tarla kenarlarındaki otları yer. Hayvancılık endüstrisi gibi rekabetçi bir modelde tane tahıl, insanlardan alınıp yoğun yem olarak hayvanlara verilir.
Kadını çiftçilik ve hayvancılıktan uzaklaştıran endüstriyel sistem gıdayı da et tüketimine dönüştürmüştür. Et ihracı yalnızca hayvan nüfusunun azalmasına sebep olmamakta, pek çok sığır ve tahıl türünün de yok olmasına yol açmaktadır. Gıda sistemindeki “erkekleşme” meraların yem bitkisi için kapatılmasına neden olmaktadır. Dünyadaki açlığın sebebi insanlığın protein ihtiyacının “erkekleştirilmesi”dir. Protein ihtiyacı etten karşılanmaktadır. Hayvan varlığının yukarıda zikrettiğimiz faydalar için değil et için kullanılması topraksızları, yoksul sınıfları ve kadınları olumsuz etkilemektedir.
Hayvancılık ve tarımda işgücünün neredeyse %90’ı kadınlardır. Sığırların kırsal ekonomiye bedelsiz olarak sağladığı enerjiyi ikame ederken Petro-gazı; toprağın verimini artırırken de gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu ithal etmek kaçınılmazdır. Enerji, gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu elde etmeye çalışan kalkınma düşü Batı-dışı halkları Batı’nın endüstriyel kapitalizmine borçlanmaya zorlamaktadır. Yani hayvan ihracı Hindistan için 10 milyon rupi kazandırırken hayvan varlığının yok edilmesi 150 milyon rupiye mal olmaktadır. Bu oranlama Türkiye için de benzerdir. Hindistan’da Al-Kabeer mezbahası her sene 182.400 sığır kesmektedir. Bunların dışkısı her biri beş kişilik 90.000 Hint ailesinin yakıt ihtiyacını karşılayacak miktardadır.
Bu yakıtı ikame etmek için Hindistan Hükümeti yüz milyonlarca rupi değerinde gazyağı ithal etmektedir. Geçerli olan yegane bilginin sadece Batılı endüstriyel yetiştiricilerin bilgisi olduğu ve bunların sahip olduğu bilginin tüm diğer bilgi sahiplerinin (yerli sığır ve koyun yetiştiricilerinin), çiftçilerin, kadınların ve hayvanların bilgisinin yerini alması gerektiği doğru değildir. Endüstriyel toplumun gıda, tarım, hayvan politikaları sürdürülemez sonuçlar getirmiştir. Endüstri sömürgeciliktir.
Doğanın ve bereketi üreten kadının “aşağılanması”, iğfal edilmesi, zihni melekelerinin çalınması endüstrinin iğfal zihniyetinin sonucudur. Endüstri tabiata ve kadına ataerkil tahakkümü dayatmaktadır. Geleneksel kadın büyükannelerinin bilgi ve erdemini koruyarak kendini tabiat içinde ekonomik ve ekolojik olarak hürleştirmişti. Günümüz kadını büyükannelerinin yaşamın devam ettirilmesi konusundaki bilgi ve erdemlerini korumak ile küresel şirketlerin pek çok canlı türünü yok oluşa sürüklenmesine, kârlı gördüklerini sakatlayıp işkenceden geçirmesine, dünyanın ve dünya üzerinde yaşayan toplulukların sağlık ve huzurlarının altını oymasına izin vermek arasında bir tercih yapmak zorundadır.
Tohumu saklayan kadındır. Geleneksel gıda sisteminde tohum, yaşamın soluğudur. Şiddet içermeyen tarım için tarıma endüstri, kimyasal gübre uygulamalarına son vermek gerekmektedir. Ekofeminist bir kadın hareketi sığırı “et makinesi” olmaktan kurtararak kadını da kurtarmanın yollarını teklif edebilir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
Bir anlamda küreselleşme, postmodernizm, ulus devletleri yıkan yeni ekonomi-politik Müslüman kadının “kendi kadın kimliği” için alan açmış oldu. Akli ve sanatsal yeteneklerle ilgili geniş kapsamlı ve müstezaflığı telafiye dönük bir eğitim süreci böyle genelleşti ve normalleşti. Müslüman kadınlar dünyayı gazeteci / yazar / televizyoncu / politikacı gibi kimliklerle dolaştı. Tek başına umre yapan, Hacc eden kadın “kimlikleri” oluştu. Aile mefhumundan bağımsızlaşmış bir “İslâmî kadın kimliği” Müslüman kadının sanatsal, aklî faaliyetlerle “varolmalarını”, “piyasada görünülürlük kazandıran” mesleklerle melez kültürleşmelerini, “başka modernlikler” üretmesini, kamusal alana katılımı engelleyen şartları sorgula(t)mayı önemli saydı. Dolayısıyla “ailesiz kadın” idealleştirmesi, “kendi ayakları üzerinde duran Müslüman kadın” tasavvuru hakkında bir tür adı konmamış “İslamî feminizm” kavramı telaffuzu yapılabilecektir. Vandana Shiva’nın çalışması bu noktada önem kazanıyor.
İşin aslı Müslüman kadını modernite içinde “bağımsızlaştıran”, “kendi kılan”, “kimlik edinimine uğratan” anlayışları şimdiye kadar hep reddettim. Vandana Shıva’nın “ekolojik feminizm” kavramına atıfla kurmak istediği ekonomik-ekolojik çiftçi kadın hareketi Türkiye’de doğarsa buna fikri destek vermem gerektiğini düşünerek bu yazıyı kaleme aldım. Yazımın aşağıdaki bakiyesi Vandana Shiva’nın işaret ettiği hususlara yine onun cümlelerinin yeniden uyarlamasıyla kaleme alındı. Bu nedenle yazı büyük oranda Vandana Shiva’nın sayılmalıdır.
Endüstri bir “tecavüz et kaç” uygulamasıdır. Tarımda ihracat mantığının ağırlık kazanmasıyla birlikte yüzyıllardır koruduğumuz ekolojik sermayemiz ihraç ediliyor. Dev mezbahalar ve hayvan fabrikaları geleneksel hayvancılık ekonomisinin yerini alıyor. Sığırlar kesilip etleri ihraç edilirken, küçük çiftçi ve küçük çiftliklere sağladığı yenilenebilir enerji ve gübre de bununla birlikte ihraç edilmektedir. Gördüğümüz şey, bir avuç büyük şirketin tüm gıda zincirini kontrol altına alarak diğer alternatifleri yok ettiği bir gıda totalitarizminin doğuşudur. Böylece insanların ekolojik olarak üretilmiş çeşitli ve güvenli gıdaya erişimi engellenmektedir. Bu gıda totalitarizmi ancak gıda sisteminin demokratikleştirilmesini hedefleyen büyük yurttaş hareketleriyle durdurulabilir.
Endüstrinin büyümesinden en çok ve özellikle kadınlar etkilenmektedir. Kadınların ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında önemli bağlantılar vardır. Kadınların ve doğanın sömürülmesi birlikte gerçekleşir. Kadın, toprağın ve hayvanların endüstri karşısında silikleşmesi ile kendi varlığını inşa edecek ekonomik-kültürel zeminini kaybetmiştir. Kültür’ün “ekin” ile ilintisi nedeniyle kadın “toprak-sığır”dan bağımsızlaşamaz. Sığırını kaybetmiş bir kültürün tohum ve gıdayı da kaybetmesi kaçınılmaz olacaktır. Tarım dünyası hem maddi hem kavramsal olarak sürdürülebilirliğini sığırın bütünlüğü üzerine kurmuş ve onu dokunulmaz kabul etmiştir. Sığır, zengin gıda sistemlerinin anasıdır. Müslümanlar yılın hemen bütün aylarında et yemeden yaşayabilecekleri bir hayat kurmuşlardır. Ancak Allah insanların ineği “put” sayıp tapınmamaları için kurbanı farz kılmıştır.
İslam vahyi bir ayette hayvanların asli konumunu “binek” ve ikincil konumunu “et” ihtiyacına hasretmiştir: “Ve onları kendilerine zebun etmişiz de hem onlardan binidleri var, hem de onlardan yiyorlar” (36 Yasin 72). Bir başka ayette hayvanlardan elde edilen faydaları asli saymış, et üretimini ikincil kabul etmiştir: “Ve hayvanlar; onları da O, yarattı. Sizin için onda, koruyan şeyler ve menfaatler (faydalar) vardır. Ve de ondan (hayvanlardan) yersiniz” (16 Nahl 5). Sığırın korunmasının ardında ekolojik ve ekonomik bir mantık vardır. Bu nedenle bir hadiste “dünya inek ve balığın üstündedir” denmiştir. İktisadın temel figürü sığırdır. Sığır, endüstriyel kent toplumuna gelmez. Bediüzzaman, “öküz ve balık” meselesine şaşırtıcı bir izah getirmiştir.
Ondördüncü Lema’da Refet Bey’in Sevr (Öküz) ve hûta (Balık) hakkında bilimsel bilgi ile çelişen rivayete dair sorusuna şöyle cevap verir: “Sorunuzda diyorsunuz ki: Hocalar diyorlar: Arz yani dünya öküz ve balık üstünde duruyor. Hâlbuki arz, muallâkta (boşlukta) bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var ne de balık! (…) Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren insanların hayat sebebi olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omzundadır. Dünyaya vekil tayin edilen iki melek hem kumandan, hem nazır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nevine bir münasebet yönleri bulunmak lazımdır.” Ürün artıklarını ve ekilmemiş arazileri kullanan sığırlar besin için insanlarla rekabet etmezler. Tarlalar için organik gübre temin ederler ve gıda verimliliğini artırırlar. İslam ineği putlaştırmaz ama onu ete dayalı bir kültüre indirgemez.
Hayvanların et’e dönüştürülmesi kadının iğfal edilmesidir. Sığır, tezek enerjisi, giysi kaynağıdır. Toprağın endüstriyel giysi için özgülenmesini (pamuk üretimine tahsisi) insanlığı açlığa sürüklemiştir. Oysa hayvanların yünü ve derisi giysinin hammaddesidir. Sığır ve koyunun sağladığı bu katkı, hayvanların sütünü sağan, sütten peynir/yoğurt/tereyağı yapan, tezek toplayan, onları besleyen, yününü kırpan ve dokuyan (halı-kilim), ören (kazak-hırka), derisini işleyen, onları besleyen, gerektiğinde tedavi eden kadınların emeği sayesinde mümkün olur. Kadınlar kalifiye bir hayvancılık uzmanı olmalarının yanında geleneksel mandıracılıkta da ustadır. Hint sığırı sağladığı gıdadan altı kat fazlasını tüketen endüstriyel ABD sığırlarının aksine tükettiğinden daha fazla besin üretir.
Hint sığırı her sene 700 milyon ton geri kazanılabilir gübre üretir; bunun yarısı yakıt olarak kullanılır. Bu yakıt, hepsi de Hindistan için kıt birer kaynak olan 27 milyon ton gazyağı, 35 milyon ton kömür, 68 milyon ton oduna eşdeğerdir. Diğer yarısı ise gübre olarak kullanılır. Hindistan’da yaklaşık 80 milyon sığırdan elde edilen tezek kırsal enerji ihtiyacının üçte ikisini karşılar. Hindistan’ın tarımsal hayvan enerjisinin modern enerji kaynaklarıyla ikame edilmesi için her yıl 1 milyar dolarlık Petro-gaz harcaması gerekir. Sığırın çok çeşitli faydalarına dayalı olan bu son derece verimli gıda sistemi verimlilik ve kalkınma adına tasfiye edilmiştir. Endüstri toplumun ve tekno-uygarlığın araçları hayvan-toprak ilişkisini tasfiye ederek otomobil-beton/asfalt ilişkisine dönüştürmüştür.
Tarımın endüstriyelleşmesi tarımın asli gübre kaynağını yenilenebilir organik girdilerden (hayvansal gübre, tezek) yenilenemez kimyasal girdilere doğru kaydırmıştır. Temel gıda üretiminde hem sığırı ve hem de kadınların sığırlar üzerindeki emeğini değersizleştirmiştir. Batı endüstrisi, Batı dışı dünya kadınlarının mandıra kültürünü yok etmekle kalmamış, kadının toprak/sığır/mandıracılıktaki rolünü de tasfiye etmiştir. Kadınların sığır ve koyunun beslenmesi ve sütün işlenmesindeki geleneksel rolleri erkeklerin ve makinelerin eline geçmektedir. Geleneksel tarım sisteminde sığır, insanların tüketmedikleriyle beslenir. Ürünlerin saplarını, meralardaki ve tarla kenarlarındaki otları yer. Hayvancılık endüstrisi gibi rekabetçi bir modelde tane tahıl, insanlardan alınıp yoğun yem olarak hayvanlara verilir.
Kadını çiftçilik ve hayvancılıktan uzaklaştıran endüstriyel sistem gıdayı da et tüketimine dönüştürmüştür. Et ihracı yalnızca hayvan nüfusunun azalmasına sebep olmamakta, pek çok sığır ve tahıl türünün de yok olmasına yol açmaktadır. Gıda sistemindeki “erkekleşme” meraların yem bitkisi için kapatılmasına neden olmaktadır. Dünyadaki açlığın sebebi insanlığın protein ihtiyacının “erkekleştirilmesi”dir. Protein ihtiyacı etten karşılanmaktadır. Hayvan varlığının yukarıda zikrettiğimiz faydalar için değil et için kullanılması topraksızları, yoksul sınıfları ve kadınları olumsuz etkilemektedir.
Hayvancılık ve tarımda işgücünün neredeyse %90’ı kadınlardır. Sığırların kırsal ekonomiye bedelsiz olarak sağladığı enerjiyi ikame ederken Petro-gazı; toprağın verimini artırırken de gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu ithal etmek kaçınılmazdır. Enerji, gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu elde etmeye çalışan kalkınma düşü Batı-dışı halkları Batı’nın endüstriyel kapitalizmine borçlanmaya zorlamaktadır. Yani hayvan ihracı Hindistan için 10 milyon rupi kazandırırken hayvan varlığının yok edilmesi 150 milyon rupiye mal olmaktadır. Bu oranlama Türkiye için de benzerdir. Hindistan’da Al-Kabeer mezbahası her sene 182.400 sığır kesmektedir. Bunların dışkısı her biri beş kişilik 90.000 Hint ailesinin yakıt ihtiyacını karşılayacak miktardadır.
Bu yakıtı ikame etmek için Hindistan Hükümeti yüz milyonlarca rupi değerinde gazyağı ithal etmektedir. Geçerli olan yegane bilginin sadece Batılı endüstriyel yetiştiricilerin bilgisi olduğu ve bunların sahip olduğu bilginin tüm diğer bilgi sahiplerinin (yerli sığır ve koyun yetiştiricilerinin), çiftçilerin, kadınların ve hayvanların bilgisinin yerini alması gerektiği doğru değildir. Endüstriyel toplumun gıda, tarım, hayvan politikaları sürdürülemez sonuçlar getirmiştir. Endüstri sömürgeciliktir.
Doğanın ve bereketi üreten kadının “aşağılanması”, iğfal edilmesi, zihni melekelerinin çalınması endüstrinin iğfal zihniyetinin sonucudur. Endüstri tabiata ve kadına ataerkil tahakkümü dayatmaktadır. Geleneksel kadın büyükannelerinin bilgi ve erdemini koruyarak kendini tabiat içinde ekonomik ve ekolojik olarak hürleştirmişti. Günümüz kadını büyükannelerinin yaşamın devam ettirilmesi konusundaki bilgi ve erdemlerini korumak ile küresel şirketlerin pek çok canlı türünü yok oluşa sürüklenmesine, kârlı gördüklerini sakatlayıp işkenceden geçirmesine, dünyanın ve dünya üzerinde yaşayan toplulukların sağlık ve huzurlarının altını oymasına izin vermek arasında bir tercih yapmak zorundadır.
Tohumu saklayan kadındır. Geleneksel gıda sisteminde tohum, yaşamın soluğudur. Şiddet içermeyen tarım için tarıma endüstri, kimyasal gübre uygulamalarına son vermek gerekmektedir. Ekofeminist bir kadın hareketi sığırı “et makinesi” olmaktan kurtararak kadını da kurtarmanın yollarını teklif edebilir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
27 Mayıs 2015 Çarşamba
Vatan insanın baba ocağıdır
"Şair, milletinin kalbidir. Atan nabzı, çarpan yüreğidir."
- Sezai Karakoç
"He lan bir Türkiye derim başka bir şey söylemem."
- İsmet Özel
Neden yaşayan bu iki büyük şairin bir cümle ve bir dizesiyle başlamayı tercih ettim? Çünkü bir kuşak bu iki büyük şairi keşfetmeyi Osman Özbahçe'ye borçludur. Bunu kendisinin hem öğrencilerinden hem de çalışmalarından gayet iyi biliyoruz. Modern Türk şiirini yatay bir çizgi olarak kabul edip bu çizgiye dört tane de dikey çizgi çeken Özbahçe, izlenmesi gereken şairleri şöyle belirler: Mehmet Âkif, Orhan Veli, Sezai Karakoç ve İsmet Özel. Bu dört şairi şiirimizin demirbaşları olarak görür ve şöyle der: "İsmet Özel'le birlikte, Sezai Karakoç'la başlayan bir şey bitmiştir (II. Yeni). Bu anlamda şiiri hâlâ süren tek büyük şair İsmet Özel'dir. İkinci defası da şu: Sezai Karakoç'la başlayan modern şiirimiz, en önemli ivmeyi İsmet Özel'le kazanmıştır; en büyük adımını İsmet Özel'le atmıştır; çünkü II. Yeni'nin en iyi okuyucusu ve en iyi eleştirmeni İsmet Özel'dir."
En başta gençlerin, sonrasındaysa şiirle uğraşan, hayatının önemli bir yerine şiiri koymuş olanların ve şairlerin muhakkak okuması gereken kitapları yazmıştır Özbahçe: Sağlam Şiir (2006), Kural Dışı (2007), Modern Şiirimizin Kökleri (2008) ve Analiz (2013). Bu kitapları izleyecek bir okuyucu sırasıyla Tanzimat'tan bu yana sanatımızdaki kültür kodlarının değişimini ve bu değişimin yalnızca değiştirenleri zafere götürüp bizi bir arada derede bıraktığını, şairin milletinin akıbeti konusunda en önce söz alması gereken şahsiyet olması gerektiğini ve fakat bunun unutturulduğunu, geleneklerimize sahip çıkarak şiirimizde bir sıçrama gerçekleştirebilmemiz için evvela modern şiirimizin ana damarlarının iyice tespit edilebilmesi gerektiğini ve son olarak da modernleşmenin, teknolojinin, yaşadığımız dünyanın şiirimiz üzerindeki tesirini sağlam bir şekilde öğrenebilecektir. Osman Özbahçe hem bir şair hem de bir eleştirmen olarak Türk şiiri üzerine bakışını daima Türkiye gözlüğüyle, millet olma-olabilme emeliyle atmıştır, atmaktadır.
İşte fakirin önereceği kitap da hem yazının girişindeki alıntıları hem de şiirimizin yeniden ayağa kalkmasını mesele edinen bir kitap. 2007 yılından 2012 yılına kadar Dergâh, Yedi İklim, Karagöz, Edebiyat Ortamı, Aşkar ve Ücra dergilerinde bölümler hâlinde gözlemlenen Osman Özbahçe'nin "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiiri, 2012 sonbaharında Ebabil Yayınları tarafından Türkiye Kitabı adıyla yayımlandı. Kitap Türkiye'ye baba ekseninden bakıyor. Parça parça yazılmış şiirler bütün olma derdi taşımazken, bazen bir roman bazen de belgesel misali bir çocuğun ilk kahramanı nasıl babasıysa, son kahramanının da babası yani ülkesi olduğunu gösteriyor. Türkçenin sınırlarını yaklaşık 20 yıldır kendi üslubuyla hırpalamış ve şiir okuyucusuna Türkiye Kitabı'yla birlikte 4 şiir kitabı miras bırakmış olan Özbahçe'nin bu kitabında genç şairler için örnek alınması gereken bir titizlik var. Şöyle ki bir şairin üslubu ister inziva hayatını yaşamayı ister günceli takip etmeyi tercih etsin muhakkak değişir. Bir yılda değişmezse üç yılda değişir, üç yılda değişmezse beş yılda muhakkak değişir. Lakin 5 yıl boyunca yayımlanan parçalardan bir bütüne varan kitapta bunu yakalamak mümkün olmuyor. Burada şüphesiz bir formül yatıyor. Bu formül de Özbahçe'nin en başta fakirin zikrettiği gibi Türk şiirinin köklerine olan hakimiyetiyle alakalı. Misal tanbur, çok zor icra edilen bir enstrümandır. Onu tutmayı öğrenmek ayrı bir eğitim sürecidir. Tutmayı ve perdeler arasındaki geçişleri kavrayan bir müzisyen eğer bir hocayla da meşk edebilirse tanbur hakimiyetini 3-5 yıl aralığında saz semaisi çalabilecek kıvama getirir. Özbahçe şiirimizi esas yerinden tuttuğu ve şiirimizdeki geçiş noktalarını çok iyi tespit ettiği için Türkiye Kitabı tam manasıyla bir evladiyelik kitap.
Türkiye Kitabı'nı oluşturan "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiirinin her bir parçası, altı çizilecek dizeler görmek isteyen günümüz "popüler" şiir okuyucusunu hüsrana uğratıyor. Bu yüzden ilk sayfada "Hayatım kısacık bir yalnızlıktı / her noktasında / gerisingeri", devamında "Yalnızlığıma Allah / yalnızlığıma devlet / yalnızlığıma babam" ve son olarak "Nazlı bir bayrak dalgalanırdı / yalnızlığımın üstünde kıpkırmızı" dizeleri bu tip şiir okuyucusuna umut verebilir. Oysa kitap hem şairin hem ülkesinin özel hayatını; bir tarih kitabıymış gibi aşikar ediyor; diğer yandan da bir coğrafya kitabıymış gibi harita hâline getiriyor. Günümüz siyaseti, edebiyat ortamı, şair, ailesi, çevresi ve şiir uğruna akıp giden her şey bir "baba" üzerinden şiirlere sirayet ediyor.
"Türk şiiri için gövdemi koydum ortaya
Şair takımı hep aynı numara
Vardım toplaştıkları pınara
Gelmedi hiçbiri beri tarafa."
Özbahçe kimi yazılarında olduğu gibi şiiri bir savaş aracı olarak da kullanıyor. Şairin yaşama, nefes alma ve savaşma aracıdır şiir. Özbahçe de bunun hakkını verirken aslında genç şaire de öğütler veriyor.
"Gardını indirme dedim düşmana
Ben meydana çıkınca daima
Sağımı kullanmama değecek
Bir yiğit çıkmadı karşıma."
Şair şiirini aforizma kaygısından ne kadar uzak tutabilmişse aşırı ironi, kelime oyunu soslu boş mizah ve klişe ifadelerden; dolayısıyla "romantik şair" kalıbından da o kadar uzak tutuyor. Önce nereden başladığını izah ediyor:
"İnsan
Babası üzerinden ülkesini yaşar
Yurdudur babası insanın
Aslında bu yüzden derim gereğinden daha ince
Gerisingeri büyüdükçe
Anladım iyice
Çoklar polis
Seni görünce."
Sonra da başladığı yerden babasıyla -belki de ülkesiyle- çekişmelerini anlatarak devam ediyor:
"- Sizinle anlaşmamız mümkün değil!
Aynı babamsınız, Sinir!
O da istediği olmadan huzura ermez
Cinsin önde gideni
Bitmez babamın vaazları aynı kibir!"
Son olarak Türkiye Kitabı; şairin ülkesine sevgisini bunun yanında da ıstıraplarını bazen açık bazen kapalı biçimde ifade ettiği şiirlerle örülü. Bu şiirler titiz ve çalışkan bir şair olan Osman Özbahçe'nin bir nevi "baba" kitabı. Hem babası için, hem kendisi baba olduğu için, hem de baba ocağı ülkesi için.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Sezai Karakoç
"He lan bir Türkiye derim başka bir şey söylemem."
- İsmet Özel
Neden yaşayan bu iki büyük şairin bir cümle ve bir dizesiyle başlamayı tercih ettim? Çünkü bir kuşak bu iki büyük şairi keşfetmeyi Osman Özbahçe'ye borçludur. Bunu kendisinin hem öğrencilerinden hem de çalışmalarından gayet iyi biliyoruz. Modern Türk şiirini yatay bir çizgi olarak kabul edip bu çizgiye dört tane de dikey çizgi çeken Özbahçe, izlenmesi gereken şairleri şöyle belirler: Mehmet Âkif, Orhan Veli, Sezai Karakoç ve İsmet Özel. Bu dört şairi şiirimizin demirbaşları olarak görür ve şöyle der: "İsmet Özel'le birlikte, Sezai Karakoç'la başlayan bir şey bitmiştir (II. Yeni). Bu anlamda şiiri hâlâ süren tek büyük şair İsmet Özel'dir. İkinci defası da şu: Sezai Karakoç'la başlayan modern şiirimiz, en önemli ivmeyi İsmet Özel'le kazanmıştır; en büyük adımını İsmet Özel'le atmıştır; çünkü II. Yeni'nin en iyi okuyucusu ve en iyi eleştirmeni İsmet Özel'dir."
En başta gençlerin, sonrasındaysa şiirle uğraşan, hayatının önemli bir yerine şiiri koymuş olanların ve şairlerin muhakkak okuması gereken kitapları yazmıştır Özbahçe: Sağlam Şiir (2006), Kural Dışı (2007), Modern Şiirimizin Kökleri (2008) ve Analiz (2013). Bu kitapları izleyecek bir okuyucu sırasıyla Tanzimat'tan bu yana sanatımızdaki kültür kodlarının değişimini ve bu değişimin yalnızca değiştirenleri zafere götürüp bizi bir arada derede bıraktığını, şairin milletinin akıbeti konusunda en önce söz alması gereken şahsiyet olması gerektiğini ve fakat bunun unutturulduğunu, geleneklerimize sahip çıkarak şiirimizde bir sıçrama gerçekleştirebilmemiz için evvela modern şiirimizin ana damarlarının iyice tespit edilebilmesi gerektiğini ve son olarak da modernleşmenin, teknolojinin, yaşadığımız dünyanın şiirimiz üzerindeki tesirini sağlam bir şekilde öğrenebilecektir. Osman Özbahçe hem bir şair hem de bir eleştirmen olarak Türk şiiri üzerine bakışını daima Türkiye gözlüğüyle, millet olma-olabilme emeliyle atmıştır, atmaktadır.
İşte fakirin önereceği kitap da hem yazının girişindeki alıntıları hem de şiirimizin yeniden ayağa kalkmasını mesele edinen bir kitap. 2007 yılından 2012 yılına kadar Dergâh, Yedi İklim, Karagöz, Edebiyat Ortamı, Aşkar ve Ücra dergilerinde bölümler hâlinde gözlemlenen Osman Özbahçe'nin "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiiri, 2012 sonbaharında Ebabil Yayınları tarafından Türkiye Kitabı adıyla yayımlandı. Kitap Türkiye'ye baba ekseninden bakıyor. Parça parça yazılmış şiirler bütün olma derdi taşımazken, bazen bir roman bazen de belgesel misali bir çocuğun ilk kahramanı nasıl babasıysa, son kahramanının da babası yani ülkesi olduğunu gösteriyor. Türkçenin sınırlarını yaklaşık 20 yıldır kendi üslubuyla hırpalamış ve şiir okuyucusuna Türkiye Kitabı'yla birlikte 4 şiir kitabı miras bırakmış olan Özbahçe'nin bu kitabında genç şairler için örnek alınması gereken bir titizlik var. Şöyle ki bir şairin üslubu ister inziva hayatını yaşamayı ister günceli takip etmeyi tercih etsin muhakkak değişir. Bir yılda değişmezse üç yılda değişir, üç yılda değişmezse beş yılda muhakkak değişir. Lakin 5 yıl boyunca yayımlanan parçalardan bir bütüne varan kitapta bunu yakalamak mümkün olmuyor. Burada şüphesiz bir formül yatıyor. Bu formül de Özbahçe'nin en başta fakirin zikrettiği gibi Türk şiirinin köklerine olan hakimiyetiyle alakalı. Misal tanbur, çok zor icra edilen bir enstrümandır. Onu tutmayı öğrenmek ayrı bir eğitim sürecidir. Tutmayı ve perdeler arasındaki geçişleri kavrayan bir müzisyen eğer bir hocayla da meşk edebilirse tanbur hakimiyetini 3-5 yıl aralığında saz semaisi çalabilecek kıvama getirir. Özbahçe şiirimizi esas yerinden tuttuğu ve şiirimizdeki geçiş noktalarını çok iyi tespit ettiği için Türkiye Kitabı tam manasıyla bir evladiyelik kitap.
Türkiye Kitabı'nı oluşturan "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiirinin her bir parçası, altı çizilecek dizeler görmek isteyen günümüz "popüler" şiir okuyucusunu hüsrana uğratıyor. Bu yüzden ilk sayfada "Hayatım kısacık bir yalnızlıktı / her noktasında / gerisingeri", devamında "Yalnızlığıma Allah / yalnızlığıma devlet / yalnızlığıma babam" ve son olarak "Nazlı bir bayrak dalgalanırdı / yalnızlığımın üstünde kıpkırmızı" dizeleri bu tip şiir okuyucusuna umut verebilir. Oysa kitap hem şairin hem ülkesinin özel hayatını; bir tarih kitabıymış gibi aşikar ediyor; diğer yandan da bir coğrafya kitabıymış gibi harita hâline getiriyor. Günümüz siyaseti, edebiyat ortamı, şair, ailesi, çevresi ve şiir uğruna akıp giden her şey bir "baba" üzerinden şiirlere sirayet ediyor.
"Türk şiiri için gövdemi koydum ortaya
Şair takımı hep aynı numara
Vardım toplaştıkları pınara
Gelmedi hiçbiri beri tarafa."
Özbahçe kimi yazılarında olduğu gibi şiiri bir savaş aracı olarak da kullanıyor. Şairin yaşama, nefes alma ve savaşma aracıdır şiir. Özbahçe de bunun hakkını verirken aslında genç şaire de öğütler veriyor.
"Gardını indirme dedim düşmana
Ben meydana çıkınca daima
Sağımı kullanmama değecek
Bir yiğit çıkmadı karşıma."
Şair şiirini aforizma kaygısından ne kadar uzak tutabilmişse aşırı ironi, kelime oyunu soslu boş mizah ve klişe ifadelerden; dolayısıyla "romantik şair" kalıbından da o kadar uzak tutuyor. Önce nereden başladığını izah ediyor:
"İnsan
Babası üzerinden ülkesini yaşar
Yurdudur babası insanın
Aslında bu yüzden derim gereğinden daha ince
Gerisingeri büyüdükçe
Anladım iyice
Çoklar polis
Seni görünce."
Sonra da başladığı yerden babasıyla -belki de ülkesiyle- çekişmelerini anlatarak devam ediyor:
"- Sizinle anlaşmamız mümkün değil!
Aynı babamsınız, Sinir!
O da istediği olmadan huzura ermez
Cinsin önde gideni
Bitmez babamın vaazları aynı kibir!"
Son olarak Türkiye Kitabı; şairin ülkesine sevgisini bunun yanında da ıstıraplarını bazen açık bazen kapalı biçimde ifade ettiği şiirlerle örülü. Bu şiirler titiz ve çalışkan bir şair olan Osman Özbahçe'nin bir nevi "baba" kitabı. Hem babası için, hem kendisi baba olduğu için, hem de baba ocağı ülkesi için.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
23 Mayıs 2015 Cumartesi
Müziğimizdeki batıcı yobazlara Türk yumruğu:
Cinuçen Tanrıkorur
"Canım efendim, alev alev bir sesti bu. Vecdin, sevginin, gönlün sesi. Tutuşturmuyor, aydınlatıyordu. Fecir pırıltısı gibi. Tanımıyordum sizi. Bir akşam zindanımı nura boğdunuz. Sonra da her güzel şey gibi hâtıra oldunuz. Serab mıydınız, gerçek miydiniz? Nerden geliyordunuz? Kadîm ve muhteşem bir medeniyetin enkâz-ı târümârı altında gülümseyen bir kor muydunuz? Zerafetinizle Lale Devri'nin müsahiplerini hatırlatıyordunuz. Belli ki elest bezm'inde tanışmıştık."
- Cemil Meriç, Cinuçen Tanrıkorur'a gönderdiği karttan
Sanatçı, bize hakikat ışığından bir nebze aktarabildiği ölçüde hem sanatını hem şahsiyetini yüceltir. Bunun için de olan biten her şeye gönül gözüyle bakması ve görmesi gerekir. Mimarlık eğitimi almış merhum Cinuçen Tanrıkorur da gönül gözünün açıklığıyla musiki aşkına tutulmuş ve bu aşkla hem Türk müziğine hem de Türk düşüncesine çok isabetli, istikamet sahibi yorumlar getirmiştir. Hemen hemen her talebesi, ondan aldığı eğitimde musikinin sonradan geldiğini, hocanın evvela iyi bir insan olmayı öğrettiğini söylemiştir. Türkçeyi kullanışıyla, hitabetiyle, giyimiyle, yazısıyla ve muhabbetiyle hakiki bir mûsikişinas olarak hatırlanır, hatırlanacaktır merhum.
İlk olarak "Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler" adıyla yayımlanan kitabına dair yaptığı mülakattaki düşünceleri dinlerken her ne kadar yürek burkuyorsa, bir o kadar da düşündürmekte ve hâlâ yaşayan sıkıntılarımızı, kaybettiğimiz hassasiyetlerimizi gün yüzüne çıkarmakta, orada gayet diri bir vaziyette tutmaktadır. Sadece muhteşem ud taksimleriyle değil, müziğe aşina kulakların hem pasını silecek hem de makam, usul öğreticiliği açısından son derece lezzetli meşkleriyle de dinleyenin gönül kapısını ardına kadar açar Tanrıkorur. İşte Ötüken Neşriyat tarafından "Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler" kitabı daha sonra Dergah Yayınları'nca "Türk Müzik Kimliği" adıyla, iki bölümden oluşan çok kıymetli bir kitap hâlinde yeniden yayımlanmış ve Türk müziği meraklılarının yahut tutkunlarının ilgisine sunulmuştur. Kitabı hazırlayanlar ise İsmail Kara, Barihüda Tanrıkorur, Reha Sağbaş ve Başak İlhan'dır.
Kitabın içeriği Cinuçen Tanrıkorur'un bazı özel konferanslarda ve üniversite panellerinde vermiş olduğu mülakatlardan ve yazmış olduğu makalelerden oluşuyor. İlk bölüm, müzik kimliğimize dair. Bu bölümde müzik mi mûsikî mi, mûsikîmizdeki ses sistemi, makam ve tasnifi, usuller, teksesli çoksesli çekişmesi, müzik eğitimi, İstiklâl destanımızın çeşitli besteleri dolayısıyle marş besteciliğinde prozodi, konserlerimize yabancıların merakı, Türkiye'nin tanıtımında müziğin yeri, Adnan Saygun'un müziğimize yaptığı işkenceler, XIX. yüzyılda Türk mûsikîsi, Türk mûsikî için XX. yüzyılın önemi, bir hayat tecrübesi olarak hüzün, modern mûsikînin İslâmîleşmesi, müziğimiz ve popülarite, Türkler ve müzik, çağdaş bir müzik eğitiminin nasıl olması gerektiğine dair çok kıymetli düşüncelerden ve fikirlerden oluşuyor. İkinci bölüm ise mûsikî semamızdaki birkaç yıldıza dair. Dede Efendi, Zekâî Dede, Tanbûrî Ali Efendi, Tanbûrî Cemil Bey, Hüseyin Sâdeddin Arel, Sâdeddin Kaynak, İsmail Baha Sürelsan, Mes'ud Cemil, Şerif Muhiddin Targan, Sadi Işılay, Yorgo Bacanos, Münir Nurettin Selçuk, Alâeddin Yavaşça, Bekir Sıtkı Sezgin, (Hangi) Zeki Müren, Şekip Ayhan Özışık ve Akagündüz Kutbay gibi
Türkçeyi bütün imkânlarıyla kullanan Cinuçen Tanrıkorur; Konfüçyüs'ün "Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir" sözü mucibince, sanatın ve dolayısıyla müziğimizin manasını, ehemmiyetini derinden kavrayan, kavramaya gayret eden bir milletin daima diri kalacağına inanır:
"IX. yüzyılın ünlü Arap yazarı El-Câhiz Fazâilü'l-etrâl'inde Türkleri şöyle anlatır: Türkü attan ayrı düşünmek mümkün değildir; o atın her yerindedir: sırtında, karnında, kuyruğunda, yelesinde". Bize göre mûsikî de Türkün her yerinde, her şeyindedir: sevincinde, kederinde, barışında, savaşında (bu savaşı ister cihâd-ı ekber olarak alın, ister cihâd-ı asgar). Bunu, "Türk mûsikîyle doğar, mûsikîyle yaşar, mûsikîyle ölür" vecîzesiyle Sâdeddin Arel de tespit etmişti. Dahası var: biz mûsikîden öldükten sonra da kopamayız: kabrimiz başında Kur'ân, akşam devir hatmimiz, 7'miz, 40'ımız, 52'miz, mevlidlerimiz, kandillerimiz, zikirlerimiz, dualarımız, gülbanklarımız... Elest bezmindeki "Kün!" emr-i ilâîsinden sûr-ı İsrâfil'e kadar."
Türk çocuklarına yabancı mekteplerden daha çok ailelerinin ve televizyonlardaki, radyolardaki programlarda konuşulan bayağı Türkçenin daha çok zarar verdiğini her fırsatta dile getiren Tanrıkorur, çocukları müzikle küçük yaşta tanıştırmak için elinden geleni yapmış, ilkokullar ve ortaokullar için müzik kitaplarının da kaleme alınmasında etkili olmuştur. 1998'de Türk Müzik Kimliği kitabının tanıtımında verdiği bir mülakatta şöyle demiştir:
"Eğer çocuğun temeli küçük yaşlardan itibaren bir Müslüman Türk çocuğu olarak atılmışsa yabancı mektep bunu değiştiremez. Hiçbir yer değiştiremez. Ama siz çocuklarınıza daha "Allahaısmarladık" demeyi dahi öğretemeden, "güle güle" diyorsunuz o da size "güle güle" diyor. Türk aileleri çocuklarına "Allahaısmarladık" demeyi öğretmediler, öğretmiyorlar. Umurlarında değil. "Bye bye" bozması bir Türkçe konuşuyoruz. Lazların çok sevdiğim bir sözü vardır "Ha bu rezilluk da sana yettu" derler. Bu ayıp bize yeter."
Tanrıkorur zor zamanlarda konuşmuş, yazmış ve sanatını icra etmiş bir mûsikişinastır. Tüm bunları "Okullara Türk müziği dersi konulması irticai faaliyettir" ve hatta "Devletin kanalında Itrî dinletisi yapılırsa devlet sanatçılığı unvanımı geri veririm" diyen devlet görevlilerinin, sanatçılarının devrinde yapmıştır. Yine Türk Müzik Kimliği kitabına dair mülakatından:
"Tanzimat depremi Türk aydının şuurunu kapatmıştır. Onun için artık batıdan gelen her ne varsa güzel, çağdaş, ileri, faydalı. Kendisine ait olan her ne varsa çağ gerisi, ilkel, çirkin, faydasız, mutlaka terk edilmesi gereken ve terk edilebildiği ölçüde çağdaşlaşılması mümkün olan şeylerdir. Nitekim Türk musikisinin adı, helalarımızda kullandığımız alaturka'ya verilmiştir. Batının musikisine de yeni tarz helamız olan alafranga adı verilmiştir. Alafranga tuvalet, alaturka hela. Yani insanlar alafranga tuvalete oturunca kendilerini çağdaşlaşmış hissettiler. Boyunlarına kravatı takınca çağdaş olduklarını zannettiler."
Tanrıkorur'un bu kitabı aynı zamanda bir yakın tarih okumasıdır. Siyasilerin ve radikallerin hem dilimize, hem dinimize hem de müziğimize nasıl zarar verdiklerini esasen Osmanlı'ya kadar götürür. Özellikle II. Mahmud'dan itibaren başlayan batılılaşma çılgınlığının Dede Efendi'yi bile çıldırttığını söyler. Padişahların bestekârlara zorla batı müziği besteleri yaptırması, batının dahi alla turca diyerek her zaman Türk askeri müziğinden yararlandığının unutulması Tanrıkorur'un müthiş zekası ve nüktedanlığıyla buluşunca ortaya harikulade faydalı anekdotlar çıkmıştır:
"Biz yabancı müzikleri öğrenirsek çağdaşlaşacağız zannetmenin kargaları artık güldüren değil ishal yapan komikliği ile yetiştirildik maalesef. Türk çocuğu mektepte Bach'ı, Beethoven'ı, Mozart'ı Hendel'i, Ravel'i öğrendi; Merâgi'den, Itrî'den, Kazasker Mustafa İzzet'ten, Dede'den, Zekâi'den, Tanburî Cemil'den Sadettin Kaynak'tan habersiz yetiştirildi. Bunu da marifet zannettik. Meşhur anektoddur; İsmet İnönü MEB bakanlarından birini ziyarete gider. Cebinden bir küçük not defteri çıkartır eski yazıyla bir söz yazar. "Oku bunu!" der. "Paşam ben bu yazıyı okuyamıyorum" dediği zaman "Hahahahah" der, "Nihayet Türkiye bugünleri de gördü" der, sevinerek... Cehaletin hiçbir türlüsü ile övünülemez. Cehaletle cahiller övünür. Ama cahillerin dahi izan sahibi olanları cahil olduklarından dolayı utanırlar."
Merhum Cinuçen Tanrıkorur'a göre müziğimiz daima millî bir karakter taşımalı ve batıcı yobazların elinden kurtarılmalıdır. Toplumun millî karakterini taşımayan bir müzik gürültüden ibarettir. Burada Balzac'ın "Uluslarüstü olmak istiyorsan, önce kendi usulundan söz et" sözünü hatırlatan Tanrıkorur bu gerçeğin sadece müzikte değil; sanatın her kolunda, siyasette, ekonomide, dilde kısacası toplumun aynası olan her yerde görmek gerektiğini söyler.
28 Haziran 2000 tarihinde vefat eden merhum üstadı rahmetle anarken, besteleri kadar kitaplarının da Türk düşünce hayatında çok kıymetli bir yeri olduğunu ifade etmek gerekir. Dergâh Yayınları'ndan çıkan tüm kitaplarına tıpkı güftesi Cenab Şahâbeddin'e, bestesi de Cinuçen Tanrıkorur'a ait şu kürdîlihicazkâr fantezi gibi kulak vermek gerekir: Kalbim seni bir yaz kuşu dinler gibi dinler...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Cemil Meriç, Cinuçen Tanrıkorur'a gönderdiği karttan
Sanatçı, bize hakikat ışığından bir nebze aktarabildiği ölçüde hem sanatını hem şahsiyetini yüceltir. Bunun için de olan biten her şeye gönül gözüyle bakması ve görmesi gerekir. Mimarlık eğitimi almış merhum Cinuçen Tanrıkorur da gönül gözünün açıklığıyla musiki aşkına tutulmuş ve bu aşkla hem Türk müziğine hem de Türk düşüncesine çok isabetli, istikamet sahibi yorumlar getirmiştir. Hemen hemen her talebesi, ondan aldığı eğitimde musikinin sonradan geldiğini, hocanın evvela iyi bir insan olmayı öğrettiğini söylemiştir. Türkçeyi kullanışıyla, hitabetiyle, giyimiyle, yazısıyla ve muhabbetiyle hakiki bir mûsikişinas olarak hatırlanır, hatırlanacaktır merhum.
İlk olarak "Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler" adıyla yayımlanan kitabına dair yaptığı mülakattaki düşünceleri dinlerken her ne kadar yürek burkuyorsa, bir o kadar da düşündürmekte ve hâlâ yaşayan sıkıntılarımızı, kaybettiğimiz hassasiyetlerimizi gün yüzüne çıkarmakta, orada gayet diri bir vaziyette tutmaktadır. Sadece muhteşem ud taksimleriyle değil, müziğe aşina kulakların hem pasını silecek hem de makam, usul öğreticiliği açısından son derece lezzetli meşkleriyle de dinleyenin gönül kapısını ardına kadar açar Tanrıkorur. İşte Ötüken Neşriyat tarafından "Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler" kitabı daha sonra Dergah Yayınları'nca "Türk Müzik Kimliği" adıyla, iki bölümden oluşan çok kıymetli bir kitap hâlinde yeniden yayımlanmış ve Türk müziği meraklılarının yahut tutkunlarının ilgisine sunulmuştur. Kitabı hazırlayanlar ise İsmail Kara, Barihüda Tanrıkorur, Reha Sağbaş ve Başak İlhan'dır.
Kitabın içeriği Cinuçen Tanrıkorur'un bazı özel konferanslarda ve üniversite panellerinde vermiş olduğu mülakatlardan ve yazmış olduğu makalelerden oluşuyor. İlk bölüm, müzik kimliğimize dair. Bu bölümde müzik mi mûsikî mi, mûsikîmizdeki ses sistemi, makam ve tasnifi, usuller, teksesli çoksesli çekişmesi, müzik eğitimi, İstiklâl destanımızın çeşitli besteleri dolayısıyle marş besteciliğinde prozodi, konserlerimize yabancıların merakı, Türkiye'nin tanıtımında müziğin yeri, Adnan Saygun'un müziğimize yaptığı işkenceler, XIX. yüzyılda Türk mûsikîsi, Türk mûsikî için XX. yüzyılın önemi, bir hayat tecrübesi olarak hüzün, modern mûsikînin İslâmîleşmesi, müziğimiz ve popülarite, Türkler ve müzik, çağdaş bir müzik eğitiminin nasıl olması gerektiğine dair çok kıymetli düşüncelerden ve fikirlerden oluşuyor. İkinci bölüm ise mûsikî semamızdaki birkaç yıldıza dair. Dede Efendi, Zekâî Dede, Tanbûrî Ali Efendi, Tanbûrî Cemil Bey, Hüseyin Sâdeddin Arel, Sâdeddin Kaynak, İsmail Baha Sürelsan, Mes'ud Cemil, Şerif Muhiddin Targan, Sadi Işılay, Yorgo Bacanos, Münir Nurettin Selçuk, Alâeddin Yavaşça, Bekir Sıtkı Sezgin, (Hangi) Zeki Müren, Şekip Ayhan Özışık ve Akagündüz Kutbay gibi
Türkçeyi bütün imkânlarıyla kullanan Cinuçen Tanrıkorur; Konfüçyüs'ün "Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir" sözü mucibince, sanatın ve dolayısıyla müziğimizin manasını, ehemmiyetini derinden kavrayan, kavramaya gayret eden bir milletin daima diri kalacağına inanır:
"IX. yüzyılın ünlü Arap yazarı El-Câhiz Fazâilü'l-etrâl'inde Türkleri şöyle anlatır: Türkü attan ayrı düşünmek mümkün değildir; o atın her yerindedir: sırtında, karnında, kuyruğunda, yelesinde". Bize göre mûsikî de Türkün her yerinde, her şeyindedir: sevincinde, kederinde, barışında, savaşında (bu savaşı ister cihâd-ı ekber olarak alın, ister cihâd-ı asgar). Bunu, "Türk mûsikîyle doğar, mûsikîyle yaşar, mûsikîyle ölür" vecîzesiyle Sâdeddin Arel de tespit etmişti. Dahası var: biz mûsikîden öldükten sonra da kopamayız: kabrimiz başında Kur'ân, akşam devir hatmimiz, 7'miz, 40'ımız, 52'miz, mevlidlerimiz, kandillerimiz, zikirlerimiz, dualarımız, gülbanklarımız... Elest bezmindeki "Kün!" emr-i ilâîsinden sûr-ı İsrâfil'e kadar."
Türk çocuklarına yabancı mekteplerden daha çok ailelerinin ve televizyonlardaki, radyolardaki programlarda konuşulan bayağı Türkçenin daha çok zarar verdiğini her fırsatta dile getiren Tanrıkorur, çocukları müzikle küçük yaşta tanıştırmak için elinden geleni yapmış, ilkokullar ve ortaokullar için müzik kitaplarının da kaleme alınmasında etkili olmuştur. 1998'de Türk Müzik Kimliği kitabının tanıtımında verdiği bir mülakatta şöyle demiştir:
"Eğer çocuğun temeli küçük yaşlardan itibaren bir Müslüman Türk çocuğu olarak atılmışsa yabancı mektep bunu değiştiremez. Hiçbir yer değiştiremez. Ama siz çocuklarınıza daha "Allahaısmarladık" demeyi dahi öğretemeden, "güle güle" diyorsunuz o da size "güle güle" diyor. Türk aileleri çocuklarına "Allahaısmarladık" demeyi öğretmediler, öğretmiyorlar. Umurlarında değil. "Bye bye" bozması bir Türkçe konuşuyoruz. Lazların çok sevdiğim bir sözü vardır "Ha bu rezilluk da sana yettu" derler. Bu ayıp bize yeter."
Tanrıkorur zor zamanlarda konuşmuş, yazmış ve sanatını icra etmiş bir mûsikişinastır. Tüm bunları "Okullara Türk müziği dersi konulması irticai faaliyettir" ve hatta "Devletin kanalında Itrî dinletisi yapılırsa devlet sanatçılığı unvanımı geri veririm" diyen devlet görevlilerinin, sanatçılarının devrinde yapmıştır. Yine Türk Müzik Kimliği kitabına dair mülakatından:
"Tanzimat depremi Türk aydının şuurunu kapatmıştır. Onun için artık batıdan gelen her ne varsa güzel, çağdaş, ileri, faydalı. Kendisine ait olan her ne varsa çağ gerisi, ilkel, çirkin, faydasız, mutlaka terk edilmesi gereken ve terk edilebildiği ölçüde çağdaşlaşılması mümkün olan şeylerdir. Nitekim Türk musikisinin adı, helalarımızda kullandığımız alaturka'ya verilmiştir. Batının musikisine de yeni tarz helamız olan alafranga adı verilmiştir. Alafranga tuvalet, alaturka hela. Yani insanlar alafranga tuvalete oturunca kendilerini çağdaşlaşmış hissettiler. Boyunlarına kravatı takınca çağdaş olduklarını zannettiler."
Tanrıkorur'un bu kitabı aynı zamanda bir yakın tarih okumasıdır. Siyasilerin ve radikallerin hem dilimize, hem dinimize hem de müziğimize nasıl zarar verdiklerini esasen Osmanlı'ya kadar götürür. Özellikle II. Mahmud'dan itibaren başlayan batılılaşma çılgınlığının Dede Efendi'yi bile çıldırttığını söyler. Padişahların bestekârlara zorla batı müziği besteleri yaptırması, batının dahi alla turca diyerek her zaman Türk askeri müziğinden yararlandığının unutulması Tanrıkorur'un müthiş zekası ve nüktedanlığıyla buluşunca ortaya harikulade faydalı anekdotlar çıkmıştır:
"Biz yabancı müzikleri öğrenirsek çağdaşlaşacağız zannetmenin kargaları artık güldüren değil ishal yapan komikliği ile yetiştirildik maalesef. Türk çocuğu mektepte Bach'ı, Beethoven'ı, Mozart'ı Hendel'i, Ravel'i öğrendi; Merâgi'den, Itrî'den, Kazasker Mustafa İzzet'ten, Dede'den, Zekâi'den, Tanburî Cemil'den Sadettin Kaynak'tan habersiz yetiştirildi. Bunu da marifet zannettik. Meşhur anektoddur; İsmet İnönü MEB bakanlarından birini ziyarete gider. Cebinden bir küçük not defteri çıkartır eski yazıyla bir söz yazar. "Oku bunu!" der. "Paşam ben bu yazıyı okuyamıyorum" dediği zaman "Hahahahah" der, "Nihayet Türkiye bugünleri de gördü" der, sevinerek... Cehaletin hiçbir türlüsü ile övünülemez. Cehaletle cahiller övünür. Ama cahillerin dahi izan sahibi olanları cahil olduklarından dolayı utanırlar."
Merhum Cinuçen Tanrıkorur'a göre müziğimiz daima millî bir karakter taşımalı ve batıcı yobazların elinden kurtarılmalıdır. Toplumun millî karakterini taşımayan bir müzik gürültüden ibarettir. Burada Balzac'ın "Uluslarüstü olmak istiyorsan, önce kendi usulundan söz et" sözünü hatırlatan Tanrıkorur bu gerçeğin sadece müzikte değil; sanatın her kolunda, siyasette, ekonomide, dilde kısacası toplumun aynası olan her yerde görmek gerektiğini söyler.
28 Haziran 2000 tarihinde vefat eden merhum üstadı rahmetle anarken, besteleri kadar kitaplarının da Türk düşünce hayatında çok kıymetli bir yeri olduğunu ifade etmek gerekir. Dergâh Yayınları'ndan çıkan tüm kitaplarına tıpkı güftesi Cenab Şahâbeddin'e, bestesi de Cinuçen Tanrıkorur'a ait şu kürdîlihicazkâr fantezi gibi kulak vermek gerekir: Kalbim seni bir yaz kuşu dinler gibi dinler...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19 Mayıs 2015 Salı
Türk evi: Kimse kimseyi kirletmiyor
Şair ve mimar Cengiz Bektaş doğup büyüdüğü coğrafyanın birikiminden ve yaşama kültüründen yola çıkarak Türk Evi kitabını kaleme aldı. Yem Yayınları arasında çıkan kitapta Bektaş, Balkanlar'dan, Adalar'a oradan tüm Anadolu'yu gezerek yaptığı araştırmaları ve hikayeleri derleyerek hayatımıza ev ekseninden ayna tutuyor.
Cengiz Bektaş'ın Türk Evi kitabı, yazarın 'ev' kültürünü tanıyabilmek için Anadolu'da yaptığı gezilerden birinde Antalya'da 80'lik ustaya 'Yapılacak işi nasıl tasarlardınız?' sorusuna aldığı cevapla başlıyor. Ustanın verdiği cevaptan anlıyoruz ki, Antalya yöresinde eğer bir kişi ev yaptırmaya karar verdiyse sora araya bulduğu ustanın evine önce bir çuval buğday gönderirmiş. Usta böylece o kişinin kendisine ev yaptırmak istediğini anlarmış. Usta işi yapmaya gönlü varsa buğdayı alıkoyarmış. Böylece iki aile arasında gidip gelmeler başlar ve usta aileyi iyice tanımak istermiş. İş verenin hali vakti yerinde mi, çocuğu var mı, daha olacak mı; bunları öğrenirmiş. İşveren de ustaya isteklerini bildirir, kimi isteklerini de bildiği bir örneğin yanına götürüp göstererek anlatırmış. Cengiz Bektaş, ustaya 'Ya kötü bir şey gösterirse?' diye sorduğunda aldığı cevaba şaşırıyor: 'Göstereceği kötü bir şey yoktu ki.'
Geleneği ve kültür birikimini anlatan bu cevap bir bakıma mesleği meşk eden ustaların bilgisini üniversal kent ve konut ideolojisine dair akademik, disipliner, hesap- kitapçı bilgisinden ayrıştırıyor, irfana dönüştürüyor ve kitabın adı olan Türk Evi'nin hususi değerlerini de ortaya çıkarıyor. Cengiz Bektaş'ın Türk Evi hakkında yazdıkları bu evin Kuzey Mezopotamya (Çayönü), Orta Anadolu (Aşıklı Höyük), Çatalhöyük, Denizli- Çivril (Beycesultan), Likya gibi örnekleri esas aldığı fikrine bağlanıyor. Böylece anlıyoruz ki Priene'nin avlulu ev hayatı geleceğin Türk evine esin kaynağı olmuştur. Çayönü evlerinin yerden biraz kaldırılarak altının havalandırılması, nemden korunmayı amaçlayan teknikleri geleceğin evlerine örnek olmuştur. Bektaş'a göre kamışlardan örülmüş kulübe duvarlarının deri ya da postla değil de killi çamurla sıvanması da 9.500 yıl kadar önce Çayönü'nde (Diyarbakır- Ergani arasında) gerçekleşiyor. Kimi araştırmacılara göre bu yöntemle ilk evi kadın yapmıştır. Zaten şunu kim inkâr edebilir: Yuvayı dişi kuş yapar. Kadın erkeğin vatanıdır. Bektaş, avlulu evin bir açıdan evin içinin kadın, sokağın-kentin erkek olarak ayrımını oluşturduğunu işaret eder ama başka bir açıdan da avlu sayesinde 'evin içi'ne güneşin, bahçenin katıldığı yorumunu getirir. Bu ikinci yorum kadının kent mekânında kullanım alanını arttıran, 'saklı bahçe'sini genişleten bir yorumdur da sanırım. Hafta sonlarında ağaç altı bulabilmek için kentten kilometrelerce uzaklara kendini atan insana, evinin yanıbaşında yer tahsis etmektir. Roma, ne kadar bastırırsa bastırsın Anadolu'yu Latinleştiremiyor diyor Bektaş. Türklerin Anadolu'ya gelişi ile mimarlar, yapıcılar işlerini yapmayı sürdürdüler; kimileri Müslüman oldular, adlarını değiştirdiler, işlerini değiştirmediler.
EVİMİZ HAYATIMIZDIR
Bektaş bu noktadan sonra her ne kadar Türk Evi demiş olsa da onun Yunanistan'da Yunanistan Evi, Makedonya'da Makedonya Evi, Filibe'de Bulgaristan Evi denileceğini söylüyor. Bu tıpkı 'Üsküdar'a Gider İken' ezgisinin Midilli'de, Arnavutluk'ta, Makedonya'da Sırbistan'da hem de 'Bizim dinsel ezgimiz' denilerek sahiplenilmesi gibidir. Kitabın İlkeler başlıklı bölümünde yazar, Anadolu'yu, Balkanlar'ı, Kahire'yi, kimi adaları dolaşarak incelediği örneklerin yaşlarının 100-200 yıl arasında olduğunu saptar ve bu örneklerde Doğu Anadolu'dan Yugoslavya'ya dek benzer ilkeler bulunmasının rastlantı olmadığını söyler. Anadolu'daki değişik uygarlıkları birleştiren Osmanlı yönetimidir yazara göre. Böylece Makedonya ile Kuzey Mezopotamya'da ev kültürünü birbirine benzeştiren temeli Osmanlı'nın yönetimi altındaki dil, din, ayrımlarını aşıp ortak bir pazar birliği, yaşama kültürü oluşturma becerisine bağlar. Yazar, incelediğim evler diyor, doğayla savaşmadan ona uyuyor, doğanın kan dolaşımı içinde kalıyor. Bu evi yaratan insan, evreni kendisi için yaratılmış düşünmüyor. Kendini onlarla birlikte var olan biri gibi görüyor. Kuşlara da ev düşünüyor. Konu komşuya gösterişi, tekebbürü ayıp sayıyor ve kokusu giden yemekten bir kap da komşuya gönderiyor. Çünkü ev almıyor, komşu alıyor. Bütün evler gün doğusuna bakıyor. İzmir evlerinin cumbaları diyor yazar, kışın ısı kaynağı ve yazın ısıyı yalıtıcıdır. Yani en az erke (enerji) tüketilen evlerdir. Batılıların 'eco mimarlık' dediği şeydir. Yerleşmede topografyaya uyuluyor. Kimse kimsenin içine bakmıyor. Kimse kimsenin havasını, güneşini, göz hakkını (bakışını) kesmiyor. Kimse kimseyi kirletmiyor. Bu evlerin en önemli özelliklerinden biri de diyor, tasarlanmaların içten başlaması ve dışa genişlemesidir. Enfüsten afâka. Önce işlev çözümleniyor. Bir de tutumluluktan bahsediyor. Genellikle iki ya da üç çekirdek aileyi (ana- baba, oğul- gelin, kız- damat) barındıran bu ev; iyi belirlenmiş, mahremiyete halel getirmeden ortak kullanımlar, alanlar açıyor. Bütün gün kullanılmayan, kilitli tutulan bir oylum bulunmuyor bu evlerde.
MİSAFİR ODALARI YOKTU
Günümüz misafir odası algısına izin verilmiyor. Çamaşır yıkama, hamam, mutfak işleri ortak çözülüyor. Kollektif yaşam tutumluluk zihni ile inşa ediliyor. Yağmurun damlası bile boşa gitmiyor, bacadan çıkan duman bile sıcaklığından yararlanılmadan havaya bırakılmıyor. Gerekmeyen yerde çivi kullanılmıyor. Uzak yerlerden inşaat malzemesi de getirilmiyor, çevrenin gereçlerinden ev yapılıyor. Evler birim birim büyüyebiliyor ya da sonradan bölünebiliyor. Bektaş, eski evler bölünerek ayakta kalmayı başardı diyor; hadi yeni apartman dairelerini ikiye üçe bölün. Bölemezsiniz. Bu ilkelerin yoksul ya da varlıklı kişilerin evlerinde geçerli olduğunu söylüyor Bektaş. Kitabın sonunda ise yeni kent uygulamalarının yaşama kültürünü bırakmadığından şikayet ediyor. Yalnızca para amaçlı uygulamalar sosyal yapıya zarar vermektedir, diyor. Yazara göre bu aşamada bir hesaplaşma yapmak kaçınılmaz. Kitap zengin fotoğraf, kroki, çizim, detay malzemeleriyle Türk Evi'ni görsel olarak da gün yüzüne çıkarıyor.
Lütfi Bergen
twitter.com/Lutfibergen1
Cengiz Bektaş'ın Türk Evi kitabı, yazarın 'ev' kültürünü tanıyabilmek için Anadolu'da yaptığı gezilerden birinde Antalya'da 80'lik ustaya 'Yapılacak işi nasıl tasarlardınız?' sorusuna aldığı cevapla başlıyor. Ustanın verdiği cevaptan anlıyoruz ki, Antalya yöresinde eğer bir kişi ev yaptırmaya karar verdiyse sora araya bulduğu ustanın evine önce bir çuval buğday gönderirmiş. Usta böylece o kişinin kendisine ev yaptırmak istediğini anlarmış. Usta işi yapmaya gönlü varsa buğdayı alıkoyarmış. Böylece iki aile arasında gidip gelmeler başlar ve usta aileyi iyice tanımak istermiş. İş verenin hali vakti yerinde mi, çocuğu var mı, daha olacak mı; bunları öğrenirmiş. İşveren de ustaya isteklerini bildirir, kimi isteklerini de bildiği bir örneğin yanına götürüp göstererek anlatırmış. Cengiz Bektaş, ustaya 'Ya kötü bir şey gösterirse?' diye sorduğunda aldığı cevaba şaşırıyor: 'Göstereceği kötü bir şey yoktu ki.'
Geleneği ve kültür birikimini anlatan bu cevap bir bakıma mesleği meşk eden ustaların bilgisini üniversal kent ve konut ideolojisine dair akademik, disipliner, hesap- kitapçı bilgisinden ayrıştırıyor, irfana dönüştürüyor ve kitabın adı olan Türk Evi'nin hususi değerlerini de ortaya çıkarıyor. Cengiz Bektaş'ın Türk Evi hakkında yazdıkları bu evin Kuzey Mezopotamya (Çayönü), Orta Anadolu (Aşıklı Höyük), Çatalhöyük, Denizli- Çivril (Beycesultan), Likya gibi örnekleri esas aldığı fikrine bağlanıyor. Böylece anlıyoruz ki Priene'nin avlulu ev hayatı geleceğin Türk evine esin kaynağı olmuştur. Çayönü evlerinin yerden biraz kaldırılarak altının havalandırılması, nemden korunmayı amaçlayan teknikleri geleceğin evlerine örnek olmuştur. Bektaş'a göre kamışlardan örülmüş kulübe duvarlarının deri ya da postla değil de killi çamurla sıvanması da 9.500 yıl kadar önce Çayönü'nde (Diyarbakır- Ergani arasında) gerçekleşiyor. Kimi araştırmacılara göre bu yöntemle ilk evi kadın yapmıştır. Zaten şunu kim inkâr edebilir: Yuvayı dişi kuş yapar. Kadın erkeğin vatanıdır. Bektaş, avlulu evin bir açıdan evin içinin kadın, sokağın-kentin erkek olarak ayrımını oluşturduğunu işaret eder ama başka bir açıdan da avlu sayesinde 'evin içi'ne güneşin, bahçenin katıldığı yorumunu getirir. Bu ikinci yorum kadının kent mekânında kullanım alanını arttıran, 'saklı bahçe'sini genişleten bir yorumdur da sanırım. Hafta sonlarında ağaç altı bulabilmek için kentten kilometrelerce uzaklara kendini atan insana, evinin yanıbaşında yer tahsis etmektir. Roma, ne kadar bastırırsa bastırsın Anadolu'yu Latinleştiremiyor diyor Bektaş. Türklerin Anadolu'ya gelişi ile mimarlar, yapıcılar işlerini yapmayı sürdürdüler; kimileri Müslüman oldular, adlarını değiştirdiler, işlerini değiştirmediler.
EVİMİZ HAYATIMIZDIR
Bektaş bu noktadan sonra her ne kadar Türk Evi demiş olsa da onun Yunanistan'da Yunanistan Evi, Makedonya'da Makedonya Evi, Filibe'de Bulgaristan Evi denileceğini söylüyor. Bu tıpkı 'Üsküdar'a Gider İken' ezgisinin Midilli'de, Arnavutluk'ta, Makedonya'da Sırbistan'da hem de 'Bizim dinsel ezgimiz' denilerek sahiplenilmesi gibidir. Kitabın İlkeler başlıklı bölümünde yazar, Anadolu'yu, Balkanlar'ı, Kahire'yi, kimi adaları dolaşarak incelediği örneklerin yaşlarının 100-200 yıl arasında olduğunu saptar ve bu örneklerde Doğu Anadolu'dan Yugoslavya'ya dek benzer ilkeler bulunmasının rastlantı olmadığını söyler. Anadolu'daki değişik uygarlıkları birleştiren Osmanlı yönetimidir yazara göre. Böylece Makedonya ile Kuzey Mezopotamya'da ev kültürünü birbirine benzeştiren temeli Osmanlı'nın yönetimi altındaki dil, din, ayrımlarını aşıp ortak bir pazar birliği, yaşama kültürü oluşturma becerisine bağlar. Yazar, incelediğim evler diyor, doğayla savaşmadan ona uyuyor, doğanın kan dolaşımı içinde kalıyor. Bu evi yaratan insan, evreni kendisi için yaratılmış düşünmüyor. Kendini onlarla birlikte var olan biri gibi görüyor. Kuşlara da ev düşünüyor. Konu komşuya gösterişi, tekebbürü ayıp sayıyor ve kokusu giden yemekten bir kap da komşuya gönderiyor. Çünkü ev almıyor, komşu alıyor. Bütün evler gün doğusuna bakıyor. İzmir evlerinin cumbaları diyor yazar, kışın ısı kaynağı ve yazın ısıyı yalıtıcıdır. Yani en az erke (enerji) tüketilen evlerdir. Batılıların 'eco mimarlık' dediği şeydir. Yerleşmede topografyaya uyuluyor. Kimse kimsenin içine bakmıyor. Kimse kimsenin havasını, güneşini, göz hakkını (bakışını) kesmiyor. Kimse kimseyi kirletmiyor. Bu evlerin en önemli özelliklerinden biri de diyor, tasarlanmaların içten başlaması ve dışa genişlemesidir. Enfüsten afâka. Önce işlev çözümleniyor. Bir de tutumluluktan bahsediyor. Genellikle iki ya da üç çekirdek aileyi (ana- baba, oğul- gelin, kız- damat) barındıran bu ev; iyi belirlenmiş, mahremiyete halel getirmeden ortak kullanımlar, alanlar açıyor. Bütün gün kullanılmayan, kilitli tutulan bir oylum bulunmuyor bu evlerde.
MİSAFİR ODALARI YOKTU
Günümüz misafir odası algısına izin verilmiyor. Çamaşır yıkama, hamam, mutfak işleri ortak çözülüyor. Kollektif yaşam tutumluluk zihni ile inşa ediliyor. Yağmurun damlası bile boşa gitmiyor, bacadan çıkan duman bile sıcaklığından yararlanılmadan havaya bırakılmıyor. Gerekmeyen yerde çivi kullanılmıyor. Uzak yerlerden inşaat malzemesi de getirilmiyor, çevrenin gereçlerinden ev yapılıyor. Evler birim birim büyüyebiliyor ya da sonradan bölünebiliyor. Bektaş, eski evler bölünerek ayakta kalmayı başardı diyor; hadi yeni apartman dairelerini ikiye üçe bölün. Bölemezsiniz. Bu ilkelerin yoksul ya da varlıklı kişilerin evlerinde geçerli olduğunu söylüyor Bektaş. Kitabın sonunda ise yeni kent uygulamalarının yaşama kültürünü bırakmadığından şikayet ediyor. Yalnızca para amaçlı uygulamalar sosyal yapıya zarar vermektedir, diyor. Yazara göre bu aşamada bir hesaplaşma yapmak kaçınılmaz. Kitap zengin fotoğraf, kroki, çizim, detay malzemeleriyle Türk Evi'ni görsel olarak da gün yüzüne çıkarıyor.
Lütfi Bergen
twitter.com/Lutfibergen1
18 Mayıs 2015 Pazartesi
Düşüncenin patikalarında yol almak
Ali Ömer Akbulut’un, Asa Kimin Elinde kitabı şiir üzerine yazılardan oluşuyor. 110 sayfa boyunca şiir ve şair olmaklığın, düşüncenin patikalarında yol alıyor; modernitenin kulelerini rahmani kelimelerin gizlerini; şairlerin, filozofların, tarihin ve güncelin rehberliğinde şerh ediyor.
Şubat ayında, Şule Yayınları etiketiyle çıkan kitap “Asa Kimin Elinde” ve "Eleştiri Melektir” başlıklı iki bölüme ayrılmış. Ancak yazıları, bir bütünün parçaları olarak görmek daha doğru olur. Zira iç içe geçmiş monologlarda Akbulut, şiir macerasını kitabın her yerinde başka kuklalarla oyuna sokuyor. Kimi zaman şiirin sarp kıyılarını yazılarının dilinde bir keskinlik suretinde görüyoruz. Ancak dilindeki şiirsellik ise bir dezavantaj değil, aksine düşüncenin boyutlarında girift şekillere bürünüyor. Böylelikle kimi zaman bir satıra takılıp yazarla birlikte -benim yaptığım gibi- bir minibüsün camından şehrin kalabalıklarına dalabilir, bir sorgudan başka bir sorguya dönerken yorgun düşebilirsiniz. Zaten yazar da şiirin bir yol olduğundan bahsedecektir az sonra: “Şiir ölümlüler için dönüş yoludur; yeryüzünde bir yaşam sürdürmeyi mümkün kılmak için. Şiir açıklıktan gelen, düşünce açıklığa yol alan [ya açıklıkta gizlenen] bir patikadır.”(s. 24)
Kitapta sık sık Zarifoğlu’na rastlamak…
Hölderlin’in kederli ve anlaşılmamış –anlaşılmayınca delidir her şey, özellikle şey, evet- çıktığı yol, kıvrılarak Zarifoğlu’nun “Dokunmayın Şiire” diye daldığı mahalleye çıkıyor: “Gelirken savaşçı gibi gelmiştir; yenik değildir dönerken; küçük bir filozof olmuştur. Cahit Zarifoğlu’dur bu. Hiç büyümez bu çocuk, hiç terk etmez onu; yaşamak arzusunun önüne geçerek, bütün geleceğini açlıkla ondan önce yaşayıp bitirerek.”(s. 19)
Bir başka yerde “…içe dönük, kendi üzerine kurulan/ yıkılan bir şiir söylemez o.”(s. 92) diye işaret ettiği de Zarifoğlu’nun ta kendisidir.
Akbulut, başka bir bakışla merkez-taşra ilişkisinde şiirin yerini sorguluyor, kendisi haddi olmadığını iddia etse de aslında “şiirin topografyası”nı belirlemenin kimi yeni sorgularla mümkün olacağı fikri aşikârdır ve bu fikre katılmamak elde değil. Merkezi elinde tutan hâkim söylemin “şiirin neliğiyle ilgili, şiirin özünü asla tartışmaya, aramaya açmayan öngörüsü/ propagandasıyla” oluşan şiirin ne olduğu sorgusunun imkânsızlığı iddiaları aslında bir merkez olduğu tezini de çürütüyor, diyecek denli düşüncemizi havalandıran söylemlere giriyor yazar.
“Baş Göz Üstüne” yazısında ise “kelime”nin kökeninden yola çıkıyor, çok garip yerlere varıyor, ama nasılsa kaybolmuyoruz. Tekno-bilimle doğan “stratejik şairlik”ten bahsediyor; bu doğumun vahametinden… Bu uzun yazıda, bir öngösterime sığmayacak denli ilginç tespitler var, bir yerden sonra görsel şiirle ilgili cümleler paragraflara evriliyor… Bununla beraber iki uzun yazı daha; “Karga için İade-i İtibar” ve “Asa Kimin Elinde” yazıları kitabın ağırlık noktasını oluşturuyorlar. İbni Arabi’den Mantıku’t-Tayr’a, Octavia Paz’dan Derrida’ya kadar pek çok ilginç karakteri olan Asa Kimin Elinde bizi zorluyor; şiir hakkında ve ezberler hakkında düşünmeye zorluyor. Yazar kendi soru(n)larına bizi de dahil ediyor. Bilhassa “şairin gecekondusu yok artık” diye başlayan “Asa Kimin Elinde” yazısında şiir ve şairin üzerinden modern zaman taşlaması yapıyor ki bu asla eski sevicilik değil, önce de değindiği “stratejik şairlik” ve görüntüsevicilik eşelemesi daha çok…
Hâsılı, Ali Ömer Akbulut, Asa Kimin Elinde kitabında, şiir için, şiirin içinden; şaire ve okura bir şeyler anlatmak niyetinde. Bütün o sayfaların sonunda klasik dönemden günümüze, şiir üzerine az da olsa -belki de bakılacak-okunacak ne çok şey var türevinden- bir şeyler ele geçmiş oluyor…
Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan
* Bu yazı daha önce Hece Dergisi'nin 220. sayısında yayımlanmıştır.
Şubat ayında, Şule Yayınları etiketiyle çıkan kitap “Asa Kimin Elinde” ve "Eleştiri Melektir” başlıklı iki bölüme ayrılmış. Ancak yazıları, bir bütünün parçaları olarak görmek daha doğru olur. Zira iç içe geçmiş monologlarda Akbulut, şiir macerasını kitabın her yerinde başka kuklalarla oyuna sokuyor. Kimi zaman şiirin sarp kıyılarını yazılarının dilinde bir keskinlik suretinde görüyoruz. Ancak dilindeki şiirsellik ise bir dezavantaj değil, aksine düşüncenin boyutlarında girift şekillere bürünüyor. Böylelikle kimi zaman bir satıra takılıp yazarla birlikte -benim yaptığım gibi- bir minibüsün camından şehrin kalabalıklarına dalabilir, bir sorgudan başka bir sorguya dönerken yorgun düşebilirsiniz. Zaten yazar da şiirin bir yol olduğundan bahsedecektir az sonra: “Şiir ölümlüler için dönüş yoludur; yeryüzünde bir yaşam sürdürmeyi mümkün kılmak için. Şiir açıklıktan gelen, düşünce açıklığa yol alan [ya açıklıkta gizlenen] bir patikadır.”(s. 24)
Kitapta sık sık Zarifoğlu’na rastlamak…
Hölderlin’in kederli ve anlaşılmamış –anlaşılmayınca delidir her şey, özellikle şey, evet- çıktığı yol, kıvrılarak Zarifoğlu’nun “Dokunmayın Şiire” diye daldığı mahalleye çıkıyor: “Gelirken savaşçı gibi gelmiştir; yenik değildir dönerken; küçük bir filozof olmuştur. Cahit Zarifoğlu’dur bu. Hiç büyümez bu çocuk, hiç terk etmez onu; yaşamak arzusunun önüne geçerek, bütün geleceğini açlıkla ondan önce yaşayıp bitirerek.”(s. 19)
Bir başka yerde “…içe dönük, kendi üzerine kurulan/ yıkılan bir şiir söylemez o.”(s. 92) diye işaret ettiği de Zarifoğlu’nun ta kendisidir.
Akbulut, başka bir bakışla merkez-taşra ilişkisinde şiirin yerini sorguluyor, kendisi haddi olmadığını iddia etse de aslında “şiirin topografyası”nı belirlemenin kimi yeni sorgularla mümkün olacağı fikri aşikârdır ve bu fikre katılmamak elde değil. Merkezi elinde tutan hâkim söylemin “şiirin neliğiyle ilgili, şiirin özünü asla tartışmaya, aramaya açmayan öngörüsü/ propagandasıyla” oluşan şiirin ne olduğu sorgusunun imkânsızlığı iddiaları aslında bir merkez olduğu tezini de çürütüyor, diyecek denli düşüncemizi havalandıran söylemlere giriyor yazar.
“Baş Göz Üstüne” yazısında ise “kelime”nin kökeninden yola çıkıyor, çok garip yerlere varıyor, ama nasılsa kaybolmuyoruz. Tekno-bilimle doğan “stratejik şairlik”ten bahsediyor; bu doğumun vahametinden… Bu uzun yazıda, bir öngösterime sığmayacak denli ilginç tespitler var, bir yerden sonra görsel şiirle ilgili cümleler paragraflara evriliyor… Bununla beraber iki uzun yazı daha; “Karga için İade-i İtibar” ve “Asa Kimin Elinde” yazıları kitabın ağırlık noktasını oluşturuyorlar. İbni Arabi’den Mantıku’t-Tayr’a, Octavia Paz’dan Derrida’ya kadar pek çok ilginç karakteri olan Asa Kimin Elinde bizi zorluyor; şiir hakkında ve ezberler hakkında düşünmeye zorluyor. Yazar kendi soru(n)larına bizi de dahil ediyor. Bilhassa “şairin gecekondusu yok artık” diye başlayan “Asa Kimin Elinde” yazısında şiir ve şairin üzerinden modern zaman taşlaması yapıyor ki bu asla eski sevicilik değil, önce de değindiği “stratejik şairlik” ve görüntüsevicilik eşelemesi daha çok…
Hâsılı, Ali Ömer Akbulut, Asa Kimin Elinde kitabında, şiir için, şiirin içinden; şaire ve okura bir şeyler anlatmak niyetinde. Bütün o sayfaların sonunda klasik dönemden günümüze, şiir üzerine az da olsa -belki de bakılacak-okunacak ne çok şey var türevinden- bir şeyler ele geçmiş oluyor…
Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan
* Bu yazı daha önce Hece Dergisi'nin 220. sayısında yayımlanmıştır.
13 Mayıs 2015 Çarşamba
77 Yaşın Pastoral Baharı: Bir Adın Yolculuktu
"Bütün şiir yazanlara, edebiyat yazanlara hatırlatmak gerekir: Şiir çıkmazdadır. Çünkü insan çıkmazdadır, sorunlar çıkmazdadır. Toplum değişiyor, insan değişiyor, insanın yeri değişiyor, insanın ilişkileri ve sorunları değişiyor… Şiirin en azından bir avunma, oyalanma değil, bir saptama, belki bir önerme olduğu anlaşılıyor."
- Turgut Uyar, Sonsuz ve Öbürü, Broy Yayınları, 1. Basım, 1985
Yeni bir şey yapmıyorsak hiçbir şey yapmıyor sayılır mıyız? ‘Yenilik’ kavramını yahut eskinin yıkımını fetişleştirmeden ve eskiden kopmanın mümkün olmadığı düşüncesini de büyütmeden klişenin şairi ve de şiiri ihtiyarlatan bir şey olduğunu söylemek mümkün. Bu ihtiyarlık, tedbirli olmak anlamındadır artık. Hâlbuki şairin yaşlandıkça dil içerisindeki tecrübesinin büyümesi, olanaklar ufkunun ardını görebilecek yücelikte bir yere gelmiş olması gerektir.
“Güneşin altında yeni bir söz yok” sözü klişeye tapanların anayasasının ilk maddesinde yazıyor” deniyordu klişe üzerine bir bahiste.[Enis Akın, “Birinci Sınıf Şiirleri Birinci Sınıf Şairler Yazar”, Hece, Yıl:11 S.132, s. 79-80, Aralık 2007.] Hakikaten güneşin altında deveran etmemiş ve yeniden yapılandırılmamış hiçbir söz yoksa her yüzyıl ‘öldü’ denilen şiir neden bitimsiz kıyafetli bir huri gibi soyundukça giyinen bir hâl alıyor? Yoksa dilin yaşıyor olması mıdır onunla ne yapılabileceğinin kestirilemiyor oluşu? “Dil, dünyayı resmeder” diyen Wittgenstein’ı anacak olursak şairlerin dünyayı olduğu, göründüğü hatta istediği gibi aktarmasının sonsuz yolunun bulunduğunu söyleyebiliriz. Şairin dilinin sınırlarını çizen kimdir?
Bütün bu cevap beklemeyen sorularla elimize aldığımız Bir Adın Yolculuktu kitabı Virgül’ün Başından Geçenler’in şairi Ülkü Tamer’in ömrünün belki de son çeyreğinde tedbirli olmanın güvenilir ancak sükûn bulmuş kıyısında neden durduğunu anlamamıza yardımcı olacağı aşikârdır. Bütün bir ömrü şiirle hemhâl olmuş bir adamın bütün hikâyesine sondan başa doğru gitmek hiç kolay değil ve bu bazen hayal kırıklıklarına neden olabilir. Çeviriler yaparak Türkçeye kazandırdığı eserlerde dile hâkimiyetini ve Türkçe bilgisini ispatlayan Ülkü Tamer’in şiirlerinde de berrak bir dilin çağıltısını duymuşuzdur. Fakat bahsi geçen hayal kırıklığı, olgunluk çağının yorgun ruhunu sırtlanıp kâğıda döken şairin yaşadığı çözülmede ortaya çıkabilir.
Bir Adın Yolculuktu; aynı isimli uzun bir şiirle açılıyor, Anadolu şehirlerini geziyorsunuz bu şiirde, mitolojik unsurla bezeli isimler eski zamanlara gönderme yapıyor. Bugün bu göndermenin izlerini arayabilir; Cumhuriyetin ilk yıllarının Yunan mitoslarına merakını bu şiirle yâd edebilirsiniz.
"Başpınar’da konaklar mıydı Odysseus
Penelope kurar mıydı tezgâhını Kayacık’ta"
Ardından “Neslihan’a Şiirler” bölümü başlıyor… Kitabın tamamına hâkim pastoral renkler, bu bölümde büyük oranda ilk çağrıştırdıkları hâlleriyle tebarüz etmiştir.
"Seninle duydum yağmurun sesini
dalların hışırtısını
bir bulutun savurduğu köpükleri gökyüzünde
ve içimde gümbür gümbür patlamasını
tomurcukların."
…
Şairin halk şiirinin basmakalıp motifleriyle harmanladığı kitabın son bölümü klişe ile ilgili hiçbir sıkıntısı olmadığını gösteriyor.
“Su başında bir gül açar
Dikenine sorar seni” (8’li Hece Ölçüsü)
Klişe imge ve söylemlerin kitabın bütününde oluşturduğu etki öyle büyük ki zaman zaman görünen şaşırtıcı mısralar kuyuya atılan taş gibi küçük ve uzak hareler oluşturmaktan öteye gidemiyor. “Her şey ne kadar durgun/ şiirin damarında” derken aslında belki de şair kımıltısız şiirinin farkındalığının da altını çiziyordur. Yorgunluğunun farkında oluşunun…
Ülkü Tamer’in “göl, gök, nehir, güneş, deniz, orman, dağ…” gibi pastoral ögelerle donattığı, lirizme boğulmuş şiirlerine bakarak ikinci yeninin önemli isimlerinden biri sayılmış şairin bugünün şiiriyle pek de ilgilenmediğini söyleyebiliriz. Turgut Uyar’ın sözlerine atıfla (Uyar’ın kendisi de hayatının son dönemlerinde yukarıdaki tezinin aksi istikamette çözülme göstermiş, şiirindeki gerilim sükûnla son bulmuştur.) Ülkü Tamer’in, şiirin bir avuntu ve teselli olduğu inanışının dışına çıkmadığını da iddia edebiliriz. Şekil ve konu açısından da yeniliğe ihtiyaç duymamış şairin, sevgilisi için kitap bastıran genç bir delikanlı olarak karşımıza çıkışı tıpkı şöyledir:
"Kendi kendine dağılan çocuk
film bittiği zaman beyazperdede."
Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan
* Bu yazı daha önce Hece Dergisi'nin 216. sayısında yayımlanmıştır.
- Turgut Uyar, Sonsuz ve Öbürü, Broy Yayınları, 1. Basım, 1985
Yeni bir şey yapmıyorsak hiçbir şey yapmıyor sayılır mıyız? ‘Yenilik’ kavramını yahut eskinin yıkımını fetişleştirmeden ve eskiden kopmanın mümkün olmadığı düşüncesini de büyütmeden klişenin şairi ve de şiiri ihtiyarlatan bir şey olduğunu söylemek mümkün. Bu ihtiyarlık, tedbirli olmak anlamındadır artık. Hâlbuki şairin yaşlandıkça dil içerisindeki tecrübesinin büyümesi, olanaklar ufkunun ardını görebilecek yücelikte bir yere gelmiş olması gerektir.
“Güneşin altında yeni bir söz yok” sözü klişeye tapanların anayasasının ilk maddesinde yazıyor” deniyordu klişe üzerine bir bahiste.[Enis Akın, “Birinci Sınıf Şiirleri Birinci Sınıf Şairler Yazar”, Hece, Yıl:11 S.132, s. 79-80, Aralık 2007.] Hakikaten güneşin altında deveran etmemiş ve yeniden yapılandırılmamış hiçbir söz yoksa her yüzyıl ‘öldü’ denilen şiir neden bitimsiz kıyafetli bir huri gibi soyundukça giyinen bir hâl alıyor? Yoksa dilin yaşıyor olması mıdır onunla ne yapılabileceğinin kestirilemiyor oluşu? “Dil, dünyayı resmeder” diyen Wittgenstein’ı anacak olursak şairlerin dünyayı olduğu, göründüğü hatta istediği gibi aktarmasının sonsuz yolunun bulunduğunu söyleyebiliriz. Şairin dilinin sınırlarını çizen kimdir?
Bütün bu cevap beklemeyen sorularla elimize aldığımız Bir Adın Yolculuktu kitabı Virgül’ün Başından Geçenler’in şairi Ülkü Tamer’in ömrünün belki de son çeyreğinde tedbirli olmanın güvenilir ancak sükûn bulmuş kıyısında neden durduğunu anlamamıza yardımcı olacağı aşikârdır. Bütün bir ömrü şiirle hemhâl olmuş bir adamın bütün hikâyesine sondan başa doğru gitmek hiç kolay değil ve bu bazen hayal kırıklıklarına neden olabilir. Çeviriler yaparak Türkçeye kazandırdığı eserlerde dile hâkimiyetini ve Türkçe bilgisini ispatlayan Ülkü Tamer’in şiirlerinde de berrak bir dilin çağıltısını duymuşuzdur. Fakat bahsi geçen hayal kırıklığı, olgunluk çağının yorgun ruhunu sırtlanıp kâğıda döken şairin yaşadığı çözülmede ortaya çıkabilir.
Bir Adın Yolculuktu; aynı isimli uzun bir şiirle açılıyor, Anadolu şehirlerini geziyorsunuz bu şiirde, mitolojik unsurla bezeli isimler eski zamanlara gönderme yapıyor. Bugün bu göndermenin izlerini arayabilir; Cumhuriyetin ilk yıllarının Yunan mitoslarına merakını bu şiirle yâd edebilirsiniz.
"Başpınar’da konaklar mıydı Odysseus
Penelope kurar mıydı tezgâhını Kayacık’ta"
Ardından “Neslihan’a Şiirler” bölümü başlıyor… Kitabın tamamına hâkim pastoral renkler, bu bölümde büyük oranda ilk çağrıştırdıkları hâlleriyle tebarüz etmiştir.
"Seninle duydum yağmurun sesini
dalların hışırtısını
bir bulutun savurduğu köpükleri gökyüzünde
ve içimde gümbür gümbür patlamasını
tomurcukların."
…
Şairin halk şiirinin basmakalıp motifleriyle harmanladığı kitabın son bölümü klişe ile ilgili hiçbir sıkıntısı olmadığını gösteriyor.
“Su başında bir gül açar
Dikenine sorar seni” (8’li Hece Ölçüsü)
Klişe imge ve söylemlerin kitabın bütününde oluşturduğu etki öyle büyük ki zaman zaman görünen şaşırtıcı mısralar kuyuya atılan taş gibi küçük ve uzak hareler oluşturmaktan öteye gidemiyor. “Her şey ne kadar durgun/ şiirin damarında” derken aslında belki de şair kımıltısız şiirinin farkındalığının da altını çiziyordur. Yorgunluğunun farkında oluşunun…
Ülkü Tamer’in “göl, gök, nehir, güneş, deniz, orman, dağ…” gibi pastoral ögelerle donattığı, lirizme boğulmuş şiirlerine bakarak ikinci yeninin önemli isimlerinden biri sayılmış şairin bugünün şiiriyle pek de ilgilenmediğini söyleyebiliriz. Turgut Uyar’ın sözlerine atıfla (Uyar’ın kendisi de hayatının son dönemlerinde yukarıdaki tezinin aksi istikamette çözülme göstermiş, şiirindeki gerilim sükûnla son bulmuştur.) Ülkü Tamer’in, şiirin bir avuntu ve teselli olduğu inanışının dışına çıkmadığını da iddia edebiliriz. Şekil ve konu açısından da yeniliğe ihtiyaç duymamış şairin, sevgilisi için kitap bastıran genç bir delikanlı olarak karşımıza çıkışı tıpkı şöyledir:
"Kendi kendine dağılan çocuk
film bittiği zaman beyazperdede."
Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan
* Bu yazı daha önce Hece Dergisi'nin 216. sayısında yayımlanmıştır.
12 Mayıs 2015 Salı
İfratın ve tefritin her türlüsü doğru yoldan sapmadır
Şennur Özdemir’in “İslâm ve Sınıf” (Nika Yayınları, 2014) kitabındaki iki kavram hakkında değinilerde bulunacağım. Bunlardan biri “vasat ümmet”, diğeri “Ahilik-melâmilik” hakkındadır.
Vasat Ümmet: Şennur Özdemir’e göre Bakara 143 ayeti sınıflılığa karşı köklü çözüm olarak getirilmiş önemli bir tedbirdir. Ayeti şöyle vermektedir: “Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik ki (hayatınızla) tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız.”
Şöyle diyor: “Doğulu/İslâmî gelenekte sınıflılığa karşı köklü çareler düşünülmüştür. İslâm’da ruhban sınıfının olmaması ve her türden sınıflaşmaya / gruplaşmaya karşı eşitlik tavsiye edilmesinin nedeni de, zaten, insanlar aralarında bu şekilde ayrışmasınlar diyedir. Birinin yükselişinin ancak diğerinin alçalışı ve insanlık macerasının uzağına düşmesi pahasına gerçekleşebileceğinin bilinciyle bölünmemiş, “vasat bir ümmet/toplum” olmak tavsiye edilirdi” (Özdemir, 2014: 144); “Kamil insanla, Kur’an’da vurgulanan ‘vasat insan’ idealinin eşitlikçi, dengeye dayanan bir toplum düzenini amaçladığı kesindir” (Özdemir, 2014: 346).
Aktardığım alıntıda da görüleceği üzere “vasat ümmet” kavramını bir yerde “her türden sınıflaşmaya karşı eşitlik” anlamında ele almakta, diğer yerde ise “Kamil insan” idealinin eşitlikçi ve dengeye dayanan toplum düzenini amaçlaması olarak tanımlamaktadır.
Vasat ümmet kavramının Kur’an’da tek kullanımı Özdemir’in işaret ettiği ayette beyan edilmiştir. Ancak Özdemir, ayeti bütün olarak almamış, parçalamıştır. Biz aşağıya ayetin bütününü almayı gerekli görüyoruz:
“Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlara karşı şahitler olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun. Biz Peygambere uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden ayıralım diye, eskiden yöneldiğini (Kâbe’yi) kıble yaptık. Bu, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara Rauf ve Rahim’dir” (2 Bakara143).
Ayette geçen “vasat” Müfredat’ta “İfrat ve tafritten uzak mutedil söz, davranış ve hareketler için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Cimrilik ve savurganlık arasında yer alan cömertlik de böyledir” şeklinde anlamlandırılmıştır. Zikredilen ayete “Ortada yürüyen bir ümmet” anlamı verir. Bu kavram hakkında Alâ Sâlih El-Kaysî tarafından yazılmış bir makalede şu izaha yer verilmiştir:
“Vasatun” kelimesi “vasatan, elvustâ, evsatu, evsatuhüm, vasatne” şeklinde farklı yapılarda Kur’an-ı Kerim’de yer almaktadır. Bakara Suresi’nde iki, Mâide, Kalem ve Âdiyât Surelerinde birer defa olmak üzere Kur’an-ı Kerim’de toplam beş yerde geçmektedir. Bu ayetlerin çoğu Medenî bir kısmı da Mekkî’dir.
Zikri geçen kelimeler Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde yer almaktadır.
“vasatan”: “Böylelikle sizi dengeli, ölçülü (vasat) bir topluluk kıldık.” (2 Bakara 143)
“elvustâ”: “Namazlara, hassaten orta (elvustâ) namaza devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun.” (2 Bakara 238)
“evsat”: “Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden (evsat) on fakire yedirmek.” (5 Maide 89)
“evsatuhüm”: “Onların en akl-ı selim sahibi olanı (evsatuhüm), “Ben size ‘Rabbinizi tespih etseydiniz ya! dememiş miydim?” dedi.” (68 Kalem 28)
“vasatne”: “Derken bir topluluğun ortasına (vasatne) dalanlara yemin ederim ki,” (100 Âdiyat 5)
Bakara Suresi’nin 143. “Böylece sizi orta bir ümmet yaptık.” ayeti genel olarak: Allah sizi adaletli, dengeli, hayırlı bir topluluk kıldı anlamındadır. Allah Teâlâ’nın onları bu şekilde vasıflandırması onların din hususunda dengeli olmaları nedeniyledir. Çünkü onlar ne Hristiyanların aşırı gidenleri gibi aşırı gitmişler, ne de tam olarak yapmaları gereken dini vecibeleri hafife alan Yahudiler gibi dinlerini ihmal edip hafife almışlardır. Zira Müslümanlar âdil, dengeli, mutedil bir toplumdur. Hayırlı olmaları da bu manadadır. Çünkü insanların en hayırlısı demek onların en âdili demektir (Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’an, Dâru’l-Fikr, Beyrut tsz., II. 7). Her şeyin hayırlı olanı vasat olanıdır. Aşırılık da, hafife alma da istenmeyen, hoşnut olunmayan bir durumdur. İstenilen şeyden daha fazlasını yapmak ifrat, daha azını yapmak ise tefrittir. İfratın ve tefritin her türlüsü doğru yoldan sapmadır. En hayırlı olan ise işin iki ucu arası olmak, ortada bulunmaktır. Bu nedenle Müslümanlar tam manada mutedil olan vasat bir topluluktur. Orta haricindeki uçların tümü tehlike altına girmişlerdir” (Kaysi, 2014: 198-199).
Anlaşılacağı üzere “vasat ümmet” teriminin “her türden sınıflaşmaya / gruplaşmaya karşı eşitliği sağlayan toplum” olmak şeklinde bir anlamı yoktur. “Vasat ümmet”in, hayırlılık ve hayırlı olanı seçme, ifrat ve tefrite düşmeyen toplum olma gibi anlamlarından söz edilebilir. Orta ümmet muhafaza altındadır, demektir. Ayetin devamı kıbleye işaret etmektedir. Bu da “Allah sizi ümmetlerin en hayırlısı kıldığı gibi kıblenizi de en hayırlı kıble kılmıştır” demektir. Böylece anlam bu ümmet “vasat” kelimesinin bütün anlamlarını şahitlik etmektedir. Güzel (Hüsna) ve Adalet anlamına gelen “vasatîlik” bu toplumda gözlenir. Diğer taraftan tasavvur ve itikatta “vasatîlik”, iyilik ve kötülüğü tefrik etmek bakımından “vasatîlik” hakkında şahadet eder.
Diğer taraftan ayet kıble değişikliği ve insanlığın önder toplumunu belirleme bakımından da işarette bulunmuştur. Âyette geçen, “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız” (2 Bakara 143) beyanı ile Hz. Muhammed (asv) üzerinden onun inşa ettiği toplum insanlığın önderi konumuna gelmektedir. Bu ayet bu topluluğun kıblesini de değiştirmektedir. Müslümanlar “vasat ümmet” olmanın değer ve meziyetlerine ulaşma vasfı ile müjdelenmişlerdir. Kıblenin Kabe’ye çevrilmesi, İsrail oğullarının önderlik görevinden düştüğünü, değerleri savunma ve yaşama bakımından önderliğin Müslümanlara verildiğini gösterir. Bu önderliğin “eşitlik” kavramı ile bir ilintisi olduğu ayetten çıkmamaktadır.
Şennur Özdemir, “vasat nitelikleriyle İslâmî ahlâk, Weber’in nazarında bir tür yüceltim ve hatta ibadet olarak telakki edilen çok çalışmaya dayalı iş ahlâkının yol açtığı kapitalizmin oluşumuna engeldir” (Özdemir, 2014: 135) demekle haklı ise de bu haklılığın “Doğu’nun hâkim zihniyetinde ister alt yapısal ister üst yapısal olsun, eşitsizlik yaratmamanın baskın bir yer tutuyor olması” (Özdemir, 2014: 208) argümanına kayması zorlamadır. Çünkü “eşitsizlik” kavramının İslâm toplumlarının tabakalaşmaya ve esnaf-çiftçi, asker, ulema, yönetici gibi zümreleri çıkarmaya ilişkin olarak görünümlerini izah eden bir bağlamı yoktur. İslâm toplumları yöneten ve yönetilen ayrışmasına uğramışlar, meslekî tabakalaşma oluşturmuşlar ancak bu tabakalaşmada eşitsizlik gibi bir kavramı öncelememişlerdir. Nitekim Kur’an’daki (43 Zuhruf 32) ayetinin “Biri diğerine iş gördürebilsin diye onlardan kimini kimine derecelerle üstün kıldık” anlamı karşısında Şennur Özdemir paradigmasını delillendirememiş ve İngilizceden Türkçeye çevrilen (yani mealin meali olan) Muhammed Esed’in mealine başvurarak müşkülünü çözmeye çalışmıştır.
Oysa tercih ettiği mealde dahi “Ve onların bazısını başkalarına yardım etmeleri için diğerlerinin üstüne çıkaran biziz” şeklindeki anlam ilahi olarak insanların yaradılıştan iktisadî eşitsizliğini onaylamaktadır. Şennur Özdemir, eşitliği “İslâm’da yardımın, kişiyi kendine yeter hale getirilmesi için yapılması gereğinden, kendine yeten (müstakil) özgür insan haline getirilmesi için çaba içinde olması gerektiğine” yönelen bir “homo İslamicus” kavramına dayandırmaktadır (Özdemir, 2014: 97). Oysa Kur’an “Ne oluyor size ki zayıf ve âciz (müstezaf) erkekler, kadınlar ve çocuklar, Rabbimiz bizi ahalisi zâlim olan şu şehirden çıkar, bize katından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla deyip dururlarken siz, Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (4 Nisa 75) ayetinde müstezaf erkekleri kadın-çocuklar ile eşitlemektedir. Bu ayette müstezaf olmayan erkeklere hasta/sakat/yaşlı erkekler ile kadın ve çocukları mağdur oldukları ülkeden çıkarma görevi verilmektedir. Nitekim Nisâ Sûresi 34. ayeti de “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır (yönetici, koruyucu, kayyum)” beyanıyla ailede reisliği erkeğe vermiş ve bir hiyerarşi oluşturmuştur.
İslâm’da eşitlik kavramı bulunmamaktadır. İslâm’da ancak denklik/küfüv/mizan/tamamlamadan bahsedilebilir.
Ahilik-melâmilik: Şennur Özdemir’in hatalı olarak ele aldığı ikinci kavram Ahilik-melâmilik kavramıdır.
Özdemir’e göre “Tasavvuf geleneğiyle etkileşim içinde varlık alanı bulan ahilikçe benimsenen temel prensip, ‘bir lokma bir hırka’dır” (Özdemir, 2014: 139). Şennur Özdemir’in yargısının aksine ahiliğin “bir lokma bir hırka” prensibi olmadığı literatürde yaygın şekilde vurgulanmış bir olgudur. Buradaki temel yanılgı sofilerin “hırka giyme”lerine ama ahilerin “şed kuşanmaları”na ilişkindir: “Tasavvuf ehli sufilerin hırka giymeleri töresine uygun olarak bunlar da şalvar giymekte özellik gösterirler” (Uçma, 2011: 42). Ahilik, fütüvvet teşkilatının Anadolu’da dönüşüme uğrayarak yeniden yapılanması ile ilgili iktisadî-askeri bir “pazar hareketi” olarak çıkmıştır. Sufilikten farkı ahi teşkilatlarının esnaf-imalat erbabı olmalarıdır. Bu nedenle tekkede oturarak “bir lokma-bir hırka” felsefesine göre bir meşrep ortaya koymamışlardır. Nitekim Şennur Özdemir başka bir yazısında Melamilerin tarikat olarak kabul edilmese de yaygın taraftar bulduğu Anadolu’da (yaygın değillerdir-LB) tasavvufun “bir lokma bir hırka” felsefesine dayanarak Batı tipi bir çileciliğe sapmasına kapılmadığına da işaret etmektedir (Özdemir, 2014: 331).
Bu iki yargı arasındaki çelişkinin Şennur Özdemir tarafından giderilmesi gerekmektedir. Ahilik kavramının fütüvvet kavramıyla ilintisine değinilmiştir. Ali Bolat, “Fütüvvet kavramının belli bir teşkilatı ifade etmeye başladığı m. XIII. Yüzyıldan itibaren bu yaklaşımın, özellikle Ahîlik kurumunu ürettiği fütüvvetnamelerde bu kavramın birtakım menkabevî rivayetlerle Hz. Ali’ye dayandırılmasına özen gösterildiği bilinmelidir” (Bolat, 2003: 262) demektedir. Ali Bolat’a göre fütüvvet, “sufî tarikatlerine karşı” İslâm Şövalyeliği” şeklinde Halife Nasır tarafından kurulmuştur (Bolat, 2003: 263). Diğer taraftan Moğol İstilası sonrası Anadolu’ya geçen Horasan Erenleri, Anadolu’da örgütlenirken sanat ve ticaretin Türk olmayan unsurun elinden almaya dönük olarak irade göstermiş göçebelikten yerleşikliğe geçtikçe Anadolu şehircilik hareketini kontrol etmiştir. Ahîler başlangıçtan itibaren Osmanlı Devleti ile ilişkilerini iyi tutmaya çalışmış, padişahların da fütüvvet ehli olması nedeniyle en üst kademede temsil edilmişleridr. Fakat sonradan medresenin kuvvetlenmesi, Şeyhülislâmlığın kurulması ile devletten kopmuş Fatih zamanından itibaren ise Şiî unsur ağırlık kazanmıştır. Ahîlerin Osmanlı-Safevî mücadelesinde Safevîlerden yana olduğu iddiası kanıtlanamamış ise de örgütlü bir esnaf hareketi olmaları şiddetle kırılmalarına sebebiyet vermiştir. Hamza Bali’nin yolu olan ikinci dönem Melamiliği Bıçakçı Ömer Dede’ye (Ömer Sikkini) ve o da Hacı Bayram Veli’ye dayanır.
Melamîliğin taç ve hırka giymemesi hakkında da menkıbe anlatılır: Hacı Bayram Veli'nin vefatından sonra, halifeleri Akşemseddin ile Dede Ömer Sikkini arasında meşrep farklılığı doğar. Sikkini zikir meclislerine, kıyafete adab-erkan’a karşıdır. Akşemseddin ile taç ve hırka konusunda tartışırlar. Cuma günü bir ateş yaktıran Sikkini “buyurun ateşe girelim, keramet tac ve hırkada ise, biz yanarız onlar kalır, değilse onlar yanar biz kalırız” der ve ateşe girer. Tac ve hırka yanar, kendisi yanmadan ateşten çıkar. Bu olay sonrasında Sikkini Melamiye-i Bayramiye'yi kurmuş olur. Bu nedenle Bayrami Melamiler’de tac ve hırka yoktur. Bayramî-Melamiler "vahdet-i vücudçu ehl-i beyt" inancı Osmanlı Devleti tarafından takip edilir ve idamlarla kırılır. İsmâil Maşukîi (Oğlan Şeyh) Hamza Bali, Sütçü Beşir Ağa idam edilmiştir. Bayramî-melamiliğin bu derece kırılmasının temel sebebinin her ne kadar teolojik düşüncelerle ilişkili olduğu söylenmekte ise de bizim kanaatimiz farklıdır: 1492 sonrası Osmanlı ülkesine gelen burjuvaların ticari saha üzerinde kontrolü ele geçirme kaygıları siyasete etkili olmuştur.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
- Bolat Ali, Melametilik, İnsan Yayınları, 2003
- El-Kaysî Alâ Sâlih, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Çeviren: Yusuf Ağkuş, C: 1, S:1, s: 195-229, 2014/2
- Uçma İsmet, Bir Sosyal Siyaset Kurumu Olarak Ahîlik, İşaret Yayınları, 2011
Vasat Ümmet: Şennur Özdemir’e göre Bakara 143 ayeti sınıflılığa karşı köklü çözüm olarak getirilmiş önemli bir tedbirdir. Ayeti şöyle vermektedir: “Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik ki (hayatınızla) tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız.”
Şöyle diyor: “Doğulu/İslâmî gelenekte sınıflılığa karşı köklü çareler düşünülmüştür. İslâm’da ruhban sınıfının olmaması ve her türden sınıflaşmaya / gruplaşmaya karşı eşitlik tavsiye edilmesinin nedeni de, zaten, insanlar aralarında bu şekilde ayrışmasınlar diyedir. Birinin yükselişinin ancak diğerinin alçalışı ve insanlık macerasının uzağına düşmesi pahasına gerçekleşebileceğinin bilinciyle bölünmemiş, “vasat bir ümmet/toplum” olmak tavsiye edilirdi” (Özdemir, 2014: 144); “Kamil insanla, Kur’an’da vurgulanan ‘vasat insan’ idealinin eşitlikçi, dengeye dayanan bir toplum düzenini amaçladığı kesindir” (Özdemir, 2014: 346).
Aktardığım alıntıda da görüleceği üzere “vasat ümmet” kavramını bir yerde “her türden sınıflaşmaya karşı eşitlik” anlamında ele almakta, diğer yerde ise “Kamil insan” idealinin eşitlikçi ve dengeye dayanan toplum düzenini amaçlaması olarak tanımlamaktadır.
Vasat ümmet kavramının Kur’an’da tek kullanımı Özdemir’in işaret ettiği ayette beyan edilmiştir. Ancak Özdemir, ayeti bütün olarak almamış, parçalamıştır. Biz aşağıya ayetin bütününü almayı gerekli görüyoruz:
“Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlara karşı şahitler olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun. Biz Peygambere uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden ayıralım diye, eskiden yöneldiğini (Kâbe’yi) kıble yaptık. Bu, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara Rauf ve Rahim’dir” (2 Bakara143).
Ayette geçen “vasat” Müfredat’ta “İfrat ve tafritten uzak mutedil söz, davranış ve hareketler için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Cimrilik ve savurganlık arasında yer alan cömertlik de böyledir” şeklinde anlamlandırılmıştır. Zikredilen ayete “Ortada yürüyen bir ümmet” anlamı verir. Bu kavram hakkında Alâ Sâlih El-Kaysî tarafından yazılmış bir makalede şu izaha yer verilmiştir:
“Vasatun” kelimesi “vasatan, elvustâ, evsatu, evsatuhüm, vasatne” şeklinde farklı yapılarda Kur’an-ı Kerim’de yer almaktadır. Bakara Suresi’nde iki, Mâide, Kalem ve Âdiyât Surelerinde birer defa olmak üzere Kur’an-ı Kerim’de toplam beş yerde geçmektedir. Bu ayetlerin çoğu Medenî bir kısmı da Mekkî’dir.
Zikri geçen kelimeler Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde yer almaktadır.
“vasatan”: “Böylelikle sizi dengeli, ölçülü (vasat) bir topluluk kıldık.” (2 Bakara 143)
“elvustâ”: “Namazlara, hassaten orta (elvustâ) namaza devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun.” (2 Bakara 238)
“evsat”: “Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden (evsat) on fakire yedirmek.” (5 Maide 89)
“evsatuhüm”: “Onların en akl-ı selim sahibi olanı (evsatuhüm), “Ben size ‘Rabbinizi tespih etseydiniz ya! dememiş miydim?” dedi.” (68 Kalem 28)
“vasatne”: “Derken bir topluluğun ortasına (vasatne) dalanlara yemin ederim ki,” (100 Âdiyat 5)
Bakara Suresi’nin 143. “Böylece sizi orta bir ümmet yaptık.” ayeti genel olarak: Allah sizi adaletli, dengeli, hayırlı bir topluluk kıldı anlamındadır. Allah Teâlâ’nın onları bu şekilde vasıflandırması onların din hususunda dengeli olmaları nedeniyledir. Çünkü onlar ne Hristiyanların aşırı gidenleri gibi aşırı gitmişler, ne de tam olarak yapmaları gereken dini vecibeleri hafife alan Yahudiler gibi dinlerini ihmal edip hafife almışlardır. Zira Müslümanlar âdil, dengeli, mutedil bir toplumdur. Hayırlı olmaları da bu manadadır. Çünkü insanların en hayırlısı demek onların en âdili demektir (Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’an, Dâru’l-Fikr, Beyrut tsz., II. 7). Her şeyin hayırlı olanı vasat olanıdır. Aşırılık da, hafife alma da istenmeyen, hoşnut olunmayan bir durumdur. İstenilen şeyden daha fazlasını yapmak ifrat, daha azını yapmak ise tefrittir. İfratın ve tefritin her türlüsü doğru yoldan sapmadır. En hayırlı olan ise işin iki ucu arası olmak, ortada bulunmaktır. Bu nedenle Müslümanlar tam manada mutedil olan vasat bir topluluktur. Orta haricindeki uçların tümü tehlike altına girmişlerdir” (Kaysi, 2014: 198-199).
Anlaşılacağı üzere “vasat ümmet” teriminin “her türden sınıflaşmaya / gruplaşmaya karşı eşitliği sağlayan toplum” olmak şeklinde bir anlamı yoktur. “Vasat ümmet”in, hayırlılık ve hayırlı olanı seçme, ifrat ve tefrite düşmeyen toplum olma gibi anlamlarından söz edilebilir. Orta ümmet muhafaza altındadır, demektir. Ayetin devamı kıbleye işaret etmektedir. Bu da “Allah sizi ümmetlerin en hayırlısı kıldığı gibi kıblenizi de en hayırlı kıble kılmıştır” demektir. Böylece anlam bu ümmet “vasat” kelimesinin bütün anlamlarını şahitlik etmektedir. Güzel (Hüsna) ve Adalet anlamına gelen “vasatîlik” bu toplumda gözlenir. Diğer taraftan tasavvur ve itikatta “vasatîlik”, iyilik ve kötülüğü tefrik etmek bakımından “vasatîlik” hakkında şahadet eder.
Diğer taraftan ayet kıble değişikliği ve insanlığın önder toplumunu belirleme bakımından da işarette bulunmuştur. Âyette geçen, “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız” (2 Bakara 143) beyanı ile Hz. Muhammed (asv) üzerinden onun inşa ettiği toplum insanlığın önderi konumuna gelmektedir. Bu ayet bu topluluğun kıblesini de değiştirmektedir. Müslümanlar “vasat ümmet” olmanın değer ve meziyetlerine ulaşma vasfı ile müjdelenmişlerdir. Kıblenin Kabe’ye çevrilmesi, İsrail oğullarının önderlik görevinden düştüğünü, değerleri savunma ve yaşama bakımından önderliğin Müslümanlara verildiğini gösterir. Bu önderliğin “eşitlik” kavramı ile bir ilintisi olduğu ayetten çıkmamaktadır.
Şennur Özdemir, “vasat nitelikleriyle İslâmî ahlâk, Weber’in nazarında bir tür yüceltim ve hatta ibadet olarak telakki edilen çok çalışmaya dayalı iş ahlâkının yol açtığı kapitalizmin oluşumuna engeldir” (Özdemir, 2014: 135) demekle haklı ise de bu haklılığın “Doğu’nun hâkim zihniyetinde ister alt yapısal ister üst yapısal olsun, eşitsizlik yaratmamanın baskın bir yer tutuyor olması” (Özdemir, 2014: 208) argümanına kayması zorlamadır. Çünkü “eşitsizlik” kavramının İslâm toplumlarının tabakalaşmaya ve esnaf-çiftçi, asker, ulema, yönetici gibi zümreleri çıkarmaya ilişkin olarak görünümlerini izah eden bir bağlamı yoktur. İslâm toplumları yöneten ve yönetilen ayrışmasına uğramışlar, meslekî tabakalaşma oluşturmuşlar ancak bu tabakalaşmada eşitsizlik gibi bir kavramı öncelememişlerdir. Nitekim Kur’an’daki (43 Zuhruf 32) ayetinin “Biri diğerine iş gördürebilsin diye onlardan kimini kimine derecelerle üstün kıldık” anlamı karşısında Şennur Özdemir paradigmasını delillendirememiş ve İngilizceden Türkçeye çevrilen (yani mealin meali olan) Muhammed Esed’in mealine başvurarak müşkülünü çözmeye çalışmıştır.
Oysa tercih ettiği mealde dahi “Ve onların bazısını başkalarına yardım etmeleri için diğerlerinin üstüne çıkaran biziz” şeklindeki anlam ilahi olarak insanların yaradılıştan iktisadî eşitsizliğini onaylamaktadır. Şennur Özdemir, eşitliği “İslâm’da yardımın, kişiyi kendine yeter hale getirilmesi için yapılması gereğinden, kendine yeten (müstakil) özgür insan haline getirilmesi için çaba içinde olması gerektiğine” yönelen bir “homo İslamicus” kavramına dayandırmaktadır (Özdemir, 2014: 97). Oysa Kur’an “Ne oluyor size ki zayıf ve âciz (müstezaf) erkekler, kadınlar ve çocuklar, Rabbimiz bizi ahalisi zâlim olan şu şehirden çıkar, bize katından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla deyip dururlarken siz, Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (4 Nisa 75) ayetinde müstezaf erkekleri kadın-çocuklar ile eşitlemektedir. Bu ayette müstezaf olmayan erkeklere hasta/sakat/yaşlı erkekler ile kadın ve çocukları mağdur oldukları ülkeden çıkarma görevi verilmektedir. Nitekim Nisâ Sûresi 34. ayeti de “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır (yönetici, koruyucu, kayyum)” beyanıyla ailede reisliği erkeğe vermiş ve bir hiyerarşi oluşturmuştur.
İslâm’da eşitlik kavramı bulunmamaktadır. İslâm’da ancak denklik/küfüv/mizan/tamamlamadan bahsedilebilir.
Ahilik-melâmilik: Şennur Özdemir’in hatalı olarak ele aldığı ikinci kavram Ahilik-melâmilik kavramıdır.
Özdemir’e göre “Tasavvuf geleneğiyle etkileşim içinde varlık alanı bulan ahilikçe benimsenen temel prensip, ‘bir lokma bir hırka’dır” (Özdemir, 2014: 139). Şennur Özdemir’in yargısının aksine ahiliğin “bir lokma bir hırka” prensibi olmadığı literatürde yaygın şekilde vurgulanmış bir olgudur. Buradaki temel yanılgı sofilerin “hırka giyme”lerine ama ahilerin “şed kuşanmaları”na ilişkindir: “Tasavvuf ehli sufilerin hırka giymeleri töresine uygun olarak bunlar da şalvar giymekte özellik gösterirler” (Uçma, 2011: 42). Ahilik, fütüvvet teşkilatının Anadolu’da dönüşüme uğrayarak yeniden yapılanması ile ilgili iktisadî-askeri bir “pazar hareketi” olarak çıkmıştır. Sufilikten farkı ahi teşkilatlarının esnaf-imalat erbabı olmalarıdır. Bu nedenle tekkede oturarak “bir lokma-bir hırka” felsefesine göre bir meşrep ortaya koymamışlardır. Nitekim Şennur Özdemir başka bir yazısında Melamilerin tarikat olarak kabul edilmese de yaygın taraftar bulduğu Anadolu’da (yaygın değillerdir-LB) tasavvufun “bir lokma bir hırka” felsefesine dayanarak Batı tipi bir çileciliğe sapmasına kapılmadığına da işaret etmektedir (Özdemir, 2014: 331).
Bu iki yargı arasındaki çelişkinin Şennur Özdemir tarafından giderilmesi gerekmektedir. Ahilik kavramının fütüvvet kavramıyla ilintisine değinilmiştir. Ali Bolat, “Fütüvvet kavramının belli bir teşkilatı ifade etmeye başladığı m. XIII. Yüzyıldan itibaren bu yaklaşımın, özellikle Ahîlik kurumunu ürettiği fütüvvetnamelerde bu kavramın birtakım menkabevî rivayetlerle Hz. Ali’ye dayandırılmasına özen gösterildiği bilinmelidir” (Bolat, 2003: 262) demektedir. Ali Bolat’a göre fütüvvet, “sufî tarikatlerine karşı” İslâm Şövalyeliği” şeklinde Halife Nasır tarafından kurulmuştur (Bolat, 2003: 263). Diğer taraftan Moğol İstilası sonrası Anadolu’ya geçen Horasan Erenleri, Anadolu’da örgütlenirken sanat ve ticaretin Türk olmayan unsurun elinden almaya dönük olarak irade göstermiş göçebelikten yerleşikliğe geçtikçe Anadolu şehircilik hareketini kontrol etmiştir. Ahîler başlangıçtan itibaren Osmanlı Devleti ile ilişkilerini iyi tutmaya çalışmış, padişahların da fütüvvet ehli olması nedeniyle en üst kademede temsil edilmişleridr. Fakat sonradan medresenin kuvvetlenmesi, Şeyhülislâmlığın kurulması ile devletten kopmuş Fatih zamanından itibaren ise Şiî unsur ağırlık kazanmıştır. Ahîlerin Osmanlı-Safevî mücadelesinde Safevîlerden yana olduğu iddiası kanıtlanamamış ise de örgütlü bir esnaf hareketi olmaları şiddetle kırılmalarına sebebiyet vermiştir. Hamza Bali’nin yolu olan ikinci dönem Melamiliği Bıçakçı Ömer Dede’ye (Ömer Sikkini) ve o da Hacı Bayram Veli’ye dayanır.
Melamîliğin taç ve hırka giymemesi hakkında da menkıbe anlatılır: Hacı Bayram Veli'nin vefatından sonra, halifeleri Akşemseddin ile Dede Ömer Sikkini arasında meşrep farklılığı doğar. Sikkini zikir meclislerine, kıyafete adab-erkan’a karşıdır. Akşemseddin ile taç ve hırka konusunda tartışırlar. Cuma günü bir ateş yaktıran Sikkini “buyurun ateşe girelim, keramet tac ve hırkada ise, biz yanarız onlar kalır, değilse onlar yanar biz kalırız” der ve ateşe girer. Tac ve hırka yanar, kendisi yanmadan ateşten çıkar. Bu olay sonrasında Sikkini Melamiye-i Bayramiye'yi kurmuş olur. Bu nedenle Bayrami Melamiler’de tac ve hırka yoktur. Bayramî-Melamiler "vahdet-i vücudçu ehl-i beyt" inancı Osmanlı Devleti tarafından takip edilir ve idamlarla kırılır. İsmâil Maşukîi (Oğlan Şeyh) Hamza Bali, Sütçü Beşir Ağa idam edilmiştir. Bayramî-melamiliğin bu derece kırılmasının temel sebebinin her ne kadar teolojik düşüncelerle ilişkili olduğu söylenmekte ise de bizim kanaatimiz farklıdır: 1492 sonrası Osmanlı ülkesine gelen burjuvaların ticari saha üzerinde kontrolü ele geçirme kaygıları siyasete etkili olmuştur.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
- Bolat Ali, Melametilik, İnsan Yayınları, 2003
- El-Kaysî Alâ Sâlih, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Çeviren: Yusuf Ağkuş, C: 1, S:1, s: 195-229, 2014/2
- Uçma İsmet, Bir Sosyal Siyaset Kurumu Olarak Ahîlik, İşaret Yayınları, 2011
11 Mayıs 2015 Pazartesi
Çanakkale cephesinde yazılmış bir günlük
"Bu eser, Bayrı'nın ilk neşredilmiş eseri olması ve Türk tarihinin en şanlı sahnelerini içinde toplayan Birinci Dünya Harbi'nin Çanakkale Muharebeleri'ni bir ihtiyat zabitinin müşahedelerine dayanan kaleminden vermesi bakımından çok mühimdir. Millî Mücadele ve Türk tarihini yazacak tarihçilerimiz üstadın Maziden Bir Yaprak adlı eserini de tetkik etmelidirler."
- Mehmed Gökalp, Mehmet Halit Bayrı, Türk Düşüncesi, 1960
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir, hem Türk tarihi hem de Türk savaş tarihine, bilhassa Çanakkale Muharebelerine çok önemli bir katkı yaparak; Mehmet Halit Bayrı'nın 100 yıl önce kaybolan günlüğüne ulaştı ve kitap hâline getirdi. İstanbul'dan Çanakkale'de yedek subay olarak muharebe etmek maksadıyla yola çıkan Mehmet Halit Bayrı'nın günlüğü özellikle askerin maneviyatını, cephenin tam içinden naklediyor. Kitaptan evvel yazarın ismi üzerinde biraz konuşmak gerekir.
Mehmet Halit Bayrı, 1922'de İsmail Hakkı Ertaylan'ın yayınladığı Düşünce dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapmış, 1924'te Anadolu Mecmuası'nı yayınlamaya başlamıştı. Mecmuanın kadrosunda Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, Prof. Hilmi Ziya Ülken, Reşat Şimsettin Sirer, Haydar Necip, Halit Nazmi Keşmir ve Ord. Prof. Z. Fahri Fındıkoğlu gibi Türk düşüncesinin efsane isimleri yer almıştır. Bu mecmua bilhassa halkbilimi adına önemli katkılar yapmış, "Anadoluculuk" fikrinin de çıkış noktası olmuştur. Fahri Fındıkoğlu'nun "İleride 1924-1925 tarihinin İstanbul ve Anadolu'daki fikir cereyanlarını araştıracak olanlar Anadolu Mecmuası ideolojisi üzerinde durmaya mecburdurlar" yorumu önemlidir. 1929'dan itibaren 124 sayı yayımlanan ve 1942'de kapanan Halkbilgisi Haberleri dergisi ise Naki Tezel'in ifadesiyle "3000 sayfalık 10 büyük cilt tutan bu değerli ilim dergisi, sayfalarındaki, milli hayatımızın çeşitli yönleriyle ilgili ve halk edebiyatımızın bütün kollarına ait çok değerli malzeme ile paha biçilemez bir hazine olarak kitaplıklarımıza mal olmuş" bir eserdir. İstanbul Darulfünûnu Edebiyat Fakültesi mezunu Halit Bayrı, İstanbul Belediyesinin çeşitli kademelerinde çalıştı. Bedestan müdürü iken 1953 yılında emekli olmuştur. 1947'de yayımlanan İstanbul Folkloru adlı kitabı Türk halk bilimine eşsiz bir katkıdır. 1958'de İstanbul'da vefat etmiştir, mezarı Merkez Efendi Kozluca Mezarlığı'ndadır. Günlüğü okuyanlar görecektir ki ifadeleri son derece şairane, lezzetli bir üsluptadır. Bilhassa Gelibolu'dan Maydos'a (Eceabat) giderken yükselen alevleri, bir saat süren bombardımanları anlatışı insanın manevi iklimini sarsar, o günleri yaşatır. Şu ifadeleri bunu ispata yeter de artar bile:
"Mukaddes ve ulvi müdafaa.. Dini hürmet ve vatanı muhabbetle selamlamak, tebaadan her dindaş bu müdafaaya başka bir nam verebilir mi? Ve bu [Çanakkale Müdafaası] öyle mukaddes bir müdafaa ki İslmiyânı cidden zîşan eylemektedir. Türbe-yi pür-nûr-ı Muhammedî’de uçan meleklerin ağlayarak muavenete koştukları Türk’ün harikalar nevinden icat ettiği [yaptığı] bu müdafaa arasında bulunmak, bundan fedakârane ölmeyi istememek bilmem kâbil olabilir mi? Silahını bırakmamak ve onunla müdafaa-yı din-i memleket uğrunda dövüşerek hayatını terk etmekten hiç çekinmeyen Türk yavruları arasında ancak Cenâb-ı Allah'ın sevdiği kullara nasip olan bir bahtiyarlıktır."
Halit Bayrı günlüğünde Maydos'a gideceğini belirtse de taburu Bigalı üzerinden Kumköyü'ne, oradan da meşhur Kanlıkuyu'ya intikal eder. Belirtmek icap eder ki bu bölgede çokça kuyu olduğundan köyün adı Kanlıkuyu'dur, savaşla herhangi bir alakası yoktur. 6 Mayıs 1915'te vardığı Kanlıkuyu'da şu düşüncelerini kaleme alır:
"Burası, bir yandan dinlenilen bir yandan da gelecek günlerin merakı ile insanı karamsarlığa düşüren bir yerdir. Ben askerlikten uzakta yaşayışın tadını emerken kabil değil, bunları düşünmemiştim: Bana her şeyi izhar eden (meydana çıkaran) vatanım için her fedakârlığı yapmak."
Gelibolu'daki bombardımandan sonra tabur kumandanının askerlerin kendilerine "Geçmiş olsun arkadaşlar!" hitabına şu cevapları verir:
"Kumandan bey, şehit olamadığımıza cidden muteessifiz. Yaralanacak, başımız sızlayacak, vücudumuz acıyacak, ağrıyacaktı. Fakat bundan ziyade biz toplarımızla beraber muharebede bulunamayacağımızdan dolayı üzülecektik. Şehit olsak, olabilsek ah, o rütbeye erişebilsek."
Günlükte Mehmet Halit Bayrı'nın "Hatıralar Arasında" ve "Askerin Destanı" başlıklı iki şiiri yer alıyor. İlkinde savaşın da manevi tesiriyle "Kinimi yaşatarak / intikamçün çalıştım / toprağıma hor bakan / gözleri çıkartarak" diyen Bayrı, "Kin" başlıklı yazısını ise şöyle bitirir: "Kalbimdeki galeyan, dimağımdaki isyan beni bî-huzur ederek el-ân hayat sürüyor, fakat onlardan mütevellit kin, bütün vücudumda bir asabiyet-i mümtaze suretinde tecelli ediyordu."
Bayrı, Çanakkale Muharebeleri'nde hastane gemisine dönüştürülmüş Gülnihal vapuruyla birlikte İstanbul'a dönerken aklında hala cephe arkadaşları vardır. Tedavisi için İstanbul'a dönüşü onu huzursuz eder. Artık köşkler, akasyalar onu teskin edemez lakin muazzam heybetiyle Ayasofya ve yekdiğeri üzerine yığılmış harap evler "Müslümanlığın sadâ-yı necatını haykıran minareler" ve deniz, biraz olsun düşüncelerini toparlamasına vesile olur. Kitaptaki "Şehit Kardeşlerime" adlı bölümde şöyle seslenir: "Ey şehit ve muazzez kardeşler, ruhlarınızın bu son vazife-yi hamaseti kanla tarihe geçen isimlerimizin üzerinde bir çeleng-i zafer şeklinde parıldarken silah arkadaşlarınızın netice-yi hayriye-yi hayatınıza gıpta ederek süngülerle din ve vatan düşmanına âhenin bir darbe havale ile onu gayya-yı mağlubiyetin hîçi-yi muzliminde ezerken siz vatan için öldüğünüzden memnun... Ve ben celadet-i mukaddeseniz huzurunda sizin için giryan oluyorum..."
Mukaddes Müdafaa başlıklı yazıda "Sevgili Kardeşim Sait Bey'e" diyerek bir mektup kaleme alır yazar. Şu cümleleri, savaşın Türk milletindeki yeri ve önemini yeniden vurgular: "Çanakkale'ye dört koldan asker ihraç etmek ve bunda muvaffak olmak... Nasıl? Bir celadet ıtlâkına sezâ her Türk neferi buna müsaade edebilir miydi? Şüphesiz hayır. Türk dimağlarında yaşayan mefkûre buna katiyen müsaade edilemeyeceği oldu. Bunun için bütün millet oğullarına, arslan ruhu taşıyan, kalpleri asalet ve besalet ile çarpan oğullarına, "Haydi," dedi, "Çanakkale'ye. Din, memleketi müdafaa için ölmeye."
Kitabın günlük bölümü bittikten sonra Mehmet Halit Bayrı'nın ilk matbu eseri olan "Maziden Bir Yaprak" başlıyor. Halit Oğuz takma adıyla yazılan bu kitap 18 bölümden oluşuyor ve Çanakkale Muharebeleri'ne dair yazılardan oluşuyor. İstanbul bölümü yazarın cepheden ayrılık hikâyesidir ve yazar kitabın "menaf-i bakiyesi"ni iç kapakta belirtildiği gibi "İhtiyat Zabitleri Teavün Cemiyeti'ne" terk etmiştir.
Vatanını ve dinini canından vazgeçecek kadar seven, İstanbul'a düşkün, şair, halkbilimci, cephe sonrasında eline silah gibi kullandığı kalemi alarak Türk düşünce hayatına hâlâ kıymeti bilinememiş eserler bırakan Mehmet Halit Bayrı'nın, Lokman Erdemir tarafından hazırlanan ve Timaş Yayınları etiketiyle yayımlanan bu kitabı; cephe, arkadaşlık, millet, vatan, din gibi mefhumların önemini yeniden idrak edebilmek adına kitaplıklardaki yerini alacaktır, almalıdır.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Mehmed Gökalp, Mehmet Halit Bayrı, Türk Düşüncesi, 1960
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir, hem Türk tarihi hem de Türk savaş tarihine, bilhassa Çanakkale Muharebelerine çok önemli bir katkı yaparak; Mehmet Halit Bayrı'nın 100 yıl önce kaybolan günlüğüne ulaştı ve kitap hâline getirdi. İstanbul'dan Çanakkale'de yedek subay olarak muharebe etmek maksadıyla yola çıkan Mehmet Halit Bayrı'nın günlüğü özellikle askerin maneviyatını, cephenin tam içinden naklediyor. Kitaptan evvel yazarın ismi üzerinde biraz konuşmak gerekir.
Mehmet Halit Bayrı, 1922'de İsmail Hakkı Ertaylan'ın yayınladığı Düşünce dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapmış, 1924'te Anadolu Mecmuası'nı yayınlamaya başlamıştı. Mecmuanın kadrosunda Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, Prof. Hilmi Ziya Ülken, Reşat Şimsettin Sirer, Haydar Necip, Halit Nazmi Keşmir ve Ord. Prof. Z. Fahri Fındıkoğlu gibi Türk düşüncesinin efsane isimleri yer almıştır. Bu mecmua bilhassa halkbilimi adına önemli katkılar yapmış, "Anadoluculuk" fikrinin de çıkış noktası olmuştur. Fahri Fındıkoğlu'nun "İleride 1924-1925 tarihinin İstanbul ve Anadolu'daki fikir cereyanlarını araştıracak olanlar Anadolu Mecmuası ideolojisi üzerinde durmaya mecburdurlar" yorumu önemlidir. 1929'dan itibaren 124 sayı yayımlanan ve 1942'de kapanan Halkbilgisi Haberleri dergisi ise Naki Tezel'in ifadesiyle "3000 sayfalık 10 büyük cilt tutan bu değerli ilim dergisi, sayfalarındaki, milli hayatımızın çeşitli yönleriyle ilgili ve halk edebiyatımızın bütün kollarına ait çok değerli malzeme ile paha biçilemez bir hazine olarak kitaplıklarımıza mal olmuş" bir eserdir. İstanbul Darulfünûnu Edebiyat Fakültesi mezunu Halit Bayrı, İstanbul Belediyesinin çeşitli kademelerinde çalıştı. Bedestan müdürü iken 1953 yılında emekli olmuştur. 1947'de yayımlanan İstanbul Folkloru adlı kitabı Türk halk bilimine eşsiz bir katkıdır. 1958'de İstanbul'da vefat etmiştir, mezarı Merkez Efendi Kozluca Mezarlığı'ndadır. Günlüğü okuyanlar görecektir ki ifadeleri son derece şairane, lezzetli bir üsluptadır. Bilhassa Gelibolu'dan Maydos'a (Eceabat) giderken yükselen alevleri, bir saat süren bombardımanları anlatışı insanın manevi iklimini sarsar, o günleri yaşatır. Şu ifadeleri bunu ispata yeter de artar bile:
"Mukaddes ve ulvi müdafaa.. Dini hürmet ve vatanı muhabbetle selamlamak, tebaadan her dindaş bu müdafaaya başka bir nam verebilir mi? Ve bu [Çanakkale Müdafaası] öyle mukaddes bir müdafaa ki İslmiyânı cidden zîşan eylemektedir. Türbe-yi pür-nûr-ı Muhammedî’de uçan meleklerin ağlayarak muavenete koştukları Türk’ün harikalar nevinden icat ettiği [yaptığı] bu müdafaa arasında bulunmak, bundan fedakârane ölmeyi istememek bilmem kâbil olabilir mi? Silahını bırakmamak ve onunla müdafaa-yı din-i memleket uğrunda dövüşerek hayatını terk etmekten hiç çekinmeyen Türk yavruları arasında ancak Cenâb-ı Allah'ın sevdiği kullara nasip olan bir bahtiyarlıktır."
Halit Bayrı günlüğünde Maydos'a gideceğini belirtse de taburu Bigalı üzerinden Kumköyü'ne, oradan da meşhur Kanlıkuyu'ya intikal eder. Belirtmek icap eder ki bu bölgede çokça kuyu olduğundan köyün adı Kanlıkuyu'dur, savaşla herhangi bir alakası yoktur. 6 Mayıs 1915'te vardığı Kanlıkuyu'da şu düşüncelerini kaleme alır:
"Burası, bir yandan dinlenilen bir yandan da gelecek günlerin merakı ile insanı karamsarlığa düşüren bir yerdir. Ben askerlikten uzakta yaşayışın tadını emerken kabil değil, bunları düşünmemiştim: Bana her şeyi izhar eden (meydana çıkaran) vatanım için her fedakârlığı yapmak."
Gelibolu'daki bombardımandan sonra tabur kumandanının askerlerin kendilerine "Geçmiş olsun arkadaşlar!" hitabına şu cevapları verir:
"Kumandan bey, şehit olamadığımıza cidden muteessifiz. Yaralanacak, başımız sızlayacak, vücudumuz acıyacak, ağrıyacaktı. Fakat bundan ziyade biz toplarımızla beraber muharebede bulunamayacağımızdan dolayı üzülecektik. Şehit olsak, olabilsek ah, o rütbeye erişebilsek."
Günlükte Mehmet Halit Bayrı'nın "Hatıralar Arasında" ve "Askerin Destanı" başlıklı iki şiiri yer alıyor. İlkinde savaşın da manevi tesiriyle "Kinimi yaşatarak / intikamçün çalıştım / toprağıma hor bakan / gözleri çıkartarak" diyen Bayrı, "Kin" başlıklı yazısını ise şöyle bitirir: "Kalbimdeki galeyan, dimağımdaki isyan beni bî-huzur ederek el-ân hayat sürüyor, fakat onlardan mütevellit kin, bütün vücudumda bir asabiyet-i mümtaze suretinde tecelli ediyordu."
Bayrı, Çanakkale Muharebeleri'nde hastane gemisine dönüştürülmüş Gülnihal vapuruyla birlikte İstanbul'a dönerken aklında hala cephe arkadaşları vardır. Tedavisi için İstanbul'a dönüşü onu huzursuz eder. Artık köşkler, akasyalar onu teskin edemez lakin muazzam heybetiyle Ayasofya ve yekdiğeri üzerine yığılmış harap evler "Müslümanlığın sadâ-yı necatını haykıran minareler" ve deniz, biraz olsun düşüncelerini toparlamasına vesile olur. Kitaptaki "Şehit Kardeşlerime" adlı bölümde şöyle seslenir: "Ey şehit ve muazzez kardeşler, ruhlarınızın bu son vazife-yi hamaseti kanla tarihe geçen isimlerimizin üzerinde bir çeleng-i zafer şeklinde parıldarken silah arkadaşlarınızın netice-yi hayriye-yi hayatınıza gıpta ederek süngülerle din ve vatan düşmanına âhenin bir darbe havale ile onu gayya-yı mağlubiyetin hîçi-yi muzliminde ezerken siz vatan için öldüğünüzden memnun... Ve ben celadet-i mukaddeseniz huzurunda sizin için giryan oluyorum..."
Mukaddes Müdafaa başlıklı yazıda "Sevgili Kardeşim Sait Bey'e" diyerek bir mektup kaleme alır yazar. Şu cümleleri, savaşın Türk milletindeki yeri ve önemini yeniden vurgular: "Çanakkale'ye dört koldan asker ihraç etmek ve bunda muvaffak olmak... Nasıl? Bir celadet ıtlâkına sezâ her Türk neferi buna müsaade edebilir miydi? Şüphesiz hayır. Türk dimağlarında yaşayan mefkûre buna katiyen müsaade edilemeyeceği oldu. Bunun için bütün millet oğullarına, arslan ruhu taşıyan, kalpleri asalet ve besalet ile çarpan oğullarına, "Haydi," dedi, "Çanakkale'ye. Din, memleketi müdafaa için ölmeye."
Kitabın günlük bölümü bittikten sonra Mehmet Halit Bayrı'nın ilk matbu eseri olan "Maziden Bir Yaprak" başlıyor. Halit Oğuz takma adıyla yazılan bu kitap 18 bölümden oluşuyor ve Çanakkale Muharebeleri'ne dair yazılardan oluşuyor. İstanbul bölümü yazarın cepheden ayrılık hikâyesidir ve yazar kitabın "menaf-i bakiyesi"ni iç kapakta belirtildiği gibi "İhtiyat Zabitleri Teavün Cemiyeti'ne" terk etmiştir.
Vatanını ve dinini canından vazgeçecek kadar seven, İstanbul'a düşkün, şair, halkbilimci, cephe sonrasında eline silah gibi kullandığı kalemi alarak Türk düşünce hayatına hâlâ kıymeti bilinememiş eserler bırakan Mehmet Halit Bayrı'nın, Lokman Erdemir tarafından hazırlanan ve Timaş Yayınları etiketiyle yayımlanan bu kitabı; cephe, arkadaşlık, millet, vatan, din gibi mefhumların önemini yeniden idrak edebilmek adına kitaplıklardaki yerini alacaktır, almalıdır.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
4 Mayıs 2015 Pazartesi
Müslüman kadınların Kur'an ile muhataplığı
İslamcı kadınlar kadın hakkında yazdıklarım için “sana ne” tepkisini veriyorlar. Ancak bu iş öyle bildiğiniz gibi değil. İslamcı kadınların kendilerini yeniden tanımlama çabasına girmesi onların Kur’an ile “kadın olarak” muhataplıklar geliştirmeleri ile yakından ilgilidir. İslamcı kadınlar “İslâm, feminizmle düşünülemez” dediklerinde “örtülü bir dil” kullanmaktadırlar. Diğer bir değişle İslamcı kadınlar, “feminist olmadıklarını” söylediklerinde feminizmi kabul etmediklerini dile getirmiş değillerdir. Tam tersine onların feminizmle ilişkileri İslâm-feminizm ilişkisini “ters çevirerek yeniden kuran” çağcıl bir ilişki türüdür. Bu onların Kur’an ile birey arasındaki ilişkileri “doğrudanlaştıran” ve çağın gerçekliğine göre yeniden anlamlandıran bir alana açılmakta olduğundan son derece modernist de sayılmalıdır. Kur’an (metin) ile “doğrudan” ve “kadın-birey” olarak ilişkiye girmek hem Kur’an’ı indiği dönemdeki nebevî uygulayımdan kopararak “zaman-kırıcı” kılmakta ve hem de Kur’an’a “şimdiye kadar erkek okuma yapıldı” ithamıyla cinsiyetçi (ama kadın) bir hermöneutik (yorum ve metodoloji) ile yaklaşmayı teklif etmektedir.
Bu yazıda İslamcı kadınların Kur’an ile ilişkiyi nasıl anladıkları konusuna Zehra Yılmaz’ın “Dişil Dindarlık-İslamcı Kadın Hareketinin Dönüşümü” adlı kitabından bir iki alıntıyla değineceğim. Kitabın önemi İslamcı kadınların Kur’an ile ilişkilerini Zehra Yılmaz’ın sorularına verdikleri cevaplarla kamuoyuna açmalarından gelmektedir.
Zehra Yılmaz, İslamcı feminist yazar Amina Wedud’un “Kur’an ve Kadın” (2005) başlıklı kitabında “tefsirin bireyselliği”ne vurgu yaparak “metnin anlamının sabit ve değişmez olduğu” varsayımına itiraz ettiğinden hareket ederek bu görüşün Türkiye’deki İslamcı kadın yazarlar arasında ne kadar paylaşıldığı araştırmasına girmektedir. Wedud’a dair şu yorumu yapar: “Kur’an içinde kadının ikincilleştirildiğine ilişkin eleştirilere ve bunun üzerinden İslâm’ın cinsiyetçi ve despotik bir din olarak yorumlanmasına karşılık olarak Kur’an’ın indiği dönemde Arap coğrafyasında egemen olan ataerkil yapılanmanın dikkate alınması gerektiğinin altını çizer. Hatta böyle bakıldığında Kur’an’ın dönemine göre kadın hakları bakımından ilerici bir metin olduğunu öne sürer. Bu görüş benim görüştüğüm kadınların neredeyse tamamı tarafından da vurgulandı (…) İslâm üzerindeki Arap kültürü gölgesini kaldırmak da diyebileceğimiz bu tutum, tarihselci okumaların kastının ötesine geçerek (…) etnofobik formlara da bürünebiliyordu [Bu noktada Esra Elönü’nün beyanı verilir: “Neden bir Arap kültürü, bir Arap zihniyetiyle benzeştirilmiş İslâm kafalarında oluşsun”-LB] (…) Pakistan asıllı yazar Asma Barlas, Kur’an’ın bugüne kadar erkekler tarafından yorumlanmasına karşı, Kur’an’ın kadın perpektifinden, yeni bir okumaya tabi tutulması gerektiğini savunur. Diğer bir ifadeyle Barlas, Wedud’a benzer olarak, Kur’an’ın patriarkanın çok güçlü olduğu bir dönemde geldiğinden hep bu gözle yorumlandığını, kadınların şimdi buna meydan okumaları gerektiğini söyler” (Yılmaz, 2015: 115-117). Wedud, hocası Fazlur Rahman’ın yöntemini kullanarak “Kur’an tefsirini önceki bugünkü durumdan Kur’an’ın indiği döneme giderek, daha sonra da tekrar bugüne dönmek yoluyla iki yönlü hareket üzerinden açıklamaktadır. Kur’an metnini tarihsel bir okumaya tabi tutmayı öneren bu bakış, Kur’an’ın esasının kadın-erkek eşitliğine dayandığını, ancak toplumsal ve tarihsel yükün İslâm’ı özünden uzaklaştırdığını iddia eder." (Yılmaz, 2015: 117-118).
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere 1) “Kur’an patriarkal bir topluma inmiştir” denilerek kadıncı bir okuma yapılması için zemin oluşturulmaktadır. Ancak Hz. Peygamber (asv)’in eşi Mekke’de tüccardır. Hz. Peygamber (asv)’e evlilik teklifini bizzat kendisi yapmıştır. Diğer taraftan Hz. Hamza’ya suikast kararı veren kişi de Ebu Süfyan değil karısı Hind’dir. Dolayısıyla vahyin indiği ortamın “ataerkil” olduğuna ilişkin yorum Hz. Peygamber (asv)’in bizzat yakın çevresi veya sınıfsal aidiyeti düşünüldüğünde doğrulanamamaktadır. Kaldı ki, Hz. Peygamber (asv) 12 evlilik yaptığı ve dört kız (Zeynep, Rukiye, Ümmğü Gülsüm, Fatıma) babası olduğu halde “ilerici bir metin olan Kur’an”ın kadıncı yorumu ortaya çıkmamıştır. 2) Tarihi ilerleyen bir süreç olarak ele alarak Kur’an’ın “ilkeler” getirdiği faraziyesi ile metne yaklaşılmaktadır. Bu haliyle İslamcı feminizmin öncelikle ilerleme mitine bağlılık nedeniyle pozitivist bir dünya tasavvuru bulunduğu söylenebilecektir. Kur’an, ister “erkek egemen okuma” ile ele alınsın ve isterse “kadıncı bir okuma”ya tabi kılınsın toplumların ilerlediği fikrini kabul etmemektedir: “Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların İmar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” (30 Rum 9).
Tarihin ilerleyen bir tarih olduğunu benimsememek Kur’an metninin hükümlerinin tarihsel gelişme ile aşılmasını imkân dışı kılmaktadır. Kaldı ki bugün modern dünya Müslümanların inşa ettiği bir dünya da değildir. Bu nedenle Müslümanlar Kur’an’ın tarihselci okumaya tabi tutulmasını gerektirecek bir İslâmî-içtimaîyat içinde yaşamamaktadır. Anlaşılacağı üzere Amina Wedud’un “tarihselci okuma” gerekçelerini kabul etmiyoruz.
Diğer taraftan vahyin kadın-erkek eşitliği getirdiği düşüncesi de vahyin kendisine indirildiği profiller açısından doğru değildir. Hz. İbrahim (as) iki karılıdır. Karılarından birini (Hacer), Kabe’yi inşa ettikten sonra aç-susuz onun yanına bırakmıştır. Bu durumda vahyî (İslâmî) öz’ün erkek-kadın eşitliğini öngördüğü nasıl söylenebilecektir? Eğer kadın-erkek eşitliği gibi bir “İslâmî öz” olsaydı İbrahim’in iki eşi değil tek eşi olacağı gibi, karısını da Kabe’nin yanında “Allah için” bırakmayacaktı.
Kadın İslamcılığı bilginin kaynağı nedir? sorunsalı bakımından da Hz. Peygamber (asv)’in bilgisinin sadece metin ile değil Mir’aç hadisesi ile de ilişkili olduğunu görmezlikten gelmektedir. Kaldı ki bu tür “tanrısal temaslar” sadece Hz. Peygamber (asv) için değil diğer peygamberler için de söylenebilecektir. Hz. Musa (as) “Tanrı ile konuşmuş”tur. Hz. Musa Tur Dağı’ndaki ateşin yanına giderken karısını konaklatmış ve ateşe doğru yalnız yol almıştı. Allah, Hz. Musa’ya bir çalıdan seslendi: “Ey Musa, Âlemlerin Rabbi olan Allah Benim, diye seslenildi” (28 Kasas 30). Anlaşılacağı üzere bilgi sadece metin olarak gelmemiştir. Bu nedenle kadınların metnin indiği ortamı “ataerkil” sayarak aşması imkânı bulunmamaktadır. Metin erkeklere (peygamberlere) gelmiştir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
Bu yazıda İslamcı kadınların Kur’an ile ilişkiyi nasıl anladıkları konusuna Zehra Yılmaz’ın “Dişil Dindarlık-İslamcı Kadın Hareketinin Dönüşümü” adlı kitabından bir iki alıntıyla değineceğim. Kitabın önemi İslamcı kadınların Kur’an ile ilişkilerini Zehra Yılmaz’ın sorularına verdikleri cevaplarla kamuoyuna açmalarından gelmektedir.
Zehra Yılmaz, İslamcı feminist yazar Amina Wedud’un “Kur’an ve Kadın” (2005) başlıklı kitabında “tefsirin bireyselliği”ne vurgu yaparak “metnin anlamının sabit ve değişmez olduğu” varsayımına itiraz ettiğinden hareket ederek bu görüşün Türkiye’deki İslamcı kadın yazarlar arasında ne kadar paylaşıldığı araştırmasına girmektedir. Wedud’a dair şu yorumu yapar: “Kur’an içinde kadının ikincilleştirildiğine ilişkin eleştirilere ve bunun üzerinden İslâm’ın cinsiyetçi ve despotik bir din olarak yorumlanmasına karşılık olarak Kur’an’ın indiği dönemde Arap coğrafyasında egemen olan ataerkil yapılanmanın dikkate alınması gerektiğinin altını çizer. Hatta böyle bakıldığında Kur’an’ın dönemine göre kadın hakları bakımından ilerici bir metin olduğunu öne sürer. Bu görüş benim görüştüğüm kadınların neredeyse tamamı tarafından da vurgulandı (…) İslâm üzerindeki Arap kültürü gölgesini kaldırmak da diyebileceğimiz bu tutum, tarihselci okumaların kastının ötesine geçerek (…) etnofobik formlara da bürünebiliyordu [Bu noktada Esra Elönü’nün beyanı verilir: “Neden bir Arap kültürü, bir Arap zihniyetiyle benzeştirilmiş İslâm kafalarında oluşsun”-LB] (…) Pakistan asıllı yazar Asma Barlas, Kur’an’ın bugüne kadar erkekler tarafından yorumlanmasına karşı, Kur’an’ın kadın perpektifinden, yeni bir okumaya tabi tutulması gerektiğini savunur. Diğer bir ifadeyle Barlas, Wedud’a benzer olarak, Kur’an’ın patriarkanın çok güçlü olduğu bir dönemde geldiğinden hep bu gözle yorumlandığını, kadınların şimdi buna meydan okumaları gerektiğini söyler” (Yılmaz, 2015: 115-117). Wedud, hocası Fazlur Rahman’ın yöntemini kullanarak “Kur’an tefsirini önceki bugünkü durumdan Kur’an’ın indiği döneme giderek, daha sonra da tekrar bugüne dönmek yoluyla iki yönlü hareket üzerinden açıklamaktadır. Kur’an metnini tarihsel bir okumaya tabi tutmayı öneren bu bakış, Kur’an’ın esasının kadın-erkek eşitliğine dayandığını, ancak toplumsal ve tarihsel yükün İslâm’ı özünden uzaklaştırdığını iddia eder." (Yılmaz, 2015: 117-118).
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere 1) “Kur’an patriarkal bir topluma inmiştir” denilerek kadıncı bir okuma yapılması için zemin oluşturulmaktadır. Ancak Hz. Peygamber (asv)’in eşi Mekke’de tüccardır. Hz. Peygamber (asv)’e evlilik teklifini bizzat kendisi yapmıştır. Diğer taraftan Hz. Hamza’ya suikast kararı veren kişi de Ebu Süfyan değil karısı Hind’dir. Dolayısıyla vahyin indiği ortamın “ataerkil” olduğuna ilişkin yorum Hz. Peygamber (asv)’in bizzat yakın çevresi veya sınıfsal aidiyeti düşünüldüğünde doğrulanamamaktadır. Kaldı ki, Hz. Peygamber (asv) 12 evlilik yaptığı ve dört kız (Zeynep, Rukiye, Ümmğü Gülsüm, Fatıma) babası olduğu halde “ilerici bir metin olan Kur’an”ın kadıncı yorumu ortaya çıkmamıştır. 2) Tarihi ilerleyen bir süreç olarak ele alarak Kur’an’ın “ilkeler” getirdiği faraziyesi ile metne yaklaşılmaktadır. Bu haliyle İslamcı feminizmin öncelikle ilerleme mitine bağlılık nedeniyle pozitivist bir dünya tasavvuru bulunduğu söylenebilecektir. Kur’an, ister “erkek egemen okuma” ile ele alınsın ve isterse “kadıncı bir okuma”ya tabi kılınsın toplumların ilerlediği fikrini kabul etmemektedir: “Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların İmar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” (30 Rum 9).
Tarihin ilerleyen bir tarih olduğunu benimsememek Kur’an metninin hükümlerinin tarihsel gelişme ile aşılmasını imkân dışı kılmaktadır. Kaldı ki bugün modern dünya Müslümanların inşa ettiği bir dünya da değildir. Bu nedenle Müslümanlar Kur’an’ın tarihselci okumaya tabi tutulmasını gerektirecek bir İslâmî-içtimaîyat içinde yaşamamaktadır. Anlaşılacağı üzere Amina Wedud’un “tarihselci okuma” gerekçelerini kabul etmiyoruz.
Diğer taraftan vahyin kadın-erkek eşitliği getirdiği düşüncesi de vahyin kendisine indirildiği profiller açısından doğru değildir. Hz. İbrahim (as) iki karılıdır. Karılarından birini (Hacer), Kabe’yi inşa ettikten sonra aç-susuz onun yanına bırakmıştır. Bu durumda vahyî (İslâmî) öz’ün erkek-kadın eşitliğini öngördüğü nasıl söylenebilecektir? Eğer kadın-erkek eşitliği gibi bir “İslâmî öz” olsaydı İbrahim’in iki eşi değil tek eşi olacağı gibi, karısını da Kabe’nin yanında “Allah için” bırakmayacaktı.
Kadın İslamcılığı bilginin kaynağı nedir? sorunsalı bakımından da Hz. Peygamber (asv)’in bilgisinin sadece metin ile değil Mir’aç hadisesi ile de ilişkili olduğunu görmezlikten gelmektedir. Kaldı ki bu tür “tanrısal temaslar” sadece Hz. Peygamber (asv) için değil diğer peygamberler için de söylenebilecektir. Hz. Musa (as) “Tanrı ile konuşmuş”tur. Hz. Musa Tur Dağı’ndaki ateşin yanına giderken karısını konaklatmış ve ateşe doğru yalnız yol almıştı. Allah, Hz. Musa’ya bir çalıdan seslendi: “Ey Musa, Âlemlerin Rabbi olan Allah Benim, diye seslenildi” (28 Kasas 30). Anlaşılacağı üzere bilgi sadece metin olarak gelmemiştir. Bu nedenle kadınların metnin indiği ortamı “ataerkil” sayarak aşması imkânı bulunmamaktadır. Metin erkeklere (peygamberlere) gelmiştir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi