SAYFALAR

29 Aralık 2013 Pazar

Var olmak: istemek ve sevmek

"Heidegger, Nurettin Topçu'nun eteğine kavuşamaz."
- Mustafa Kutlu

Türk öykücülüğünün ve yayıncılığının yaşayan efsanelerinden Mustafa Kutlu, işte yukarıdaki gibi tanımlıyor Nurettin Topçu'yu. Özellikle gençlere verdiği tavsiyelerde Topçu çok büyük yer kaplıyor. Önce "içimizden" bir sesi dinlememiz gerektiğini zaten belirtmeye gerek yok. Dergâh Yayınları'ndan çıkan "Nurettin Topçu Armağanı" da dahil, tüm külliyatını okumak, bu topraklardan nasıl bir fikir adamının çıktığını anlamak için atılacak en güzide adımdır. Elbette bu da yetmez, Lütfi Bergen'in de dediğini Nurettin Topçu önce okunur, sonra da çalışılır. Anlamak ve çalışmak lazım. Memleket olarak kuvvetimizi nerede bulabileceğimizi sorgulayan rahmetli Topçu'da o kadar çok şey bulunacaktır ki, belki de çözüme en sarih yoldan ulaşmak mümkün olacak. Ancak ne kadar okuyoruz ve önceliği neye veriyoruz? Meçhul.

Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın hazırladığı "Var Olmak", ilk baskısını 1965 yılında yapmış ve 2012'ya kadar aralıklarla 9 baskıya ulaşmış bir kitap. Sadece 142 sayfa. Çeşitli dergilerde yayımlanan Nurettin Topçu yazılarından oluşan bu kitapta iki bölüm var: Düşünceler ve Duyuşlar. İlk bölümde var olmak, inanmak ve sevmek, düşünmek, bilmek, gerçeği bilmek, düşüncenin derinlikleri, aşkın halleri, ölüm sırrı, zulüm ve düşman, günah, affediliş, benlik, kuvvet, hürriyet, yalan, dostluk, ıztırabın mânası ve dua gibi konuları Topçu'nun fikirleriyle, üslubuyla okumak son derece lezzetli. Öte yandan günümüzün altı çizilecek cümleler aramak maksadıyla okuyan kitap kurtları(?) da bol bol istifade edebilirler "Var Olmak"tan. Umulur ki bu istifade fikir dünyalarını, kendilerini ve anlama-kavrama kabiliyetlerini geliştirebilsin.

"Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanların hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır."

"Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!"

"Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dilidir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ıztıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilâhi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırtacak olan kutsal kuvvettir."


İkinci bölümde sanatkâr, namus, çocuklar, kendim yaptım, cemiyeti yoğuracak ruh, hakikate giden yol, zafer, çile, gözyaşları, rahmet, rahmet kapısı, ıztırabın Allah'a yolu, kalbin emirleri, ilahî neşve, damlalar gibi konular yer alıyor. Bu konular, ilk bölümdeki konulardan farklı olarak genelden çok bireye hitap ediyor. Bireyin kendini bilmesi, sonra kendisinden yola çıkıp çevresini, yaradılışı, varlığını bilmesi üzerine gidiyor.

"Çileyi çekmesini öğreten hikmetin başında sabır gelmektedir. Çile aşkın yoldaşıdır. Onun gibi o da sabır sütü ile beslenir. Sonunda kendi kendini sever. Nihayet bulduğu yerde yokluğa fırlatılamaz, en derinlerdeki bir hazinede saklanır ve hep kendi kendini arar. Çileci çilenin dostudur.

"Sabırsız yorgunlar uyurlar. Öyle sabret ki kendisine sığınan ölülerden bile hayat fışkırtan toprak gibi olasın. Toprağın zaferlerini yok etmek, toprağı ölüme kalbetmek kabil mi? O daima muzaffer olacaktır. Tane, sabırla başak verdi. Güneş, aydınlığın yoludur."

"Her şeyden şüphe edilir, kalbden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalp kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalplerin fethidir."

İkinci bölümün sonundaki damlalar kısmı, birçok Topçu okuyucusunun eminim ki evinin duvarlarını, not defterlerinin ilk sayfasını ya da hafızasının en kıymetli noktasını dolduruyordur.

"İnsan üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: hakîkatın, hayrın, güzelliğin."
"Üç hâkimin hükmünde hatâ aranmaz: kalbin, kaderin, ölümün."
"Üç şey saadetin sırrıdır: tevâzu, kanaat ve ölümün eşiğinde sık sık dinlenme zevki."
"Üç şeyin hududunda durmasını bilmelidir: isteklerin, aklın, hayatın."
"Duygunun üç dünyası vardır: sanatın, rüyanın ve sevdanın."


Bu damlaların ezberlenmesi gerekmiyor. Düşünülmesi ve üzerine fikirler üretilmesi gerekiyor. Bunları istemek ve sevmek gerekiyor. Var olmak için.

Yağız Gönüler
twitter.com/yagizgonuler

26 Aralık 2013 Perşembe

Dokunmaktan korkmayanlara

Öykücülüğün doruklarında gezinen Yalçın Tosun’dan "ince kesiklerle dolu "ötekilere" ışık tutan metinler" şeklinde tanımlayabiliriz son kitabı "Dokunma Dersleri"ni...

Tosun bu defa lezbiyen, gay, transseksüel, fahişe… hikayelerine eğilmiş. Aralarına ise "normal" öykülerinden serpiştirmiş. Kime, neye ve hangi değerlere göre normal olduğunu sorgulatmak için belki de. Dört ana bölümden oluşuyor kitap. Her bölümde daha sertleşen, daha açılan, daha kesinleşen bir anlatım hakim. Yavaş yavaş artırılan bir doz okuyucuyu doz aşımının sınırlarına dek götürüyor. "Arzuyu Örtüsünden", "Tanıdık Yabancılar Makamı", "Bilindik Sırlar Makamı" ve "İnce kesikler". İlk Hikaye "Damdaki" adını taşıyor. Bir erkeğin bir erkeğe olan sevgisini, telaşını anlatıyor yazar satırlar boyunca. Ailenin cinsel kimlik konusuna yaklaşımını iyimserce açıyor. Bir köy evinin damında yan yana yatan iki adamdan birinin diğerine aşkı lirizmin tüm imkanlarından faydalanılarak ilmek ilmek işleniyor.

Merak ve hayat ikilisini irdeleyen "Sıcak Sandalye"de yalnızlığın yarattığı yıkım ve çekim aktarılıyor. Bir oyunculuk kursu ve o kursta bir araya gelen farklı insanların birbirlerine olan merakından güç alıyor öykü. Durup önce kendine bakmayı öğütlüyor.

"Hayatın bazı dönemleri olur ya; durup soluklanıp kendinize bir kez daha bakmanıza mucizevi bir şekilde zamanınızın olduğu, öncesini yada sonrasını düşünmeyerek ruhunuzda ufak da olsa bir kazı yapabilme şansını zorladığınız… İşte öyle bir süreçten geçiyordum."

"Firari Parmağın Ucu" ismini taşıyan öyküde hayattan sıkılmış genç bir insanın duygu dökümüne götürüyor Yalçın Tosun okurunu. "Onlar bu yaşa kadar yaşamayı nasıl başarmışlar?" diyor bu insan. "Ben ve nafile ümitlerim" diyerek beklentisizliğini dışa vuruyor. Kendi zavallılığına acıyan ve rol yapan insanlardan nefret ediyor.

"Zavallılığın, diye geçiriyorum içimden, ne çok giysisi var."

Hikaye hayata sunduğu ikili bakış açısıyla da önem taşıyor; depresif ve bıkkın bir genç ile onu hayata tutundurma çabasındaki ailesinin rahatsız edici iyimserliği. Annenin gölgesinde kalmış bir baba. Sıradan arkadaşlar ve sıradan bir çevreden sıkılan, dünyanın sıradanlığında çorabını her seferinde yırtıp kaçan, baş parmağı kadar isyan edememesine üzülen bir gencin dünyasına ustaca analizlerle ilişiyor.

"Kibritçi Kız" kitabın sonlarına doğru en ilgi çeken hikayelerden. Eş cinselliği yüzünden babası tarafından kapı dışarı edilen sığınacak bir liman bulamadığı için vücudunu pazarlayarak parasını kazanmaya çalışan bir adamın öyküsü. Biraz acıklı, ama bilindik anlamın çok ötesinde bir acısı var hikayenin. Yazar mağdur edebiyatı yapmaktan olabildiğince uzak kalıp gerçekliğin çıplak tarafından vuruyor okuru. Anlamak içinse bir paragraf okumak yetiyor.

"Memelerimden, mini eteklerimden, allılarımdan, tıraşlı bacaklarımdan kurtulmak isterdim. Kıllı göğsümü, sakallarımı eski kavruk yüzümü tekrar isterdim. Sadece istediğim adamlarla yatmak isterdim. Bir kez olsun, canım istediği için sevişmek isterdim. Biri beni sevsin isterdim. Ama en çok da, aynada kendimi görebilmek, belki onu yeniden sevmek, sevebilmek..."

Hisler ve gerçeklerle anlamlandırılmış öyküleriyle "Dokunma Dersleri" bir üçüncü kitap olmasına rağmen önceki ikisini geride bırakmayı başarıyor. Pek çok yazarın cesaret edemediği karanlıkta bırakılanlara eğilmesi ise Tosun’un metinlerini farklı kılıyor.

"Onlara dokunmaktan korkmayın, dokunmaktan çekinmeyin." diyor yazar. Dokunmaktan korkanlara ise kendi doğruları ile yeniden yüzleşme fırsatı sunuyor...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

19 Aralık 2013 Perşembe

Bir mütercimin ıstıraplarına tanıklık etmek

"Ki insan mütercimdir, kalbindeki o şeyi
Metal tadı olsa da ısırdığı herşeyde
Çevirip durur kendi dilince."

- İbrahim Tenekeci

Modernleşme, sanat kuramı, edebiyat, sinema ve kitap tanıtımı yazılarına meraklı olanlar Alper Gürkan ismine aşinadırlar. Aksiyse şayet, takip etmeli ve okumalılar. Bakış açısı ve üslubuyla yerini gün geçtikçe sağlamlaştıran yazarın geçtiğimiz haftalarda Hece Yayınları'ndan ilk romanı çıktı: Mütercim. Kitap, hocasının ölümüyle birlikte yarım kalan bir tercümesini tamamlamak için 1924’te İstanbul’dan Ankara’ya gelen bir çevirmenin değişen ruh halini ve bununla birlikte gözlemlerken değişmesine de tanıklık ettiği dünyasını barındırıyor. Yazarın eski dile demeyelim -kime göre eski, neye göre eski?- unutulmuş kelimelere olan yatkınlığı, bu kelimeleri kullanım becerisi, şiirsel dili ve dönemin siyasi atmosferini hiç sıkmadan aktarması oldukça dikkat çekici. Bir okuyucunun sayfaları hızla çevirmesi için sadece tekniğin yetmediği su götürmez bir gerçek. Alper Gürkan anlatım tarzıyla ve yakın dönem tarihini aktarmasıyla da okuyucuyu ilk sayfalardan etkileyebilmiş.

"Sanki geçmiş denilen şey hiç olmamıştı ve o, içine bir sürü şey doldurulmuş bir hafızayla şimdi denilen bir anda var oluveriyordu sürekli. Anne, baba, akraba, ev, bahçe, sokak ve dünya ve hayat... Her şey köksüz, tek boyutlu ve yapmacık bir sûrete bürünüyor ve zihninden akıp gidiyordu düşündükçe. Dokunduğu her kırıntı, sanki başka bir şeye dönüşüyor ve hemen binlerce hatırayla dolup kendisiyle ilişkileniveriyordu."

Birbirlerinin içine ve yerine geçebilen duyguları anlatmak zordur. Henüz ilk sayfalardan mahcup, ağırbaşlı ve oldukça "dolu" bir üslupla başlayan roman, mütercimini, iktidarı ve Takrir-i Sükûn kanunuyla birlikte dağılan muhalifleri önce toparlayan sonra da tekrar dağıtıp birbirlerine kin gütmelerine sebep olan bir kitabı okuyucuya tanıtıyor. Romandaki bu kitabı tanırken okuyucu taze cumhuriyetin ağrılarını, iç savaşlarını, toplumdaki maddi ve manevi çatışmaları da siyah beyaz bir şekilde izleyebiliyor. Bir edebiyat tutkunuysanız dili kullanıma, bir tarih tutkunuysanız dönemi aktarıma hayran kalabilirsiniz.

"Hayaller, anılar; olanlar, olmayanlar; ümitler, ıstıraplar; planlar, düş kırıklıkları ve yani içinde dolaşan tüm detaylar öyle çetrefil ve yorucu bir hâl almıştı ki kendisini tam olarak bunların hangisine daha yakın konumlandıracağını bilemiyordu."

Bir mütercim düşünün ki korkuyla dolu metinlerin süzgecinden kendisiyle birlikte çıkarıyor anlamları. Alper Gürkan'ı özellikle, yaşanan zorluklara katlanmanın yolunu kelimelerde ve kitaplarda arayanlar tebrik etmeli. Bir yazarı tebrik etmenin en kolay(?) yolu ise kitabını okumak, okumak ve okumak...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

18 Aralık 2013 Çarşamba

Jerusalem'de eskimeyen bir çığlık:
Baba, beni neden terk ettin?

İspanyol yazar Michel del Castillo, “Terk edilmiş çocuklar masallar uydurmaya yazgılıdırlar.” der. Şu bir gerçektir ki çocuğun yalnız ve küçük yüreği, dünyanın ıstırabıyla ancak masallar sayesinde mücadele edebilir. Dünyanın dört bir yönünden akan coşkun ıstıraba set çekemeyeceğini bildiği için çocuk, onun coşkunluğuna bırakır kendini ve büyümeye akar. Bunu beceremeyip de barajlar kurmaya çalıştığındaysa anlar ki büyümüştür artık. Ve artık hayat, içinde akılan bir mecra değil, “mücadele edilen” bir şeydir: Sürükleyen, sürüklerken acı veren ve nihayet bir izbede terk eden, öldüren.

Bu kader yüzünden küçük planda kurgular, kahramanlar, canavarlar ve arkadaşlar arasında yaşarken büyük planda aile, toplum, din gibi güçlü aidiyet bağları kurmak için çabalar insan. Hepi topu bu iki plan arasındaki gerilimde yolunu bulmaya çalışan bir cambazdan başka bir şey olmadığını, Nietszche’in tanrıyla maymun arasında gördüğü kadar olduğunu öğrenir zamanla…

Markar Esayan’ın Jerusalem’i de bunu öğrenmenin hikâyesidir. Bu küçük ve büyük planlara aynı anda odaklanarak geçmişle geleceğin, çocuklukla büyüklüğün, hayalle gerçeğin bir arada sunulduğu postmodern bir hikâye. Terk edilmiş ve meçhul olduğu kadar meşhur bu çocuğun anlattığı, sevdiği ve bildiği tek dünyadan bambaşka bir gerçekliğe geçişinin hikâyesi.

Roman boyunca kumruların bile kendinden daha yerleşik olduğunu hisseden, “esmer, çelimsiz, sessiz, dikkat çekmeyen” bu çocuğun işlediğinden emin olduğu günahların bedeli olarak gönderildiği yolculuğuna çıkarılıyor okur. “Bir paket gibi” teslim edilip teslim alınırken sadece kendisinin bildiği ve duyduğu bir dille içine kapanıp onun yalnızlığını yaşayışında zamansal ve mekânsal yolculuğu… Diğer taraftan da toplumların, cemaatlerin ve ülkelerin görünmeden kaynayan kazanlarının fokurtusu da her daim satır aralarında.

Piçliğin” ve “gâvurluğun” batıni temerküzünden ibaret saydığı varlığından başka bir şeye sahip görmüyor kendini. Üstelik her zerresine sirayet etmiş olan terk edilmişlik hissi yüzünden bir sürgün, bir tecziyeden ibaret hayat ona göre. Kudüs’te, Golgotha tepesinde insanlığın günahlarının kefaretini ödemek için yine insanların sebep oldukları acılarla yüzleşirken kovulduğu Cennet’e, “Beni neden terk ettin?” diye seslenen tüm çocukların müşterek kahırları var sırtında. Roman boyunca kahramanın özdeşleştirildiği Mesih’in Göklerdeki Baba’nın çocuğu olması inancıyla paralel olarak o da koparıldığı anne ve babasının bir çocuğu neticede.

Annesinden koparılan sıradan bir çocuk mu? Yurdun koparılan bir Ermeni mi? Babası tarafından terk edilen küçük İsa mı? Âdem’in cennetten kovulmasıyla başlayan sergüzeştini hatırlayan bir âdemoğlu mu?

”Bütün çocuklar yalnız doğar… Canı çok yanar. Canın çok yanar. Ah, canın çok yanar. O can yanmasının adı sonra korku olur. O korku hep ayrılığı hatırlatır. Geldiğin güvenli yeri, kovulduğun Cennet’i… “

Esasen bu yolculukla gideceği yerde bir sürgün değil, öğrenci olacaktır. Türk olan annesinin gönülsüzlüğüne rağmen Ermeni olan babasının maksadı, onun Ermeniceyi ve inançlarını düzgünce öğrenmesini sağlamaktır. Dörde bölünmüş Kudüs’teki bir manastırda yatılı okuyacak ve kendini, aslını, özünü tanıma imkânı bulacaktır. Nitekim okuldaki öğrenciler 1915′teki Ermeni soykırımı nedeniyle İran, Irak, Lübnan, Suriye gibi ülkelere dağılmış olan Anadolu Ermenilerinin çocukları, torunlarıdır. Tıpkı romanın kahramanı gibi yurtlarından koparılan bu çocukların da mirası onunkiyle aynıdır. Zaten bu miras sayesinde Esayan, savaşların ve cennet dışı zamanların yürekleri törpüleyip nasırlaştırdığı bir dönemde yaşayan kahramanı üstünden çağa tanıklık da ederek, Kudüs’teki keşmekeşi, İsrail-Filistin davasını, Türkiye’deki siyasi karışıklıkları da sığdırır Jerusalem’e. Hemen hepsi Ortadoğu’nun ıstırabıyla kavrulmuş kahramanların çevrelediği, korkuları nedeniyle saldırganlaşan toplumların döngüsel şiddete saplanıp kaldıkları ve belki bu yüzden “Allah Baba’nın hiçbir duayı işitmez olduğu” bir dünyanın metaforik başkenti olan Kudüs’ün hikayesidir hepsi.

Roman boyunca sekiz yaşında bir çocuğun “müjde”sini okumaktan ötürü üslubun da naif bir libasa büründüğünü söylemek mümkün. Buna ilaveten bütünsel manadaki sağlam kurgusu, çok katmanlı ve çoklu okuma imkânı veren akıcı anlatımı Jerusalem’i iyi bir roman yapıyor. İnsanlığın umumi hislerinin müşahhas vurguları bazan öyle noktalara ulaşıyor ki, hikâyenin tamamı olmasa bile hissettirilen gerçeklikten ötürü ciddi bir otobiyografik ağırlığın olduğu düşünülüyor. Ama yazarı bunu inkâr ediyor. Beyan esastır…

Günlük yazılarındaki rikkat ve hassasiyetiyle de tanığımız Markar Esayan kendi suretine de yansımış olan duyarlılığını, edebi bir lezzet ve evrensel imgeler eşliğinde sunuyor okura bu romanla. Kısa süreli bir ayrılıktan sonra “Lema şabaktani”den “Ve’dduha”ya açıyor insanı. Böylece masallar uydurmaya yazgılı varoluşumuzla yeniden yüzleşme ve özlediğimiz masallarda yeniden dirilme ümidi de vererek…

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

17 Aralık 2013 Salı

Cemil Meriç’in düşünceye uzanışı: Saint-Simon

"On beş gündür kuru ekmek yiyorum. Odamda ateş yok. Kitabımın kopya masraflarını karşılamak için elbiselerimi de sattım. İlim aşkı, insanlığı mutluluğa kavuşturmak, Avrupa’yı buhrandan kurtarmak arzusu beni bu hale düşürdü. Niçin yüzüm kızarsın, eserimi tamlamak için yardım istiyorum…"

Çaresizlik içinde yazılmış bu satırlar fakirlikten boğulan bir mütefekkirin, Saint-Simon’un kalemindendir. Ömrünü adadığı fikirlerini, yazılarını, kitaplarını bastırmak için çabalamış durmuştur. Tıpkı, Türkiye’de bir asır daha yazılmayacağına inandığı bu düşünürü anlatma ihtiyacı hisseden Cemil Meriç’in uğraşları gibi. O da kitabını yayımlayabilmek için benzer sıkıntılar yaşar: Ümit Meriç’ten öğrendiğimize göre kimse kitabı basmak istemez, kendisi bastırmaya niyetlenir, sonra Vedat Günyol talip olur, dili tırpanlar, üslûbu yok eder, epeyi uğraşır velhasıl…

İlham verici bir fikir adamı olan Lütfi Bergen, belki de buradan hareketle bir yazısında Meriç’le Saint-Simon arasındaki bazı benzerliklere değinir. “Sefalet, işsizlik, ilim adamı yalnızlığı…” [1] Bu durum, esasında bu iki önemli düşünürün kaderlerinin ve eserlerinin menfî ve müşterek paydasıdır. Nitekim ümitsizlikten intihar eden ve bir gözünü kaybeden Saint-Simon’un çıkardığı Endüstri Sistemi için Meriç şöyle yazar: “Hep aynı düşmanca sessizlik, hep aynı rezil ilgisizlik…

İlginç birisidir Saint-Simon: Bir Malta şövalyesiyken geleneklere meydan okuyup liberal öğretilere sarılır, asker olur, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katılır, yaralanır, dönüşte Meksika’da iki okyanusu birleştirecek bir proje hazırlar ama ilgi görmez, 1789′da köylülerden yana devrim safındadır, kontluğundan feragat eder, satın aldığı toprakları köylülere dağıtır, ömrü boyunca aç biilaç yaşar, dergilerini çıkaran liberal finansörlerle sosyalist fikirleri yüzünden arası açılır, sosyolojinin ilmî temellerini atar, fikirleri uğruna karısından ayrılır.

”Bütün velîler gibi tanınmadan yaşadı, küçümsendi ve ölünce ışık oldu…”

İlk sosyolog
Sosyoloji Notları’nda Cemil Meriç’in “Araplarla gelen müsbet ilimlerin kilisenin duvarlarında gedikler açması“na dayandırdığı Fransız Devrimi, Giddens tarafından çağımızın politik dönüşümlerinin bir sembolü olarak kabul edilir. Çünkü Devrim’le beraber toplum baştan aşağı yeniden şekillenmektedir. Batı, feodalizmden kapitalizme ya da gelenekselden moderne doğru bir evrim geçirmektedir.

Tarihte ilk defa olarak “sanayi” vasfıyla tesmiye ettiği bu toplumu, içinde bocaladığı anarşiden kurtarmak ister Saint-Simon. Bunu yaparken, Durkheim’e göre XVIII. asrın filozoflarının hayalî, ütopik sistemleri yerine hakikati inceleyip geleceği sezmeye çalışır, devrimden sonra Fransa’yı hangi sosyal düzenin huzura kavuşturacağını araştırır. Metafizik felsefenin şekilci genellemeleriyle bilimlerin dar uzmanlık alanları arasında yeni bir düşünceye yer açılabileceğini ilk olarak Saint-Simon’un öne sürdüğünü yazar. Umumî kültürle, manevî düzeni tesis etmek, sonra pozitif metodu kullanarak, toplumu doğa bilimlerinin bir nesnesi gibi ele alarak yeniden inşa etmek amacındadır. Böylece madde ilimleriyle insan ilimleri arasında fark kalmayacaktır. Bu yüzden Durkheim’e göre, sosyolojinin kurucusu olarak pozitif sosyoloji yönteminin Comte’a atfedilmesi bir hatadır: “Yeni bir tarihî metod, pozitif felsefe, sosyalizm… Hepsini tek kelimede toplamıştı Saint-Simon: Endüstriyalizm.” O, bu yeni ilme “sosyal fizyoloji” der. Sonra talebesi Comte tarafından adı sosyoloji diye ilan edilir.

Meriç’e göre Saint-Simon Endüstri Devrimi’nin ve sosyalizmin ideologu olmakla beraber sosyolojinin kurucu düşünürleri olan Comte, Durkheim ve Marx’ın da hocasıdır. Bazıları tarafından Saint-Simon’un gerçek devamcıları olarak Proudhon ve Marx anılır yalnız. Onlar Comte’u pek hayrla anmazlar: Birisinin “okudukça midemi bulandıran hayvan“, ikincisinin “ilmine saygım yok” dediği Aguste Comte da hocasını saygıyla anmaz. Saint-Simon için “hiçbir borcum yok o adama, kendisinden hiçbir şey öğrenmedim” diye yazar. Ama bu Meriç’i tatmin etmez. Ona göre, düşünce tarihinde Ödip kompleksinin en şaheser örneği ya da bir Yahuda İskaryot olan Comte, ölünceye kadar aynı vehmin kurbanı olarak kalır: Orijinal değildir, belki üslûp onundur ama fikirler Saint-Simon’undur.

On dokuz yaşında mühendislik okulundan kovulan Comte, ümitsiz ve işsizken sığınır Saint-Simon’a. Önce sekreteridir, sonra yazı arkadaşı olur, üstadın yıllardır tekrar ettiği fikriyatını geliştirir, beraber yeni bir felsefe geliştirmeye gayret ederler, ceza mahkemesinde beraberce müdafaa hazırlarlar. Yolun başındayken yazdığı mektuplarda, “tanıdığım en olgun insan, tutarlı, âlicenap, er geç anlaşılacak bir düşünür” diye metheder hocasını. Sonraları, “hayâsız cambaz, her türlü değerden mahrûm bir şarlatan” diye yazar…

"Tarihin çökmeye mahkûm ettiği müesseseleri yerle bir eden Fransız Devrimi” ve endüstriyle ilgili incelemeler yapan Saint-Simon, çağdaş toplumu endüstriye dayanarak yorumlayan sosyal bir felsefe kurmak amacındaydı. Tüm hedefi, ilmî metod olarak kabul ettiği pozitivizmi sosyal hayata uygulamak ve bu ilme dayanan bir politika kurmaktı.

Meriç, Saint-Simon’u incelerken onun sosyolojinin de çekirdeğini oluşturacak araştırmalarının odağına bakar, ütopik sosyalistlere. Yani en iyimser yaklaşımla, Saint-Simon kadar ütopist olan ve çağdaş Batı düşüncesini belli bir sınıfın belli bir dönemdeki ihtiyaçlarına göre ayıklayan ve aktaran bir fikir adamı olan Marx’tan önceki tüm sosyalistlere…

İlk sosyalist
Saint-Simon da diğer sosyalistler gibi doğuştan gelen hiçbir imtiyazı kabul etmez; endüstriyel eşitliği savunur, herkesi topluma kattığı değer ölçüsünde kıymetlendirir. Marx’tan evvel “mülkiyette değişiklik yapılmadan toplum düzeninde herhangi bir değişiklik yapılamaz” diye yazar. Mülkiyet çalışanların olacaktır ve herkes çalıştığı kadarıyla yetinecektir. Vatandaş kavramını soyut bulur, bunun yerine toplumu üreticilerden müteşekkil görür. Toplum, bal arıları ve eşek arılarından oluşmaktadır ona göre. Çalışan sınıfı ön plana çıkarır ve aylaklar olarak nitelediği toprak sahipleri ve askerleri mülkiyetten mahrûm eder. Rekabetin yerine işbirliğini koyar, tüketimi üretimin emrine verir. Bu sebeple iktisada yeni bir vazife yükler ve fakirleri göz önünde bulundurarak toplumu yeni baştan düzenlemek ister.

Toplumun her yönden yenilenmesi icap etmektedir ona göre. Önceki asrın filozoflarının inançları yıkmaktaki aceleciliği manevî temeli çökertmiş ve toplum darmadağın olmuştur çünkü. Endüstriyalizmin manevî bir arka plana da ihtiyacı vardır. Bu sebeple modern ilimlerle çatışan Hıristiyanlığın çökeceğini söyleyip toplumu etik temelinde yeni bir Hıristiyanlık anlayışına davet eder, hümanist bir panteizmdir bu aslında…

Meriç’e göre, kendi tarihiyle hesaplaşan Batı’nın derslerine kulak verilen iki hocası vardır, Proudhon ve Saint-Simon. Çağımızın gerçek habercisi dediği Saint-Simon’un yaşamı ve düşüncelerine odaklanma sebebiyse, onu bir asrı dolduran düşünce olarak nitelemesidir, çünkü çağımız onunla başlamaktadır. Ona göre, “Saint-Simon’a kadar hiç kimse insanın iktisadî ve sosyal faaliyeti üzerinde böylesine ısrarla durmamış, emeği öylesine yüceltmemiş, aylaklığı yermemiştir.

Ki kendisi de Kırk Ambar’da Saint-Simon’la ilgili bu eseri, devrim sonrası Fransası gibi bir fetret dönemi yaşayan Türkiye’nin alt üst olmuş değerler levhasına bir katkı, bir aydının Batı düşüncesine, düşünceye uzanışı olarak niteler.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
[1] Lütfi Bergen; “Cemil Meriç’in Endüstriyalizmi: Saint Simon”

9 Aralık 2013 Pazartesi

Türk şiirinin alacaklısını tanımak

"Metin üzerine çok şey yazılacak. Sapına kadar şair. Delikanlı. Ödünsüz. İstanbullu."
- Cemal Süreya

"Türk şiirinin bıçkın, hırçın ve külhan ağızlı uçarı şairi."
- Vedat Günyol

"Dili ve yaşamın dilini tepe tepe kullanan şair."
- Doğan Hızlan

"Metin Eloğlu Modern Türk Şiiri’nin zirvesidir."
- İsmet Özel

Bir şiirinde Metin Eloğlu, "Leman Hanım / size bir şiir borcum vardı ya / onu ödüyorum" diye yazmıştı. Leman Hanım'ı bilmeyiz, lakin bilmemiz gereken bir şey var. O da, Türk şiirinin borçlu olduğu, yani Türk şiirinin alacaklısı Metin Eloğlu'nu tanımak, daha iyi tanımak, şiirini kavramak, kavramak, kavramak...

Türkçenin nimetlerini sadece kullanmakla kalmayıp, ele güne de göstermiş bir şairdir Metin Eloğlu. Bu sebeple hakkında yapılan yorumlardan en dikkat çekeni modern Türk şiirini, zirveye taşıdığıdır. Türkçeye olan hakimiyetini bazen argoyla, bazen yaratıcılığıyla, bazen de haylazlığı-huysuzluğuyla birleştirmiştir. Ressamdır. Garip akımının da etkisiyle şiirlerinde özgün bir dil oluştururken düzensizliği ve dengesizliği hırçınca ele almıştır. Selahattin Özpalabıyıklar'ın en başta genç şiir okuyucularını düşünerek hazırladığı "Nedircik Yavrusu", Eloğlu'nun seçme şiirlerinden oluşuyor. Onu tanımak için çok yerinde bir ilk adım.

"Karnınız tokmuş, sırtınız pekmiş gibi,
Şöyle güler yüzle bir resminizi çekelim;
Gülün yahu,
Adamı sinirlendirmeyin!

Kusura kalma resimci bey! 
Gülmesini bilmiyoruz ki..."
- Hazır Kasabaya İnmişken Bir De Resim Çektirelim Dedik

"Memurluk bana gelmez,
Ticaret falan da yapamam, yaradılışım böyle;
Çelimsizim, taş kıramam.
Ben yazarak, çizerek geçinmek zorundayım;
Diyeceksin ki; ölme eşeğim ölme!"

- Aşk Mektubu

"Henüz yaşarken, bu efendi umut
Karanlık günlerin aydınlığa döneceği
Sakın tavsama sakın yüksünme
İnsanın yarası sağken iyileşir
Sağken omuz silkersin bunca engele."

- Varken

Şiirlerinin de kitaplarının da adları son derece ilginçtir. Düdüklü Tencere, Sultan Palamut, Odun, Horozdan Korkan Oğlan, Türkiye’nin Adresi, Ayşemayşe, Dizin, Yumuşak G, Rüzgâr Ekmek, Hep, Ay Parçası, Önce Kadınlar; yayımlanış kitaplarının isimleri. Hepsi toplu hâlde "Bu Yalnızlık Benim" adıyla mart 2003'te YKY'den çıktı. Doğru bir isim değilmiş gibi geliyor bu isim, diğer kitaplarına bakıldığında. Üstelik kitap, 3. baskısının yapıldığı mart 2010'dan sonra tükendi. Bulmam imkânsız hâle geldi. Umarım YKY gelecek zamanda yeni baskı yapar, insanlar da Eloğlu okur. Fakat Özpalabıyıklar'ın hazırladığı "Nedircik Yavrusu" gerek ismi gerekse seçilen şiirler bakımından oldukça faydalı. Faydalı diyorum çünkü Türkçenin Türk şiirinde

"Anlamam o kadar incesini
Sen yanımdayken yaşamak güzeldi işte

Bana maşallah derlerdi ne iyisin derlerdi
Neysem neyim kime ne."
- Sen Gideli

"Ispanakta demir var
Havuçta B vitamini
Bende bir paket cıgara
Tadına doyulmaz bir aşk
Üç günlük bir ömür var
Daha ölmedik yani."

- Kerem Evi

"Beni uslandır beni yüreklendir
Beni deli edip bırakma
Bilsen nereleri var kalk gidelim
Beni hep buralarda bırakma
Beni aç bırak evsiz urbasız bırak
Beni sensiz bırakma
Beni ne yap biliyor musun

Beni yont beni arıt beni ayıkla."
- İnce Elek

Elif ismi ve imgesi de Eloğlu'nun şiirinde önemli bir yer tutar. Elif ismine derin bir sevgisi olan bendeniz bundan daima etkilenmişimdir. Bu şiirlerinden hiç örnek vermeden, sizi Eloğlu şiiriyle -eğer hâlâ tanışmadıysanız- buluşmaya davet ediyorum. Türk şiirindeki en hırçın Türk şairi Metin Eloğlu, Türkçeye hakkını verirken, okuyucuya ve şairlere de bir ders veriyor aslında. İşte diyor, şiirde Türkçe böyle kullanılır, Türkçe şiirde budur. Okuyalım arkadaşlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

4 Aralık 2013 Çarşamba

Kendi yaşamının iç mimarı olmak

"Kendi yolunu izlemek her zaman en kârlı iştir; çünkü bu yolun bizi yanılgılardan yeni benliğimize geri getirmek gibi bir uğuru vardır."
- Goethe, Tag - und Jahreshefte 1816

"Ne kadar kendi oldu insan
O kadar başka."

- İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı, 1. Bab: Şivekârın Çıktığıdır

İnsanın kendisini tesadüflere ve rastlantılara bırakması, kendiliğinin ve biricikliğinin mahvına sebep olur. Mahvolmak insana mahsustur. Yemek bayatlar, demir paslanır, insan mahvolur. Kısa bir yoklama yapalım hep birlikte. Arada bir kendine "Ben neredeyim ve ne yapıyorum?" diye soranlar el kaldırsın! Tamam, indirebilirsiniz. Şimdi de arada bir kendine "Ben neredeyim ve ne yapıyorum?" diye sormasına rağmen, bir şeyleri değiştirmeyenler el kaldırsın! Pekala, indirebilirsiniz. Bu soruyu hiç sormayanlar varsa onlar da ayağa kalksın! Oldu, oturabilirsiniz. Her şeyi gördük; değişen bir şey yok. Demek ki hâlâ taktığı saatin pahasına göre değerlenen erkekleriz ve yüzündeki makyajın gramajıyla kıymetlenen kızlarız. Hepimize koca bir aferin. Oturalım, sıfır.

"Var olmak bir ödevdir / isterse bir dakikalık olsun."
- Faust, II P, III

"Kendine en yakın kişi olarak kendini görenlerin kusuruna bakmam."
- Wanderjahre, III, 13

"Bir şairi tabiatın ona verdiğinden başka bir şey yapmak imkânsızdır. Onu başka biri olmaya zorlarsanız mahvetmiş olursunuz."
- Eckermann, 14.02.1830

Yaşamı tüm anlamlarıyla yaşama ve kavrama ustası bir şair, Goethe. Onun bahçesinden meyve toplamak için iyi okumak ve anlamak gerekir. Okumadan ve anlamadan da, yaşama ve kavrama eksik kalır. Ne eksiği? Bitik kalır. Hiç kimse bitik olarak ölmek istemez dersek birilerini kurtarmış olabiliriz lâkin er ya da geç kurunun yanında yaş da yanacak. Yani bitikler bitikleri bitirecek. Bitik olmayanlar kendi saflarına kimleri alabilirlerse daha saf bir yaşam mümkün. Bundan mütevellit kendi yaşamının iç mimarı olmamız gerekiyor.

"Sanatın en yüksek amacı güzelliktir ve en son etkisi de zarafet duygusudur."
- Schriften zur Kunst. Der. Sammler und die Seinigen

Yaşamı da bir sanat olarak görmek gerekir. Şimdi gördüğümüz yemek yapma sanatı, uyuma sanatı, aldatma sanatı, yatak sanatı, aşk sanatı, iş sanatı gibi saçmalıklar elbette ne kadar sanat, Ortada. Güzelin ve iyinin peşinde olması gerektiği, Ademoğlu'nun tek yol haritası. Ademoğlu olmakla herifçioğlu olmak arasındaki fark, insanla bitki arasındaki farkta: fotosentez yapmıyoruz. Güneşi (para) görmek ve suya (makam) kavuşmak bir takım bitkilerin aramızdan ayrılmasını sağlıyor çok şükür. Oysa doğanın dilinde insana ait ne çok şey vardır ve insan kalabilmek için.

"Dağlar, dilsiz ustalardır ve suskun öğrenciler yetiştirirler."
- Wanderjahre II, 9

"Gül hep imkânsız görünür / bülbülse akıl almaz."
- Divan. Buch Suleika, Suleika

"Tabiat Tanrı'yı saklar. Ama herkes için değil."
- Max. und Refl. 811

Weimar'lı bilgeyi er ya da geç demeden en yakın zamanda okumak ve yaşama bir de onun ufkundan bakmak lâzım. 25 yaşındayken yazdığı Genç Werther'in Acıları'ndan sonra birçok insan Werther gibi giyinip dolaştı, sonra da birçok intihar vak'ası oldu. Goethe'yi bundan yola çıkıp elbette övemeyiz ama nasıl bir etki alanı olduğuna en basit örnek olarak sunabiliriz. Divan'ı ve diğer tüm eserleri çığır açmıştır. Hâlâ çığırımızdan çıkmadıysak çukurdayız demektir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Aralık 2013 Pazar

Gören kim görünen kim, kaldım gümân içinde

Dünya edebiyatı denildiği zaman aklımıza Amerika, Avrupa, Rusya, Güney Amerika ve son olarak Latin edebiyatı gelebilir. Bunu doğal karşılamak gerekir, çünkü dünya edebiyatı başlığı altında yayına hazırlanan serilerin çoğunluğu bu coğrafyaların eserlerinden oluşmaktadır. L&M Yayınları ise batı edebiyatı yazarlarından Andre Gide, Goethe, Chartier Alain, Gala Galection gibi yazarların yanı sıra, doğu edebiyatına girip girmediği tartışmalı olmakla birlikte, Meşa Selimoviç ve son olarak Hıdır Amangeldi’ye de yer vererek dünyanın batıdan -hele ki edebiyat anlamında- oluşmadığını göstermektedir. Şüphesiz doğu edebiyatı ürünlerinin dünya dillerine çevrilmesi okurda yeni ufukların açılmasına neden olacaktır. Cengiz Aytmatov, Bahtiyar Vahapzade, Meşa Selimoviç, Hıdır Amangeldi ve diğer doğu edebiyatı isimlerinin dünya edebiyatı başlığı altında işleniyor oluşu, dünya edebiyatı sahasında batı tekelleşmesine kâni olmaya başlayan okurların zihninde olumlu değişikliklerin fitilini ateşleyecektir diye umut ediyorum. Türkmen, Kırgız, Azerî ve diğer Türkî ve Kafkas eserlerinin Türkçe’ye kazandırılması ise bizim için ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Türkçe düşünen, Türkçe konuşan, Türkçe yazan ve Türkçe yaşayan bu sanatçıların eserleri bize hem kullanılan deyimler bakımından hem de eserlerde geçen yerel âdetler bakımından hiç de yabancı gelmeyecektir. George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli romanında örneklerini gördüğümüz, devletin bireyi kontrol altında tutma isteği, bu romanda da karşımıza çıkmaktadır. Ancak biliyoruz ki devlet, bireyleri fiziksel mânâda bir yerlere hapsedebilme kudretine sahip olsa da insanların zihin dünyasına müdahalede bulunması sanıldığının aksine kolay değildir.

Yunus Emre’nin ‘’Gören kim görünen kim, kaldım gümân içinde’’ mısrası ile başlayan kitap, hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra bir baltayı sap olamamış Şammat’ın ailesi ve çevresi tarafından hor görülmesinin verdiği ezilmişlik ile bir köye imam olması sonucu yakayı SSCB hafiyeliğine kaptırması ve varoluşsal sorgulamaları arasında cereyan etmektedir. Kitap aynı zamanda SSCB’nin Müslüman halkın kontrolünü elde tutmak için neleri göze aldığını da göstermektedir.

SSCB, Müslüman köylerde olan biteni en iyi köy imamlarının bileceğini ve köylünün imamın sözünden dışarı çıkmayacağını düşünmektedir. Bunun için görevlendirilen ajanlar köy köy gezip ağzı laf yapan, az buçuk mürekkep yalamış ve paraya gerçekten ihtiyacı olan Şammat gibi insanları köylünün yaptığını ettiğini jurnallemesi için imam olarak tayin etmiş, hatta kimi köylerde Mescid-i Dırar’ın örneklerinden açıp dini yaygınlaştırmayı ve din aracılığı ile halkı kontrol altına almayı amaçlamıştır. İnsanları bir arada tutan yegane düzenin din olduğunu SSCB de bilmektedir. Ayrıca köyde molla diye çağrılan ancak dini yalnız para kazanmak ve halk arasında itibar görmek için kullanan ihtiyarlar da vardır. Şammat bir bu insanların dini sömürmelerine bakar, bir kendisinin dini kullanarak hafiyelik yapmasına bakar. Kendisi bu durumdan aşırı derecede rahatsızdır ancak mollaların dini sömürmelerinden hiç de rahatsız olmadıklarını görür. Yanlış olanın hangisi olduğu konusunda kararsız kalır. Onlar gibi olamaz bunun yanlış olduğunu bilir ancak hafiyelikten de kurtulamaz. Şammat parasızlıktan ötürü giriştiği bu hafiyelik işini Allah inancını sorgulayan ve dünyadaki varlığının ne anlama geldiğini anlamaya çalışan, içine dönmüş bir garip olarak devam ettirir. Şammat, görenin kim ve görünenin kim olduğunu anlamaya çalışır.

Velhasılı kelam Şammat’ın yaşadığı bu varlık problemi Kierkegaard'un felsefî sorunsalına benzemektedir. Hıristiyanlık içinde ve hatta karşısında nasıl iyi bir Hıristiyan olunacağı temeline dayanan Kierkergaard, felsefesinde kavram olarak; saçma, bunaltı, korku ve kaygıyı kullanır. Şammat da köyde mevcut Müslümanlığa karşı doğal Müslümanlığın nasıl olacağı kaygısı ve bunaltısı ile bir ruhsal çatışma içerisindedir. Bu sebeple eser aynı zamanda ontolojik olarak duruşunu sorgulayan bir insanın Varlık’ın Biricikliği’ni görmesi sonucu çıkacağı noktayı da göstermesi bakımından varlık felsefesi okumalarında yardımcı olacak niteliktedir. Şammat’ın içinde bulunduğu bunaltı ve kaygı varlığı ile yokluğunun hiçbir anlamı olmadığını (mümkin-ül-vücûd) anlamasına neden olmuştur. Evrende cismen yer kaplamanın varlık olarak değil mümkün olarak gerçekleşebileceğini kavramış ve mutlak olan Varlık’a ulaşmanın insan için tek doğru olduğunu görmüştür. İnsan o Varlık’ı bulduğu takdirde kendisini bulmuş olacaktır. Çünkü dünya bir misafirhanedir ve insanın evi gibisi yoktur.

Bu noktada Parmenides’in Varlık ile alâkalı önermelerine de değinecek olursak ontolojik olarak Şammat’ın sırrına erdiği Varlık’ı daha iyi tanımış olacağız: Parmenides'e göre, evrende değişen hiçbir şey yoktur. Gerçeklik, yani Varlık mutlak anlamda Bir'dir, kalıcıdır, süreklidir, yaratılmamıştır, yok edilemez; o ezeli ve ebedidir; onda hareket ve değişme yoktur. Şammat’ın ‘’’’Allah yok.’’ diyebilsen, bütün dertlerinden kurtulacaksın gibi. Ben kıyametten, hesap gününden mi korkuyorum acaba? Gerçekten de ‘’yok’’ demekteyken ‘’var’’ demek kolay, fakat ‘’var’’ dedikten sonra ‘’yok’’ demek öyle kolay değil. Ama o kadar ‘’yok’’ demek istiyorum ki… Neyse, hesapsız bir şey yoktur.’’ İtirafı Parmenides’in Varlık hakkındaki önermeleri ile daha iyi anlaşılır. Tek, değişmez, sürekli bir Varlık’a ‘’var’’ dedikten sonra ‘’yok’’ demek için bütün bunların açıklamasının olması gerekir. Şammat dahil hiçbir mümkün ise bu yokluğun açıklamasını getirmeye muktedir değildir. Tek ve mutlak olan Varlık’ı mümkün ve kısıtlı deliller ile ispat etmeye çalışmak mantıksal olarak garabettir. O Var olan Bir’dir. Mümkün olan her ‘şey’e ise kendinden üflemiştir. İnsan ‘şey’ içinde yer alan ve Varlık’a ulaşması için akıl verilen bir mümkündür. İnsanın mümküne sığamayışı Varlık ile arasında ‘kâlû belâ’ ile kurulan ‘’din: deyn: borç’’tan ötürüdür. İnsan borcuna sadık kaldığı ölçüde kaygı ve bunalımlarının sebebi Varlık’a ulaşmadaki gayreti ile alâkalı olacaktır. Şammat’ın yaşadığı bunalımın seyri borcuna yakınlaşması ile şiddetlenmiştir. Dilce susup bedence konuşmaya başladığı rüya sonrası ise Şammat Sıbğatullah’a bürünmüş bir derviş olmuştur. Doğu edebiyatının hikmet ve bilgelik kokan satırları bu kitapta da hissedilir derecededir. Bu sebeple Türk edebiyatının doğu edebiyatı eserleri ile tanışması bir nevî ‘öze dönüş’e vesile olmuştur, olacaktır.

Beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri.

Süleyman kuş dilin bilir dediler
Süleyman var Süleyman’dan içeri..

Dinin terkedenin küfürdür işi
Bu ne küfürdür îmandan içeri..

- Hz. Yunus Emre

Muhammed Faruk Özcan
twitter.com/mfarukozcan
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.