Hangimiz kimi zaman giden olmadık ki? Bağlarımızdan, ailelerimizden, sevdiklerimizden, kölesi olduğumuz maddelerden... Bir şekilde herkes bir kere kapıyı çekip çıkmıştır ve yine aynı şekilde herkes bir kere geride kalan olmanın verdiği acı ile savaşmış, sonunda barış imzalamıştır.
Cemal Şakar'ın 1990 yılında basılan Gidenler Gidenler kitabı, usta öykücünün bir kitapla okuyucuya ilk merhabası ve çok şükür ki o edebiyat dünyamızdan bir yere gitmiyor. Bize gidenleri olduğu kadar kalanların da portresini çiziyor anlatısında.
Ömer Lekesiz'in sunuşu ile açılan kitap, dokuz kısa öyküden oluşuyor. Öykülerin isimleri dikkatimi çekiyor elime ilk aldığımda. Sanki isimler bile giriş, gelişme ve sonuca göre dizilmiş. Gidenler Gidenler diyor önce Şakar ve flashback yapıyor başlıklarda. İkinci öyküsü Bir Savaştan Slaytlar'da sanki bir ayrılık sahnesini izlettiriyor bize ve ayrılığın ikiz kardeşi hasretten dem vuruyor Ora Özlemleri'nde. Zaman zaman düşlere konuk oluyor, zaman zaman nostalji yapıyor, önce dağıtıyor, sonra yapıştırıyor ve bir İnşirah'a kavuşturuyor son öyküsünde. Elbette bu öykülerin her biri farklı bir konu üzerinde şekillenip gelişiyor ancak yapısal anlamda baktığımızda her öyküde tam da bu zincirin takip edildiğini görebiliyoruz.
Bu kitap bana çok şey anlatıyor yazınsal anlamda. Örneğin; bir öykünün öykü olabilmesi için ille de keskin bir yönüyle dikkat çekici kahramanlara, kalbi eğip büken, bunun için ağdalı bir dil kullanan anlatımlara ihtiyaç yok. Gündelik hayat içindeki ayrılışlar, onların içimizden kahramanları, yaşamları, hisleri zaten o kadar ezebiliyor ki insanın içini, olanı olduğu gibi aktarabilmek bile yetiyor bazen okuyucuyu kelimelerin içine almaya. Şakar bunu ustalıkla gerçekleştiriyor kitabında. "Anlatılmaya değer şeyler yaşamadık." diyor bir öyküsünde ve belki tam da bu nedenle anlatılanlar bize uzak gelmediğinden, samimiyetini hissettiğimizden kitabı bağrımıza daha da bir basarak ve benimseyerek okuyoruz. Zira bizler her gün kendi hikayelerimizi yaşıyoruz.
İlk öyküsü Gidenler Gidenler'de "Sonra elimi bıraktı. Her şey arnavutkaldırımının üzerine düştü, öyle kaldı. 'Bırak peşimi, eve dön,' dedi. Sesi kırıktı. Bir daha dönmeyeceğini biliyordum." diyor anlatıcı. Sahneyi aktarıyor bize, zihin okuması yaptırıyor ve kim olduğunu henüz bilmediğim iki insanın bu ayrılık sahnesine tanık olurken kalbim ezilmeye başlıyor benim.
Aslında bizi bize anlatıyor Cemal Şakar. En başında da sordum ya yazımın, "Hangimiz kimi zaman giden olmadık ki?" diye. Bu gidenler de bizden. Yaşadığı kötü yerden kurtulmaya çalışan ve ardında annesiyle kardeşini bırakan ancak zamanı gelince dönmek zorunda kalan, bıraktığı her şeyi, sevdiklerini ve eşyayı darmadağın bulan bir abi; dünyanın meşgalesinden, maddeden, insan olmanın özüne uymayan uğraşlardan sıkılan, hiçbir şey değil, sadece ama sadece gitmek isteyen bir adam, bulunduğu ortama, sahip olduklarına, yaşamına yabancılaşan bir fantastik kahraman... Kıymetli şair Bülent Parlak'tan bir başlık seçmemin sebebi de budur. Bu kitap sadece modern insanın kaçma isteğini değil, her daim insanın içinde başgösteren, bir ihtiyaç olan gitme arzusunu anlatıyor bize.
Doksan üç sayfalık incecik, yükte hafif bir kitap... İçine ağır ayrılıklar sığdırmış anlatıcı. Hoşça kal'larınızı ya da güle güle'lerinizi yeniden yaşamak için arka sayfadaki davetin verdiği mesaj kafi: “İçini karartma, beraberce düşünmüş olduk ve bu düşünüş birbirimizi tanımamız içindir."
Feyza Andaş Gönüler
twitter.com/feyzandas
SAYFALAR
▼
31 Ağustos 2014 Pazar
28 Ağustos 2014 Perşembe
Biraz susar mısınız?
"Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol."
- Buhârî, "Rikak", 3
"Eğri otur, doğru konuş."
- Türk Atasözü
Önce garibin kim olduğu üzerine biraz beynimizi, affedersiniz kalbimizi çalıştıralım. Çünkü gariplik, beynin alamayacağı ancak kalplerin anlayabileceği bir şey. "Garip olmak" sözü bize ilk okuyuşta, aciz veya zayıf, kimsesiz gibi bir anlam çıkartabilir. Oysa garip yahut garipler, dünyayı terk etmiş kimselerdir. Vicdanlarıyla yaşar ve her olumsuz durumda şikayet etmez, talepkâr olmazlar. Onların işi davet etmektir. Kendilerini, kendileri olmak ve kendileri kalmak yoluna davet ederler daima. Öte yandan "garip ol" sözünden garipliğin bir miskinlik hayatı olmadığını, "ol"mak eylemiyle anlayabiliriz. "Ol", burada garipliğin bir eylem olduğunu da gösterir. Şimdi de yolcu olmak üzerinde düşünelim. Kendi yürüdüğümüz yere, yol deriz. Bu yol bir fikir yolu da olabilir, asfalt da olabilir. Yola çıkar çıkmaz başımıza gelecek imtihanların da ehemmiyeti vardır. Bir yere ulaşmak için yolcu olmak gerekir. Hadis-i şerifte yolcu olmanın nereye ulaştıracağı ise apaçık çünkü dünya, ahiretin tarlasıdır. Biz Türkler, bu yoldan geçip giderken nereye varacağımızı bildiğimiz için olsa gerek; "Eğri otur, doğru konuş" deriz. Çünkü dünya hayatının gelip geçici olduğunu bilir, her an geçiciler kervanına katılacağımızı bilerek eğri, yani hazır otururuz. Fakat sözümüzü her zaman doğru, dürüst, gür bir sesle söyleriz. Karacaoğlan'ın "Desem öldürürler, demesem öldüm" sözünü ve Yunus Emre'nin aşağıdaki dizelerini de bu minvalde yorumlayabiliriz:
"Bindirirler cansız ata, indirirler zulmete;
Ne ana var, ne ata, örtüp pinhân ederler.
Ne kavim var, ne kardeş, ne eşin var, ne yoldaş,
Mezarına bir çift taş diker nişan ederler."
İstanbul'da Galata Mevlevîhânesi'nin içinde "Hâmûşan" diye bir yer vardır. "Sessizler (Susmuşlar) Yeri" olarak dilimize tercüme edebiliriz. Fuzulî bu minvalde "Leylî sözü söyle, yoksa hâmûş" demiştir. "Bana sevgiliden bahset, bahsetmeyeceksen sus" anlamında. İşte Bülent Akyürek de, kitabının henüz giriş sayfasında "Konuşma, konuştukça sıra sana gelecek" diyor. Buradan politik bir anlam çıkarmak hem yazara, hem kitaba, hem de dilimize bir haksızlık olacağından kitaptan hemen şu üç alıntıyı yapmak isterim:
"Konuşan milyonlarca cahilin arasında susmak en zor erdem, belki de keramet. Sözün para ettiği bir çağda susmanın maliyeti büyük, eğer bir karakteriniz yoksa susmayı beceremezsiniz. Konuşmanız gerektiği zamanda da susmak karaktersizliktir, imtihan büyük..."
"Gerçekten de "Boş laf karın doyurmaz" çünkü boş konuşmak tok adamların işidir. Biliyorsunuz, çok fazla çay içen bir milletiz. Çay; dilin ağız içindeki manevra kabiliyeti, akıcılığı, kıvraklığı için kayganlık verir. Çay da aç karnına gitmediğine göre demek ki hep tokuz, durmadan çay içip boş konuşuyoruz!"
"Tekrar insan olabilmek için hayvanlar gibi aynı dili konuşmalıyız ya da onlar gibi susmalıyız. Onların konuşması da susması da zikirdir. Ya bizimkisi? Biz konuşurken nefsimizin heykelini oymuyor muyuz? Bir de susmamız kibrimizden kaynaklanıyorsa eğer işte o zaman yandık!"
Bülent Akyürek'in Temmuz 2012'de basılan bu kitabını Ankara'ya gittiğimde İhtiyar Kitabevi'nden almış, Ebubekir Kurban'a imzalatmıştım. İmzalarken Bülent Akyürek'in adını karalamış kendi adını yazmıştı. "Kızmaz mı?" diye sorduğumda bunun birbirlerinin bir âdeti olduğunu öğrenmiştim. Sonra da düşünmüştüm, susabilen insanlar arasında ne güzel âdetler var diye.
Kitabı okuduğum zaman, "Boş Laf Karın Doyurmaz Mı?" başlıklı yazıda rastladığım "Dinimiz dilimizin altında gizlidir" cümlesinin altını çizmişim. Onun altına da İsmet Özel'in "Dinimiz dilimizin, dilimiz dinimizin senedidir" sözünü not etmişim. Biz Türklerin lisanı, itikadları ile dile gelir. Mesela gurur kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de aldanma (metâ'ul ğurur) anlamında zikredilmiştir. Biz Türkler de dünya metâ'ının, dünya işlerinin aldattığı kişilere "gururlu" deriz. Yine mesela, Ukbe ibn Âmir'den (ra) rivayetle, Resulullah (sav) “Gençlik bir çeşit deliliktir." buyurmuştur. Biz Türkler de gençlere "Delikanlı" deriz. Bu kadar güzel bir lisana sahipken, susmamak niye? Hep güzel konuşmaktan bahsediyoruz, virgülü güzel yere koymaktan. Peki güzel susmaktan neden bahsetmiyoruz? Güzel nokta koymak da mühim.
Noktayı "güzel" koymak için "iyi" bir susuş şart. Susmak çoğu zaman güzel, geri kalan zamanlarda da iyidir.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Buhârî, "Rikak", 3
"Eğri otur, doğru konuş."
- Türk Atasözü
Önce garibin kim olduğu üzerine biraz beynimizi, affedersiniz kalbimizi çalıştıralım. Çünkü gariplik, beynin alamayacağı ancak kalplerin anlayabileceği bir şey. "Garip olmak" sözü bize ilk okuyuşta, aciz veya zayıf, kimsesiz gibi bir anlam çıkartabilir. Oysa garip yahut garipler, dünyayı terk etmiş kimselerdir. Vicdanlarıyla yaşar ve her olumsuz durumda şikayet etmez, talepkâr olmazlar. Onların işi davet etmektir. Kendilerini, kendileri olmak ve kendileri kalmak yoluna davet ederler daima. Öte yandan "garip ol" sözünden garipliğin bir miskinlik hayatı olmadığını, "ol"mak eylemiyle anlayabiliriz. "Ol", burada garipliğin bir eylem olduğunu da gösterir. Şimdi de yolcu olmak üzerinde düşünelim. Kendi yürüdüğümüz yere, yol deriz. Bu yol bir fikir yolu da olabilir, asfalt da olabilir. Yola çıkar çıkmaz başımıza gelecek imtihanların da ehemmiyeti vardır. Bir yere ulaşmak için yolcu olmak gerekir. Hadis-i şerifte yolcu olmanın nereye ulaştıracağı ise apaçık çünkü dünya, ahiretin tarlasıdır. Biz Türkler, bu yoldan geçip giderken nereye varacağımızı bildiğimiz için olsa gerek; "Eğri otur, doğru konuş" deriz. Çünkü dünya hayatının gelip geçici olduğunu bilir, her an geçiciler kervanına katılacağımızı bilerek eğri, yani hazır otururuz. Fakat sözümüzü her zaman doğru, dürüst, gür bir sesle söyleriz. Karacaoğlan'ın "Desem öldürürler, demesem öldüm" sözünü ve Yunus Emre'nin aşağıdaki dizelerini de bu minvalde yorumlayabiliriz:
"Bindirirler cansız ata, indirirler zulmete;
Ne ana var, ne ata, örtüp pinhân ederler.
Ne kavim var, ne kardeş, ne eşin var, ne yoldaş,
Mezarına bir çift taş diker nişan ederler."
İstanbul'da Galata Mevlevîhânesi'nin içinde "Hâmûşan" diye bir yer vardır. "Sessizler (Susmuşlar) Yeri" olarak dilimize tercüme edebiliriz. Fuzulî bu minvalde "Leylî sözü söyle, yoksa hâmûş" demiştir. "Bana sevgiliden bahset, bahsetmeyeceksen sus" anlamında. İşte Bülent Akyürek de, kitabının henüz giriş sayfasında "Konuşma, konuştukça sıra sana gelecek" diyor. Buradan politik bir anlam çıkarmak hem yazara, hem kitaba, hem de dilimize bir haksızlık olacağından kitaptan hemen şu üç alıntıyı yapmak isterim:
"Konuşan milyonlarca cahilin arasında susmak en zor erdem, belki de keramet. Sözün para ettiği bir çağda susmanın maliyeti büyük, eğer bir karakteriniz yoksa susmayı beceremezsiniz. Konuşmanız gerektiği zamanda da susmak karaktersizliktir, imtihan büyük..."
"Gerçekten de "Boş laf karın doyurmaz" çünkü boş konuşmak tok adamların işidir. Biliyorsunuz, çok fazla çay içen bir milletiz. Çay; dilin ağız içindeki manevra kabiliyeti, akıcılığı, kıvraklığı için kayganlık verir. Çay da aç karnına gitmediğine göre demek ki hep tokuz, durmadan çay içip boş konuşuyoruz!"
"Tekrar insan olabilmek için hayvanlar gibi aynı dili konuşmalıyız ya da onlar gibi susmalıyız. Onların konuşması da susması da zikirdir. Ya bizimkisi? Biz konuşurken nefsimizin heykelini oymuyor muyuz? Bir de susmamız kibrimizden kaynaklanıyorsa eğer işte o zaman yandık!"
Bülent Akyürek'in Temmuz 2012'de basılan bu kitabını Ankara'ya gittiğimde İhtiyar Kitabevi'nden almış, Ebubekir Kurban'a imzalatmıştım. İmzalarken Bülent Akyürek'in adını karalamış kendi adını yazmıştı. "Kızmaz mı?" diye sorduğumda bunun birbirlerinin bir âdeti olduğunu öğrenmiştim. Sonra da düşünmüştüm, susabilen insanlar arasında ne güzel âdetler var diye.
Kitabı okuduğum zaman, "Boş Laf Karın Doyurmaz Mı?" başlıklı yazıda rastladığım "Dinimiz dilimizin altında gizlidir" cümlesinin altını çizmişim. Onun altına da İsmet Özel'in "Dinimiz dilimizin, dilimiz dinimizin senedidir" sözünü not etmişim. Biz Türklerin lisanı, itikadları ile dile gelir. Mesela gurur kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de aldanma (metâ'ul ğurur) anlamında zikredilmiştir. Biz Türkler de dünya metâ'ının, dünya işlerinin aldattığı kişilere "gururlu" deriz. Yine mesela, Ukbe ibn Âmir'den (ra) rivayetle, Resulullah (sav) “Gençlik bir çeşit deliliktir." buyurmuştur. Biz Türkler de gençlere "Delikanlı" deriz. Bu kadar güzel bir lisana sahipken, susmamak niye? Hep güzel konuşmaktan bahsediyoruz, virgülü güzel yere koymaktan. Peki güzel susmaktan neden bahsetmiyoruz? Güzel nokta koymak da mühim.
Noktayı "güzel" koymak için "iyi" bir susuş şart. Susmak çoğu zaman güzel, geri kalan zamanlarda da iyidir.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
26 Ağustos 2014 Salı
Deliduman ruhlara
"Tek başıma da kalsam, dünyanın bütün hükumetlerine karşı ayaklananlar ve onlara destek verenler bana karşı da olsa, bütün dünya yedi milyar küsur insan tek tek bana karşı da olsa bir tek kız kardeşim hak versin bana..."
Kanı deli, hayatı dumanlı Çağlar İyice'nin taşranın göbeğinden megakentin ortasına taşınan isyanının hikâyesiyle karşı karşıyayız. Doğuştan isyankar bir karakterin büyük bir isyanın içinde kendini bulma, ifade etme çabasının anlatımı Deliduman. Kendisi de Gezi'nin öne çıkan isimlerinden olan Emrah Serbes küçük bir aile dramını Gezi süreciyle harmanlıyor. Dramın başkahramanını bu sürecin ortasına oturtuveriyor.
Parçalanmış bir ailede ergenlik bunalımlarının ortasındaki Çağlar kız kardeşine aşk derecesinde bir sevgi duyar ve kardeşi haricinde herkesi, her şeyi sevmemek için geçerli bir sebebi vardır. Boşanmayı kabullenemeyen depresif, melankolik bir anne, kendini işe adamış kariyer bağımlısı ilgisiz bir baba ve bulunduğu makamın tüm imkanlarını sömüren omurgasız bir dayı. Bu karakterlerin arasında kimliğini bulmaya çalışan 17 yaşındaki Çağlar, adeta bir kaybeden ve tutunamayandır. Her ne kadar bu kavramlar artık çok klişeleşmişse de yazar da buna vurgu yapmaktadır. Çünkü 21. yy. tutunamayanların çağıdır.
Kardeşine olan bağlılığıyla hayata tutunmaya çalışan Çağlar'a göre, kız kardeşi hariç her insanın mayasında bir parça kepazelik vardır. Dayısına karşı duyduğu öfkeyi de bu anlatı üzerinden verir. İlke sahibi bir dedenin ardından omurgasız bir dayıyla yaşama uyum sağlayıp, onun imkanlarından faydalanmaktan da geri durmaz ama... Bu kepazelik kavramını kendine has üslubuyla, eleştirel göndermelerle işler. Politik anlamda net bir tarafa ait olmayan, her an her yöne evrilmeye hazır gibi duran karakterimiz, eleştiri oklarını tüm sistemlere ve o sistemler içinde hamuru şekil alanlara gönderir.
"Ömrümüzü yaptığımız yanlışlardan geri dönmekle harcamıştık ama hayatı hala ilerlenecek bir şey olarak görüyorduk. İnsandık çünkü biz budalaca zaferlerimiz vardı hiçbir işe yaramayan ve bilgece yenilgilerimiz vardı bizi birbirimize daha sıkı bağlayan, umutsuzca, kederle bağlayan bizi birbirimize... Kendi içimizde sessiz ve korkunç mücadeleler vermiştik, kendi iç savaşlarımızın gazisiydik hepimiz, kendimize yenilip kabul etmiştik kendimizi ve kendimize boyun eğmiştik ve şimdi hiç kimseye boyun eğmeyecektik!"
Tek amacı çok sevdiği kızkardeşi Çiğdem'i meşhur edip ona kendini iyi hissettirmekten, bir anda Taksim'in ortasında, Gezi Parkı'ndaki özgürlük savaşında buluyor kendini Çağlar İyice. Taşrada büyüyen başkaldırısı büyükşehirdeki isyanda tamamlıyor evrimini. Aslında evrimini tamamlıyor mu bilinmez ama o güne kadar bildiği tüm kavramları başka bir gözle görüyor, yeni kavramlarla tanışıyor, sudan çıkmış balığa dönüyor... Kendi isyan diline yeni diller ekliyor. Serbes, Gezi direnişinin içinde yer alan bireylerin ruh hallerini Çağlar ve çevresindeki karakterler üzerinden anlatıyor. Romanda adı geçen her bir karakter, direnişde yer alan farklı özelliklere sahip insanları temsil ediyor. Bize o bol gazlı, TOMA'lı, coşkulu sancılı günleri yeniden yaşatıyor. Gezi'nin ruhunu içerden bir gözle tüm renkleriyle, doğruları ve hatalarıyla aktarıyor. O direnişte keybettiklerimizi kazandıklarımızı anımsatıyor. Tıpkı Çağlar İyice'nin o uzun yaz zamanında kaybedip kazandıkları gibi...
"'Önce bir özgür olalım da, ondan sonra o özgürlükle ne yapacağımızı düşünürüz'" demiştik. Belki de hiçbir şey yapmazdık. O hissin kendisi yeterdi bize. Özgürlüğü hep insanın canının istediğini yapması zannediyoruz, oysa özgürlük her şeyden evvel bir histir. İnsana bir şey yaptıran yahut yaptırmayan şey o histir."
Serbes, gerek bireysel gerek toplumsal anlamda trajik ve dramatik hallerimizi, sokağın dilini müthiş bir şekilde kullanarak mizahi ve komik bir hale evirmeyi çok iyi kıvırıyor. Bu da sokağın içinden çıkan kendisinin gözlem yeteneğinden geliyor. Anlattığı hiçbir şey sıradan yaşamlarımıza uzak kaçmıyor. Günlük hayatımızı kaplayan kavramları sık sık kullanıyor. Bu da hikayenin gerçekçiliğini ve akıcılığını artırıyor. Bu arada ufak bir sıkıntı; küçük bir kasabadan çıkma 17 yaşındaki bir karakterin yaşından ve yaşanmışlıklarından bu kadar büyük laflar etmesi, bu kadar gerçek bir hikâyenin inandırıcılığını zedeliyor zaman zaman. Aforizma tadında, bol argo ve küfür içerikli haliyle tüm o cümleler bizi etkisine alıp okumayı keyifli hale getirse de, Çağlar gibi bir karakterin gerçekliğini sorgulatıyor. Metin sosyal açmazlara "kör göze parmak" misali değil de ağır ağır, sembollerle parmak basarken, abartılı boyutlara varabilen hezeyan durumları da metnin sorunsallarından biri.
Deliduman'da, Serbes'in kural tanımaz kahramanlarından Çağlar İyice'nin hikâyesinde, bugüne, hayata dair her şey var. Büyük bir toplumsal isyanın merkezine vicdan ve sevgiyi koyan romandan bize kalan ise buruk bir gülümseme...
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
Kanı deli, hayatı dumanlı Çağlar İyice'nin taşranın göbeğinden megakentin ortasına taşınan isyanının hikâyesiyle karşı karşıyayız. Doğuştan isyankar bir karakterin büyük bir isyanın içinde kendini bulma, ifade etme çabasının anlatımı Deliduman. Kendisi de Gezi'nin öne çıkan isimlerinden olan Emrah Serbes küçük bir aile dramını Gezi süreciyle harmanlıyor. Dramın başkahramanını bu sürecin ortasına oturtuveriyor.
Parçalanmış bir ailede ergenlik bunalımlarının ortasındaki Çağlar kız kardeşine aşk derecesinde bir sevgi duyar ve kardeşi haricinde herkesi, her şeyi sevmemek için geçerli bir sebebi vardır. Boşanmayı kabullenemeyen depresif, melankolik bir anne, kendini işe adamış kariyer bağımlısı ilgisiz bir baba ve bulunduğu makamın tüm imkanlarını sömüren omurgasız bir dayı. Bu karakterlerin arasında kimliğini bulmaya çalışan 17 yaşındaki Çağlar, adeta bir kaybeden ve tutunamayandır. Her ne kadar bu kavramlar artık çok klişeleşmişse de yazar da buna vurgu yapmaktadır. Çünkü 21. yy. tutunamayanların çağıdır.
Kardeşine olan bağlılığıyla hayata tutunmaya çalışan Çağlar'a göre, kız kardeşi hariç her insanın mayasında bir parça kepazelik vardır. Dayısına karşı duyduğu öfkeyi de bu anlatı üzerinden verir. İlke sahibi bir dedenin ardından omurgasız bir dayıyla yaşama uyum sağlayıp, onun imkanlarından faydalanmaktan da geri durmaz ama... Bu kepazelik kavramını kendine has üslubuyla, eleştirel göndermelerle işler. Politik anlamda net bir tarafa ait olmayan, her an her yöne evrilmeye hazır gibi duran karakterimiz, eleştiri oklarını tüm sistemlere ve o sistemler içinde hamuru şekil alanlara gönderir.
"Ömrümüzü yaptığımız yanlışlardan geri dönmekle harcamıştık ama hayatı hala ilerlenecek bir şey olarak görüyorduk. İnsandık çünkü biz budalaca zaferlerimiz vardı hiçbir işe yaramayan ve bilgece yenilgilerimiz vardı bizi birbirimize daha sıkı bağlayan, umutsuzca, kederle bağlayan bizi birbirimize... Kendi içimizde sessiz ve korkunç mücadeleler vermiştik, kendi iç savaşlarımızın gazisiydik hepimiz, kendimize yenilip kabul etmiştik kendimizi ve kendimize boyun eğmiştik ve şimdi hiç kimseye boyun eğmeyecektik!"
Tek amacı çok sevdiği kızkardeşi Çiğdem'i meşhur edip ona kendini iyi hissettirmekten, bir anda Taksim'in ortasında, Gezi Parkı'ndaki özgürlük savaşında buluyor kendini Çağlar İyice. Taşrada büyüyen başkaldırısı büyükşehirdeki isyanda tamamlıyor evrimini. Aslında evrimini tamamlıyor mu bilinmez ama o güne kadar bildiği tüm kavramları başka bir gözle görüyor, yeni kavramlarla tanışıyor, sudan çıkmış balığa dönüyor... Kendi isyan diline yeni diller ekliyor. Serbes, Gezi direnişinin içinde yer alan bireylerin ruh hallerini Çağlar ve çevresindeki karakterler üzerinden anlatıyor. Romanda adı geçen her bir karakter, direnişde yer alan farklı özelliklere sahip insanları temsil ediyor. Bize o bol gazlı, TOMA'lı, coşkulu sancılı günleri yeniden yaşatıyor. Gezi'nin ruhunu içerden bir gözle tüm renkleriyle, doğruları ve hatalarıyla aktarıyor. O direnişte keybettiklerimizi kazandıklarımızı anımsatıyor. Tıpkı Çağlar İyice'nin o uzun yaz zamanında kaybedip kazandıkları gibi...
"'Önce bir özgür olalım da, ondan sonra o özgürlükle ne yapacağımızı düşünürüz'" demiştik. Belki de hiçbir şey yapmazdık. O hissin kendisi yeterdi bize. Özgürlüğü hep insanın canının istediğini yapması zannediyoruz, oysa özgürlük her şeyden evvel bir histir. İnsana bir şey yaptıran yahut yaptırmayan şey o histir."
Serbes, gerek bireysel gerek toplumsal anlamda trajik ve dramatik hallerimizi, sokağın dilini müthiş bir şekilde kullanarak mizahi ve komik bir hale evirmeyi çok iyi kıvırıyor. Bu da sokağın içinden çıkan kendisinin gözlem yeteneğinden geliyor. Anlattığı hiçbir şey sıradan yaşamlarımıza uzak kaçmıyor. Günlük hayatımızı kaplayan kavramları sık sık kullanıyor. Bu da hikayenin gerçekçiliğini ve akıcılığını artırıyor. Bu arada ufak bir sıkıntı; küçük bir kasabadan çıkma 17 yaşındaki bir karakterin yaşından ve yaşanmışlıklarından bu kadar büyük laflar etmesi, bu kadar gerçek bir hikâyenin inandırıcılığını zedeliyor zaman zaman. Aforizma tadında, bol argo ve küfür içerikli haliyle tüm o cümleler bizi etkisine alıp okumayı keyifli hale getirse de, Çağlar gibi bir karakterin gerçekliğini sorgulatıyor. Metin sosyal açmazlara "kör göze parmak" misali değil de ağır ağır, sembollerle parmak basarken, abartılı boyutlara varabilen hezeyan durumları da metnin sorunsallarından biri.
Deliduman'da, Serbes'in kural tanımaz kahramanlarından Çağlar İyice'nin hikâyesinde, bugüne, hayata dair her şey var. Büyük bir toplumsal isyanın merkezine vicdan ve sevgiyi koyan romandan bize kalan ise buruk bir gülümseme...
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
25 Ağustos 2014 Pazartesi
Balkanlar turla değil, tarihle hatırlanmalı
"Aman ölüm, zalim ölüm, üç gün ara ver."
- Çalın Davulları (Selanik Türküsü)
"Bizde Koçana'da bir dirhem erzak, bir çuvâl peksimâd yok."
- Selanikli Bahrî, Bâlkân Harbi'nde Garb Ordusu
Balkan Harbi üzerine yüzlerce kitap yazıldı ülkemizde. Batıdan çevrilenler de cabası. Hemen hemen hepsinde savaşın askerî ve siyasi tarafı derinlemesine inceleniyor, yani ortak nokta aynı. Bu da kitapların birbirini tekrar eder nitelikte olmasına sebep oluyor. Hatta kimi kitaplar var ki, istatistik raporundan farksız. Ölenler ve kalanlardan başka birkaç yorum, o kadar. Tarihimizin en keder yüklü harplerinden biridir oysa Balkan Harbi. Sadece askerî ve siyasî olarak değil; birçok günlüğün incelenerek, dönemin gazetele haberlerinden faydalanarak, harbin sosyolojik ve ekonomik tarafını masaya yatırarak, hem iç hem de dış dinamiklerin ciddi kaynaklarla irtibatlı ve teferruatlı bir şekilde ele alınarak değerlendirilmesi gerekir. İşte Necmettin Alkan'ın "Ve Selanik Düştü" kitabı bu özellikleri taşıyor. Çünkü sadece ciddi tarih araştırmacısına ya da kesintisiz tarih okuyucusuna değil, bu memleket topraklarının gerisini ilerisini bilmek isteyen, kısacası "düşünmeyi bilen" herkesin Balkan Harbi'ni bilmesi elzemdir.
8 Ekim 1912 - 18 Temmuz 1913 tarihleri arasında cereyan eden Balkan Harbi, sadece Balkan Yarımadasını değil, tüm garbı ve şarkı etkisi altında bırakmıştır. Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ'ın Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir olarak başlattığı savaşta bir çok muharebe meydana gelmiştir. Balkanlardaki Müslüman Türk halkı ciddi bir etnik ve kültürel temizliğe maruz kalmış, üç ay gibi kısa bir sürede çok önemli topraklar kaybedilmiş, Selanik gibi Osmanlı'nın en önemli şehirlerinden biri tek kurşun dahi atılmadan teslim edilmiş, Edirne önce kaybedilmiş sonra yeniden alınmış, büyük devletler bir olup "hasta adam"ı daha kolay öldürmenin yollarını aramış, 1908 Jön Türk ihtilali ile başlayan dönem askerin siyasete girmesiyle birlikte yerini tam bir kaos ortamına bırakmıştır. Bu çatışma dönemi Balkan Harbi'yle birlikte gelen felaket ve hezimetle tüm Türk topraklarını uzun yıllar sarsmıştır. Necmettin Alkan'ın daha önceki "Selanik'in Yükselişi" ve "Selanik İstanbul'a Karşı" kitaplarıyla birlikte bir seri tamamlanmış oluyor "Ve Selanik Düştü" ile. Sekiz bölüme ayrılan kitapta başlıklar şöyle: Balkanların "Balkanlaşması"nın Sosyo-Kültürel Temelleri: Felaketin Yatay Boyutu, Balkan Savaşı Arefesinde Osmanlı Devleti, Balkan İttifâkları ve Savaş Arefesinde Osmanlı Diplomasisi, Savaş Arefesinde Tarafların Askerî Durumları, Ve Savaş Başladı, Balkan Savaşı ve Avrupalı Büyük Devletler, Cephe Gerisinde Yaşanan Mezâlim, Avrupa Matbuatında Balkan Harbi. Anlaşıldığı üzere Balkan Harbi tüm boyutlarıyla kitapta ciddi bir incelemeye tabi tutuluyor.
Hâfız Hakkı'nın "Bozgun", Balkan Harbinde bir subay olarak görev yapan Ömer Seyfettin'in "Balkan Harbi Hatıraları", Nesime Ceyhan Akça'nın "Maraşlıoğlu" adlı kitaplarından ve Mehmed Cemil'in Yağmur Dergisi'ndeki bir yazısından paragraflarla açılan kitap, okuyucusuna çok uzak olmayan bir tarihi bugüne getirecek bir üslupla kaleme alınmış. Bir roman gibi değil, belgesel gibi okunuyor. Necmettin Alkan'ın çok fazla kaynaktan yararlanırken dikkat ettiği şeylerden biri de bu olsa gerek, okuyucunun hem zihnine yepyeni görüntüler taşımak hem de fikrine yepyeni sorular sordurmak. Tarih tekerrür ediyor. Hem de tamamen aynı biçimde:
"Avusturya, işgal ordusu komutanının ifadesiyle "insancıl ve uygar bir misyonu yerine getirmek (!)" ve "uygarlaştırma" adına 70.000 kişilik orduyla 28 Temmuz 1878'de Bosna-Hersek'i işgal etmiştir.
Bu satırlar, okuyucunun hatırına hemen Saraybosna'da yapılan katliamı ve Nato'nun bölgeye "barışçıl(!) çözümler getirmek maksadıyla" sürdüğü hayalet(!) askerlerini getiriyor. Savaşın kapıya gelmesine günler kala Osmanlı Hâriciye Nâzırı Noradunkyan Efendi'nin Neue Freie Presse gazetesine verdiği demeç ise devletin başında bulunanların olanlara ne kadar hakim(!) olduklarının göstergesi: "Balkan devletleri ile olan münasebetlerimiz, görünürden çok daha iyidir.". Bu tip açıklamaları sıkça yapan Osmanlı devlet adamlarının Bulgar Başbakanı Sobranje'nin Sofya'da yaptığı "Türkiye ile bir savaşı kaçınılmaz görüyorum. Barışın devam etmesi artık hükumetlerin elinde değildir" açıklamasından ise haberleri olmaması mümkün değildir. Lakin savaş alanında askerlerini başka yerlere yönlendiren, uyarı geldiği anda dahi briç oynamaktan vazgeçmeyen İbrahim Hakkı gibi paşaların varlığı da düşünülürse, Osmanlı'nın rakiplerinin sadece devletler değil, aynı zamanda kendi içindeki hainlerin de olduğu rahatlıkla fark edilebiliyor.
"Rumeli'de mahvedilen yüzbinlerce Müslüman'ın, Türklerin buralara hiç mi haberi gelmemişti? Bu İstanbul beyleri, hanımları hâlâ zevklerinde, eğlencelerinde bu kadar hissizcesine nasıl devam edebiliyorlardı? Acaba bunlar ana, baba, oğul, kardeş yüreği taşımıyorlar mı? Yoksa yürekleri taştan bile olsa, bir seneden beri Rumeli'nde akan kanlardan, yaşlardan biraz aşınmak lâzımdı."
Yukarıdaki sözler Nesime Ceyhan Akça'ya ait. Balkan Harbi esnasında İstanbul sosyetesini(!) gerçekçi bir dille aktarıyor. Burada Ömer Seyfettin'in "Bir milletin tabii hudutları dağlar ve ırmaklar değildir. İstinad ettiği milliyetin lisanı ve dini sınırlarıdır." sözlerini ve Nihal Atsız'ın "Kendi milletinin düşmanlarına hayranlık beslemek, onların davasını gütmek, kendi kültür ve mazisini inkar etmek hainliktir." sözlerini hatırlamak gerekiyor.
Kitabın sonuç bölümünde Necmettin Alkan, Balkan Harbi'nin neticelerini içtenlikle ve kitap boyunca sunduğu gerçeklerle kısaca özetliyor: "Balkan Savaşı cephede ve cephe gerisinde cereyan eden gelişmeleriyle Osmanlı tarihinin en ağır mağlubiyet ve hezimetlerinden biri; topyekûn bir devlet bozgunudur. Böylesi bir bozgunun sorumluları ise akıl ve vicdan tutulması yaşayan Osmanlı devlet adamları; sivil ve askerî erkândır. Asıl var oluş sebeplerini ve işlerini bir kenara bırakarak iç siyasette giriştikleri gereksiz çekişme ve mücadeleler girdabı, telafisi imkansız bir hatalar sarmalına neden olmuştur. Bunların sonucunda ise Balkan bozgunu vuku bulmuş ve ardı ardına bütün felaketler yaşanmıştır."
Balkan Harbi'nin üzerine henüz ciddi bir belgesel yahut sinema filmi bile çekemedik. Bir takım amatör çalışmalarda sadece kartpostallar ve röportajlar gördük. Oysa yüz binlerin memleket sevdasına şehit düştüğü, üzerinden yüz yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen izlerinin silinmesinin mümkün olmadığı, hâlâ yaşayan kültürel ve sosyolojik acıların olduğu bir harpten söz ediyoruz. Necmettin Alkan'a ve Timaş Yayınları'na bu titiz çalışma sebebiyle teşekkür etmek gerekiyor. Kitabın olası ikinci baskısı için de naçizane bir önerim var: Genç okuyucuların kafasında daha iyi kalması için haritalar, fotoğraflar. Ayrıca dönemin havasını çok daha iyi solumak adına Türk edebiyatından alıntılar, anılar.
Yazıya bir Selanik türküsüyle başlamıştım, yine bir Selanik türküsüyle bitireyim. Çünkü türküler kavuşmaktır. Tarihle, insanımızla, toprağımızla kavuşmak. "Bir fırtına tuttu bizi deryaya kardı / o bizim kavuşmalarımız a yârim mahşere kaldı..."
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Çalın Davulları (Selanik Türküsü)
"Bizde Koçana'da bir dirhem erzak, bir çuvâl peksimâd yok."
- Selanikli Bahrî, Bâlkân Harbi'nde Garb Ordusu
Balkan Harbi üzerine yüzlerce kitap yazıldı ülkemizde. Batıdan çevrilenler de cabası. Hemen hemen hepsinde savaşın askerî ve siyasi tarafı derinlemesine inceleniyor, yani ortak nokta aynı. Bu da kitapların birbirini tekrar eder nitelikte olmasına sebep oluyor. Hatta kimi kitaplar var ki, istatistik raporundan farksız. Ölenler ve kalanlardan başka birkaç yorum, o kadar. Tarihimizin en keder yüklü harplerinden biridir oysa Balkan Harbi. Sadece askerî ve siyasî olarak değil; birçok günlüğün incelenerek, dönemin gazetele haberlerinden faydalanarak, harbin sosyolojik ve ekonomik tarafını masaya yatırarak, hem iç hem de dış dinamiklerin ciddi kaynaklarla irtibatlı ve teferruatlı bir şekilde ele alınarak değerlendirilmesi gerekir. İşte Necmettin Alkan'ın "Ve Selanik Düştü" kitabı bu özellikleri taşıyor. Çünkü sadece ciddi tarih araştırmacısına ya da kesintisiz tarih okuyucusuna değil, bu memleket topraklarının gerisini ilerisini bilmek isteyen, kısacası "düşünmeyi bilen" herkesin Balkan Harbi'ni bilmesi elzemdir.
8 Ekim 1912 - 18 Temmuz 1913 tarihleri arasında cereyan eden Balkan Harbi, sadece Balkan Yarımadasını değil, tüm garbı ve şarkı etkisi altında bırakmıştır. Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ'ın Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir olarak başlattığı savaşta bir çok muharebe meydana gelmiştir. Balkanlardaki Müslüman Türk halkı ciddi bir etnik ve kültürel temizliğe maruz kalmış, üç ay gibi kısa bir sürede çok önemli topraklar kaybedilmiş, Selanik gibi Osmanlı'nın en önemli şehirlerinden biri tek kurşun dahi atılmadan teslim edilmiş, Edirne önce kaybedilmiş sonra yeniden alınmış, büyük devletler bir olup "hasta adam"ı daha kolay öldürmenin yollarını aramış, 1908 Jön Türk ihtilali ile başlayan dönem askerin siyasete girmesiyle birlikte yerini tam bir kaos ortamına bırakmıştır. Bu çatışma dönemi Balkan Harbi'yle birlikte gelen felaket ve hezimetle tüm Türk topraklarını uzun yıllar sarsmıştır. Necmettin Alkan'ın daha önceki "Selanik'in Yükselişi" ve "Selanik İstanbul'a Karşı" kitaplarıyla birlikte bir seri tamamlanmış oluyor "Ve Selanik Düştü" ile. Sekiz bölüme ayrılan kitapta başlıklar şöyle: Balkanların "Balkanlaşması"nın Sosyo-Kültürel Temelleri: Felaketin Yatay Boyutu, Balkan Savaşı Arefesinde Osmanlı Devleti, Balkan İttifâkları ve Savaş Arefesinde Osmanlı Diplomasisi, Savaş Arefesinde Tarafların Askerî Durumları, Ve Savaş Başladı, Balkan Savaşı ve Avrupalı Büyük Devletler, Cephe Gerisinde Yaşanan Mezâlim, Avrupa Matbuatında Balkan Harbi. Anlaşıldığı üzere Balkan Harbi tüm boyutlarıyla kitapta ciddi bir incelemeye tabi tutuluyor.
Hâfız Hakkı'nın "Bozgun", Balkan Harbinde bir subay olarak görev yapan Ömer Seyfettin'in "Balkan Harbi Hatıraları", Nesime Ceyhan Akça'nın "Maraşlıoğlu" adlı kitaplarından ve Mehmed Cemil'in Yağmur Dergisi'ndeki bir yazısından paragraflarla açılan kitap, okuyucusuna çok uzak olmayan bir tarihi bugüne getirecek bir üslupla kaleme alınmış. Bir roman gibi değil, belgesel gibi okunuyor. Necmettin Alkan'ın çok fazla kaynaktan yararlanırken dikkat ettiği şeylerden biri de bu olsa gerek, okuyucunun hem zihnine yepyeni görüntüler taşımak hem de fikrine yepyeni sorular sordurmak. Tarih tekerrür ediyor. Hem de tamamen aynı biçimde:
"Avusturya, işgal ordusu komutanının ifadesiyle "insancıl ve uygar bir misyonu yerine getirmek (!)" ve "uygarlaştırma" adına 70.000 kişilik orduyla 28 Temmuz 1878'de Bosna-Hersek'i işgal etmiştir.
Bu satırlar, okuyucunun hatırına hemen Saraybosna'da yapılan katliamı ve Nato'nun bölgeye "barışçıl(!) çözümler getirmek maksadıyla" sürdüğü hayalet(!) askerlerini getiriyor. Savaşın kapıya gelmesine günler kala Osmanlı Hâriciye Nâzırı Noradunkyan Efendi'nin Neue Freie Presse gazetesine verdiği demeç ise devletin başında bulunanların olanlara ne kadar hakim(!) olduklarının göstergesi: "Balkan devletleri ile olan münasebetlerimiz, görünürden çok daha iyidir.". Bu tip açıklamaları sıkça yapan Osmanlı devlet adamlarının Bulgar Başbakanı Sobranje'nin Sofya'da yaptığı "Türkiye ile bir savaşı kaçınılmaz görüyorum. Barışın devam etmesi artık hükumetlerin elinde değildir" açıklamasından ise haberleri olmaması mümkün değildir. Lakin savaş alanında askerlerini başka yerlere yönlendiren, uyarı geldiği anda dahi briç oynamaktan vazgeçmeyen İbrahim Hakkı gibi paşaların varlığı da düşünülürse, Osmanlı'nın rakiplerinin sadece devletler değil, aynı zamanda kendi içindeki hainlerin de olduğu rahatlıkla fark edilebiliyor.
"Rumeli'de mahvedilen yüzbinlerce Müslüman'ın, Türklerin buralara hiç mi haberi gelmemişti? Bu İstanbul beyleri, hanımları hâlâ zevklerinde, eğlencelerinde bu kadar hissizcesine nasıl devam edebiliyorlardı? Acaba bunlar ana, baba, oğul, kardeş yüreği taşımıyorlar mı? Yoksa yürekleri taştan bile olsa, bir seneden beri Rumeli'nde akan kanlardan, yaşlardan biraz aşınmak lâzımdı."
Yukarıdaki sözler Nesime Ceyhan Akça'ya ait. Balkan Harbi esnasında İstanbul sosyetesini(!) gerçekçi bir dille aktarıyor. Burada Ömer Seyfettin'in "Bir milletin tabii hudutları dağlar ve ırmaklar değildir. İstinad ettiği milliyetin lisanı ve dini sınırlarıdır." sözlerini ve Nihal Atsız'ın "Kendi milletinin düşmanlarına hayranlık beslemek, onların davasını gütmek, kendi kültür ve mazisini inkar etmek hainliktir." sözlerini hatırlamak gerekiyor.
Kitabın sonuç bölümünde Necmettin Alkan, Balkan Harbi'nin neticelerini içtenlikle ve kitap boyunca sunduğu gerçeklerle kısaca özetliyor: "Balkan Savaşı cephede ve cephe gerisinde cereyan eden gelişmeleriyle Osmanlı tarihinin en ağır mağlubiyet ve hezimetlerinden biri; topyekûn bir devlet bozgunudur. Böylesi bir bozgunun sorumluları ise akıl ve vicdan tutulması yaşayan Osmanlı devlet adamları; sivil ve askerî erkândır. Asıl var oluş sebeplerini ve işlerini bir kenara bırakarak iç siyasette giriştikleri gereksiz çekişme ve mücadeleler girdabı, telafisi imkansız bir hatalar sarmalına neden olmuştur. Bunların sonucunda ise Balkan bozgunu vuku bulmuş ve ardı ardına bütün felaketler yaşanmıştır."
Balkan Harbi'nin üzerine henüz ciddi bir belgesel yahut sinema filmi bile çekemedik. Bir takım amatör çalışmalarda sadece kartpostallar ve röportajlar gördük. Oysa yüz binlerin memleket sevdasına şehit düştüğü, üzerinden yüz yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen izlerinin silinmesinin mümkün olmadığı, hâlâ yaşayan kültürel ve sosyolojik acıların olduğu bir harpten söz ediyoruz. Necmettin Alkan'a ve Timaş Yayınları'na bu titiz çalışma sebebiyle teşekkür etmek gerekiyor. Kitabın olası ikinci baskısı için de naçizane bir önerim var: Genç okuyucuların kafasında daha iyi kalması için haritalar, fotoğraflar. Ayrıca dönemin havasını çok daha iyi solumak adına Türk edebiyatından alıntılar, anılar.
Yazıya bir Selanik türküsüyle başlamıştım, yine bir Selanik türküsüyle bitireyim. Çünkü türküler kavuşmaktır. Tarihle, insanımızla, toprağımızla kavuşmak. "Bir fırtına tuttu bizi deryaya kardı / o bizim kavuşmalarımız a yârim mahşere kaldı..."
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
21 Ağustos 2014 Perşembe
Devrim üzerine fikirler
“Devrim” kelimesi işitildiği zaman yaygın olarak şiddet, savaş, yıkım gibi çağrışımlar uyandırır; bunun tarihe bağlı sebebi, geçmişte yaşanmış bir takım yıkım olaylarının devrim diye adlandırılması olduğu kadar aktüel olarak da devrimci bir mücadeleden söz edildiğinde hemen her zaman şiddete yaslanılarak bir anlam inşa edilmesidir. Türkçede “devrim” kelimesi cumhuriyetten sonra icat edilmiş ve Avrupa dillerindeki “revolution” ifadesini karşılayan “ihtilâl” ve “inkılap” kelimelerinin ikisini birden içerecek şekilde teklif edilmiştir. Kavrama çoklukla müracaat eden sol dünyanın ulus devlet projesine sempatisi ve buna bağlı olarak Arabî ve Farsî birikimi “geri”de bırakma eğilimi, kelimenin dile yerleşmesinde önemli bir etken gibi gözükmektedir. Devirmek fiili ile ilişkilendirilerek türetilen devrim, siyasal alanda da bu yönüyle öne çıkmıştır. Buna karşın Avrupa’da daha eskiden de kullanılan ancak Fransız İhtilâli sonrasında (1797) yıldızı parlayan “revolution” gök cisimlerinin dönmesi, deveranı anlamından türetilmiştir. Sözcüğün astronomik anlamı, döngüsellik içermesi bakımından biraz Avrupa düşünce geleneğinin süreklilik fikriyle ilgili gözükür. Toplumsal olaylarda ya da siyasal anlamda kullanımıysa (17.yy) eğretileme ile olmuştur.
Türkçede inkılap kelimesinin de taşıdığı “alt üst olma, dönüşme” fikri ile karşılaştırıldığında toplumsal ve tarihî birikime bağlı olarak çok da yakın sayılmayacak iki farklı kavrayış olduğu değerlendirilebilir: Politik anlamının dışında popülist anlamı sözü edilen değişimin niteliğine karşı ilgisizdir. Devrim, bir nitelik değişimini teklif etmesi açısından öze, esasa ilişkin bir anlam taşırken örneğin 1923 cumhuriyet tecrübesi yaygın olarak bir devrim diye değerlendirilmez fakat Türkçe üzerindeki operasyon dil devrimi diye adlandırılabilmektedir. Bu durumu göz ardı edip, biraz daha tutarlı bir çerçeve oluşturmak maksadıyla “devrim” kelimesini bugünkü siyasî dünya açısından daha kullanışlı ve popüler yapan Marksist literatürün tasnifine başvurulabilir. Devrimi siyaseten öncelikli bir mesele olarak ele alan Marksizm’de kavram nitel bir değer taşır. Marx için toplumların esas, gerçek yapısını içeren ekonomik düzen değişmedikçe bir devrimden söz etme olanağı yoktur. Toplumsal yapıyı altyapı ve üstyapı olarak bölen Marx için devlet biçimi, kültür, hukuk gibi değerleri içeren üstyapı, altyapının (üretim tarzı) bir neticesi olarak belirdiği için tepede yapılacak düzenlemeler nicel anlam taşıyacaklarından dolayı ancak bir evrime işaret edebilirler. Bu yönden bakıldığında 1789 süreci, toprak rejiminin değiştirilmesi, aristokrat sınıfın tasfiyesi ve mülkiyete ilişkin radikal kararlar içermesi itibariyle devrimsel bir süreç olarak görülür. Ki Marksizm açısından kapitalist olmayan üretim tarzının kapitalizme doğru her nitel değişimi bir devrimdir; sosyalist devrimin nesnel şartlarının oluşması için öncelikle kapitalizme yönelik bir üretim biçimi ihdas edilmelidir ki bunun imkânını da ancak bir burjuva demokrasisi sağlayabilir.
Devrimin gerçekleşmesi ise kavramın kendisi kadar özen isteyen bir tartışma içerir: Nihayetinde kurulu düzeni besleyen ve kurulu düzence beslenen tarafların bir ittifakı olarak iktidar alanı, statükonun devamı için uygulanan gücü temsil etmektedir. (Ki iktidar, Türkçede “kudret”le ilgili oluşu gibi Avrupa dillerinde “power” ile vasfedilir.) Bu durumda devrim, doğrudan bir güç uygulaması anlamına gelir: Mevcut yapının yıkılması için en azından iktidarın gücü oranında bir güce gereksinim olduğu gibi, bu gücün kullanım biçimi de devrimci bir karakter taşıyabilmelidir. Bu sebeple Marksizm için devrimin anlamı, burjuva demokratik sisteminde gerçekleşecek bir düzenleme değil, doğrudan yıkımdır ki nitelik sıçraması bu sayede gerçekleşebilir, aksi hâlde demokratik sistemin ve devletin denetimini elinde tutan burjuvazi (ya da egemen sınıflar) parlamenter sistem içerisinde çoğunluk sağlansa bile niteliksel/altyapısal bir değişime asla izin vermeyecektirler. Ne var ki devrimin gerçekleşmesi; şiddetin bir yankı bulması, karşı-şiddet üretme sürecine yol açacağı için bir kısırdöngü ortaya çıkaracak olması bir yana bir araç olarak geliştirilen şiddetin iktidar olanakları çerçevesinde bir amaca dönüşmesi de olasıdır. Ki devrimlerin muhtemel kaderi de budur.
Hannah Arendt, siyaset bilim ve felsefe kapsamında iktidar, otorite, devrim, terör, şiddet gibi konuları tartışırken devrimcilerin, devrimin ertesi günü birer muhafazakâra dönüşeceklerinden söz eder. Özellikle amaç ve aracın yer değiştirmediği ve yozlaşmış kurumları tasfiye edebildiği sürece şiddeti gereksiz görmemiş, bir nefsi müdafaa konusu olarak haklı amaçların onu meşrulaştırdığından da söz etmiştir. Ne var ki şiddeti iktidarın dışavurumu olarak ele alan Arendt, iktidarın en tekil yapıda bile bir onay ve tabana ihtiyaç duyduğundan, sayılar olmaksızın iktidarın olamayacağından da söz ederek haklı amaçlar konusunda bazı kapıları açık bırakmıştır. Hitler döneminde Almanya’dan kaçmak zorunda kalan bir Yahudi olan ve varlığına karşı çıktığı İsrail’in kurulmasından sonra kaçırılarak yargılanan bir Nazi subayından hareketle “kötülüğün sıradanlığı” üzerine yazan Arendt, kişisel olarak da iktidar mekanizmasının birey üzerindeki denetimini şiddet bağlamında değerlendirmiştir. Bu yönden iktidarın doğası gereği şiddet, onu ele geçirenlerin diğerlerine karşı kullanmaya devam edecekleri bir araç olarak daima kalacaktır. Temelinde totaliter eğilimler barındıran siyasî şiddetin muhtemel en kötü sonucuysa kamu alanını tahrip ya da yok etme durumudur. Devrim Üzerine (İletişim Yay.,2012) kitabında politik değişimi ele alan Arendt, dış siyasette savaş ve iç siyasette devrim üzerinde durur: Özellikle yaşadığı dönem ve bütün olarak 20. asrın bu iki şiddet türü ve iki temel meselesiyle biçimlenmesi onun siyaset felsefesinin de bu konuları öne çıkarmasına sebep olmuştur. Antik gelenekten beri siyasetin temel amacının özgürlük olduğunu yazan Arendt, idealler uğruna meşrulaştırılan savaşların aksine devimlerin bu ülkü uğruna gerçekleşmesi ya da geçekleştirilmeye çalışılmasına dikkat çekerek siyaset alanı içerisindeki bu iki olgunun diğer tüm olgulardan farklı olduğu ve birbirlerine dönüşmeye eğilimli olduklarını vurgular. Bununsa temel nedeni, ikisinde de şiddet ortak paydasında anlamlandırılmalarıdır. Bakış açısını Avrupa’nın felsefe geleneğine bağlı olarak antik dönemden yaşadığı zamana doğru getiren üslubuyla Arendt, Devrim Üzerine’de Avrupa tarihini de bu çerçevede değerlendirir ve devrim olgusunun özünü açığa çıkarabilmek adına, şiddetin bir diğer kullanıcısı olarak dinî mücadeleyi, Amerikan ve Fransız devrimlerini, liberal ve Marksist felsefeyi tartışır.
Amerikan ve Fransız devrimleri üzerinden devrim kavramının –her ne kadar modernliğine değinse de- Avrupa düşünce geleneği içerisindeki yerine oturtarak tartışan Hannah Arendt’ın Devrim Üzerine’si, meseleyi salt siyasî bir alandaki kavga olarak görmenin ötesine giderek insan için taşıdığı değeri de sorgular. Bu sorgulamayla birlikte şiddetin ve şiddeti araçsallaştıran iktidar fikrinin de doğasını anlamaya ve göstermeye çalışır. Arendt’in de vurguladığı gibi kutsal kaynaklarda gözlenen Kabil’in Habil’i öldürmesi ile başlayan insanlık tarihinin yeni yapılanması, aslında tüm devrimlerin özünde yer alan şiddetin salt bir kardeşlik tesisi amacına büründürülmesinden daha ötede yıkıcı bir temele yaslanır. Onun sözleriyle bu temeli şöyle özetleyebiliriz: “Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur.”
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
* Bu yazının tamamı Ayraç dergisinin 58. sayısında yayımlanmıştır.
Türkçede inkılap kelimesinin de taşıdığı “alt üst olma, dönüşme” fikri ile karşılaştırıldığında toplumsal ve tarihî birikime bağlı olarak çok da yakın sayılmayacak iki farklı kavrayış olduğu değerlendirilebilir: Politik anlamının dışında popülist anlamı sözü edilen değişimin niteliğine karşı ilgisizdir. Devrim, bir nitelik değişimini teklif etmesi açısından öze, esasa ilişkin bir anlam taşırken örneğin 1923 cumhuriyet tecrübesi yaygın olarak bir devrim diye değerlendirilmez fakat Türkçe üzerindeki operasyon dil devrimi diye adlandırılabilmektedir. Bu durumu göz ardı edip, biraz daha tutarlı bir çerçeve oluşturmak maksadıyla “devrim” kelimesini bugünkü siyasî dünya açısından daha kullanışlı ve popüler yapan Marksist literatürün tasnifine başvurulabilir. Devrimi siyaseten öncelikli bir mesele olarak ele alan Marksizm’de kavram nitel bir değer taşır. Marx için toplumların esas, gerçek yapısını içeren ekonomik düzen değişmedikçe bir devrimden söz etme olanağı yoktur. Toplumsal yapıyı altyapı ve üstyapı olarak bölen Marx için devlet biçimi, kültür, hukuk gibi değerleri içeren üstyapı, altyapının (üretim tarzı) bir neticesi olarak belirdiği için tepede yapılacak düzenlemeler nicel anlam taşıyacaklarından dolayı ancak bir evrime işaret edebilirler. Bu yönden bakıldığında 1789 süreci, toprak rejiminin değiştirilmesi, aristokrat sınıfın tasfiyesi ve mülkiyete ilişkin radikal kararlar içermesi itibariyle devrimsel bir süreç olarak görülür. Ki Marksizm açısından kapitalist olmayan üretim tarzının kapitalizme doğru her nitel değişimi bir devrimdir; sosyalist devrimin nesnel şartlarının oluşması için öncelikle kapitalizme yönelik bir üretim biçimi ihdas edilmelidir ki bunun imkânını da ancak bir burjuva demokrasisi sağlayabilir.
Devrimin gerçekleşmesi ise kavramın kendisi kadar özen isteyen bir tartışma içerir: Nihayetinde kurulu düzeni besleyen ve kurulu düzence beslenen tarafların bir ittifakı olarak iktidar alanı, statükonun devamı için uygulanan gücü temsil etmektedir. (Ki iktidar, Türkçede “kudret”le ilgili oluşu gibi Avrupa dillerinde “power” ile vasfedilir.) Bu durumda devrim, doğrudan bir güç uygulaması anlamına gelir: Mevcut yapının yıkılması için en azından iktidarın gücü oranında bir güce gereksinim olduğu gibi, bu gücün kullanım biçimi de devrimci bir karakter taşıyabilmelidir. Bu sebeple Marksizm için devrimin anlamı, burjuva demokratik sisteminde gerçekleşecek bir düzenleme değil, doğrudan yıkımdır ki nitelik sıçraması bu sayede gerçekleşebilir, aksi hâlde demokratik sistemin ve devletin denetimini elinde tutan burjuvazi (ya da egemen sınıflar) parlamenter sistem içerisinde çoğunluk sağlansa bile niteliksel/altyapısal bir değişime asla izin vermeyecektirler. Ne var ki devrimin gerçekleşmesi; şiddetin bir yankı bulması, karşı-şiddet üretme sürecine yol açacağı için bir kısırdöngü ortaya çıkaracak olması bir yana bir araç olarak geliştirilen şiddetin iktidar olanakları çerçevesinde bir amaca dönüşmesi de olasıdır. Ki devrimlerin muhtemel kaderi de budur.
Hannah Arendt, siyaset bilim ve felsefe kapsamında iktidar, otorite, devrim, terör, şiddet gibi konuları tartışırken devrimcilerin, devrimin ertesi günü birer muhafazakâra dönüşeceklerinden söz eder. Özellikle amaç ve aracın yer değiştirmediği ve yozlaşmış kurumları tasfiye edebildiği sürece şiddeti gereksiz görmemiş, bir nefsi müdafaa konusu olarak haklı amaçların onu meşrulaştırdığından da söz etmiştir. Ne var ki şiddeti iktidarın dışavurumu olarak ele alan Arendt, iktidarın en tekil yapıda bile bir onay ve tabana ihtiyaç duyduğundan, sayılar olmaksızın iktidarın olamayacağından da söz ederek haklı amaçlar konusunda bazı kapıları açık bırakmıştır. Hitler döneminde Almanya’dan kaçmak zorunda kalan bir Yahudi olan ve varlığına karşı çıktığı İsrail’in kurulmasından sonra kaçırılarak yargılanan bir Nazi subayından hareketle “kötülüğün sıradanlığı” üzerine yazan Arendt, kişisel olarak da iktidar mekanizmasının birey üzerindeki denetimini şiddet bağlamında değerlendirmiştir. Bu yönden iktidarın doğası gereği şiddet, onu ele geçirenlerin diğerlerine karşı kullanmaya devam edecekleri bir araç olarak daima kalacaktır. Temelinde totaliter eğilimler barındıran siyasî şiddetin muhtemel en kötü sonucuysa kamu alanını tahrip ya da yok etme durumudur. Devrim Üzerine (İletişim Yay.,2012) kitabında politik değişimi ele alan Arendt, dış siyasette savaş ve iç siyasette devrim üzerinde durur: Özellikle yaşadığı dönem ve bütün olarak 20. asrın bu iki şiddet türü ve iki temel meselesiyle biçimlenmesi onun siyaset felsefesinin de bu konuları öne çıkarmasına sebep olmuştur. Antik gelenekten beri siyasetin temel amacının özgürlük olduğunu yazan Arendt, idealler uğruna meşrulaştırılan savaşların aksine devimlerin bu ülkü uğruna gerçekleşmesi ya da geçekleştirilmeye çalışılmasına dikkat çekerek siyaset alanı içerisindeki bu iki olgunun diğer tüm olgulardan farklı olduğu ve birbirlerine dönüşmeye eğilimli olduklarını vurgular. Bununsa temel nedeni, ikisinde de şiddet ortak paydasında anlamlandırılmalarıdır. Bakış açısını Avrupa’nın felsefe geleneğine bağlı olarak antik dönemden yaşadığı zamana doğru getiren üslubuyla Arendt, Devrim Üzerine’de Avrupa tarihini de bu çerçevede değerlendirir ve devrim olgusunun özünü açığa çıkarabilmek adına, şiddetin bir diğer kullanıcısı olarak dinî mücadeleyi, Amerikan ve Fransız devrimlerini, liberal ve Marksist felsefeyi tartışır.
Amerikan ve Fransız devrimleri üzerinden devrim kavramının –her ne kadar modernliğine değinse de- Avrupa düşünce geleneği içerisindeki yerine oturtarak tartışan Hannah Arendt’ın Devrim Üzerine’si, meseleyi salt siyasî bir alandaki kavga olarak görmenin ötesine giderek insan için taşıdığı değeri de sorgular. Bu sorgulamayla birlikte şiddetin ve şiddeti araçsallaştıran iktidar fikrinin de doğasını anlamaya ve göstermeye çalışır. Arendt’in de vurguladığı gibi kutsal kaynaklarda gözlenen Kabil’in Habil’i öldürmesi ile başlayan insanlık tarihinin yeni yapılanması, aslında tüm devrimlerin özünde yer alan şiddetin salt bir kardeşlik tesisi amacına büründürülmesinden daha ötede yıkıcı bir temele yaslanır. Onun sözleriyle bu temeli şöyle özetleyebiliriz: “Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur.”
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
* Bu yazının tamamı Ayraç dergisinin 58. sayısında yayımlanmıştır.
19 Ağustos 2014 Salı
Raif Efendiler Maria Puder’lerinden hiç ayrılmasınlar
Bir solukta okunan kitaplar vardır. Okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız, ama kitabın azalan sayfalarını görünce üzülürsünüz ve hikaye bitmesin, biraz daha uzasın istersiniz. Kürk Mantolu Madonna tek solukta okunacak ama okuyucuya bitmesin (hatta böyle bitmesin) dedirten kitaplardan biri. Sabahattin Ali bu kitabı için roman yerine “uzun hikaye” demeyi yeğlemiş. Okuyucu gözüyle bakınca roman ya da uzun hikaye olmasının pek önemi yok gibi, asıl önemli olan sizde bıraktığı derin duygular ve düşünceler.
İlk olarak 1943 yılında yayınlanan Kürk Mantolu Madonna için en kısa haliyle “bir aşk romanı” tanımını yapabiliriz. Ancak hikayenin sade anlatım biçimi, akıcı dili, yaşanan dramlar, insanı beyninden vururcasına hırpalayan/üzen olaylar bu hikayeyi geçmiş yüzyılın efsanevi bir aşk hikayelerinden biri haline hale getiriyor.
Hikayenin iki ana karakteri Raif Efendi ve Maria Puder aynı zamanda büyük aşkın sahipleri. Hikayenin bize aktarılmasını sağlayan ise Raif Efendi ile aynı iş yerinde çalışan Rasim ismindeki bir karakter. Hikayeyi başlangıçta Rasim’in dilinden dinliyoruz ve onun gözlemleriyle iş yerindeki arkadaşı Raif Efendi’nin içine kapanık, sessiz ve silik bir kişiliğe sahip olduğunu öğreniyoruz. Raif Bey’in bir gün rahatsızlanması, iş yerindeki eşyalarını Rasim’den istemesi ise bizi yıllar öncesinde yaşanmış hazin bir aşk öyküsüne götürüyor. İş yerindeki çekmecesinden çıkan eski bir günlük bu duygusal hikayenin kapılarını aralıyor. Ankara’dan Berlin’e geçiyoruz ve aşkı dinlemeye başlıyoruz.
Gizemli ve heyecanlı bir arayışı, bir takibi okuyoruz önce, sonra derin bir aşkın nasıl alevlendiğine ve büyüdüğüne şahit oluyoruz. Bir kadının canının nasıl yandığını ve insanlara olan güvensizliğini görüyoruz önce, sonra tüm kaygılarına rağmen güveneceği bir limana nasıl sığındığını…
İçinizi burkan, kalbinizi sızlatan bir son bekliyor sizi. Bundan daha kötüsü olamazdı derken finalin tamamlanmadığını anlıyorsunuz ve son bir darbe daha alıp yıkılıyorsunuz. Sonuçta bir hikaye okuyoruz, bu kadar üzülmeye gerek yok diyor insan. Ama dünyanın bir yerlerinde birilerinin Raif Efendi, başka birilerinin Maria Puder olduğunu düşününce, işte o zaman daha bir burkuluyor insanın kalbi. Raif Efendiler Maria Puder’lerinden hiç ayrılmasınlar, hikayeleri hep mutlu sonla bitsin…
“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum “Kürk Mantolu Madonna”yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”
“Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki, ne kendimiz bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.”
“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhizar edemez (bağlayamaz) ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok kuvvetle severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”
“Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam."
Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu
İlk olarak 1943 yılında yayınlanan Kürk Mantolu Madonna için en kısa haliyle “bir aşk romanı” tanımını yapabiliriz. Ancak hikayenin sade anlatım biçimi, akıcı dili, yaşanan dramlar, insanı beyninden vururcasına hırpalayan/üzen olaylar bu hikayeyi geçmiş yüzyılın efsanevi bir aşk hikayelerinden biri haline hale getiriyor.
Hikayenin iki ana karakteri Raif Efendi ve Maria Puder aynı zamanda büyük aşkın sahipleri. Hikayenin bize aktarılmasını sağlayan ise Raif Efendi ile aynı iş yerinde çalışan Rasim ismindeki bir karakter. Hikayeyi başlangıçta Rasim’in dilinden dinliyoruz ve onun gözlemleriyle iş yerindeki arkadaşı Raif Efendi’nin içine kapanık, sessiz ve silik bir kişiliğe sahip olduğunu öğreniyoruz. Raif Bey’in bir gün rahatsızlanması, iş yerindeki eşyalarını Rasim’den istemesi ise bizi yıllar öncesinde yaşanmış hazin bir aşk öyküsüne götürüyor. İş yerindeki çekmecesinden çıkan eski bir günlük bu duygusal hikayenin kapılarını aralıyor. Ankara’dan Berlin’e geçiyoruz ve aşkı dinlemeye başlıyoruz.
Gizemli ve heyecanlı bir arayışı, bir takibi okuyoruz önce, sonra derin bir aşkın nasıl alevlendiğine ve büyüdüğüne şahit oluyoruz. Bir kadının canının nasıl yandığını ve insanlara olan güvensizliğini görüyoruz önce, sonra tüm kaygılarına rağmen güveneceği bir limana nasıl sığındığını…
İçinizi burkan, kalbinizi sızlatan bir son bekliyor sizi. Bundan daha kötüsü olamazdı derken finalin tamamlanmadığını anlıyorsunuz ve son bir darbe daha alıp yıkılıyorsunuz. Sonuçta bir hikaye okuyoruz, bu kadar üzülmeye gerek yok diyor insan. Ama dünyanın bir yerlerinde birilerinin Raif Efendi, başka birilerinin Maria Puder olduğunu düşününce, işte o zaman daha bir burkuluyor insanın kalbi. Raif Efendiler Maria Puder’lerinden hiç ayrılmasınlar, hikayeleri hep mutlu sonla bitsin…
“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum “Kürk Mantolu Madonna”yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”
“Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki, ne kendimiz bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.”
“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhizar edemez (bağlayamaz) ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok kuvvetle severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”
“Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam."
Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu
17 Ağustos 2014 Pazar
Deli(rten) kadın hikâyeleri
"Yağmuru kim döküyor
Ünzile kaç koyun ediyor."
- Şebnem Ferah'tan dinlemeli
Elinize aldığınızda sizi zaten okunmayı bekleyen bir misafirperverlikle karşılamayan kitaplar vardır. Deli Kadın Hikayeleri işte onlardan biri. Ağır çekimde kaydedilmiş ve boşlukta mütemadiyen tekerrür eden bir sille gibi bu kitap.
"Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım." cümlesiyle başlayan bir şiirle açılıyor Deli Kadın Hikayeleri ve tüm anlatılar hakkında bir fikir veriyor bize. Zaten yazar en başında eserini "delirerek ölenlere" ithaf ediyor. Okuyucuyu uyarıyor; elinizdeki, hele bir de kadınsanız, patlamaya hazır bir bombadır. Belki yaşadığınız, belki yaşamadığınız ama bildiğiniz, belki de her seferinde duymazdan geldiğiniz kadınların öyküsü. Kendilerine deliliğin yakıştırıldığı, onların da bu sıfatı haklı sebeplerle sahiplendiği ve hatta süslediği cesur kadınların hikayeleri.
"Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten
şeylerden ibaret,
doğurmaya mahkûm,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım."
Girizgâhına bu satırlarla devam ediyor anlatıcı şiirinde ve yine bir özetini çıkarıyor aslında öykülerin. En basit haliyle; çünkü bu kadınlar bedenleriyle var en çok, çünkü doğurtulan ancak çocuğunu gerektiği zaman otoritesi kimse ona kurban etmeye mahkum, çünkü bu kadınlar bir sürü insan içinde yapayalnız.
Öykülerde doğrudan ya da dolaylı olarak aşkları yüzünden delirerek ölen kadınları görüyoruz. Hatmi Çayı öyküsünde gördüğü her türlü şiddete ve göremediği sevgiye rağmen uyuşturucu bağımlısı babasına aşık bir kıza, Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat'ta evlatlarını siyasi sebeplerle kaybeden ve "Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c'est magnifique, muhteşemdir! Muhteşem doktorcuğum! Ölmek muhteşem!" diyen, belki de aşık olduğu ölen evlatlarına kavuşmayı bekleyen bir anneye, Madam Arthur Bey'de anne ve babasının komşusuyla girdiği karmaşık bir eşcinsel ilişkiden ötürü annesi ölen, babası hapis yatan ve sonunda "Bir tanecik annem toprak altında acısından çürüyor." diyen bir kız çocuğuna ve bunlar gibi çoğalan birçok acı hikayeye eşlik ediyoruz.
"Korkma, demişti yılan gözlü falcı, kadın böyle bir şeydir.
Aşk diye diye kendini öldürür."
Bu kadınlar korkmuyor. Deliliklerini biliyor, kabulleniyor, sahipleniyor ve hatta seviyorlar bile. O nedenle de ölümlerine ya da hayatta kalma şekillerine şaşırmıyoruz.
Yirmi bir öykü, tahmin ediyorum ki Söğüt'ün gazetecilik yıllarından da biriktirdiği yaşamların kurgulanmış hallerinden oluşuyor. Öyle elinize alıp "Bir günde oturup okudum, bitirdim, çok sürükleyiciydi." diye anlatabileceğiniz bir kitap değil bu anlatılar. Aksine ağır aksak ilerleyen, her öyküsünün son noktasından sonra kitabı bir an kapatıp karşınızda ne varsa tam da oraya dalgın gözlerle bakmanıza sebebiyet verecek cinsten.
Kitapta bu düşünme hali sadece Söğüt'ün öykü konularından kaynaklanmıyor. Bahadır Baruter'in ismi de bu kitapla en az Mine Söğüt kadar anılıyor olmalı bence. Zira öyküler arasına serpiştirilmiş çizimler öyle başarılı ve kadınlık hallerini, korkularını, yaşamlarını, acılarını öyle güzel aktarıyor ki ben, yeni bir öyküye başlamadan önce dakikalarca resimlere bakarken buldum kendimi. Ayrıca yine öyküler arasına serpiştirilmiş, Söğüt tarafından kaleme alınan şiirler de son derece "vurucu" bir üsluba sahip.
Anlatıcının olağanüstü bir betimleme üslubunun olduğunu da gördüğümüz kitapta giriş şiirinin son mısralarında sesleniyor yazar;
"İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden
bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım."
Son sözü o söylemiş; siz de delireceksiniz. Bu öykülerle yirmi bir kere siz de öleceksiniz.
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
* Kitabın hikâyesini izlemek için
Ünzile kaç koyun ediyor."
- Şebnem Ferah'tan dinlemeli
Elinize aldığınızda sizi zaten okunmayı bekleyen bir misafirperverlikle karşılamayan kitaplar vardır. Deli Kadın Hikayeleri işte onlardan biri. Ağır çekimde kaydedilmiş ve boşlukta mütemadiyen tekerrür eden bir sille gibi bu kitap.
"Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım." cümlesiyle başlayan bir şiirle açılıyor Deli Kadın Hikayeleri ve tüm anlatılar hakkında bir fikir veriyor bize. Zaten yazar en başında eserini "delirerek ölenlere" ithaf ediyor. Okuyucuyu uyarıyor; elinizdeki, hele bir de kadınsanız, patlamaya hazır bir bombadır. Belki yaşadığınız, belki yaşamadığınız ama bildiğiniz, belki de her seferinde duymazdan geldiğiniz kadınların öyküsü. Kendilerine deliliğin yakıştırıldığı, onların da bu sıfatı haklı sebeplerle sahiplendiği ve hatta süslediği cesur kadınların hikayeleri.
"Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten
şeylerden ibaret,
doğurmaya mahkûm,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım."
Girizgâhına bu satırlarla devam ediyor anlatıcı şiirinde ve yine bir özetini çıkarıyor aslında öykülerin. En basit haliyle; çünkü bu kadınlar bedenleriyle var en çok, çünkü doğurtulan ancak çocuğunu gerektiği zaman otoritesi kimse ona kurban etmeye mahkum, çünkü bu kadınlar bir sürü insan içinde yapayalnız.
Öykülerde doğrudan ya da dolaylı olarak aşkları yüzünden delirerek ölen kadınları görüyoruz. Hatmi Çayı öyküsünde gördüğü her türlü şiddete ve göremediği sevgiye rağmen uyuşturucu bağımlısı babasına aşık bir kıza, Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat'ta evlatlarını siyasi sebeplerle kaybeden ve "Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c'est magnifique, muhteşemdir! Muhteşem doktorcuğum! Ölmek muhteşem!" diyen, belki de aşık olduğu ölen evlatlarına kavuşmayı bekleyen bir anneye, Madam Arthur Bey'de anne ve babasının komşusuyla girdiği karmaşık bir eşcinsel ilişkiden ötürü annesi ölen, babası hapis yatan ve sonunda "Bir tanecik annem toprak altında acısından çürüyor." diyen bir kız çocuğuna ve bunlar gibi çoğalan birçok acı hikayeye eşlik ediyoruz.
"Korkma, demişti yılan gözlü falcı, kadın böyle bir şeydir.
Aşk diye diye kendini öldürür."
Bu kadınlar korkmuyor. Deliliklerini biliyor, kabulleniyor, sahipleniyor ve hatta seviyorlar bile. O nedenle de ölümlerine ya da hayatta kalma şekillerine şaşırmıyoruz.
Yirmi bir öykü, tahmin ediyorum ki Söğüt'ün gazetecilik yıllarından da biriktirdiği yaşamların kurgulanmış hallerinden oluşuyor. Öyle elinize alıp "Bir günde oturup okudum, bitirdim, çok sürükleyiciydi." diye anlatabileceğiniz bir kitap değil bu anlatılar. Aksine ağır aksak ilerleyen, her öyküsünün son noktasından sonra kitabı bir an kapatıp karşınızda ne varsa tam da oraya dalgın gözlerle bakmanıza sebebiyet verecek cinsten.
Kitapta bu düşünme hali sadece Söğüt'ün öykü konularından kaynaklanmıyor. Bahadır Baruter'in ismi de bu kitapla en az Mine Söğüt kadar anılıyor olmalı bence. Zira öyküler arasına serpiştirilmiş çizimler öyle başarılı ve kadınlık hallerini, korkularını, yaşamlarını, acılarını öyle güzel aktarıyor ki ben, yeni bir öyküye başlamadan önce dakikalarca resimlere bakarken buldum kendimi. Ayrıca yine öyküler arasına serpiştirilmiş, Söğüt tarafından kaleme alınan şiirler de son derece "vurucu" bir üsluba sahip.
Anlatıcının olağanüstü bir betimleme üslubunun olduğunu da gördüğümüz kitapta giriş şiirinin son mısralarında sesleniyor yazar;
"İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden
bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım."
Son sözü o söylemiş; siz de delireceksiniz. Bu öykülerle yirmi bir kere siz de öleceksiniz.
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
* Kitabın hikâyesini izlemek için
8 Ağustos 2014 Cuma
Her şeye rağmen yola çıkanların hikâyesi
Çıkacağı yolculuktan umudu olmayan, gidilecek yolun uğursuzluk getireceğini hisseden ama buna rağmen yola çıkanların hikâyesi Amat. İhsan Oktay Anar bu sefer fantastik bir deniz yolculuğu ile bizleri büyük hayal dünyasında gezdiriyor. Tarihin gizemli sularında yol alan bir gemi, ölümsüzlük hayali kuran ama ölüme yelken açan insanların hikayesini anlatıyor bizlere.
İhsan Oktay Anar’ın kusursuz Türkçe'sini bu kitapta biraz ağırlaştırılmış şekilde görebilirsiniz. Hikaye boyunca çok sayıda denizcilik teriminin kullanılması bazı yerlerde olayları anlamanızı zorlaştırıyor, ama teknik kelimeleri çok irdelemeden hikayeyi okumaya çalışırsanız hikayenin sürükleyiciliğiyle bir solukta hikayeyi tamamlayabiliyorsunuz.
247 adet meşe ağacından yapılmış Amat isimli bir kalyon İstanbul’dan demir alarak uzun bir yolculuğa çıkıyor. Rota tam olarak bilinmiyor, amacın ne olduğu da belli değil. Bindikleri alametle bilinmez bir kıyamete gidiyorlar belki de. Ama yolculuk daha başlamadan karanlık bir şeyleri hissediyorsunuz, bir umutsuzluk ya da bir uğursuzluk.
Geminin kaptanı Diyavol Paşa, reisi Ali Reis ve gemiye son anda katılan reis Kırbaç Süleyman hikayenin ana karakterleri. Anar diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da ölümsüzlük düşüncelerine yer vermiş, zira Kırbaç Süleyman’ın ölümsüzlük konusundaki merakı ve araştırmaları nedeniyle Diyavol Paşa tarafından yasak elma olarak önüne konulan gizemli bir kitaba ulaşmaya çalışacaktır. Diyavol Paşa’nın gizemli bir şekilde gemiden kaybolması gemide bulunan iki reis arasında zıtlaşmalara ve çekişmelere yol açacaktır.
Yolculuk boyunca karşılaşılan tehlikeler, dünya için küçük ama mürettebat için büyük savaşlar, kazanılan ganimetler, kaybedilen canlar… Aslında geminin laneti daha İstanbul sularından çıkmadan hissettiriyor kendini. Denizciler için uğursuzluk sayılan Salı günü yolculuğun başlaması, siyah bir sancak altında olmaları, onlara yolculukta eşlik eden bir baykuş… Belki de geminin 247 meşe ağacından yapılması bu saydıklarımdan daha büyük bir uğursuzluk kaynağıydı. Meşe ağaçlarının sırrını vermek olmaz, o sır kitabın sonunda sizi beklesin. İlginç ve şaşırtıcı bir finalin sizi beklediğini söyleyebilirim.
Kitabın en ilginç ve iz bırakan karakteri sanırım Emilio Santos. Ölüm bir sanatsa Emilio Santos bir ölüm üstadı. 4000′den fazla insanı öldürmüş, ama o ilk öldürdüğü insanda kalmış. O ölümü ölene kadar sırtında taşımanın ızdırabını yaşıyor. Emilio Santos için ayrı bir hikaye, ayrı bir kitap bile yazılabilir aslında. Kitabın en can alıcı ifadelerinden biri onun ağzından çıkıyor, “Emilio Santos ölmemeliydi” diyor. Kitabı okumamış birisi için sıradan bir söz gibi gelebilir ama okuduğunuzda bana hak vereceksiniz, hatta hak vermekle kalmayıp bu sözü hafızanıza iyi bir şekilde kazıyacaksınız.
İçerisindeki denizcilik terimlerine hazırlıklı iseniz bu sürükleyici ve gizemli hikayeyi okumanızı tavsiye ediyorum. Kitaptan altınız çizdiğim bazı cümleler şöyle:
“İyilerin ödülü ahiret hayatının güzelliklerini yaşamaya uygun olmalıdır. Günâhkarların cezası ise onların ölüp ortadan kalkmalarıdır. Çünkü onlar ahiret hayatının güzelliklerine lâyık değillerdir.”
“İlk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da… Bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişiyi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın.”
Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu
İhsan Oktay Anar’ın kusursuz Türkçe'sini bu kitapta biraz ağırlaştırılmış şekilde görebilirsiniz. Hikaye boyunca çok sayıda denizcilik teriminin kullanılması bazı yerlerde olayları anlamanızı zorlaştırıyor, ama teknik kelimeleri çok irdelemeden hikayeyi okumaya çalışırsanız hikayenin sürükleyiciliğiyle bir solukta hikayeyi tamamlayabiliyorsunuz.
247 adet meşe ağacından yapılmış Amat isimli bir kalyon İstanbul’dan demir alarak uzun bir yolculuğa çıkıyor. Rota tam olarak bilinmiyor, amacın ne olduğu da belli değil. Bindikleri alametle bilinmez bir kıyamete gidiyorlar belki de. Ama yolculuk daha başlamadan karanlık bir şeyleri hissediyorsunuz, bir umutsuzluk ya da bir uğursuzluk.
Geminin kaptanı Diyavol Paşa, reisi Ali Reis ve gemiye son anda katılan reis Kırbaç Süleyman hikayenin ana karakterleri. Anar diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da ölümsüzlük düşüncelerine yer vermiş, zira Kırbaç Süleyman’ın ölümsüzlük konusundaki merakı ve araştırmaları nedeniyle Diyavol Paşa tarafından yasak elma olarak önüne konulan gizemli bir kitaba ulaşmaya çalışacaktır. Diyavol Paşa’nın gizemli bir şekilde gemiden kaybolması gemide bulunan iki reis arasında zıtlaşmalara ve çekişmelere yol açacaktır.
Yolculuk boyunca karşılaşılan tehlikeler, dünya için küçük ama mürettebat için büyük savaşlar, kazanılan ganimetler, kaybedilen canlar… Aslında geminin laneti daha İstanbul sularından çıkmadan hissettiriyor kendini. Denizciler için uğursuzluk sayılan Salı günü yolculuğun başlaması, siyah bir sancak altında olmaları, onlara yolculukta eşlik eden bir baykuş… Belki de geminin 247 meşe ağacından yapılması bu saydıklarımdan daha büyük bir uğursuzluk kaynağıydı. Meşe ağaçlarının sırrını vermek olmaz, o sır kitabın sonunda sizi beklesin. İlginç ve şaşırtıcı bir finalin sizi beklediğini söyleyebilirim.
Kitabın en ilginç ve iz bırakan karakteri sanırım Emilio Santos. Ölüm bir sanatsa Emilio Santos bir ölüm üstadı. 4000′den fazla insanı öldürmüş, ama o ilk öldürdüğü insanda kalmış. O ölümü ölene kadar sırtında taşımanın ızdırabını yaşıyor. Emilio Santos için ayrı bir hikaye, ayrı bir kitap bile yazılabilir aslında. Kitabın en can alıcı ifadelerinden biri onun ağzından çıkıyor, “Emilio Santos ölmemeliydi” diyor. Kitabı okumamış birisi için sıradan bir söz gibi gelebilir ama okuduğunuzda bana hak vereceksiniz, hatta hak vermekle kalmayıp bu sözü hafızanıza iyi bir şekilde kazıyacaksınız.
İçerisindeki denizcilik terimlerine hazırlıklı iseniz bu sürükleyici ve gizemli hikayeyi okumanızı tavsiye ediyorum. Kitaptan altınız çizdiğim bazı cümleler şöyle:
“İyilerin ödülü ahiret hayatının güzelliklerini yaşamaya uygun olmalıdır. Günâhkarların cezası ise onların ölüp ortadan kalkmalarıdır. Çünkü onlar ahiret hayatının güzelliklerine lâyık değillerdir.”
“İlk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da… Bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişiyi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın.”
Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu
7 Ağustos 2014 Perşembe
Hayatın bir hayal olabileceğini düşünmek
"Yeniçeriler kapıyı zorlarken’ düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: ‘Dünya bir düştür. Evet, dünya… Ah! Evet, dünya bir masaldır."
İstanbul sokaklarını tarihin gizemli sayfalarında gezmek, rüyalarda oluşturulan bir dünya atlasının hikayesini dinlemek ve gizemli insanların masalsı yaşamlarını okumak istiyorsanız doğru kitaptasınız. İhsan Oktay Anar‘ın 1995 yılında usta kaleminden çıkmış ilk eseri olan Puslu Kıtalar Atlası aynı zamanda Türk edebiyatının en başarılı fantastik romanlarından biri olarak görülüyor. Kitabın yirmi farklı dilde çevirisinin yapılması kitabın başarısı hakkında bir ipucu verecektir. Müthiş kurgusu, felsefi derinliği ve mükemmel Türkçesi İhsan Oktay Anar’ın tüm romanlarında görülebilecek en belirgin unsurlar sanırsam…
Hikaye 17. yüzyıl İstanbul’unda (Konstantiniye) başlıyor. Galata, Karaköy ve Haliç gibi muhitlerdeki tarihi havayı, o zamanın insan manzaralarını sık sık görebiliyorsunuz. Hikayenin ana karakterlerinden biri olan Uzun İhsan Efendi bir iksir içerek sürekli uykuya dalmakta ve rüyalarında dünyayı gezerek bir dünya atlası oluşturmaktadır. Tamamladığı bu haritayı ise orduya lağımcı olarak yazılan oğlu Bünyamin'e ilk görevine giderken teslim ediyor. Bu noktadan sonra hikaye ağırlıklı olarak Bünyamin’in etrafında devam ediyor. O’nun yaşadıkları ise romanın hem en heyecanlı hem de en dramatik kısımlarını oluşturuyor. Bir kaledeki ajanı kurtarma operasyonu onu ömrünün en acı olaylarından biriyle yüzleştirirken, babasını arayışı ve o arayış esnasında öğrendikleri onun ızdırabını kat kat arttırıyor. Kalede yaşadığı dramatik olayın dışında kurtarmaya çalıştıkları ajandan aldığı gizemli bir para ise onu hiç ummadığı yerlere götürecek, okuyucuyu ise romanın sonuna kadar çözülmeyen sırların içerisinde bırakacak. Bünyamin’in tanıştığı Büyük Efendi Ebrehe ile devlete, padişaha, paşalara nüfuz edebilen derin bir teşkilatın içindeki türlü oyunları, planları, şaşırtıcı gelişmeleri ile Ebrehe’nin çılgın hayalini ve ona ulaşma çabalarını heyecanla takip edeceksiniz. Arap İhsan, Alibaz, Zülfiyar hikayede sık sık karşılaşacağınız diğer isimler.
Sonsuza kadar yaşamak için çalışmalar yapan bir insan ile var olmayı sorgulayan, hayatın bir hayal olabileceğini düşünen bir insanı okuyacaksınız bu romanda. Üzerine altı kez yıldırım düşmesine rağmen hayatta kalabilen bir insan ile çok ufak bir detay yüzünden hayatı kararan bir insanı okuyacaksınız aynı zamanda…
“Düşünüyor olmasından kendisinin varlığı açık ve seçik olarak çıkıyordu. Fakat bu yolla insan, kendisinden başka hiçbir şeyin varlığını ispatlayamazdı… …uykunun bir uyanış ve düşlerin de gerçeğin ta kendisi olduğu fikri kafasını meşgul etmeye başlamıştı. Az önce uyanıp gözlerini gerçek dünyaya açarak gerinmeye başladığında belki de bir uykuya dalmıştı. Eğer bu doğruysa, şimdi gördüğü her şey bir düştü.”
“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı.”
“Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı.”
Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu
İstanbul sokaklarını tarihin gizemli sayfalarında gezmek, rüyalarda oluşturulan bir dünya atlasının hikayesini dinlemek ve gizemli insanların masalsı yaşamlarını okumak istiyorsanız doğru kitaptasınız. İhsan Oktay Anar‘ın 1995 yılında usta kaleminden çıkmış ilk eseri olan Puslu Kıtalar Atlası aynı zamanda Türk edebiyatının en başarılı fantastik romanlarından biri olarak görülüyor. Kitabın yirmi farklı dilde çevirisinin yapılması kitabın başarısı hakkında bir ipucu verecektir. Müthiş kurgusu, felsefi derinliği ve mükemmel Türkçesi İhsan Oktay Anar’ın tüm romanlarında görülebilecek en belirgin unsurlar sanırsam…
Hikaye 17. yüzyıl İstanbul’unda (Konstantiniye) başlıyor. Galata, Karaköy ve Haliç gibi muhitlerdeki tarihi havayı, o zamanın insan manzaralarını sık sık görebiliyorsunuz. Hikayenin ana karakterlerinden biri olan Uzun İhsan Efendi bir iksir içerek sürekli uykuya dalmakta ve rüyalarında dünyayı gezerek bir dünya atlası oluşturmaktadır. Tamamladığı bu haritayı ise orduya lağımcı olarak yazılan oğlu Bünyamin'e ilk görevine giderken teslim ediyor. Bu noktadan sonra hikaye ağırlıklı olarak Bünyamin’in etrafında devam ediyor. O’nun yaşadıkları ise romanın hem en heyecanlı hem de en dramatik kısımlarını oluşturuyor. Bir kaledeki ajanı kurtarma operasyonu onu ömrünün en acı olaylarından biriyle yüzleştirirken, babasını arayışı ve o arayış esnasında öğrendikleri onun ızdırabını kat kat arttırıyor. Kalede yaşadığı dramatik olayın dışında kurtarmaya çalıştıkları ajandan aldığı gizemli bir para ise onu hiç ummadığı yerlere götürecek, okuyucuyu ise romanın sonuna kadar çözülmeyen sırların içerisinde bırakacak. Bünyamin’in tanıştığı Büyük Efendi Ebrehe ile devlete, padişaha, paşalara nüfuz edebilen derin bir teşkilatın içindeki türlü oyunları, planları, şaşırtıcı gelişmeleri ile Ebrehe’nin çılgın hayalini ve ona ulaşma çabalarını heyecanla takip edeceksiniz. Arap İhsan, Alibaz, Zülfiyar hikayede sık sık karşılaşacağınız diğer isimler.
Sonsuza kadar yaşamak için çalışmalar yapan bir insan ile var olmayı sorgulayan, hayatın bir hayal olabileceğini düşünen bir insanı okuyacaksınız bu romanda. Üzerine altı kez yıldırım düşmesine rağmen hayatta kalabilen bir insan ile çok ufak bir detay yüzünden hayatı kararan bir insanı okuyacaksınız aynı zamanda…
“Düşünüyor olmasından kendisinin varlığı açık ve seçik olarak çıkıyordu. Fakat bu yolla insan, kendisinden başka hiçbir şeyin varlığını ispatlayamazdı… …uykunun bir uyanış ve düşlerin de gerçeğin ta kendisi olduğu fikri kafasını meşgul etmeye başlamıştı. Az önce uyanıp gözlerini gerçek dünyaya açarak gerinmeye başladığında belki de bir uykuya dalmıştı. Eğer bu doğruysa, şimdi gördüğü her şey bir düştü.”
“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı.”
“Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı.”
Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu