SAYFALAR

27 Haziran 2025 Cuma

Hareketsiz kalma sanatı: tefekkür

İşleyen demir ışıldar, acele giden ecele gider, sabırla koruk helva olur… Üzerimize uzun zamandır püskürtülen kişisel gelişim çılgınlığından kaçabildiğimizde bazı nasihatlerle karşılaşıyor, bunları yeniden gözden geçiriyor, gözümüz yerse de mutlaka değerlendiriyoruz. Öyle bir zamanın içindeyiz ki ‘modası geçmiş’ gibi görünen, ‘aşırı geleneksel’ bulunan hemen her şey yeniden meydana çıkmış durumda. Bir yanda yapay zekadan beklenen umutlar diğer yanda adab-ı muaşeret kuralları. Bir tarafta psikoterapi, yoga, meditasyon, diğer tarafta zikir, fikir, tefekkür. Herkes aynı şeyi farklı yollardan mı arıyor diye sorup ilk paragraftan hızla çıkıyorum.

Çok otantik bir söylem olduğunun elbette farkındayım ama kabul etmemiz gerekir ki hepimiz huzuru arıyoruz. Bedenimizi bir etkinlikten diğer etkinliğe, bu konserden şu atölyeye fırlatmamızın nedeni, yalnız kaldığımız anda öleceğimizi düşünmek. Elbette entelektüel derinlik yakalamak, rutin hayatımızı bir mana sosuna batırmak, yakaladığımız anlamı kendimize yayıp etrafımızla paylaşmak güçlü, coşkulu, tutkulu bir yaşamın olmazsa olmazları. Fakat tüm bunların otomatiğe bağladığı, “aman n’olsun, rutin işte ya”nın ardına gizlendiği pek çok sahne var. Amiyane tabirle her gününü aynı biçimde yaşayan büyük şehir insanı, bir yazılım gibi ömür sürüyor. Her şey hazır, kodlanmış. Yemekler, toplantılar, arkadaş buluşmaları, yapılacak işler, dizi saatleri, uyku ve kapanış. Ardından yine aynı, yine aynı. Elbette bilgiyle buluşma olanağı korkunç biçimde değişmiş bu insan, yeni bir yaşam biçimine kavuşma noktasında da tetiklenebiliyor bazen. Ben aslında terapiye mi gitsem? Şu meditasyon işi hiç fena değil, araştırmak lazım. Birkaç arkadaş güvenilir bir yoga akademisi arıyoruz. Ve derken insanın o aşkın, çok boyutlu, ulvi, organik hatlara ulaşma gayretleri. Rutinden kaçıp ritüellerle meşgul olduğumuzda ferahladığımızı kimse inkâr edemez.

Çağımızın sevilen düşünürlerinden Byung-Chul Han, Ritüellerin Yok Oluşuna Dair adlı kitabında yuvarlanıp gidilen bir zamanda sükuneti, huzuru, anlamı bulmanın imkânsızlığından bahsetmişti. Bugün kendimize ait, kendimiz için ayırdığımız her zaman aslında bir ritüel arayışının neticesi. Günün ilk kahvesine yapılan coşkulu hazırlık, kitap okurken ya da müzik dinlerken yakılan tütsü, birine hediye hazırlarken kullanılan materyaller, bazı hafta sonları özellikle şehrin tarihi mirasıyla temas etmek… Söz buraya gelmişken; seneler önce sigara paketimi bir yere fırlatıp, önüme tütün-kâğıt-filtre üçlüsünü koyup, “Abi sen yazar adamsın, öyle hazır, ne olduğu belirsiz, ritüelsiz keyif mi olur?” diyerek yaşamımın geri kalanına damgasını vuran arkadaşıma da bir selam vermek isterim. Aslında bize keyif veren bu ritüellerin, sanki bir ayinmiş gibi kendimizi bir süreliğine de olsa kaybettiğimiz bu zamanların esas esrarı, bize ait oluşu. Bizim isteğimize, keyfimize göre şekillenmesi. Tabiatımızla, keyif arayışımızla uyuşması. Bunları yakaladıkça ve imkân bulup sürdürdükçe sanki daha bir hoşuz, iyiyiz, güzeliz. Sanki değil, öyle. Ritüel oluşturmak ve onlarla ara sıra buluşmak yerine rutinlere teslim olmak, bizi Byung-Chul Han’ın şu yıpratıcı sözlerine getiriyor: “Gerçekten de yaşlı olmadan yaşlanıyoruz. Veya asla erişkin hâle gelemeyen çocuksu tüketiciler olarak kalıyoruz. Kendine has zamanın devamsızlığı, üretim ve tüketimin devamlılığı karşısında gerilemektedir.

Kendine has zamanı bütün bir güne, bütün bir ömre yaymak elbette mümkün değil. Ama onu diğer her şeyin önüne koymak mümkün. Bunun için genellikle ‘fedakarlık’tan ya da ‘geride kalmak’tan dem vurulur. Eğer fedakârlık, maddi planda daha çok kazanıp beden ve ruh olarak çökmek anlamındaysa, karar insanın. Eğer geride kalmak, herkesin yaptığını yapıp her role girme, her maskeyi takabilme ustalığı kazanmaksa, karar yine insanın. İşte bu karar faslı için de güçlü, devamlı, sık sık irtibat kurulan bir tefekkür zamanına ihtiyaç var. Tefekkür de bir ritüel ve onun olmazsa olmazı belli: eylemsizlik. Hareketin -özellikle bazı egzersizlerin ve yürüyüşün- beden, zihin ve ruh sağlığı için ne kadar değerli olduğu herkesin malumu. Bunların hepsi için yapılan hazırlığı bir ritüel, hepsinin yapılış anını da bir ayin gibi düşünürsek, insanın özüyle temas kurmak için ne kadar otantik, organik girişimlerde bulunduğunu görmek de mümkün. Burası bitmez, ama çok zevkli mesele, düşünelim derim.

Gelelim eylemsiz, hareketsiz kalabilme meselesine. Hayatın sadece hareketten, gösteriden, performanstan, şovdan ibaret değerlendirilmesi; avarelik, aylaklık, berduşluk, miskinlik gibi insanın zaman zaman başvurduğu dinlenme, mola verme, alan açma anlarına da gölge düşürüyor. Çünkü durmak, kabul görmüyor. Üstelik değersiz sayılıyor. Duran, dinlenen, boş duran, canı sıkılan insan; bazı ‘şifa avcıları’ tarafından hastalık etiketi takılmak üzere pusuda bekleniyor. Bunların bütün bir güne yayılması, üstelik irademiz dışında bedenimizi ve ruhumuzu ele geçirmesi elbette bazı sıkıntıların sinyali. Ama bir tercih nedeniyle başvurulan eylemsizlik, hareketsizlik, aslında bir arayışın alarmı. Bu arayışın içinde sükunet, enerji toplama, dinlenme, demlenme, ferahlama, uzaklaşma, kenara çekilme, yaşamı hissetme, bazı seslere kulak verip bazı kokuları duyma gibi istekler, arzular, ihtiyaçlar var. Bunlarla buluşmak için de boş zamana, o boş zamanın içindeki yalnızlığa mecburi gereklilik var.

Yunan mitolojisiyle ilgili çalışmalarıyla ünlü Karl Kerenyi’ye göre artık ‘yaşamın yoğunluğu ile tefekkürü birleştiren, hatta yaşamın yoğunluğu taşkınlığa yükseldiğinde bile onları birleştirmeye devam edebilen’ temel ihtiyacımız sükûneti bulamıyoruz. Sükûnet başlı başına bir şenlik oysa, kutsal bir gösteri. Her buluşmada insan ruhuna yeni gıdalar sunan bir iklim. Tefekkür Yaşamı kitabında Byung-Chul Han, işte bu buluşmaya olan gereksinimi gölgeleyen, ona her gün yeni bariyerler kurup duvarlar inşa eden modern zamanı, modern yaşayışı didikliyor. Günümüzün ‘boş zaman’ındaki sığ yaşamı ve tefekkür yoksunluğunu şöyle ifade ediyor:

[Artık] can sıkıntısından kaçınmak için öldürdüğümüz bir zamandır. Özgür, canlı bir zaman değil, ölü bir zamandır. Günümüzde yoğun yaşam öncelikle daha fazla performans ya da daha fazla tüketim anlamına gelmektedir. Yoğun ve göz alıcı bir yaşam biçimini temsil edenin tam da hiçbir şey üretmeyen eylemsizlik olduğunu unuttuk. Çalışma ve performans gösterme zorunluluğu, gerçekten boş zaman üretebilen bir eylemsizlik politikası ile karşılanmalıdır.

Byung-Chul Han’a göre eylemsizlik ve hareketsizlik hem boş zamana hem de yaşamın ta kendisine anlamını verir. Ona ihtiyacı olan görkemi, hayreti, şaşkınlığı kazandırır. İnsanı, sadece çalışma zorunluluğu olan bir makine olmaktan çıkarır. Böylece hayatta kalma kaygısı, bir şeylere sahip olma hırsı, diğer insanlarda hakimiyet kurma kibri, yerini insaniliğe bırakır. Sadece hayatta kalma, maddi değer kazanma üzerine sürüklenen bir yaşamda kaliteli anların, hayat zevklerinin, tutkunun olmaması boşuna değil. Zamanla yarışan insan, kendisiyle yarışan insan, başkalarıyla yarışan insan. Walter Benjamin’in ‘flaneur’ündeki eylemsizliği işaret ederken atıf yaptığı bir Schiller ağıtına ihtiyacımız var: “Kelebeğin kuşkulu kanadı”. Çünkü kelebek hareketsiz kaldığında düşünceyle buluşur. Düşünce bir kuşkudur kelebeğin kanadında. Şimdinin insanında ise kararlı olmak ya da acelecilik namı altında duraksamadan, ölümüne bir yaşayış söz konusu. Birbirlerini yaşamak için değil birbirlerine hakimiyet kurmak için sevenler, kendi sınırlarına mutlak özen gösterilmesini isterken karşısındakinin sınırlarına her fırsatta galebe çalanlar, kendi anlam arayışını kutsal bulup başkalarınınkini her fırsatta küçümseyenler, tanışmaya kartvizitini ‘takdim ederek’ başlayanlar, sırtını dayadığı konforlu ve güvenli alandan mağdur pozisyondaki kimselere ahlak, etik, kanaat dersi verenler. Bir şey var, o görülmüyor. Yahut görülüyor ama ‘para etmediğinden’ değer görmüyor. İnsanlar düşünmeden gidiyor, geliyor, seviyor, alıyor, satıyor, ilişki kuruyor, ayrılıyor, çıkmaza giriyor, kuyuya düşüyor. Sabit fikirler, yüksek öfkeler, saatlerin devamlı ayarlı oluşu ve kaçırılmaması gereken fırsatlar. Bir call to action rüzgârıyla yaşıyoruz. Bu rüzgârı dağıtacak büyük enstrümanın adı tefekkür. Farkında olmadan bizi bütün hırslardan, sinirden, stresten arındıran o muhteşem bekleyiş hâli. Byung-Chul Han tam burada çocukluğa uzanıyor: “İnsanın çocukken bile ateşin karşısında istemeden benimsediği duruş, onun tefekküre yönelik kadim eğilimini gösterir. Düşünceli eylemsizlik, düşünürü her zaman somut bir hedef peşinde koşan izleyici ya da gözlemciden ayırır. Öte yandan düşünürün niyeti bulunmaz, gözünün önünde bir hedef yoktur.

Çünkü esas gerçeği sağlam bekleyişlerin sonunda görürüz. En başında değil, o bekleyişin sonunda, sonuna doğru. Tıpkı uykunun bizi götürdüğü rüyalar gibi. Bu anlamda “Uyku bir hakikat aracıdır. Gerçeği yalnızca eylemsizlik içinde görürüz. Uyku, sadece bir görüntüden ibaret olan dış dünyadaki şeylerin ardındaki gerçek iç dünyayı ortaya çıkarır. Rüya gören kişi varlığın daha derin katmanlarına dalar”. Uyku da can sıkıntısı da bir çeşit eylemsizlik hâlidir. Uykuda bedenimiz rahatlar, ruhumuz dinginleşir. Can sıkıntısında zihnimiz rahatlar, aklımız yeni keşiflere, yorumlara hazır hâle gelir. Tefekkürde insan yaşamla birlikte kendisini de dinlemeyi öğrenir. Sadece sessizlik bile bize asıl duymamız gereken şeyi gösterir. Duymaktan işitmeye geçmek, yani bilmekten idrake geçmek için de bizi sessizliğe hazırlayan tefekkür aşamasına geçmek gerekiyor. Yeni fikirler, yeni umutlar, yeni inanışlar tefekkürle vücut buluyor. İnsan bu yeni vücudun içinde kendini daha donanımlı, yetkin ve güçlü hissediyor. Düşünecek zamanı bulamamak, sürekli koşturmak, yorulmak; bunlar dilimize pelesenk oluşlarıyla birlikte bir hayatta kalma mazereti oldu. Halbuki dil, alışılagelmişi söylemeye teşne. Bizim bu ırmaktan çıkıp yeni bir ırmağa girmemiz, yeni patikalar keşfetmemiz gerekiyor. Düşünüp taşınmak, düşünüp uzaklaşmak, düşünüp ilerlemek için tefekkür. Daima.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder