Sema Kaygusuz okurlarının da bildiği üzere yazarın dil ve anlatımı üzerine söylenecek pek çok şey olmakla beraber bu kitapta daha derin, daha vurucu, daha çarpıcı ve daha içten bir Kaygusuz görüyoruz. Bazı hikayelerde halk dilinin en alt seviyelerine inmekten korkmamış yazar. Yine usta işi betimlemeler cezbedici benzetmeler ve anlattığı durumu kapsayan bir olay akışıyla hikayelerine yön vermeyi başarmış.
Toplamda 13 hikayeden oluşan kitap 83. sayfada son buluyor. Kaygusuz’un kitapta yer alan her bir hikayesi ortalama 3’er yada 4'er sayfada noktalanıyor.
Bireysel yalnızlık ve iç arayıştan toplumsal çözülmelere, geçmiş zaman hesaplaşmalarından, dostluk ilişkilerine, gündelik takıntılar ve saf sevgiye dek geniş bir rota çiziyor okuyucusuna kitap.
Her bir öykü kendine göre bir mesaj barındırırken beni en çok etkileyen üçünden kısaca bahsetmem gerekirse;
"Elifin E'si" isimli hikaye yeni anneanne olmuş takıntılı bir ev kadınının ufak bir sorununa değiniyor. Değinirken Türk kadınının eşiyle ilişkisine, ev içindeki durumuna ve kendisine karşı aldığı tavra da başarıyla ışık tutuyor.
"Engereğin Oğlu" kitabın köyde geçen hikayesi. Ölüme uzaklık ve yakınlık gibi bir konuyu basit bir yılan-bebek ilişkisinden yola çıkarak bakıyor. Bakarken Anadolu kadınının desenlerini başarılı bir biçimde gösteriyor. Korku, heyecan ve adrenalin dolu bu öykü belkide kitabın en hızlı okunan metinlerinden.
Son olarak "Kadın Sesleri" isimli hikayede ise vicdan azabı, sevgi, aşk gibi temalara dokundurmalarda bulunuyor yazar. Ortak bir sevgi konusunda endişe yaşayan iki kadının telefon konuşmaları üzerine kurgulanmış olan hikayenin bir anda ters dönmesi ve vermek istediği mesajların tümünü konuşmaların altına gizleyerek vermesi bakımından dikkat çekici olduğunu düşünüyorum.
Beni yakalayan hikayelerin tümünde kadın motifi bulunması kitapta yer alan 13 hikayenin tamamında da bu şekilde olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ancak gerek dil ve anlatım gerekse kurgu bakımından bana göre en başarılı üç hikaye yukarıda kısaca anlattıklarımdır.
Sema Kaygusuz kendine özgü tarzı ve dünyaya bakış açısıyla farklı ve deneysel bir şeyler arayanlar için kaçırılmaması gereken bir kitap sunmuş. İlginize...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
SAYFALAR
▼
31 Temmuz 2013 Çarşamba
29 Temmuz 2013 Pazartesi
Suç detayda saklıdır
"İyi bir gözlemci tek bir ipucuna ulaştığında sadece olanları değil, ileride olabilecekleri de görmelidir."
- Sherlock Holmes
- Sherlock Holmes
Tarihin İlk Danışman Dedektifi
Arthur Conan Doyle, 1887 tarihinde "A Study In Scarlet"i yayımlattığında edebiyat tarihinin en ilginç karakterlerinden birini yarattığını biliyor muydu acaba? Bu sorunun cevabı muallak olsa da, insanlık tarihinin ilk danışman dedektifi, orijinal metinleri okuyan okumayan herkesin zihninde ağzında bir pipo, kafasında bir avcı şapkası ve elinde büyüteç ile yer etti. Öyle ki o ve dostu/yardımcısı doktor Watson sayısız defalar taklit edildi, başka karakterlere bel kemiği oluşturdu. Özellikle yakın tarihte televizyonlarda seyrettiğimiz Gregory House ve arkadaşı Wilson bu etkilenmelere örnek gösterilebilir. Son zamanlarda Robert Downey Jr. ve Jude Law ile sinemalara, Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman ile bir BBC serisine konuk olan efsane, ülkemizde de Martı Yayınevi başta olmak üzere pek çok kez derlenen öyküleri ile kitapçılarda yerini aldı.
Zekaya Güzellemeler
Bugün hâlâ hikâyelerde karakterlerin yaşadığı Londra'daki Baker Sokağı 121B'ye mektup gelmesi Sherlock Holmes'un ne kadar sevildiğine önemli bir delil kabul edilmektedir. Onu diğer tüm polisiye karakterlerinin şövalyesi saymamıza neden olacak bu sevginin en önemli sebebi, aslında dedektifimizin hikayelerinin insan zekasına methiye düzen niteliğidir. Bu sebeple bu esasında insanın ruhuna değil, aklına kitaptır. Şahsen bir Sherlock Holmes hikâyesi okuduğum her seferinde kendimi en az 2-3 gün boyunca daha zeki hissettim. Detaylara odaklanmaya başladım, sonuç çıkarmaya çalıştım. Bunun Bay Holmes'un suçları çözme tarzı ile alakası yeterince aşikârdır. Zira, dedektifimizin en önemli yeteneği, gözlemleme-sonuca götürme marifetidir. Karakterimiz içinden çıkılmaz cinayetlerde -kapalı oda gizemi*- yahut faili oldukça meçhul suçlarda -whodunit tipi polisiye**- herkesin gözünün önündeki bilgileri doğru yorumlayarak, finalde esrar perdesini ortadan kaldırır. 240 ayrı sigara külü gibi istisnalar hariç bu hikâyeler çoğu kez okuyucusuna da suçu onunla birlikte çözme imkânı verir, fakat pek nadiren okuyucu bu akıl dövüşünden muzaffer ayrılır. Çünkü yetenekli bir polisiyeci olan Doyle, sizin kendinizi zeki sanmanıza izin verdikten bir iki sayfa sonra, düşündüğünüzü Watson'a söyletir fakat Sherlock bu teoriyi bozar ve finalde her şeyi açıklar.
Örneğin bay Holmes, Watson'ın kendisine incelemesi için verdiği bir saatten, Watson'ın ağabeyi hakkında kişilik yorumları yapabilmiştir. Bunu yaparken önce nesneyi inceler ardından bu gözlemleri hakkında teoriler üretmeye başlar. "...Saatteki çizikler ve göçükler sahibinin saati anahtarlarla ve bozuk paralarla birlikte cebinde taşıyan dikkatsiz biri, onu savaş sırasında kullanmış biri veya bir hayvanın onu ağzına almasına izin veren biri olmasıyla açıklanabilir. Kurma deliğinin etrafındaki çizikler ise saat kuran kişinin el-göz koordinasyonunun çok iyi olmadığını gösteriyor. Bu koordinasyon bozukluğunun sebebi beyindeki bir hasar, körlük, sarhoşluk veya hasarlı yollarda at arabasında giderken saati kurma alışkanlığı olabilir." R. Riggs- Sherlock Holmes El Kitabı /Nemesis Kitap
Suçlarda da aynı şekilde bir çok teori üreten Holmes, imkansız olanları çıkardığında her seferinde mutlak gerçek ile karşılaşmaktadır. Bir konuda tıkandığında elinde yeterince veri olmadığını söyleyerek, teorilerinden herhangi birine delil aramak için tek başına yürüyüşlere çıkar ve cevabı bulmadan da dönmez.
Hâlâ daha insan
Sherlock Holmes, metinleri hiç okumamış insanların gözünde katıksız bir zekadan ibaret olsa da, A.C. Doyle karakteri bir makina olarak yaratmamıştır. Kendi zihnini günümüzün işlemcileri gibi sırf problem çözmeye ayıran Sherlock, hâlâ daha bir insandır ve insanca kusurları, insanca eksikleri vardır. Örneğin bir kokainmandır, huysuzluğu onu sosyal olarak kabul edilemez kılmaktadır ve herhangi bir kadın veya erkek ile sevgililik olarak değerlendirilebilecek bir ilişki kurmamıştır. Bunun yanında Doyle, Sherlock'a hayran olan ve onun maceralarını bize aktaran Watson'ı bir çapkın, sosyal hayatta sevilen, huysuzluk etmeyen bir karakter olarak resmeder. Üstelik kimi zaman karakterimiz; suçları çözememekte, kimi zamansa polis dedektifi Lestrade ve Scotland Yard'daki arkadaşlarına gerçek suçluyu intikal ettirmeyerek mevcut adalet düzenine muhalif tespitlerini sunmaktadır.
Irene Adler ile yakınlaştığı ve Doyle'un "en sevdiğim 12 Holmes hikayesinden beşincisi" dediği A Scandal in Bohemia 'da olduğu gibi karakterimiz kimi zamanlarda da önyargılarını yıkarak hayat dersi çıkarmaktadır.
Bu yazının neden yazıldığı hakkında
Aslında amatör bir kitap tanıtımına dönüşen bu yazıyı gerekçelendirmem gerekirse, Holmes gerçekte bir alt-tür olan polisiyelerin aslında çerezlik okumalar olmadığını, güzel vakit geçirtmekten daha fazlasını yapan kitaplar olduğunu da bize göstermektedir. Bu anlamda geçmiş bize mütemadiyen sunulan, karısını/çocuğunu yitirmiş alkolik polisin maceraları klişesini haksız çıkarmakta; yalnız ama mutlu, güneş sistemine dair bir fikri olmayan ama zeki, gizemden başka hiçbir Kadın'a ilgi duymayan, kanunun öbür tarafında olsa kendisinin en tehlikeli suçlu olacağını bilen bir karakter sunmaktadır.
Kadınlar ve Erkekler.
Sherlock Holmes size gözlerinizin neler görebildiğini, kulaklarınızın neler duyabildiğini hâlâ daha anlatmaya hevesliyken, en azından bir öyküsünü okumadan bu hayattan göçüp gitmek bence bir eksikliktir. Piponuzu yakın, büyüteçinizi alın ve Londra'nın gri dumanlı sokaklarında; fahişelerin, denizcilerin ve katillerin arasına karışın. Her şeye birkaç kez dikkat edin ve sakın unutmayın:
"Bir suçu çözmenin ilk prensiplerinden biri, her ne kadar önemsiz gibi görünse de, hiçbir ayrıntıyı atlamamaktır."
Yalım Yarkın Özbalcı
26 Temmuz 2013 Cuma
Mart endişesi yaşayanlara
Mart kuruluk, nisan yağmurluk. Martta tezek kuruya, nisanda seller yürüye. Martta yağmaz, nisanda dinmezse sabanlar altın olur. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Mart koca öküzleri kestirir. Mart ayı, dert ayı... Topraklarımızda serpilip gelişen mart ayıyla ilgili atasözleri ve türlü sözleri dinlediniz. Mart ayı hakikaten önemli bir aydır. Öyle ki temmuz ayında bir kitapçıda karşınıza çıkan, üzerindeki illüstrasyonda mart takvimi yer alan bir roman ilginizi çeker. Mutlaka çeker. İşte Alper Atalan'ın "Mart"ı da beni böyle çekti.
İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni bir hikâye "Mart". Neresinden bakılırsa panikatak sendromu var hikâyenin içinde. İlkbaharın ilk ayı olduğundan mıdır nedir bilinmez, mart insana bir telaş getiriyor. Endişeyi de beraberinde getiriyor. Alper Atalan da martı böyle gözlemlemiş olsa gerek ki; kurgusunda hep sendrom var. Okurken Barcelona'nın yıldız ortasahası Xavi gibi boş alan arıyorsunuz sürekli. Metroda, metrobüste, metropolde. Hayatımız metro: Sadece kağıt para girişi yapınız. Öyle kalınız.
"Çok seviyodu eşşoğlusu. Nasıl anlarsın biliyo musun bizim sanatta? Bakımını yaptığın bisikleti şöyle bir kaldırır koyarsın iki tekeri üstüne. Bir elin gidonda, bir elin arka selede. Oldu dersin. Kaymak gibi yaptım. Cirlop gibi oturttum aleti. O saniyede biter işin. Bunun ki öyle olmuyodu işte. Neden diceksin. Biliyorum, kendimden biliyorum. Çocukluğumdan, kendi çıraklığımdan biliyorum. Mutlaka bi binerdi. Ben de binerdim de oradan biliyorum. Yaptığı, bitirdiği bisiklete mutlaka bi binerdi. Küçük bir tur atsa kâfi. Seviyo işte."
"Union dedikleri, topluca buluşup kaynaşma. Eski mezunların bir araya gelip "neydik ne olduk"tan ziyade "bak ben ne yaptım, bak ben ne oldum"larını teşhir ettiği grup ciması. Nostalji çiftleşmesi. İnsanın en ayıp hali."
"Üfle sen de be abi, için çıksın biraz," dedi Doğukan, klarneti uzatarak. Olurdu olmazdı filan. Kırmamak için. Ortaokuldan kalma alışkanlıkla blokflüt gibi tutup boru gibi üfledim perdeleri gümüş, yılan yavrusu sibemol Klingson'u. Varmış içimde demek. Çıktı bişeyler. Herkes bi sustu. "Abi çok iyi yaa, Romanlar dışında kimse, eline alır almaz ses çıkaramaz bu aletten yalnız biliyo musun? Kesin sana bi sol klarnet yapmamız lazım," diyerek atıldı Doğukan. Zibidi incesaz da yüklendi arkasından. "Çalsana hoca bi daha yaa... Sana bişi söyliyim mi, var bu adamda yalnız. Var, doğal yetenek... Ba ba ba! Tonu görüyo musun, Serkan Çağrı tonu..."
Hikâyenin üç farklı bölümünden aldığım bu alıntılar da açık ediyor ki hem matrak hem de bizden vaziyetler var okuduğunuz gibi. İlk iş ve çıraklık. Liseyi bitirdikten uzun zaman sonra buluşulan toplantı. İçimizde yarım kalmaması gereken bir heves. Hepsi iç içe bu hikâyede.
Çoğu zaman mizahla edebiyat yan yana geldiğinde çok eğleniriz ama bizden değildir metin. O yüzden aklımızda kalmaz, çok uzaktır bize. Komiklik olsun diye yapılır. Oysa komiklikte bile bir hüzün, gerçeklik arayan milletiz biz. Siz "Mart"a temmuzda bakın, dediklerimi daha iyi anlayacaksınız.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni bir hikâye "Mart". Neresinden bakılırsa panikatak sendromu var hikâyenin içinde. İlkbaharın ilk ayı olduğundan mıdır nedir bilinmez, mart insana bir telaş getiriyor. Endişeyi de beraberinde getiriyor. Alper Atalan da martı böyle gözlemlemiş olsa gerek ki; kurgusunda hep sendrom var. Okurken Barcelona'nın yıldız ortasahası Xavi gibi boş alan arıyorsunuz sürekli. Metroda, metrobüste, metropolde. Hayatımız metro: Sadece kağıt para girişi yapınız. Öyle kalınız.
"Çok seviyodu eşşoğlusu. Nasıl anlarsın biliyo musun bizim sanatta? Bakımını yaptığın bisikleti şöyle bir kaldırır koyarsın iki tekeri üstüne. Bir elin gidonda, bir elin arka selede. Oldu dersin. Kaymak gibi yaptım. Cirlop gibi oturttum aleti. O saniyede biter işin. Bunun ki öyle olmuyodu işte. Neden diceksin. Biliyorum, kendimden biliyorum. Çocukluğumdan, kendi çıraklığımdan biliyorum. Mutlaka bi binerdi. Ben de binerdim de oradan biliyorum. Yaptığı, bitirdiği bisiklete mutlaka bi binerdi. Küçük bir tur atsa kâfi. Seviyo işte."
"Union dedikleri, topluca buluşup kaynaşma. Eski mezunların bir araya gelip "neydik ne olduk"tan ziyade "bak ben ne yaptım, bak ben ne oldum"larını teşhir ettiği grup ciması. Nostalji çiftleşmesi. İnsanın en ayıp hali."
"Üfle sen de be abi, için çıksın biraz," dedi Doğukan, klarneti uzatarak. Olurdu olmazdı filan. Kırmamak için. Ortaokuldan kalma alışkanlıkla blokflüt gibi tutup boru gibi üfledim perdeleri gümüş, yılan yavrusu sibemol Klingson'u. Varmış içimde demek. Çıktı bişeyler. Herkes bi sustu. "Abi çok iyi yaa, Romanlar dışında kimse, eline alır almaz ses çıkaramaz bu aletten yalnız biliyo musun? Kesin sana bi sol klarnet yapmamız lazım," diyerek atıldı Doğukan. Zibidi incesaz da yüklendi arkasından. "Çalsana hoca bi daha yaa... Sana bişi söyliyim mi, var bu adamda yalnız. Var, doğal yetenek... Ba ba ba! Tonu görüyo musun, Serkan Çağrı tonu..."
Hikâyenin üç farklı bölümünden aldığım bu alıntılar da açık ediyor ki hem matrak hem de bizden vaziyetler var okuduğunuz gibi. İlk iş ve çıraklık. Liseyi bitirdikten uzun zaman sonra buluşulan toplantı. İçimizde yarım kalmaması gereken bir heves. Hepsi iç içe bu hikâyede.
Çoğu zaman mizahla edebiyat yan yana geldiğinde çok eğleniriz ama bizden değildir metin. O yüzden aklımızda kalmaz, çok uzaktır bize. Komiklik olsun diye yapılır. Oysa komiklikte bile bir hüzün, gerçeklik arayan milletiz biz. Siz "Mart"a temmuzda bakın, dediklerimi daha iyi anlayacaksınız.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
23 Temmuz 2013 Salı
Fırlama bir dedektif mi aradınız?
İşte karşınızda Alper Kamu!
Alper Kamu’yu bilen bilir. Yarısının
yerin altında olduğunu düşündürten, mahallenin fırlaması, hayata dair
aforizmalarıyla herkesi şaşırtan 5 yaşında bir velet. Kendisiyle Alper Canıgüz’ün
2004 yılında çıkan Oğullar ve Rencide Ruhlar isimli kitabında tanışmış, çok da
memnun olmuştuk. Açıkçası yıllardır ertelenen ikinci kitabı biraz heyecan,
biraz da sitem dolu bir haletiruhiye içinde bekliyorduk. Beklediğimize değmiş. Daha
ilk sayfadan hızını alıp okuyucunun nefes almasına bile izin vermeden akıp
giden bir kitap olmuş Cehennem Çiçeği.
Alper Kamu yedi yıl sonra hâlâ 5 yaşında ve yine boyundan büyük bir işe kalkışıyor. Bir cinayetin arkasındaki gizemi kaldırmaya çalışıyor. Tahmin edebileceğiniz üzere de başarıyor. Hem de adalet sistemini sivri eleştirilerle donatarak. E, çocuktur yapar. Kitabı direniş sonrasında okuyunca bazı yerlerde “tam direniş zamanı yazılmış olmalı” hissine kapıldım. O zamanda önce yazılmış olsa da sistemle ilgili bugün rahatsız olduğumuz çok hassas ve önemli noktalara değinmiş Canıgüz.
Bizim edebiyatımızın bence en önemli eksiği polisiye. Her türde yeterli ürün var ama polisiye yazarlarımızı saymaya kalkışsak bir elin parmaklarını geçmez. Alper Canıgüz için polisiye yazarı demek ne derece doğru olur bilmiyorum ama benim şahsi kanaatim kitaplarından o lezzeti aldığım yönünde. Polisiye okurken ne kadar meraklanıp geriliyorsam, Canıgüz'ün tüm kitaplarını okurken o kadar meraklanıp eğleniyorum. Edebiyatımıza absürd polisiye türünü nihayet getirdiği için de huzurlarınızda kendisine teşekkür ediyorum.
Kitabı tavsiye ettiğim insanların ilk sorusu “ilk kitabı da okumam gerekiyor mu?” oluyor. Hayır, gerekmiyor. Eğer kendinizi kaptırmak için birkaç bölüm beklemek sorun değilseniz gerekmiyor. Olay örgüsüyle ilgili bir şey de kaçırmazsınız. Fakat Alper Kamu’yu tanıyarak kitaba başlarsanız hemen yolculuğun keyfini yaşamaya başlarsınız, diğer türlü bir müddet anlam veremeden manzarayı seyretmeniz gerekebilir.
Alper Kamu yedi yıl sonra hâlâ 5 yaşında ve yine boyundan büyük bir işe kalkışıyor. Bir cinayetin arkasındaki gizemi kaldırmaya çalışıyor. Tahmin edebileceğiniz üzere de başarıyor. Hem de adalet sistemini sivri eleştirilerle donatarak. E, çocuktur yapar. Kitabı direniş sonrasında okuyunca bazı yerlerde “tam direniş zamanı yazılmış olmalı” hissine kapıldım. O zamanda önce yazılmış olsa da sistemle ilgili bugün rahatsız olduğumuz çok hassas ve önemli noktalara değinmiş Canıgüz.
Bizim edebiyatımızın bence en önemli eksiği polisiye. Her türde yeterli ürün var ama polisiye yazarlarımızı saymaya kalkışsak bir elin parmaklarını geçmez. Alper Canıgüz için polisiye yazarı demek ne derece doğru olur bilmiyorum ama benim şahsi kanaatim kitaplarından o lezzeti aldığım yönünde. Polisiye okurken ne kadar meraklanıp geriliyorsam, Canıgüz'ün tüm kitaplarını okurken o kadar meraklanıp eğleniyorum. Edebiyatımıza absürd polisiye türünü nihayet getirdiği için de huzurlarınızda kendisine teşekkür ediyorum.
Kitabı tavsiye ettiğim insanların ilk sorusu “ilk kitabı da okumam gerekiyor mu?” oluyor. Hayır, gerekmiyor. Eğer kendinizi kaptırmak için birkaç bölüm beklemek sorun değilseniz gerekmiyor. Olay örgüsüyle ilgili bir şey de kaçırmazsınız. Fakat Alper Kamu’yu tanıyarak kitaba başlarsanız hemen yolculuğun keyfini yaşamaya başlarsınız, diğer türlü bir müddet anlam veremeden manzarayı seyretmeniz gerekebilir.
Ümran Kio
12 Temmuz 2013 Cuma
Sürgün ülkeden başkentler başkentine gitmek için
İnsanın yazın okuduğu kitaplarla kışın okuduğu kitaplar, duygu yoğunluğu açısından bir olmayabiliyor. İç dünyanızın burada önemi yüksek elbette. Enerjinizin, yoğunluğunuzun, mesai saatlerinizin, SSK priminizin ve ödemelerinizin de. Allah bereket versin... Lakin ramazan dendi mi işler değişiyor. Büyük şehre ve strese darbeyi vuruyor ramazan. Ağzının payını veriyor her türlü duygusuzluğun, adaletsizliğin ve vicdansızlığın. Çünkü bu üçüne çağırıyor ramazan. Duyguya, adalete ve vicdana. Yani şiire.
Sezai Karakoç'un 1960-1975 yılları arasında yazdığı şiirlerden oluşan "Zamana Adanmış Sözler"i hakkında şunu fark ettim ki, ramazanda okununca mânen daha fazla tesir ediyor.
Her şiirde çok güçlü bir ana temanın dışında çok iyi hazırlanmış bir tiyatro oyunu dönüyor okuyanın zihninde. Üstâdın şiirlerindeki en müthiş özellik için bunu hiç korkmadan söyleyebilirim.
Mesela "Masal" şiirini okurken batının medeniyet adına doğuya neler yaptığını saniye saniye izliyor gibisiniz.
"Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben."
Çok açık söylemek gerekir, yukarıdaki dizeleri Amin Maalouf'a gönül vermiş kimseler anlayamaz. Oryantalizmin göçtüğü yerdir şiir. Oryantalistin siper aldığı yerdir şiir. Maalouf umarım Sezai Karakoç okumuştur. Belki de okur, belli mi olur... "Çocukluğumuz" şiiri, bir çok kitapta anlatılamayanı anlatmıştır. Okudukça önce hayret gelir, peşinden nefaset:
"Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde
Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi."
Her şiirde çok güçlü bir ana temanın dışında çok iyi hazırlanmış bir tiyatro oyunu dönüyor okuyanın zihninde. Üstâdın şiirlerindeki en müthiş özellik için bunu hiç korkmadan söyleyebilirim.
Mesela "Masal" şiirini okurken batının medeniyet adına doğuya neler yaptığını saniye saniye izliyor gibisiniz.
"Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben."
Çok açık söylemek gerekir, yukarıdaki dizeleri Amin Maalouf'a gönül vermiş kimseler anlayamaz. Oryantalizmin göçtüğü yerdir şiir. Oryantalistin siper aldığı yerdir şiir. Maalouf umarım Sezai Karakoç okumuştur. Belki de okur, belli mi olur... "Çocukluğumuz" şiiri, bir çok kitapta anlatılamayanı anlatmıştır. Okudukça önce hayret gelir, peşinden nefaset:
"Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde
Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi."
Şimdiye dek "Ses" adına sahip kaç şiir okudum bilmiyorum ama Melih Cevdet Anday'ınki zihnimdeydi hep. Onun dışında Behçet Necatigil, İlhan Berk, Necip Fazıl Kısakürek ve Charles Beadulaire'in de "Ses" adlı şiirlerini bir kenara yazmış, ezberimde tutmaya gayret etmiştim. Ta ki Sezai Karakoç'un "Ses"ini duyana kadar... Bir vahyin gelişi, böyle anlatılmamıştı:
"Kutup soğuğu gelip dolandı çevremde
Ekvator sıcaklarından yandı yüreğim
Kelimeleri ararken devrildi Roma'nın sütunları
Ama melek vazgeçmedi: "Oku Rabbinin adıyla"
Ekvator sıcaklarından yandı yüreğim
Kelimeleri ararken devrildi Roma'nın sütunları
Ama melek vazgeçmedi: "Oku Rabbinin adıyla"
Ramazan ayı elbette oruç ayı. Orucun insana kazandırdıklarını, "İnsan ve Oruç" şiirinden bir dörtlükle şöyle izah ediyor büyük şairimiz:
"İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden."
Ve elbette Sezai Karakoç severlerin diline doladığı, ezberinden eksik etmediği o muhteşem şiir, "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" üzerine de yazmak gerekir. Bu şiir bir naattır ve Türkçemizde okunabilecek en güzel naatlardandır. Dört bölümden oluşan şiirin en çok dördüncü bölümü akıllarda yer etmiştir. Dördüncü bölümün sonunu buraya alırken heyecanlanıyor, aynı zamanda bu şiirin yine dördüncü bölümünü sahibinin sesinden dinlemek üzere şuraya tıklamanızı öneriyorum.
"İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden."
Ve elbette Sezai Karakoç severlerin diline doladığı, ezberinden eksik etmediği o muhteşem şiir, "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" üzerine de yazmak gerekir. Bu şiir bir naattır ve Türkçemizde okunabilecek en güzel naatlardandır. Dört bölümden oluşan şiirin en çok dördüncü bölümü akıllarda yer etmiştir. Dördüncü bölümün sonunu buraya alırken heyecanlanıyor, aynı zamanda bu şiirin yine dördüncü bölümünü sahibinin sesinden dinlemek üzere şuraya tıklamanızı öneriyorum.
"Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kadar deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kadar deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgünümü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Senden umut kesmem
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim."
Başkentler başkentinden, boğazda düğümlenmiş selâmlar olsun büyük şaire...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
9 Temmuz 2013 Salı
Modern zamanlarda içsel hesaplaşma
Gökhan Özcan bir gönül adamıdır. Okuyucusu onun için daima aynı sözü kullanır: Güzel gönüllü güzel abimiz... "Ben" üzerinden bütün sorunlarını, şikâyetlerini, dertlerini ve fikirlerini anlatır Gökhan Özcan. Okuma bittikten sonra okuyucu, yazarın tüm yazdıklarının altına imzasını atar ve böylece topyekun "ben"den "biz"e geçilir. "Biz" olur bütün "ben"ler.
Yazarı 2005 yılından itibaren yazmaya başladığı köşe yazıları vasıtasıyla tanımıştım. O tanışmadan sonra da bir daha okumamazlık yaşamadım. Yaşayamazsınız çünkü. Gökhan Özcan'ın samimiyetle çizdiği bir daire vardır, o daireye dahil olduğunuz anda kopamazsınız...
"Doğduğumuzda milyonlarca dakika veriliyor elimize. Yaşadıkça kayganlaşan milyonlarca dakika ile baş başa kalıyoruz. Dakikalar eksildikçe biz biraz daha çaresizleşiyoruz. Ne kadar ayak diresek bu çılgın yok oluşu durduramıyoruz. Korkuyoruz. Ve yan yanayız. Şimdi... Ve hiçbir zaman."
Köşe yazılarında modern zaman eleştirileri ve özellikle belli bir kesimi ilgilendiren -ki herkesi ilgilendirmeliydi aslında- sorunlar vardı, hâlâ da var. O kadar zekice ve samimice yan yana getiriyor ki kelimeleri, hayretten şaşıp kalıyorsunuz. Bakın bir şey iddia etmiyorum ama çok net biçimde söylüyorum: Gökhan Özcan'ı okurken öfkeden yahut umuttan burnunuz sızlıyorsa, çoktan o daireye girmişsiniz ve asla terk etmeyeceksiniz demektir. Toparlanın, gitmiyoruz.
"Hangi seçenek, kireç beyazı duvarlara sinen genç kız bakışlarından merak pırıltılarını silebilir?
Hangi seçenek, doruklarda konaklayan münzevi hikmet kırıntılarını şehir merkezlerine çıkarabilir?
Hangi seçenek, viran olmuş konaklardan o insani çınlamayı eksiltebilir?
Hangi seçenek, yapı ustalarına ruhlara bir kat daha ekleme becerisini bağışlayabilir?"
Her şeyden evvel sağlam bir hikâyecidir Gökhan Özcan. Hikâyelerinde yaşadığı zamanın nabzını çok iyi tutar. Bunu denemelerine de yansıtmıştır. 1997'de Vadi Yayınları'ndan çıkan Ruh Yordamı'nı yarın okuyucun, 16 yıldır hemen hemen aynı yerde kaldığımızı görebilirsiniz. Aynı yerdeyiz, sıkıntılar aynı, dertler aynı, bizi yoran ve üzen şeyler de aynı. Çözüm biraz da Ruh Yordamı. Hakan Albayrak Atlılar dergisinin 4. sayısında -yıl 2000- şöyle demiştir kitap ve yazarı hakkında: "...Küçük Prens gezegenine dönmedi. Yeryüzündeki varlığını Gökhan Özcan olarak sürdürüyor. Dünyayı anlıyor artık. Ama hala anlamamazlıktan geliyor. Saçma sapan sorularla izah ediyor olup bitenleri. Aklı başında cevaplara haksızlık etmek istemiyor...". Yine aynı sayıda Mustafa Özcan'ın yorumu ise çok şaşırtıcı ve etkileyici: "..Biz çelik kapının açılmasına, kördüğümün çözülmesine odaklanmış akıl ve teori yardımıyla kumrular gibi düşüne dururken Gökhan Filibe'den, Bursa'dan kodlanmış ruh yordamı'yla kozasından halis ipekler çıkardı....Şimdiye kadar binlerce yıldızı işaret etti. Ne yol gösterici gibi yaptı, ne kafamıza çekiçle vurdu. Eksik olmasın, uçurtmasının ipinden tutmamıza izin verdi..."
Bir zamanın -2002-2006 arası diye hatırlıyorum- efsane kadrosuna sahip dergisi Gerçek Hayat'ta da son derece zihin açıcı yazılara imza atmıştı Gökhan Özcan. O kadroda İsmet Özel, Murat Menteş, Hakan Albayrak, Murat Zelan da vardı. Ne iyiydi. Dergi hakkında merhum Attilâ İlhan'ın şöyle bir yorumu vardı: "Gerçek Hayat, Türkiye'deki muhafazakar dergi platformu üzerinde, anti-emperyalist tavrını en açık ve net şekilde koyan bir dergi olarak görünmektedir. Bu, günümüzde hangi fikirden olursa olsun her dergi için önemli bir niteliktir."
Gördünüz işte, Gökhan Özcan denince dairenin çevresi böyle oluyor. Hep güzel şeyler, gönülden şeyler. Ruh Yordamı da gönülden. Yazarı da şöyle diyor:
"Aslında herkes ne yaparsa, ben de onu yapıyorum. Hayatın ikircikli hikayelerinde zorlu roller alıyorum. Ellerimle bir ruh yordamı arıyorum. Uzun bir imtihan veriyorum."
İnsan hayata kendisini tanımak üzre gelir. Bu bir imtihandır. Kendini tanımadan gitmemek için okunacak edebi kitaplardan biri dersek, gerçekten hakkını teslim etmiş oluruz Ruh Yordamı'nın...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Yazarı 2005 yılından itibaren yazmaya başladığı köşe yazıları vasıtasıyla tanımıştım. O tanışmadan sonra da bir daha okumamazlık yaşamadım. Yaşayamazsınız çünkü. Gökhan Özcan'ın samimiyetle çizdiği bir daire vardır, o daireye dahil olduğunuz anda kopamazsınız...
"Doğduğumuzda milyonlarca dakika veriliyor elimize. Yaşadıkça kayganlaşan milyonlarca dakika ile baş başa kalıyoruz. Dakikalar eksildikçe biz biraz daha çaresizleşiyoruz. Ne kadar ayak diresek bu çılgın yok oluşu durduramıyoruz. Korkuyoruz. Ve yan yanayız. Şimdi... Ve hiçbir zaman."
Köşe yazılarında modern zaman eleştirileri ve özellikle belli bir kesimi ilgilendiren -ki herkesi ilgilendirmeliydi aslında- sorunlar vardı, hâlâ da var. O kadar zekice ve samimice yan yana getiriyor ki kelimeleri, hayretten şaşıp kalıyorsunuz. Bakın bir şey iddia etmiyorum ama çok net biçimde söylüyorum: Gökhan Özcan'ı okurken öfkeden yahut umuttan burnunuz sızlıyorsa, çoktan o daireye girmişsiniz ve asla terk etmeyeceksiniz demektir. Toparlanın, gitmiyoruz.
"Hangi seçenek, kireç beyazı duvarlara sinen genç kız bakışlarından merak pırıltılarını silebilir?
Hangi seçenek, doruklarda konaklayan münzevi hikmet kırıntılarını şehir merkezlerine çıkarabilir?
Hangi seçenek, viran olmuş konaklardan o insani çınlamayı eksiltebilir?
Hangi seçenek, yapı ustalarına ruhlara bir kat daha ekleme becerisini bağışlayabilir?"
Her şeyden evvel sağlam bir hikâyecidir Gökhan Özcan. Hikâyelerinde yaşadığı zamanın nabzını çok iyi tutar. Bunu denemelerine de yansıtmıştır. 1997'de Vadi Yayınları'ndan çıkan Ruh Yordamı'nı yarın okuyucun, 16 yıldır hemen hemen aynı yerde kaldığımızı görebilirsiniz. Aynı yerdeyiz, sıkıntılar aynı, dertler aynı, bizi yoran ve üzen şeyler de aynı. Çözüm biraz da Ruh Yordamı. Hakan Albayrak Atlılar dergisinin 4. sayısında -yıl 2000- şöyle demiştir kitap ve yazarı hakkında: "...Küçük Prens gezegenine dönmedi. Yeryüzündeki varlığını Gökhan Özcan olarak sürdürüyor. Dünyayı anlıyor artık. Ama hala anlamamazlıktan geliyor. Saçma sapan sorularla izah ediyor olup bitenleri. Aklı başında cevaplara haksızlık etmek istemiyor...". Yine aynı sayıda Mustafa Özcan'ın yorumu ise çok şaşırtıcı ve etkileyici: "..Biz çelik kapının açılmasına, kördüğümün çözülmesine odaklanmış akıl ve teori yardımıyla kumrular gibi düşüne dururken Gökhan Filibe'den, Bursa'dan kodlanmış ruh yordamı'yla kozasından halis ipekler çıkardı....Şimdiye kadar binlerce yıldızı işaret etti. Ne yol gösterici gibi yaptı, ne kafamıza çekiçle vurdu. Eksik olmasın, uçurtmasının ipinden tutmamıza izin verdi..."
Bir zamanın -2002-2006 arası diye hatırlıyorum- efsane kadrosuna sahip dergisi Gerçek Hayat'ta da son derece zihin açıcı yazılara imza atmıştı Gökhan Özcan. O kadroda İsmet Özel, Murat Menteş, Hakan Albayrak, Murat Zelan da vardı. Ne iyiydi. Dergi hakkında merhum Attilâ İlhan'ın şöyle bir yorumu vardı: "Gerçek Hayat, Türkiye'deki muhafazakar dergi platformu üzerinde, anti-emperyalist tavrını en açık ve net şekilde koyan bir dergi olarak görünmektedir. Bu, günümüzde hangi fikirden olursa olsun her dergi için önemli bir niteliktir."
Gördünüz işte, Gökhan Özcan denince dairenin çevresi böyle oluyor. Hep güzel şeyler, gönülden şeyler. Ruh Yordamı da gönülden. Yazarı da şöyle diyor:
"Aslında herkes ne yaparsa, ben de onu yapıyorum. Hayatın ikircikli hikayelerinde zorlu roller alıyorum. Ellerimle bir ruh yordamı arıyorum. Uzun bir imtihan veriyorum."
İnsan hayata kendisini tanımak üzre gelir. Bu bir imtihandır. Kendini tanımadan gitmemek için okunacak edebi kitaplardan biri dersek, gerçekten hakkını teslim etmiş oluruz Ruh Yordamı'nın...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
3 Temmuz 2013 Çarşamba
İki kültüre bir bakış atmak isteyenlere
"Ben, Hasan; tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu.. Ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben… Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve benim dualarım, fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim."
Fazla kozmopolit ve gerçeküstü bir karakter gibi duruyor değil mi? Romanın yazarı Amin Maalouf’un etnik kökeni itibari ile pek de absürt sayılmaz...
Lübnanlı bir hristiyan Arap olan yazar Amin Maalouf ilk romanı olan Afrikalı Leo’da Granada’da sünnetli başlayıp Vatikan’da vaftize kadar uzanan bir hatıratı öyküleştiriyor. Hikayemizin kahramanı gerçek bir karakter; Hasan El-Vezzan. Gezgin yaşamını oğluna hitaben kaleme alan bir yeniçağ diplomatı. Granada’dan sürülmüş, Fas sultanına hizmet etmiş, Osmanlı’dan kaçmış, Roma’ya yerleşip Papa’ya evlat olmuş bir dünya insanı.
Kitap, karakter ve ilk üç mekan olarak (Granada, Fas,Kahire) coğrafyanın “kuru, kumlu ve arabesk” hikayelerinden biriymiş gibi başlıyor. Bu açıdan romanımız “roman romantiği” okur arkadaşlar için biraz sıkıcı gibi gelebilir. Fakat sayfalar ilerledikçe Hasan El-Vezzan enteresan maceralar yaşayarak, tarihin akışını değiştirmiş kişilere ve olaylara atıfta bulunarak, bittabi farklı milletlerden bayanların gönüllerinden geçerek Roma’ya ulaşıyor. Flashbacksever ve keskin dönüşlere aşina olmayan arkadaşlar için Granadalı Hasan’ın Vatikanlı Giovanni oluşu muhakkak tatmin edici bir nihayet değil. Bu noktada yazarımız Maalouf’un masallaştırarak kaleme aldığı bu gerçek hikayede kritik noktalara özenle yerleştirdiği şahsi mottolarından bazılarına da değinmek gerekiyor. “Dinler arası diyalog” işlemesi romanın bölüm sonlarında alt mesaj olarak kendini fark ettiriyor. Ayrıca Maalouf’un roman kahramanı üzerinden fetihlerinin en yoğun dönemindeki Osmanlı’ya da inceden sitemleri gözlerden kaçmıyor. Yazar sık sık “birlikte yaşam” ve “barış” vurgusu yapıyor.
"İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Yahudi olsunlar seni olduğun gibi kabul etmeliler ya da seni yitirmeyi göze almalılar."
Muhakkak ki asıl hatırat ve anlatım romandan çok daha farklıdır. Toplam dört dönemden oluşan ve aksiyoner bir insanın ömrünü baştan sona ele alan bir eserin biraz daha uzun olması beklenebilirdi. Maalouf şahsi mesaj kaygılarını da ekleyerek ortaya adeta sıkıştırılmış bir roman çıkartmış.
Sanırım hem roman kahramanımız hem de Maalouf için en doğru tespiti N.Zemon Davis yapmış: "İki kültür arasında bir oyunbaz..."
Murat Çınar
twitter.com/muratcnr
Fazla kozmopolit ve gerçeküstü bir karakter gibi duruyor değil mi? Romanın yazarı Amin Maalouf’un etnik kökeni itibari ile pek de absürt sayılmaz...
Lübnanlı bir hristiyan Arap olan yazar Amin Maalouf ilk romanı olan Afrikalı Leo’da Granada’da sünnetli başlayıp Vatikan’da vaftize kadar uzanan bir hatıratı öyküleştiriyor. Hikayemizin kahramanı gerçek bir karakter; Hasan El-Vezzan. Gezgin yaşamını oğluna hitaben kaleme alan bir yeniçağ diplomatı. Granada’dan sürülmüş, Fas sultanına hizmet etmiş, Osmanlı’dan kaçmış, Roma’ya yerleşip Papa’ya evlat olmuş bir dünya insanı.
Kitap, karakter ve ilk üç mekan olarak (Granada, Fas,Kahire) coğrafyanın “kuru, kumlu ve arabesk” hikayelerinden biriymiş gibi başlıyor. Bu açıdan romanımız “roman romantiği” okur arkadaşlar için biraz sıkıcı gibi gelebilir. Fakat sayfalar ilerledikçe Hasan El-Vezzan enteresan maceralar yaşayarak, tarihin akışını değiştirmiş kişilere ve olaylara atıfta bulunarak, bittabi farklı milletlerden bayanların gönüllerinden geçerek Roma’ya ulaşıyor. Flashbacksever ve keskin dönüşlere aşina olmayan arkadaşlar için Granadalı Hasan’ın Vatikanlı Giovanni oluşu muhakkak tatmin edici bir nihayet değil. Bu noktada yazarımız Maalouf’un masallaştırarak kaleme aldığı bu gerçek hikayede kritik noktalara özenle yerleştirdiği şahsi mottolarından bazılarına da değinmek gerekiyor. “Dinler arası diyalog” işlemesi romanın bölüm sonlarında alt mesaj olarak kendini fark ettiriyor. Ayrıca Maalouf’un roman kahramanı üzerinden fetihlerinin en yoğun dönemindeki Osmanlı’ya da inceden sitemleri gözlerden kaçmıyor. Yazar sık sık “birlikte yaşam” ve “barış” vurgusu yapıyor.
"İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Yahudi olsunlar seni olduğun gibi kabul etmeliler ya da seni yitirmeyi göze almalılar."
Muhakkak ki asıl hatırat ve anlatım romandan çok daha farklıdır. Toplam dört dönemden oluşan ve aksiyoner bir insanın ömrünü baştan sona ele alan bir eserin biraz daha uzun olması beklenebilirdi. Maalouf şahsi mesaj kaygılarını da ekleyerek ortaya adeta sıkıştırılmış bir roman çıkartmış.
Sanırım hem roman kahramanımız hem de Maalouf için en doğru tespiti N.Zemon Davis yapmış: "İki kültür arasında bir oyunbaz..."
Murat Çınar
twitter.com/muratcnr
Dünyayı tahkirle değil, fikirle güzelleştirmek için
"İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."
- Turgut Cansever, 2006'daki bir röportajından
Türk Ocakları'nın kurucuları arasında yer alan, sıtma hastalığının keşfi ve amansız et yemezliği ile tanınan Doktor Hasan Ferit Cansever'in oğlu, Bilge Mimar Turgut Cansever... Kitapta ne aldığı ödüller var, ne de topluma kazandırdığı projeler. Bu kitapta bilge mimarın şahsiyeti var, içinden geldiği gelenekler var, ahlak ve insan anlayışı var, üslup ve gelecek yorumu var. Elbette Beşir Ayvazoğlu'nun nefis üslubuyla.
Kitabın ilk bölümlerinde yakın zamanlarda merhum Turgut Cansever ile yapılmış söyleşiler yer alıyor. Söyleşilerin bazılarında bilge mimarın ısrarla üzerinde durduğu üç konu var. Bunlardan ilki; komşuyu rahatsız etmeyen, gün ışığından faydalanan, en az üç yöne bakan ve daima yeşillikler içinde olan evler. İmkansız demeyin çünkü 600 yıl ve hatta daha da öncesinde bu topraklarda böyle evler vardı. Osmanlı evi. Hem Fransız hem de Japon mimarların günümüzde de üzerinde durduğu ve yer yer uyguladığı evler. Bize komik geliyor, bize zaten geçmiş hep komik gelir. Ne anladığımız için, ne de anlattıkları için.
Turgut Cansever'in ikinci olarak üzerinde durduğu nokta, yola bir hadisle çıktığı "dünyayı güzelleştirmek" fikrinin, dünyanın geçici fakat daima kendini yenileyen bir yer olmasının bilincinde saklı. Osmanlı evi daima ahşaptır. Çünkü ahşap hem değiştirilebilirdir, hem ucuzdur, hem de deprem vb. doğal afetlere çok dayanıklıdır. Komşuyla gelir polemiği yaratmadığı gibi, muazzam bir görüntü güzelliği de meydana getirir. Ahşap, doğayla da iyi geçinir. Çünkü lezzetini ağaçlarla, çiçeklerle ve gökyüzüyle tamamlar.
Bilge mimarın üzerinde ısrarla durduğu üçüncü konu ise dürüstlük, doğruluk ve güzellik. Okuduğunuzda ne kadar romantik geldi öyle değil mi? İşte Turgut Cansever'in bu üç özelliği, Adnan Menderes döneminden bu yana ona proje verilmemesine veya elindeki projelere "derhal" bir son verilmesine sebep olur. Bütün dünyadan mimarlar gelir, ondan fikir alır, kendi ülkelerine davet eder, araştırmalara öncülük etmesi istenir, ama kendisi, kendi ülkesinde yadırganır. Hatta her insanın eşit koşullarda yaşayabilmesi için sunduğu fikirler "gericilik" olarak gösterilir. Halbuki o önce "Batı ne kadar doğru soru soruyor? Önemli olan bu." der ve dünyayı güzelleştirme idealini şöyle açıklar: "Bilinci biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Yapmak istediğim şeylerden bir diğeri, maddi varlık tabakasının; yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs'nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesi içerisine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini saygıyla inceleyip gereklerini tam yerine getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak, psişik dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız tektonikleri, üzerlerine ilave alabilecek kitle kolektivitelerini tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum."
Beşir Ayvazoğlu ise hocayı özetlemek için "Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi." demiştir.
Ufkî yerleşmeyi önerirdi Cansever hoca. Yani gökyüzünü daima gören, tek katlı, mutlaka bahçesi olan, gün ışığından yararlanan, komşuyu rahatsız etmeyen, dayanıklı ve ucuz evler. Neden ucuz? Çünkü bu evler ya çelik ya da ahşap olacak. Haliyle fabrikalardan çıkacak malzemelerle yapılacak. Bu da müthiş bir ucuzluk demek. Uzak değil, 10 yıl önceki sözlerini yaşıyoruz hocanın. Bir karış toprağa muhtaç kalacağız, içine girecek mezar bile bulamayacağız. Göğe kafan evlerde mutlu olduğumuzu zannedip, hayallerden hayallere yorulacağız. Ama umutsuzluğa, karamsarlığa çok karşıdır bilge mimar. Yakıştıramaz bu topraklara, bu millete umutsuzluğu. Çünkü geçmişteki lezzet, geleceğimize de umut aşılamalıdır daima.
Dünyayı güzelleştirmeye, yaşadığımız toprakların muazzam kıymeti ve eşsiz gelenekleriyle güzellik bahçeleri oluşturmamıza bir engel yok. Aklıselim isek yok. Umarım bu kitap merhum Turgut Cansever'in dünyasındaki güzellikleri anlamamızı sağlar ve dünyayı güzelleştirmeye acilen ihtiyacımız olduğunu kavratır hepimize. Yeniden. Derhal.
Naçizane tavsiyem, Turgut Cansever'i değerlendirirken daha iyi anlamak için ayrıca Nurettin Topçu, Erol Güngör ve Cemil Meriç de okumak gereklidir. Hepsinin makamları, mekanları ve ebedi dünyaları cennet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Turgut Cansever, 2006'daki bir röportajından
Türk Ocakları'nın kurucuları arasında yer alan, sıtma hastalığının keşfi ve amansız et yemezliği ile tanınan Doktor Hasan Ferit Cansever'in oğlu, Bilge Mimar Turgut Cansever... Kitapta ne aldığı ödüller var, ne de topluma kazandırdığı projeler. Bu kitapta bilge mimarın şahsiyeti var, içinden geldiği gelenekler var, ahlak ve insan anlayışı var, üslup ve gelecek yorumu var. Elbette Beşir Ayvazoğlu'nun nefis üslubuyla.
Kitabın ilk bölümlerinde yakın zamanlarda merhum Turgut Cansever ile yapılmış söyleşiler yer alıyor. Söyleşilerin bazılarında bilge mimarın ısrarla üzerinde durduğu üç konu var. Bunlardan ilki; komşuyu rahatsız etmeyen, gün ışığından faydalanan, en az üç yöne bakan ve daima yeşillikler içinde olan evler. İmkansız demeyin çünkü 600 yıl ve hatta daha da öncesinde bu topraklarda böyle evler vardı. Osmanlı evi. Hem Fransız hem de Japon mimarların günümüzde de üzerinde durduğu ve yer yer uyguladığı evler. Bize komik geliyor, bize zaten geçmiş hep komik gelir. Ne anladığımız için, ne de anlattıkları için.
Turgut Cansever'in ikinci olarak üzerinde durduğu nokta, yola bir hadisle çıktığı "dünyayı güzelleştirmek" fikrinin, dünyanın geçici fakat daima kendini yenileyen bir yer olmasının bilincinde saklı. Osmanlı evi daima ahşaptır. Çünkü ahşap hem değiştirilebilirdir, hem ucuzdur, hem de deprem vb. doğal afetlere çok dayanıklıdır. Komşuyla gelir polemiği yaratmadığı gibi, muazzam bir görüntü güzelliği de meydana getirir. Ahşap, doğayla da iyi geçinir. Çünkü lezzetini ağaçlarla, çiçeklerle ve gökyüzüyle tamamlar.
Bilge mimarın üzerinde ısrarla durduğu üçüncü konu ise dürüstlük, doğruluk ve güzellik. Okuduğunuzda ne kadar romantik geldi öyle değil mi? İşte Turgut Cansever'in bu üç özelliği, Adnan Menderes döneminden bu yana ona proje verilmemesine veya elindeki projelere "derhal" bir son verilmesine sebep olur. Bütün dünyadan mimarlar gelir, ondan fikir alır, kendi ülkelerine davet eder, araştırmalara öncülük etmesi istenir, ama kendisi, kendi ülkesinde yadırganır. Hatta her insanın eşit koşullarda yaşayabilmesi için sunduğu fikirler "gericilik" olarak gösterilir. Halbuki o önce "Batı ne kadar doğru soru soruyor? Önemli olan bu." der ve dünyayı güzelleştirme idealini şöyle açıklar: "Bilinci biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Yapmak istediğim şeylerden bir diğeri, maddi varlık tabakasının; yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs'nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesi içerisine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini saygıyla inceleyip gereklerini tam yerine getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak, psişik dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız tektonikleri, üzerlerine ilave alabilecek kitle kolektivitelerini tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum."
Beşir Ayvazoğlu ise hocayı özetlemek için "Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi." demiştir.
Ufkî yerleşmeyi önerirdi Cansever hoca. Yani gökyüzünü daima gören, tek katlı, mutlaka bahçesi olan, gün ışığından yararlanan, komşuyu rahatsız etmeyen, dayanıklı ve ucuz evler. Neden ucuz? Çünkü bu evler ya çelik ya da ahşap olacak. Haliyle fabrikalardan çıkacak malzemelerle yapılacak. Bu da müthiş bir ucuzluk demek. Uzak değil, 10 yıl önceki sözlerini yaşıyoruz hocanın. Bir karış toprağa muhtaç kalacağız, içine girecek mezar bile bulamayacağız. Göğe kafan evlerde mutlu olduğumuzu zannedip, hayallerden hayallere yorulacağız. Ama umutsuzluğa, karamsarlığa çok karşıdır bilge mimar. Yakıştıramaz bu topraklara, bu millete umutsuzluğu. Çünkü geçmişteki lezzet, geleceğimize de umut aşılamalıdır daima.
Dünyayı güzelleştirmeye, yaşadığımız toprakların muazzam kıymeti ve eşsiz gelenekleriyle güzellik bahçeleri oluşturmamıza bir engel yok. Aklıselim isek yok. Umarım bu kitap merhum Turgut Cansever'in dünyasındaki güzellikleri anlamamızı sağlar ve dünyayı güzelleştirmeye acilen ihtiyacımız olduğunu kavratır hepimize. Yeniden. Derhal.
Naçizane tavsiyem, Turgut Cansever'i değerlendirirken daha iyi anlamak için ayrıca Nurettin Topçu, Erol Güngör ve Cemil Meriç de okumak gereklidir. Hepsinin makamları, mekanları ve ebedi dünyaları cennet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf