SAYFALAR

17 Ağustos 2014 Pazar

Deli(rten) kadın hikâyeleri

"Yağmuru kim döküyor
Ünzile kaç koyun ediyor."

- Şebnem Ferah'tan dinlemeli

Elinize aldığınızda sizi zaten okunmayı bekleyen bir misafirperverlikle karşılamayan kitaplar vardır. Deli Kadın Hikayeleri işte onlardan biri. Ağır çekimde kaydedilmiş ve boşlukta mütemadiyen tekerrür eden bir sille gibi bu kitap.

"Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım." cümlesiyle başlayan bir şiirle açılıyor Deli Kadın Hikayeleri ve tüm anlatılar hakkında bir fikir veriyor bize. Zaten yazar en başında eserini "delirerek ölenlere" ithaf ediyor. Okuyucuyu uyarıyor; elinizdeki, hele bir de kadınsanız, patlamaya hazır bir bombadır. Belki yaşadığınız, belki yaşamadığınız ama bildiğiniz, belki de her seferinde duymazdan geldiğiniz kadınların öyküsü. Kendilerine deliliğin yakıştırıldığı, onların da bu sıfatı haklı sebeplerle sahiplendiği ve hatta süslediği cesur kadınların hikayeleri.


"Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten
şeylerden ibaret,
doğurmaya mahkûm,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım."

Girizgâhına bu satırlarla devam ediyor anlatıcı şiirinde ve yine bir özetini çıkarıyor aslında öykülerin. En basit haliyle; çünkü bu kadınlar bedenleriyle var en çok, çünkü doğurtulan ancak çocuğunu gerektiği zaman otoritesi kimse ona kurban etmeye mahkum, çünkü bu kadınlar bir sürü insan içinde yapayalnız.

Öykülerde doğrudan ya da dolaylı olarak aşkları yüzünden delirerek ölen kadınları görüyoruz. Hatmi Çayı öyküsünde gördüğü her türlü şiddete ve göremediği sevgiye rağmen uyuşturucu bağımlısı babasına aşık bir kıza, Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat'ta evlatlarını siyasi sebeplerle kaybeden ve "Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c'est magnifique, muhteşemdir! Muhteşem doktorcuğum! Ölmek muhteşem!" diyen, belki de aşık olduğu ölen evlatlarına kavuşmayı bekleyen bir anneye, Madam Arthur Bey'de anne ve babasının komşusuyla girdiği karmaşık bir eşcinsel ilişkiden ötürü annesi ölen, babası hapis yatan ve sonunda "Bir tanecik annem toprak altında acısından çürüyor." diyen bir kız çocuğuna ve bunlar gibi çoğalan birçok acı hikayeye eşlik ediyoruz.

"Korkma, demişti yılan gözlü falcı, kadın böyle bir şeydir.
Aşk diye diye kendini öldürür."

Bu kadınlar korkmuyor. Deliliklerini biliyor, kabulleniyor, sahipleniyor ve hatta seviyorlar bile. O nedenle de ölümlerine ya da hayatta kalma şekillerine şaşırmıyoruz.

Yirmi bir öykü, tahmin ediyorum ki Söğüt'ün gazetecilik yıllarından da biriktirdiği yaşamların kurgulanmış hallerinden oluşuyor. Öyle elinize alıp "Bir günde oturup okudum, bitirdim, çok sürükleyiciydi." diye anlatabileceğiniz bir kitap değil bu anlatılar. Aksine ağır aksak ilerleyen, her öyküsünün son noktasından sonra kitabı bir an kapatıp karşınızda ne varsa tam da oraya dalgın gözlerle bakmanıza sebebiyet verecek cinsten.

Kitapta bu düşünme hali sadece Söğüt'ün öykü konularından kaynaklanmıyor. Bahadır Baruter'in ismi de bu kitapla en az Mine Söğüt kadar anılıyor olmalı bence. Zira öyküler arasına serpiştirilmiş çizimler öyle başarılı ve kadınlık hallerini, korkularını, yaşamlarını, acılarını öyle güzel aktarıyor ki ben, yeni bir öyküye başlamadan önce dakikalarca resimlere bakarken buldum kendimi. Ayrıca yine öyküler arasına serpiştirilmiş, Söğüt tarafından kaleme alınan şiirler de son derece "vurucu" bir üsluba sahip.

Anlatıcının olağanüstü bir betimleme üslubunun olduğunu da gördüğümüz kitapta giriş şiirinin son mısralarında sesleniyor yazar;

"İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden
bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım."

Son sözü o söylemiş; siz de delireceksiniz. Bu öykülerle yirmi bir kere siz de öleceksiniz.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

* Kitabın hikâyesini izlemek için

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder