"Yaşamak için midesine indirdiği şeyin karşılığını alnının teri ile elde etmeyen bir yurttaş asalak bir varlıktan başka bir şey değildir."
- Jules Romains, Dirilen Şehir
"Bir yerde, bir noktada duramaman:
Seni büyük yapan da bu değil mi?
- Goethe, Doğu-Batı Divanı
Başlarken Mustafa Kutlu'nun sözlerini kullanmak isterim. İsmet Özel son büyük Türk şairidir. Şiiri, Türk sözüdür. Bu yüzden ne sosyalist taraftayken ne de kendi deyimiyle ihtida ettikten, yani Müslüman olduktan sonra şiirlerine bir itiraz dahi olmamıştır. "Türkiye’nin bugün geldiği değil, getirildiği noktada şiirlerimi okuyabilecek narodnik kalmadı" diyerek şiiri bırakmasının ardından bir dönem Halkın Dostları dergisinde yol arkadaşı olan Ataol Behramoğlu şöyle demiştir: "İsmet Özel gerçek bir şairdir. Şiir her zaman onun için ciddi ve varoluşsal bir yaratıdır."
Daha önce İbrahim Tüzer'in oldukça geniş biyografisi "İsmet Özel: Şiire Damıtılmış Hayat"tan daha farklı bir deneme çıkarmış Reşit Güngör Kalkan. Tüzer'in biyografisinde şairin sadece yaşamının değil, şiirlerinin üzerinde de (teknik, üslup vb.) ciddi çalışmalar yer alır. İkincisinde ise tam bir portre denemesi okuruz. Roman tadında akıcılığı, fotoğraflarla zenginleşmiş sayfaları ve belli bir kronolojisi vardır. Önce uzun sayfalar boyunca İsmet Özel'in hayatını başından sonuna kadar ne çok derinlemesine kazıyarak ne de üstünkörü geçerek izleriz. Tam tadındadır. İsmet Özel'in aile, öğrencilik ve edebiyat yaşamını takip ederken aynı o zamanda o dönemlerin genel düşünce dünyasını, edebiyat çevresindeki ilişkileri, siyasi açmazları da öğrenmiş oluyoruz. Şu iki güzel anıyı hemen kitaptan almam icap ediyor:
"1966 Sonbaharı... Zarifoğlu anlatıyor: Bir tek ilginç şey oldu. Rasim'le camın kenarında duruyoruz, içki bardakları ve çörek tepsilerinin uzağındayız. Toplantıyı izlemek için Ankara'dan gelen İsmet Özel yanımızda. Birileri tanıştırdı. İsmet tebrik etti bizi. "Toplantının yıldızıydınız" dedi. Birkaç cümleden sonra "Bizim safımızda olmanızı isterdim" dedi. "Allah korusun" dedim. İsmet Özel'in yanında nursuz bir yüz belirdi. Hâşâ, "Ne karışır" dedi. Ve ben "Yalnız O karışır" dedim. Böyle oldu."
"Mülkiyeliler Birliği'nde de Cemal Süreya ile karşılaştık. Ayrılırken Edip Cansever'e "Size şiirlerimi göndereceğim" dedim. Dediğimi de yaptım. Edip Cansever'den heyecan ve övgü dolu bir mektup aldım. Mektupta diyordu ki "Bize şiirlerini gönderen çok olur, sanma ki herkese böyle sözlerle cevap veririm.". O mektup çok hoşuma gitmişti, hep yanımda taşıyor çıkarıp okuyordum. Böylece, Edip Cansever'le yazışmamız başladı."
Ailesi, 1944'de Kayseri'de doğumu, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), Halkın Dostları dergisi, 12 Mart 1971 dönemi, Sosyalizm-İslâm-Türkçülük, İstiklâl Marşı Derneği, şiir kitapları ve yankıları, düzyazılarındaki derinlik, gazete yazarlığı deneyimleri... İsmet Özel'in hayatındaki önemli çizgiler ve kendi çizgileri Reşit Güngör Kalkan'ın bu portre denemesinde bir roman tadıyla akıyor. Okur Kitaplığı'ndan Eylül 2010'da çıkan kitap, İsmet Özel'in anlamaya çalışmak yolunda önemli bir adım. Zira şahsiyetlerin yaşamlarını da iyi bilmek gerekir ki fikirlerinin arkasında neler olduğunu bilebilelim.
Kendi işini kendi görmekten vazgeçmeyen, Kur'an ve sünnet ölçülerini kendine yegane kılavuz belirleyen, temel meselesini ahlak üzerine kuran, emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker çizgisinden şaşmayan şairden etkilenme konusunda ise Reşit Güngör Kalkan müthiş bir açıklama yapıyor: soylu bir akrabalık kurmak.
Evvel refik, badel tarik. Önce yoldaş, sonra yol. Bu yüzden her yolun başı, dertdaş olmak. İsmet Özel de buna bir hayli değer verir. "Ve'l-Asr"dan:
"Sözün özü; anladıklarımızla dost oluruz, ancak dostlarımızı anlarız. Artık anlayamadığımız dostlarımızı kaybederiz."
Anlamadığımız ne çok şey var. Ve hiç anlamayacağımız. Niyet iyi olunca akıbet de iyi oluyor anlayış hususunda...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
SAYFALAR
▼
20 Şubat 2014 Perşembe
19 Şubat 2014 Çarşamba
Dünya ağrısı, çekmeyen kaldı mı?
"Burada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Dünyada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Yok. Dünyanın kendisi ağrı."
Ayfer Tunç, Suzan Defter ile kalbimi fethetmiş, kütüphanemde kendine yer etmiş bir yazar. Yeni kitabı, Dünya Ağrısı, hem yazarlığının 25. Yılını kutlaması, hem de Can Yayınları’ndaki değişimin ilk kitabı olması sebebiyle oldukça ilgimi çekmişti. Ve elbette, ismiyle…
Gitmek isterken, İstanbul’da felsefe okumaya niyetliyken, taşrada bir otelde kalakalan bir adamın, Mürşit’in hikayesini anlatıyor, Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı’nda. Madenci’nin ve Şükran’ın ve Özgür’ün ve Türkiye’nin ve bizim hikayemizi.
“Böyle bir şehirde sır saklamanın imkânsız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet; bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek.”
Hüzünlü ve gri bir tadı var Dünya Ağrısı’nın. İnsanın içinde var olanlar ve etrafında olup bitenlerin örtüşmediği o “an”ların fotoğrafını çekiyor Ayfer Tunç. Hani, hayatı bir perdenin ardındaymışcasına uzaktan ve yabancı hissederiz ya bazen, işte o “bazen”lerle yaşamaya mahkum insanlardan bahsediyor.
Mürşit ve Madenci dünya ağrısından birbirlerine sığınmaya çalışıyorlar sessizce.
“Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu.”
Dünya Ağrısı, altı çizilecek satırlarla dolu; Ayfer Tunç’un güçlü kaleminin izlerini taşıyor. Ancak, hikayelerin geri planında Türkiye meselelerine, gündelik sorunlara değinirken, her şeyden biraz bahsetme çabasıyla olsa gerek biraz aksak kalıyor. Romanın sosyal mesajları zaman zaman zorlama kalıyor ve hikayeyi baltalıyor. Yine de dilin lezzzeti, kurgunun önünde duruyor çoğu zaman.
“Gerçeğin kuyusu bir cehennem. Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen bu yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz çünkü ne kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek istemiyoruz.”
Dünya Ağrısı, kendi ağrısını dindirmek için bir ortak arayanlara, sessizce şifa bulmayı dileyenlere iyi gelebilecek bir kitap…
"İnsan öyle filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor, kafaya darbe yiyip aklı başına gelmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor sadece, o kadar, belki de yaşlandığın içindir.”
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
Ayfer Tunç, Suzan Defter ile kalbimi fethetmiş, kütüphanemde kendine yer etmiş bir yazar. Yeni kitabı, Dünya Ağrısı, hem yazarlığının 25. Yılını kutlaması, hem de Can Yayınları’ndaki değişimin ilk kitabı olması sebebiyle oldukça ilgimi çekmişti. Ve elbette, ismiyle…
Gitmek isterken, İstanbul’da felsefe okumaya niyetliyken, taşrada bir otelde kalakalan bir adamın, Mürşit’in hikayesini anlatıyor, Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı’nda. Madenci’nin ve Şükran’ın ve Özgür’ün ve Türkiye’nin ve bizim hikayemizi.
“Böyle bir şehirde sır saklamanın imkânsız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet; bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek.”
Hüzünlü ve gri bir tadı var Dünya Ağrısı’nın. İnsanın içinde var olanlar ve etrafında olup bitenlerin örtüşmediği o “an”ların fotoğrafını çekiyor Ayfer Tunç. Hani, hayatı bir perdenin ardındaymışcasına uzaktan ve yabancı hissederiz ya bazen, işte o “bazen”lerle yaşamaya mahkum insanlardan bahsediyor.
Mürşit ve Madenci dünya ağrısından birbirlerine sığınmaya çalışıyorlar sessizce.
“Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu.”
Dünya Ağrısı, altı çizilecek satırlarla dolu; Ayfer Tunç’un güçlü kaleminin izlerini taşıyor. Ancak, hikayelerin geri planında Türkiye meselelerine, gündelik sorunlara değinirken, her şeyden biraz bahsetme çabasıyla olsa gerek biraz aksak kalıyor. Romanın sosyal mesajları zaman zaman zorlama kalıyor ve hikayeyi baltalıyor. Yine de dilin lezzzeti, kurgunun önünde duruyor çoğu zaman.
“Gerçeğin kuyusu bir cehennem. Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen bu yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz çünkü ne kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek istemiyoruz.”
Dünya Ağrısı, kendi ağrısını dindirmek için bir ortak arayanlara, sessizce şifa bulmayı dileyenlere iyi gelebilecek bir kitap…
"İnsan öyle filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor, kafaya darbe yiyip aklı başına gelmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor sadece, o kadar, belki de yaşlandığın içindir.”
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
18 Şubat 2014 Salı
Soluklanmak isteyenlere
"Bir hikâye vardı orada, tam karşımda, gündelik hayatın hengamesi içinde bana değmiş, koluma yapışmış, ‘gel’ diyordu. Hepsi bu."
Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, daha önce kitap yazılarıyla tanıdığım Melisa Kesmez’in ilk öykü kitabı. 25 kısa öykü yer alıyor kitapta ve hiçbiri kitabın adını taşımıyor.
"İnsan uzak olunca eksik yerleri kendi tamamlıyor ya, ben onu kocaman yapmıştım içimde."
Melisa Kesmez’in öyküleri, yalın, duru ve sahici. Bugünün insanını anlatıyor çoğunlukla. Karakterleri genel olarak, şehirli ve “güçlü” kadınlar…
“Masanın bir ucunda hayatlarında hiç kaybetmemiş, aslında sırf bu yüzden hiç kazanmamış erkekler, diğer ucunda onları hak eden kadınları. Tek taşsız parmağım ve fönsüz saçlarımla resmin kusursuzluğunu bozuyorum gibi geldi, hoşuma gitti. Tehlikeli sularda olduğunu bilip de, bundan tuhaf bir haz duyduğun ve hiçbir önlem almaya tenezzül etmediğin, içinde bulunduğun duruma ters düşecek bir şeyin yaklaştığını gördüğün halde kılını kıpırdatmadığın anlar vardır ya.”
Hani böyle durduğumuz zamanlar vardır ya; etrafımızın ve kendimizin farkına vardığımız, soluk aldığımızı tüm hücrelerimizde hissettiğimiz… Melisa Kesmez, böyle anların fotoğrafını çekiyor öykülerinde. Kısa, akıcı ve fazlasıyla gerçek hikayeler yer alıyor kitapta.
"Karşı apartmanda akşam telaşı vardı. Sarı ışıklı pencerelerde gidip gelen, oturup kalkan siluetler. Bütün günü şehrin başka köşelerinde geçirip bu saatlerde evlerde toplaşan kalabalıklar. Aileler, öğrenciler, hiç evlenmemiş yalnız bekarlar, herkesi göçüp gitmiş yalnız ihtiyarlar. Gözüm alt katlara kaydı. Günün hiçbir saatinde televizyonun ışığının söndüğünü görmediğim girişteki dairede yaşayan yaşlı kadın, kucağındaki tepsiden akşam yemeğini yiyordu. Kocası yok. Ölmüş diyorlar. Geleni gideni olduğunu da görmedim hiç. Çoluğu çocuğu da yok belki. (...) Gözlerimi beşinci kata çevirdim. Sadece mutfağın ışığı açıktı. Diğer pencerelere koridorun loş ışığı vurmuş. Genç bir kadın hummalı bir yemek hazırlığına vermiş kendini. Bir şeyleri karıştırıyor, buzdolabının kapağını açıyor, kapıyor, suyu açıyor, bir şeyler yıkıyor. Tabak çanak sesi bizim balkona kadar geliyordu. İncecik bir kadındı. Çocuk gibi. Taş çatlasa 25 yaşında. Kocasının eli kulağında, gelirdi birazdan. Yeni evlilerdi. Geçen ay taşınmışlardı mahalleye. Günler sürmüştü çeyizin taşınması, yerleştirilmesi. Henüz bir tuhaflıklarını görmemiştik. Kadın, bir yandan ocağın üzerindeki yemeği karıştırırken, camdaki yansımasında saçlarını düzeltti. Seviyordu onu belli. Elini özenle taradığı saçlarında gezdirişinden, kayık yaka bluzunu düzeltişinden, evde giydiği terliklerden. Her şey onun için daha yeni başlıyordu. Filmin en heyecanlı yerindeydi. İkinci katın penceresinden yarı beline kadar bir kadın sarkıp, seslendi: ‘Emre! Haydi eve! Baban geldi!'"
Ve elbette yalnızlık… Şehirli ve güçlü kadının en azılı düşmanı. Öykülerin geri planında çocukluğa özlem ve kesif bir yalnızlık kokusu yer alıyor. Ve damağımızda buruk bir “balık kraker” tadı…
"Bir banka oturmuşum misal öğle vakti, boş salıncaklara bakıyorum, güneşin altında parlayan kaydırağa falan, güvercinlerin kabara kabara dolandığı suyu çekilmiş süs havuzuna, arka arkaya sigara içerken bir yandan, yapamazken burada, gidemezken bir türlü. Ya da Kuğulu Park’ta kar yağarken. Yalnız başıma oturmuşum. Elim ayağım donmuş soğuktan. Eve gidesim de yokmuş hiç. Boşmuş ki ev. Boş eve gitmesi zormuş."
Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, zamanın duraksız koşturmacasından yorulup biraz soluk almak isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Ve dahi, iyi bir yazarla tanışmak isteyenlere…
"Ben çayın altını yakayım, siz oturun, geliyorum hemen” demişti halam. Sanki mutfakta bütün soruların cevaplarını fısıldıyordu biri kulağına. Ocağın üzerinde parlayan mavi alev bir aydınlanma anını temsil ediyordu. Aramızdan üç beş dakikalığına ayrılıyor, çayın altını yakıyor ve yüzünde o hiç eksilmeyen ışıkla aramıza cevaplarıyla dönüyordu halam. Buydu sırrı."
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, daha önce kitap yazılarıyla tanıdığım Melisa Kesmez’in ilk öykü kitabı. 25 kısa öykü yer alıyor kitapta ve hiçbiri kitabın adını taşımıyor.
"İnsan uzak olunca eksik yerleri kendi tamamlıyor ya, ben onu kocaman yapmıştım içimde."
Melisa Kesmez’in öyküleri, yalın, duru ve sahici. Bugünün insanını anlatıyor çoğunlukla. Karakterleri genel olarak, şehirli ve “güçlü” kadınlar…
“Masanın bir ucunda hayatlarında hiç kaybetmemiş, aslında sırf bu yüzden hiç kazanmamış erkekler, diğer ucunda onları hak eden kadınları. Tek taşsız parmağım ve fönsüz saçlarımla resmin kusursuzluğunu bozuyorum gibi geldi, hoşuma gitti. Tehlikeli sularda olduğunu bilip de, bundan tuhaf bir haz duyduğun ve hiçbir önlem almaya tenezzül etmediğin, içinde bulunduğun duruma ters düşecek bir şeyin yaklaştığını gördüğün halde kılını kıpırdatmadığın anlar vardır ya.”
Hani böyle durduğumuz zamanlar vardır ya; etrafımızın ve kendimizin farkına vardığımız, soluk aldığımızı tüm hücrelerimizde hissettiğimiz… Melisa Kesmez, böyle anların fotoğrafını çekiyor öykülerinde. Kısa, akıcı ve fazlasıyla gerçek hikayeler yer alıyor kitapta.
"Karşı apartmanda akşam telaşı vardı. Sarı ışıklı pencerelerde gidip gelen, oturup kalkan siluetler. Bütün günü şehrin başka köşelerinde geçirip bu saatlerde evlerde toplaşan kalabalıklar. Aileler, öğrenciler, hiç evlenmemiş yalnız bekarlar, herkesi göçüp gitmiş yalnız ihtiyarlar. Gözüm alt katlara kaydı. Günün hiçbir saatinde televizyonun ışığının söndüğünü görmediğim girişteki dairede yaşayan yaşlı kadın, kucağındaki tepsiden akşam yemeğini yiyordu. Kocası yok. Ölmüş diyorlar. Geleni gideni olduğunu da görmedim hiç. Çoluğu çocuğu da yok belki. (...) Gözlerimi beşinci kata çevirdim. Sadece mutfağın ışığı açıktı. Diğer pencerelere koridorun loş ışığı vurmuş. Genç bir kadın hummalı bir yemek hazırlığına vermiş kendini. Bir şeyleri karıştırıyor, buzdolabının kapağını açıyor, kapıyor, suyu açıyor, bir şeyler yıkıyor. Tabak çanak sesi bizim balkona kadar geliyordu. İncecik bir kadındı. Çocuk gibi. Taş çatlasa 25 yaşında. Kocasının eli kulağında, gelirdi birazdan. Yeni evlilerdi. Geçen ay taşınmışlardı mahalleye. Günler sürmüştü çeyizin taşınması, yerleştirilmesi. Henüz bir tuhaflıklarını görmemiştik. Kadın, bir yandan ocağın üzerindeki yemeği karıştırırken, camdaki yansımasında saçlarını düzeltti. Seviyordu onu belli. Elini özenle taradığı saçlarında gezdirişinden, kayık yaka bluzunu düzeltişinden, evde giydiği terliklerden. Her şey onun için daha yeni başlıyordu. Filmin en heyecanlı yerindeydi. İkinci katın penceresinden yarı beline kadar bir kadın sarkıp, seslendi: ‘Emre! Haydi eve! Baban geldi!'"
Ve elbette yalnızlık… Şehirli ve güçlü kadının en azılı düşmanı. Öykülerin geri planında çocukluğa özlem ve kesif bir yalnızlık kokusu yer alıyor. Ve damağımızda buruk bir “balık kraker” tadı…
"Bir banka oturmuşum misal öğle vakti, boş salıncaklara bakıyorum, güneşin altında parlayan kaydırağa falan, güvercinlerin kabara kabara dolandığı suyu çekilmiş süs havuzuna, arka arkaya sigara içerken bir yandan, yapamazken burada, gidemezken bir türlü. Ya da Kuğulu Park’ta kar yağarken. Yalnız başıma oturmuşum. Elim ayağım donmuş soğuktan. Eve gidesim de yokmuş hiç. Boşmuş ki ev. Boş eve gitmesi zormuş."
Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, zamanın duraksız koşturmacasından yorulup biraz soluk almak isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Ve dahi, iyi bir yazarla tanışmak isteyenlere…
"Ben çayın altını yakayım, siz oturun, geliyorum hemen” demişti halam. Sanki mutfakta bütün soruların cevaplarını fısıldıyordu biri kulağına. Ocağın üzerinde parlayan mavi alev bir aydınlanma anını temsil ediyordu. Aramızdan üç beş dakikalığına ayrılıyor, çayın altını yakıyor ve yüzünde o hiç eksilmeyen ışıkla aramıza cevaplarıyla dönüyordu halam. Buydu sırrı."
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
16 Şubat 2014 Pazar
Dilce susup bedence konuşulan bir çağa dair
"Çok yorgunum beni bekleme kaptan
Seyir defterimi başkası yazsın."
- Nâzım Hikmet
"Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma
Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir."
- Mehmet Âkif
Zannedilmesin ki bu kitap bir biyografi kitabıdır. Zannedilmesin ki bu kitap, içinde barındırdığı isimleri övmek veya yermek üzre yazılmıştır. Zannedilmesin ki bu kitap fikirden uzak bir magazin derlemesidir. Son olarak, zannedilmesin ki bu kitaptaki isimler aynı saftadır yahut her zaman yan yanadır. Elbette onların ortak paydaları olabilir lakin birbirlerinden ayrıldıkları çok keskin konular da bir hayli fazladır. Ümit Aktaş'ın tamamen kendi fikirleriyle harmanlayarak isimlerin üzerinde durduğu "Çağımızın Tanıkları", hayata nereden baktığı önemli olmadan fikir, düşünce ve kendi alanında becerisini ciddi manada konuşturmuş isimlerin tezahürüdür.
Kimler vardır bu kitapta? Mücahid bir bilge olan Aliya İzzetbegoviç, Fransız Komünist Partisi'nden ayrıldıktan uzun bir süre sonra 69 yaşında Müslüman olmaya karar veren Fransız düşünür ve yazar Roger Garaudy, "Sizi rahatsız etmeye geldim!" diye bas bas bağırmış olan ve İran istihbarat örgütü tarafından öldürülen Ali Şeriati, toplumsal düşünce üzerine ciddi emekler vermiş olan Seyyid Kutub, devrimci bir âlim ve mümin Humeyni, Rus anarşist yazar Lev Tolstoy, Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin unutulmaz lideri Gandi, Modern Türk Şiiri'nin iki büyüğü Nâzım Hikmet ve Mehmet Âkif, Türk düşüncesinin ve şiirinin yaşayan efsanesi İsmet Özel, birbirine uzak gibi görünen iki yakın İbn-i Haldun ve Karl Marx, kitabın misafirleri.
Kitap her şeyden önce lezzetli, fakat her okuyucuya akıcı gelmeyebilir. Yazar Ümit Aktaş, 1980'lerin sonundan itibaren ortaya koyduğu araştırma, deneme, düşünce kitaplarıyla bu konularda konuşacak çok şeyi olan bir kalem olduğundan, isimler üzerinde yazarken bol miktarda fikriyat sunumu yapıyor. Bu durum, normal bir biyografi bekleyenleri hüsrana uğratabilir. Lakin lezzetli bir kitap okumak isteyen düşünce meraklılarını ise kâfi miktarda doyurabilir. Popüler bir yorum olarak şu yapılabilir: Bol not aldıran fakat altı çizilecek cümleler barındırmayan bir kitap. Mühim olan bir şeylerin altını çizmek değil oysa, altını üstünü kazıyacak kadar beyni yormak.
Yazının başlığını İsmet Özel'in ihtida ettiğinin beyanı olan 1974 tarihli "Amentü" şiirinden seçtim. Zira bu kitaptaki tanıklardan yaşayan sadece kendisi. Kitabın arka kapak yazısı ise kitabı anlatmak babında güzel bir paragraf. Onunla bitirelim.
"Tıpkı suratına geçirilmek istenen o "beyaz" maskeyi reddeden Malcolm X gibi, tıpkı asimilasyonu ve teslimiyeti reddeden Aliya gibi, tıpkı üzerine doğru yürüyen teknolojizmin ölüm makinesi karşısında geriye çekilmeyi insanlık onuru adına reddeden Rachel gibi, tıpkı "bizim amacımız hükûmete değil, marifetullaha ulaşmaktır" diyen ve İslam'ı siyasallaştıran mollalara karşı İslamî siyaset perspektifini ortaya koymaya çalışan Humeyni gibi, tıpkı zalimlerden özür dilemektense ölümü seçen Seyyid Kutup gibi, tıpkı üzerine doğru hınçla yürüyen o konformizme gömülmüş kalabalıkların aymaz suratlarına karşı "sizi rahatsız etmeye geldim" diyen Şeriati gibi ve tıpkı "doğrulukta sebat"ı ve "nefssiz, (yani nefsini gözetmeyen) eylem"i kendisine ilke olarak benimseyen Gandi gibi. Çünkü ancak bu yüreği deli, aklı dolu olanlar sayesindedir ki insanlıktan umut kesilmeyecektir."
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Seyir defterimi başkası yazsın."
- Nâzım Hikmet
"Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma
Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir."
- Mehmet Âkif
Zannedilmesin ki bu kitap bir biyografi kitabıdır. Zannedilmesin ki bu kitap, içinde barındırdığı isimleri övmek veya yermek üzre yazılmıştır. Zannedilmesin ki bu kitap fikirden uzak bir magazin derlemesidir. Son olarak, zannedilmesin ki bu kitaptaki isimler aynı saftadır yahut her zaman yan yanadır. Elbette onların ortak paydaları olabilir lakin birbirlerinden ayrıldıkları çok keskin konular da bir hayli fazladır. Ümit Aktaş'ın tamamen kendi fikirleriyle harmanlayarak isimlerin üzerinde durduğu "Çağımızın Tanıkları", hayata nereden baktığı önemli olmadan fikir, düşünce ve kendi alanında becerisini ciddi manada konuşturmuş isimlerin tezahürüdür.
Kimler vardır bu kitapta? Mücahid bir bilge olan Aliya İzzetbegoviç, Fransız Komünist Partisi'nden ayrıldıktan uzun bir süre sonra 69 yaşında Müslüman olmaya karar veren Fransız düşünür ve yazar Roger Garaudy, "Sizi rahatsız etmeye geldim!" diye bas bas bağırmış olan ve İran istihbarat örgütü tarafından öldürülen Ali Şeriati, toplumsal düşünce üzerine ciddi emekler vermiş olan Seyyid Kutub, devrimci bir âlim ve mümin Humeyni, Rus anarşist yazar Lev Tolstoy, Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin unutulmaz lideri Gandi, Modern Türk Şiiri'nin iki büyüğü Nâzım Hikmet ve Mehmet Âkif, Türk düşüncesinin ve şiirinin yaşayan efsanesi İsmet Özel, birbirine uzak gibi görünen iki yakın İbn-i Haldun ve Karl Marx, kitabın misafirleri.
Kitap her şeyden önce lezzetli, fakat her okuyucuya akıcı gelmeyebilir. Yazar Ümit Aktaş, 1980'lerin sonundan itibaren ortaya koyduğu araştırma, deneme, düşünce kitaplarıyla bu konularda konuşacak çok şeyi olan bir kalem olduğundan, isimler üzerinde yazarken bol miktarda fikriyat sunumu yapıyor. Bu durum, normal bir biyografi bekleyenleri hüsrana uğratabilir. Lakin lezzetli bir kitap okumak isteyen düşünce meraklılarını ise kâfi miktarda doyurabilir. Popüler bir yorum olarak şu yapılabilir: Bol not aldıran fakat altı çizilecek cümleler barındırmayan bir kitap. Mühim olan bir şeylerin altını çizmek değil oysa, altını üstünü kazıyacak kadar beyni yormak.
Yazının başlığını İsmet Özel'in ihtida ettiğinin beyanı olan 1974 tarihli "Amentü" şiirinden seçtim. Zira bu kitaptaki tanıklardan yaşayan sadece kendisi. Kitabın arka kapak yazısı ise kitabı anlatmak babında güzel bir paragraf. Onunla bitirelim.
"Tıpkı suratına geçirilmek istenen o "beyaz" maskeyi reddeden Malcolm X gibi, tıpkı asimilasyonu ve teslimiyeti reddeden Aliya gibi, tıpkı üzerine doğru yürüyen teknolojizmin ölüm makinesi karşısında geriye çekilmeyi insanlık onuru adına reddeden Rachel gibi, tıpkı "bizim amacımız hükûmete değil, marifetullaha ulaşmaktır" diyen ve İslam'ı siyasallaştıran mollalara karşı İslamî siyaset perspektifini ortaya koymaya çalışan Humeyni gibi, tıpkı zalimlerden özür dilemektense ölümü seçen Seyyid Kutup gibi, tıpkı üzerine doğru hınçla yürüyen o konformizme gömülmüş kalabalıkların aymaz suratlarına karşı "sizi rahatsız etmeye geldim" diyen Şeriati gibi ve tıpkı "doğrulukta sebat"ı ve "nefssiz, (yani nefsini gözetmeyen) eylem"i kendisine ilke olarak benimseyen Gandi gibi. Çünkü ancak bu yüreği deli, aklı dolu olanlar sayesindedir ki insanlıktan umut kesilmeyecektir."
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
6 Şubat 2014 Perşembe
Zaman mı insanı, insan mı zamanı değiştirir?
"Dün ve Ferda", Orhan Kemal Roman Ödülü, Haldun Taner ve Yunus Nadi Öykü Ödülü sahibi, literatürde "Modern zamanların romancısı" şeklinde tanımlanan usta kalem Erendiz Atasü'nün Kasım 2013 çıkışlı son romanı.
Atasü’nün metni yoğun bir metin, güçlü duyguları ve zor bir dönemi 213 sayfada yormadan, sıkmadan, başarılı bir şekilde toparlayan bir anlatımla kaleme alınmış. Okuruna bir mesele veriyor ve o meselenin parçalarını sunuyor. Yanlış bilinen doğruları karakterleri vasıtasıyla okuyucusuna taşıtıp bırakacakları yeri kendilerinin bulmasını bekliyor. En önemlisi anlamalarını istiyor.
"Dün ve Ferda" için anlatırken anlaşılmak isteyen bir roman denilebilir. İsminden yola çıkıldığında dünü, bugüne ve geleceğe devşirerek anlatan 60’ların başı ile 2000’lerin başı arasında gerçekleşmiş olan darbeler, siyasal dalgalanmalar, aşklar, aile ilişkileri, beklentiler hayal kırıklıkları, başarısızlıklar, ülke gündemi gibi pek çok konuya dokunarak yol alıyor. Sol-Sağ, Liberalizm, Kapitalizm, Sosyalizm, Proletarya, Özelleştirme, Neoliberalizm, Faşizm, Laiklik, Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik gibi ana kavramların 60'lar Türkiye’si ile 2000’ler Türkiye’si arasındaki değişim ve dönüşümünü sorguluyor. Bunu yaparken aralara girerek bu kavramları en olağan şekilde yalın haliyle açıklamaya çabalıyor.
Atasü incelediği meselelerin merkezine Ferda karakterini koyuyor. En azından hikayeye giriş yaparken okurun böyle hissetmesini sağlıyor. Zira usta romancının hiçbir karakteri olay içerisinde yan karakter olma özelliği göstermiyor. Prof. Dr. Kazım Beyazıt, Prof. Dr. Hürriyet Berkman, Ferda’nın eşi Özdemir ve kızı Barış için teker teker ayrılmış bölümler mevcut. Yazar tüm karakterlerine aynı şiddette bir önem dozu biçiyor, ancak olayların akış grafiği içerisinde hepsini birinin duygusal ve fiziksel dünyasına Ferda Başarır’ın dünyasına bağlıyor.
Hikaye henüz 21 yaşındaki Ferda’nın üniversiteden mezun olmasıyla başlıyor. Başarılı bir öğrencilik hayatından sonra kendisini kızı gibi seven hocası Prof. Dr. Hürriyet Berkman’ın desteğiyle akademik hayata atılan genç karakterimiz burada kendisinden kırk yaş büyük ve sağlam bir sağcı olan Prof. Dr. Kazım Beyazıt’la yakınlaşıyor. Solculara beslediği nefret ve sert mizacıyla üniversite ortamında terör estiren kürsü başkanı Kazım Beyazıt ve Ferda kendilerini umulmadık bir aşk serüvenin içinde buluyorlar. Yazar Ferda ve Kazım aşkı üzerinden fikir ve görüşlerin sevgi üzerindeki geçersizliğini, yaşını başını almış eğitimli bir adamın katılaşmış yüreğinin genç ve naif bir "yeleli tay" karşısında eriyişini anlatıyor ilk bölüm boyunca. Hürriyet Hanım ve Kazım Beyin çekişmeleri arasında görüşleri şekillenen Ferda, aşkı tattığı Kazım beyden çok büyük beklentiler içerisine girmemesi gerektiğini öğrenirken, Hürriyet Hanım’dan ise gururun her zaman işlevsel bir araç olmadığını öğreniyor.
"Bir limanı olmalı insanın, Ferda. Yakın ilişkilerde onur, yararlı bir şey değildir. Onurun çok keskinse sonunda limansız kalırsın."
Ferda karakterini çok iyi bildiği bir meslekte "eczacılık" mesleğinde kurgulamış yazar. Kendisi de eczacı olan Erendiz Atasü belki de zamanında yaşadığı sıkıntıları eczanelerin devlet elinden çıkması, tekelleşmesi, özel sermayenin yarattığı yıkım gibi ara konular açarak Ferda ve ailesi üzerinden aktarmış.
Darbeler sırasında işinden olan Ferda’nın eşiyle sıkıntılarını, Almanya da sığınmacı olarak kalmak zorunda oldukları sıralarda doğan kızının anavatana dönüşte yaşadığı kültür şokunu, subaylıktan görüşleri yüzünden atılan babasının yıkımını, annesinin görmezden gelişlerini… sol ve sağ görüşü açık açık çarpıştırmadan vermeyi başarması bakımından da önem taşıyor "Dün ve Ferda" Romanda dikkat çeken belki de en önemli nokta Atasü’nün 2.bölümden itibaren anlatının aralarına sıkıştırdığı "Sanal ortamda…" başlıklı bölümler. Yazar bu bölümlerde karakterlerini, kendisini, hikayeyi ve gelinen son noktayı özeleştiriyor. Ferda karakterinden neden hoşlanmadığını (veya öyle sanılmasını istediğini) Kazım Hocanın kaybettiği oğlu Selim yüzünden içinde bulunduğu ruh halini, Ferda’nın Eşi Özdemir’in neden silik bir karakter olarak çizildiğini, kızı Barış’ın "demir leblebi" annesinden farklı olarak neden kolayca pes edip kaçan bir karakter olduğunun art hinterlandını gözler önüne seriyor. Bu noktada Dün ve Ferda’nın romancılık tekniğine getirilmiş yeni ve ilginç bir soluk olduğunu söylemekte oldukça mümkün.
Genç Ferda, orta yaşlı Ferda, yaşlı Ferda ve değişen Ferda olarak bölümlendirilebilir roman. Zira yazarın anlatmak istediği şey: Ferda karakterinin kalanıyla gideniyle, aşkıyla ihanetiyle, meselesiyle en önemlisi kendisiyle son noktada nasıl ters düştüğü. Zamanı değiştirmeye çalışan bir anti kahramanın, ruhtan muhalif bir bedenin uğradığı hüsran. Hiçbir şeyin aynı kalmadığı, ne kadar direnilse bile bir noktadan sonra görüşlerin saptığı, insanın değiştiği, zamanın acımasız dozerlerinin saldırısı karşısında ne kadar çaresiz kalındığı ve dahası… Kitabın son sayfalarında Ferda’nın kendisine itiraf etmeyi başardığı gibi…
"Kötü bir evlattım, iyi bir anne olduğumu iddia edemem, başarısız bir devrimciydim, her şey yarım kaldı hayatımda. Gereksiz atılımlar…Ama belki de gerekliydiler, çok da emin değilim. İnsanlık komedyası… Çok doğru. Ben de rol aldım bu komedyada, sonu dramdı benim için….Uzaktan bakınca bana da komedya gibi görünüyor…Uzaktan. O zaman da insana yakın bir şey kalmıyor. Kimseyi aşkla sevmedim, kimse beni aşkla sevmedi. Nasıl bir eştim ,bilemiyorum. İyi bir eş olduğum günler de oldu. Şimdi işte burdayım ülkemden, düşüncelerimden uzak, tek başına yalnız ve yaşlı bir kadın."
"Dün ve Ferda" en genel anlamıyla darbelerin gölgesinde yolunu bulmaya çalışan özgür bir birey olmak için çoğu zaman limanlarını ilgisiz bırakan bir kadının öyküsü. Fikir ve meseleler kitabı. Ancak bu fikir ve meseleler üzerine ince ince düşündüren okurun kendisine ait olanları bir kez daha gözden geçirmesine yardımcı olan bir metin. En yıkılmaz görünen duvarların bir anda nasıl paramparça olabileceğini gösteren, en güçlü iradelerin başka iradeler karşısında boyun eğişini tüm çıplaklığıyla betimleyen son dönemin en güçlü romanlarından.
Erendiz Atasü’nün bir solukta okunan ama bir solukta sindirilemeyen anlatımıyla... Meseleler ve fikirler, dün bugün ve gelecek üzerine kafa yormak isteyenlere...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Atasü’nün metni yoğun bir metin, güçlü duyguları ve zor bir dönemi 213 sayfada yormadan, sıkmadan, başarılı bir şekilde toparlayan bir anlatımla kaleme alınmış. Okuruna bir mesele veriyor ve o meselenin parçalarını sunuyor. Yanlış bilinen doğruları karakterleri vasıtasıyla okuyucusuna taşıtıp bırakacakları yeri kendilerinin bulmasını bekliyor. En önemlisi anlamalarını istiyor.
"Dün ve Ferda" için anlatırken anlaşılmak isteyen bir roman denilebilir. İsminden yola çıkıldığında dünü, bugüne ve geleceğe devşirerek anlatan 60’ların başı ile 2000’lerin başı arasında gerçekleşmiş olan darbeler, siyasal dalgalanmalar, aşklar, aile ilişkileri, beklentiler hayal kırıklıkları, başarısızlıklar, ülke gündemi gibi pek çok konuya dokunarak yol alıyor. Sol-Sağ, Liberalizm, Kapitalizm, Sosyalizm, Proletarya, Özelleştirme, Neoliberalizm, Faşizm, Laiklik, Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik gibi ana kavramların 60'lar Türkiye’si ile 2000’ler Türkiye’si arasındaki değişim ve dönüşümünü sorguluyor. Bunu yaparken aralara girerek bu kavramları en olağan şekilde yalın haliyle açıklamaya çabalıyor.
Atasü incelediği meselelerin merkezine Ferda karakterini koyuyor. En azından hikayeye giriş yaparken okurun böyle hissetmesini sağlıyor. Zira usta romancının hiçbir karakteri olay içerisinde yan karakter olma özelliği göstermiyor. Prof. Dr. Kazım Beyazıt, Prof. Dr. Hürriyet Berkman, Ferda’nın eşi Özdemir ve kızı Barış için teker teker ayrılmış bölümler mevcut. Yazar tüm karakterlerine aynı şiddette bir önem dozu biçiyor, ancak olayların akış grafiği içerisinde hepsini birinin duygusal ve fiziksel dünyasına Ferda Başarır’ın dünyasına bağlıyor.
Hikaye henüz 21 yaşındaki Ferda’nın üniversiteden mezun olmasıyla başlıyor. Başarılı bir öğrencilik hayatından sonra kendisini kızı gibi seven hocası Prof. Dr. Hürriyet Berkman’ın desteğiyle akademik hayata atılan genç karakterimiz burada kendisinden kırk yaş büyük ve sağlam bir sağcı olan Prof. Dr. Kazım Beyazıt’la yakınlaşıyor. Solculara beslediği nefret ve sert mizacıyla üniversite ortamında terör estiren kürsü başkanı Kazım Beyazıt ve Ferda kendilerini umulmadık bir aşk serüvenin içinde buluyorlar. Yazar Ferda ve Kazım aşkı üzerinden fikir ve görüşlerin sevgi üzerindeki geçersizliğini, yaşını başını almış eğitimli bir adamın katılaşmış yüreğinin genç ve naif bir "yeleli tay" karşısında eriyişini anlatıyor ilk bölüm boyunca. Hürriyet Hanım ve Kazım Beyin çekişmeleri arasında görüşleri şekillenen Ferda, aşkı tattığı Kazım beyden çok büyük beklentiler içerisine girmemesi gerektiğini öğrenirken, Hürriyet Hanım’dan ise gururun her zaman işlevsel bir araç olmadığını öğreniyor.
"Bir limanı olmalı insanın, Ferda. Yakın ilişkilerde onur, yararlı bir şey değildir. Onurun çok keskinse sonunda limansız kalırsın."
Ferda karakterini çok iyi bildiği bir meslekte "eczacılık" mesleğinde kurgulamış yazar. Kendisi de eczacı olan Erendiz Atasü belki de zamanında yaşadığı sıkıntıları eczanelerin devlet elinden çıkması, tekelleşmesi, özel sermayenin yarattığı yıkım gibi ara konular açarak Ferda ve ailesi üzerinden aktarmış.
Darbeler sırasında işinden olan Ferda’nın eşiyle sıkıntılarını, Almanya da sığınmacı olarak kalmak zorunda oldukları sıralarda doğan kızının anavatana dönüşte yaşadığı kültür şokunu, subaylıktan görüşleri yüzünden atılan babasının yıkımını, annesinin görmezden gelişlerini… sol ve sağ görüşü açık açık çarpıştırmadan vermeyi başarması bakımından da önem taşıyor "Dün ve Ferda" Romanda dikkat çeken belki de en önemli nokta Atasü’nün 2.bölümden itibaren anlatının aralarına sıkıştırdığı "Sanal ortamda…" başlıklı bölümler. Yazar bu bölümlerde karakterlerini, kendisini, hikayeyi ve gelinen son noktayı özeleştiriyor. Ferda karakterinden neden hoşlanmadığını (veya öyle sanılmasını istediğini) Kazım Hocanın kaybettiği oğlu Selim yüzünden içinde bulunduğu ruh halini, Ferda’nın Eşi Özdemir’in neden silik bir karakter olarak çizildiğini, kızı Barış’ın "demir leblebi" annesinden farklı olarak neden kolayca pes edip kaçan bir karakter olduğunun art hinterlandını gözler önüne seriyor. Bu noktada Dün ve Ferda’nın romancılık tekniğine getirilmiş yeni ve ilginç bir soluk olduğunu söylemekte oldukça mümkün.
Genç Ferda, orta yaşlı Ferda, yaşlı Ferda ve değişen Ferda olarak bölümlendirilebilir roman. Zira yazarın anlatmak istediği şey: Ferda karakterinin kalanıyla gideniyle, aşkıyla ihanetiyle, meselesiyle en önemlisi kendisiyle son noktada nasıl ters düştüğü. Zamanı değiştirmeye çalışan bir anti kahramanın, ruhtan muhalif bir bedenin uğradığı hüsran. Hiçbir şeyin aynı kalmadığı, ne kadar direnilse bile bir noktadan sonra görüşlerin saptığı, insanın değiştiği, zamanın acımasız dozerlerinin saldırısı karşısında ne kadar çaresiz kalındığı ve dahası… Kitabın son sayfalarında Ferda’nın kendisine itiraf etmeyi başardığı gibi…
"Kötü bir evlattım, iyi bir anne olduğumu iddia edemem, başarısız bir devrimciydim, her şey yarım kaldı hayatımda. Gereksiz atılımlar…Ama belki de gerekliydiler, çok da emin değilim. İnsanlık komedyası… Çok doğru. Ben de rol aldım bu komedyada, sonu dramdı benim için….Uzaktan bakınca bana da komedya gibi görünüyor…Uzaktan. O zaman da insana yakın bir şey kalmıyor. Kimseyi aşkla sevmedim, kimse beni aşkla sevmedi. Nasıl bir eştim ,bilemiyorum. İyi bir eş olduğum günler de oldu. Şimdi işte burdayım ülkemden, düşüncelerimden uzak, tek başına yalnız ve yaşlı bir kadın."
"Dün ve Ferda" en genel anlamıyla darbelerin gölgesinde yolunu bulmaya çalışan özgür bir birey olmak için çoğu zaman limanlarını ilgisiz bırakan bir kadının öyküsü. Fikir ve meseleler kitabı. Ancak bu fikir ve meseleler üzerine ince ince düşündüren okurun kendisine ait olanları bir kez daha gözden geçirmesine yardımcı olan bir metin. En yıkılmaz görünen duvarların bir anda nasıl paramparça olabileceğini gösteren, en güçlü iradelerin başka iradeler karşısında boyun eğişini tüm çıplaklığıyla betimleyen son dönemin en güçlü romanlarından.
Erendiz Atasü’nün bir solukta okunan ama bir solukta sindirilemeyen anlatımıyla... Meseleler ve fikirler, dün bugün ve gelecek üzerine kafa yormak isteyenlere...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
3 Şubat 2014 Pazartesi
Dünya, ağrıyor, ağrıtıyor
"Dertleri zevk edindim bende neş'e ne arar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar
Mâziden kalan her iz beni içten yaralar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar."
- Sırrı Uzunhasanoğlu (Selâhattin İnal, Kürdîlihicazkâr)
Her yazarın ve şairin, dünyayı kendine göre bir yorumlayışı, katlanışı ve o dünyayı seslendirişi var. Mesela Albert Camus "Ben umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek, insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmalarını istiyordum" demiş. Şule Gürbüz "Hayatı pek hayatıma sokmaya niyetim yok. Onun seyrinden ziyade kendi seyredişime tabiyim" der. Yazma amacını Sartre "Hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendini suçsuz hissetmemesini sağlamak" şeklinde özetlerken İsmet Özel'e göre "Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır" zaten. "Dunya" bu. Dun. Yani; aşağılık, alçak, bozuk, kirli.
Son romanını 2011'de (Suzan Defter) yazmış olan Ayfer Tunç'un 2012'de Memleket Hikayeleri yayımlanmış olsa da, üç yıllık aradan sonra yeniden okuyucusunu selâmladı diyebiliriz. Çünkü Ayfer Tunç'un romanlarında en dikkat çeken unsur, yazarın konu ne olursa olsun dünyaya nasıl baktığını gösterebilmesi hiç şüphesiz. Kendisi, "Yazıyorum, çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum. Hayat iki büyük yalnızlık olan doğum ve ölüm arasındaki kısa maceradan ibarettir, insanın hikayesi ise varlığımızı oluşturan bütünden kopmanın hikayesidir" der. Bu da yazarken romanlarındaki kendi iç sesini ne doğrultuda aktardığının ipucu gibi.
"Dünya Ağrısı"nda bu daha da aşikâr oluyor. Gerek Mürşit'in kalbinden, gerek Madenci'nin sözünden, gerek Özgür'ün davranışlarından, gerekse Şükran ve Elvan'ın yaşamından. Araya sıkışmış, televizyon tabiriyle "üçer beşer dakika rol bulmuş" karakterlerde bile bir ağrı var, dünya ağrısı. Ama herkesin ağrısı farklı. Kiminde kariyer, kiminde şöhret, kiminde yalnızlık, kimide hafıza, kiminde aşk, kiminde sessizlik, kiminde vicdan, kiminde hesaplaşma. Hep bir ağrı, her biri bir ağrı, hepsi ayrı birer ağrı:
"Hayatta nefes almaktan başka hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi yaşıyor."
"Hafızası insanın düşmanıdır," dedi aynı gece. "Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan."
"Sıkışan insan ne güzel yalanlar söylüyor ne tuhaf şeyler buluyor diye düşünüyor. Hikâyelerden çok hikâyelerine inandırmak için ayaküstü uydurdukları ayrıntılar hoşuna gidiyor. Onu ikna etmek için sahte kalp krizi geçirenler bile oluyor. Hiçbir ayrıntının üstünde fazla durmuyorlar, inandıramadıklarını anlayınca hızla başka bir yalana geçiyorlar, birer cümlelik uydurma hikâyelerini zincir gibi birbirine bağlıyorlar. Tutarlılık gibi bir dertleri yok."
Oğlunun istikbaliyle oynayan daima iddialı babalar, hayatın ağırlığını ve dünyanın ağrısını bünyesinden bir an olsun çıkarmayanlar, oteller, küçücük bir şehir, maden, altın umudu, toplumsal baskılar, ülke gündemi, erkek ve kadın arasındaki o hiç bitmeyen hasret, karakterlere dağılmış vaziyette yer buluyor "Dünya Ağrısı"nda. Ayfer Tunç'un fevkalade akıcı ve yalın üslubu ise 331 sayfalık bu romanın kısa sürede bitmesini sağlıyor. Ne hikâye ne de metin, okuyucunun gözünde büyüyor. Okuyucu, daha ilk sayfalardan yazarın ağrısına ortak oluyor, karakterlerin bu ağrıyı gerçekçilik içinde aktaran birer oyuncu olduğunu çok iyi anlıyor.
Romanda fazla karakter olmaması, mekanların sürekli değişmemesi, yaşadığımız hayatın içinden ve tanıdığımız insanların yüzünden olması; romanı okurken hikâyeden kopmamayı sağlıyor. Fakat yer yer eklenmiş siyasal kaygılar, sosyal mesajlar her ne kadar demagojiden uzak olsa da, maalesef romanın kalitesini düşürüyor. Özellikle hiç beklenmeyen bir son var ki, okuyucunun hayal kırıklığına uğraması doğal karşılanmalı. Öte yandan romanın içindeki "dünya ağrısı" algısı, günümüzdeki kozmopolit şehirlerin ve materyalist insanların neresine nasıl bakılacağını da bir inceleme misali aktarıyor, anlatıyor.
"Yaşadıklarını hatırlamak istemiyordu, bu yüzden içini uyutuyordu. Sonunda öldü."
"Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım."
"Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu."
Ayfer Tunç tüm romanlarıyla hem memleketin hem insanın, geçmiş-gelecek arasındaki nabzını tutuyor, tansiyonunu ölçüyor, dünya karşısındaki durumunu sergiliyor. Yaşam üzerine asla öğüt vermiyor, yaşamı örgü gibi işliyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar
Mâziden kalan her iz beni içten yaralar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar."
- Sırrı Uzunhasanoğlu (Selâhattin İnal, Kürdîlihicazkâr)
Her yazarın ve şairin, dünyayı kendine göre bir yorumlayışı, katlanışı ve o dünyayı seslendirişi var. Mesela Albert Camus "Ben umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek, insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmalarını istiyordum" demiş. Şule Gürbüz "Hayatı pek hayatıma sokmaya niyetim yok. Onun seyrinden ziyade kendi seyredişime tabiyim" der. Yazma amacını Sartre "Hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendini suçsuz hissetmemesini sağlamak" şeklinde özetlerken İsmet Özel'e göre "Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır" zaten. "Dunya" bu. Dun. Yani; aşağılık, alçak, bozuk, kirli.
Son romanını 2011'de (Suzan Defter) yazmış olan Ayfer Tunç'un 2012'de Memleket Hikayeleri yayımlanmış olsa da, üç yıllık aradan sonra yeniden okuyucusunu selâmladı diyebiliriz. Çünkü Ayfer Tunç'un romanlarında en dikkat çeken unsur, yazarın konu ne olursa olsun dünyaya nasıl baktığını gösterebilmesi hiç şüphesiz. Kendisi, "Yazıyorum, çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum. Hayat iki büyük yalnızlık olan doğum ve ölüm arasındaki kısa maceradan ibarettir, insanın hikayesi ise varlığımızı oluşturan bütünden kopmanın hikayesidir" der. Bu da yazarken romanlarındaki kendi iç sesini ne doğrultuda aktardığının ipucu gibi.
"Dünya Ağrısı"nda bu daha da aşikâr oluyor. Gerek Mürşit'in kalbinden, gerek Madenci'nin sözünden, gerek Özgür'ün davranışlarından, gerekse Şükran ve Elvan'ın yaşamından. Araya sıkışmış, televizyon tabiriyle "üçer beşer dakika rol bulmuş" karakterlerde bile bir ağrı var, dünya ağrısı. Ama herkesin ağrısı farklı. Kiminde kariyer, kiminde şöhret, kiminde yalnızlık, kimide hafıza, kiminde aşk, kiminde sessizlik, kiminde vicdan, kiminde hesaplaşma. Hep bir ağrı, her biri bir ağrı, hepsi ayrı birer ağrı:
"Hayatta nefes almaktan başka hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi yaşıyor."
"Hafızası insanın düşmanıdır," dedi aynı gece. "Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan."
"Sıkışan insan ne güzel yalanlar söylüyor ne tuhaf şeyler buluyor diye düşünüyor. Hikâyelerden çok hikâyelerine inandırmak için ayaküstü uydurdukları ayrıntılar hoşuna gidiyor. Onu ikna etmek için sahte kalp krizi geçirenler bile oluyor. Hiçbir ayrıntının üstünde fazla durmuyorlar, inandıramadıklarını anlayınca hızla başka bir yalana geçiyorlar, birer cümlelik uydurma hikâyelerini zincir gibi birbirine bağlıyorlar. Tutarlılık gibi bir dertleri yok."
Oğlunun istikbaliyle oynayan daima iddialı babalar, hayatın ağırlığını ve dünyanın ağrısını bünyesinden bir an olsun çıkarmayanlar, oteller, küçücük bir şehir, maden, altın umudu, toplumsal baskılar, ülke gündemi, erkek ve kadın arasındaki o hiç bitmeyen hasret, karakterlere dağılmış vaziyette yer buluyor "Dünya Ağrısı"nda. Ayfer Tunç'un fevkalade akıcı ve yalın üslubu ise 331 sayfalık bu romanın kısa sürede bitmesini sağlıyor. Ne hikâye ne de metin, okuyucunun gözünde büyüyor. Okuyucu, daha ilk sayfalardan yazarın ağrısına ortak oluyor, karakterlerin bu ağrıyı gerçekçilik içinde aktaran birer oyuncu olduğunu çok iyi anlıyor.
Romanda fazla karakter olmaması, mekanların sürekli değişmemesi, yaşadığımız hayatın içinden ve tanıdığımız insanların yüzünden olması; romanı okurken hikâyeden kopmamayı sağlıyor. Fakat yer yer eklenmiş siyasal kaygılar, sosyal mesajlar her ne kadar demagojiden uzak olsa da, maalesef romanın kalitesini düşürüyor. Özellikle hiç beklenmeyen bir son var ki, okuyucunun hayal kırıklığına uğraması doğal karşılanmalı. Öte yandan romanın içindeki "dünya ağrısı" algısı, günümüzdeki kozmopolit şehirlerin ve materyalist insanların neresine nasıl bakılacağını da bir inceleme misali aktarıyor, anlatıyor.
"Yaşadıklarını hatırlamak istemiyordu, bu yüzden içini uyutuyordu. Sonunda öldü."
"Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım."
"Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu."
Ayfer Tunç tüm romanlarıyla hem memleketin hem insanın, geçmiş-gelecek arasındaki nabzını tutuyor, tansiyonunu ölçüyor, dünya karşısındaki durumunu sergiliyor. Yaşam üzerine asla öğüt vermiyor, yaşamı örgü gibi işliyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
2 Şubat 2014 Pazar
İçimizdeki şeytan ya da acziyeti kabul
"...bir gece aynaya baktığımda, kıpkırmızı gözlerim bana bütün dünyayı ve iğrençliklerini hazmedebileceğimi söylemişti."
- Hakan Günday, Kinyas ve Kayra
"İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir."
- Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan
Türk edebiyatında Sabahattin Ali denince akla iki roman gelir, en azından benim için durum böyle. Biri elbette Kürk Mantolu Madonna, bir diğeri ise İçimizdeki Şeytan. Klasik edebiyat yazarları arasından Ali'ye öyküleri nedeniyle ayrı bir sevgim vardı, bu sevgi Kürk Mantolu Madonna ile bir hayranlığa dönüşmüştü. İçimizdeki Şeytan'ı da bu beklentiyle okumaya başladım ancak beklediğimi buldum diyemem. Bu, romanın Kürk Mantolu Madonna'nın gölgesinde kalmasının yanı sıra içerik, üslup vb. açısından aynı paralelde yer almamasından kaynaklanıyor.
İçimizdeki Şeytan çok fazla konuya gönderme yapan bir anlatı niteliğinde, merkez öykü ve tema çevresinde farklı sorunsalları dert edinmiş bir eser. Anlatıcı; Macide karakteri üzerinden "Türk toplumunda kadınlık" konusuna, Nihat üzerinden daha siyasi bir olay örgüsüyle "hırs ve piyon olma" kavramlarına, Bedri karakteri ile Türk edebiyatına sıkça kullanılan ve şeytanın tam da karşısında yer alan, tertemiz, günahsız "melek" karakterine, Emine Hanım ve ailesi ile "pragmatizm"e, Ömer'in vakit geçirdiği ahbapları ile "züppe Türk aydınları"na ve Veznedar karakteri ile "çaresizlik ile mecburiyetten kirlenme" durumlarına göndermeler yapıyor. Kitabın ikinci ana kahramanı Ömer ise Bedri'nin karşısında yer almasına rağmen salt kötülüğe batmayarak insanın içindeki şeytan ile mücadelesi fikrini yaratıyor.
Ancak romanda tüm bu temaların önüne geçen bir konu ve tüm karakterlerin hatta Ömer'in bile önüne geçen bir başka karakter vardır: Şeytanın ta kendisi. Anlatı boyunca bu ana karakter "romanın kötüleri" diye ayırabileceğimiz sınıfa türlü türlü ahlaksızlıklar yaptırmaktadır. Örneğin veznedar karakteri aslında temiz, kendi halinde bir adamcağız olmasına rağmen etrafındaki şeytanların oyunlarına alet olur ve kendisinin de daha fazla "melek" kalamayacağına inanarak saf değiştirir. Ömer ise sürekli bir çatışma halindedir; eşi Macide'yi ve anlatımızın günahsız karakteri Bedri'yi kendisini aldattıkları gerekçesiyle suçlar ve her ikisini de yerin dibine sokacak sözler sarfeder. Ancak durumun sandığı gibi olmadığını idrak edince “Kendi ruhunun pisliğini bu kadar yakından gören bir adam başkalarının temiz olacağına inanabilir mi?” diyerek suçu her zaman olduğu gibi içindeki şeytana atar. Ömer'in içindeki şeytanla mücadelesi anlatının önemli bir unsurudur zira bu çatışma şeytanın biçim değiştirmesine ve Ömer'in bir gerçeği kabul etmesine vesile olur: “İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...”. İşte, bence romanın tüm kurgusu da tam da bu cümlelerde saklı.
"İçimizdeki Şeytan" kendi ruhunuzdaki şeytanlarınız, öfkeniz, bahaneleriniz en çok da kendinizle yüzleşebilmeniz için kütüphanenizde hazır olduğunuz an için sizi beklemesi gereken bir roman. Bir an önce edinin ve kitaplığınıza yerleştirin. Yüzleşme vaktinin ne zaman geleceğini kim bilebilir ki?
Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas
- Hakan Günday, Kinyas ve Kayra
"İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir."
- Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan
Türk edebiyatında Sabahattin Ali denince akla iki roman gelir, en azından benim için durum böyle. Biri elbette Kürk Mantolu Madonna, bir diğeri ise İçimizdeki Şeytan. Klasik edebiyat yazarları arasından Ali'ye öyküleri nedeniyle ayrı bir sevgim vardı, bu sevgi Kürk Mantolu Madonna ile bir hayranlığa dönüşmüştü. İçimizdeki Şeytan'ı da bu beklentiyle okumaya başladım ancak beklediğimi buldum diyemem. Bu, romanın Kürk Mantolu Madonna'nın gölgesinde kalmasının yanı sıra içerik, üslup vb. açısından aynı paralelde yer almamasından kaynaklanıyor.
İçimizdeki Şeytan çok fazla konuya gönderme yapan bir anlatı niteliğinde, merkez öykü ve tema çevresinde farklı sorunsalları dert edinmiş bir eser. Anlatıcı; Macide karakteri üzerinden "Türk toplumunda kadınlık" konusuna, Nihat üzerinden daha siyasi bir olay örgüsüyle "hırs ve piyon olma" kavramlarına, Bedri karakteri ile Türk edebiyatına sıkça kullanılan ve şeytanın tam da karşısında yer alan, tertemiz, günahsız "melek" karakterine, Emine Hanım ve ailesi ile "pragmatizm"e, Ömer'in vakit geçirdiği ahbapları ile "züppe Türk aydınları"na ve Veznedar karakteri ile "çaresizlik ile mecburiyetten kirlenme" durumlarına göndermeler yapıyor. Kitabın ikinci ana kahramanı Ömer ise Bedri'nin karşısında yer almasına rağmen salt kötülüğe batmayarak insanın içindeki şeytan ile mücadelesi fikrini yaratıyor.
Ancak romanda tüm bu temaların önüne geçen bir konu ve tüm karakterlerin hatta Ömer'in bile önüne geçen bir başka karakter vardır: Şeytanın ta kendisi. Anlatı boyunca bu ana karakter "romanın kötüleri" diye ayırabileceğimiz sınıfa türlü türlü ahlaksızlıklar yaptırmaktadır. Örneğin veznedar karakteri aslında temiz, kendi halinde bir adamcağız olmasına rağmen etrafındaki şeytanların oyunlarına alet olur ve kendisinin de daha fazla "melek" kalamayacağına inanarak saf değiştirir. Ömer ise sürekli bir çatışma halindedir; eşi Macide'yi ve anlatımızın günahsız karakteri Bedri'yi kendisini aldattıkları gerekçesiyle suçlar ve her ikisini de yerin dibine sokacak sözler sarfeder. Ancak durumun sandığı gibi olmadığını idrak edince “Kendi ruhunun pisliğini bu kadar yakından gören bir adam başkalarının temiz olacağına inanabilir mi?” diyerek suçu her zaman olduğu gibi içindeki şeytana atar. Ömer'in içindeki şeytanla mücadelesi anlatının önemli bir unsurudur zira bu çatışma şeytanın biçim değiştirmesine ve Ömer'in bir gerçeği kabul etmesine vesile olur: “İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...”. İşte, bence romanın tüm kurgusu da tam da bu cümlelerde saklı.
"İçimizdeki Şeytan" kendi ruhunuzdaki şeytanlarınız, öfkeniz, bahaneleriniz en çok da kendinizle yüzleşebilmeniz için kütüphanenizde hazır olduğunuz an için sizi beklemesi gereken bir roman. Bir an önce edinin ve kitaplığınıza yerleştirin. Yüzleşme vaktinin ne zaman geleceğini kim bilebilir ki?
Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas