SAYFALAR

6 Ocak 2025 Pazartesi

İnsan yetiştiren irfan toprağı: Semerkand

Sırtımızı dayadığımız koca bir dağ, cesaretimizi ve bilgimizi kamçılayan bir bilge, geçmişin, irfan ocağının sönmeyen ateşi Semerkand. Bir Türk’ün bu ismi duyduğu an tüylerinin diken diken olması, yüreğinin hızlı çarpması gerekir. Seyahat güzergâhının içinde Semerkant ve Buhara yok ise, Türk’ün Endülüs’ü anlaması da, Bosna’yı, Üsküp’ü, Bursa’yı ve Kudus’ü tanıması da eksik kalacaktır. Elbette kısmet, maddiyat meselesini unutmamak gerekir. Semerkand, İnsanın kendinden kendine olan yolculuğunda da ana şalterlerdendir. Nefesidir. Bursa, Konya, İstanbul ve Üsküp’te içime çektiğim nefesi; Harakani Hazretleri ve Sultan Alparslan ve Çağrı Bey'in, Kutalmışoğlu Süleymanşah, dağları ırmakları aşıp, Üsküdar sınırına kadar getirmiştir. Onların aştığı yoldan Belh’li Mevlana, Yunus Emre, Saltuk Emre, Somuncu Baba, Kaygusuz Abdal, Geyikli Baba ve Kumral Dede, Koca Fatih Mehmet Han, İtalya sınırına kadar götürmüştür. Endülüs Emevilerinden geriye İspanya’ya da bir Müslüman kalmamış, izleri yok olmuşken, Bosna ve Diğer Balkan ülkelerinde “Kalu Beladan” beri olan Türk kimliğinin kaybolmamasını, Semerkant Nefesinde aramalıyızdır. Onun özel kılan nedir? Bunu hepimiz bilmeliyiz. Mevlânâ Hazretleri’nin pergel metaforunu düşünmeliyiz ve Semerkand başlığına, bütün Türkistan’ı koymalıyız. Mevlânâ’nın büyük eseri Mesnevî’si, Yazıcızâde Mehmet Efendi’nin Muhammediye’si, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Türkistan’dan Balkanlara uzanan kocaman bir coğrafyada hâlâ okunmaya devam etmektedir.. Bu denklem ve koordinatlar bizim karşımıza büyük bir haritayı çıkarmaktadır. Sırrı burada aramalıyızdır.

Bu haritayı istinaden, gazeteci, Televizyoncu, Yeni Medya’nın (Dijital) isimlerinden İsmail Halis Beyefendi, Ketebe Yayınları'ndan Semerkand Günlükleri adıyla kitap çıkarmıştır. 2016 yılında Ramazan programında, TRT’nin elinde bulunan imtiyazı delerek, yeni bir döneme imza atmıştır, Kudüs’te Ramazan programıyla tam tamına 30 gün boyunca, Ahmet Murat ve Ömer Lekesiz ile beraber evlerimize konuk olmuştur. Daha sonra bu seriyi, Endülüs Granada, ve Semerkant’ta sürdürmüştür. Bizi birbirimize bağlayan bağları göstermiştir. Farkımızın olmadığını aynı nehrin, Amuderya’nın sularından içtiğimizi, iliklerimize kadar hissettiren bir isim olmuştu. 30 günlük Semerkand ikamet safhasını, yollarda, trende, uçakta yazarak kayda almış, sâdece video ile değil kelimelerle de hafızalara geçirmeye çalışmıştır.

Kudus’ü mimlediğimizde yani Pergeli orada sabitleyip, çevirme kolunu döndürdüğümüzde, ilk hareketli ayak Endülüs’e ve sonra Yavuzun doğusuna Semerkand’a hareket etmelidir. Böylece bir yay oluşur ve oradan o derunî, Peygamber kokulu Horasan nefesin yayılabileceğini, bunun gerekliliğini aktarmaktadır. Onun en önemli üç meselesi, bu üç kadim şehirlerdi. “Ömrümün üç güzeli, üç meselesi idi Kudüs, Endülüs ve Semerkand.” İsmail Bey’in, günlüklerini tutma gerekçesi niyetinin dijital literatürdeki büyük eksikliğin giderilmesidir. Ve Kudüs hattını bir kitaba dönüşme imkânı bulmadığı için Semerkand bölgesini günlüğe çevirmesi, en önemli vazîfelerinden biri olmuştur. 134 sayfalık eseri, elinize aldığınızda bir nefeste okuyabilirsiniz. Bir seyyah değil bir gazeteci kaleminden çıktığını, olaylara ve şehre bakış açısından anlayabiliyoruz. Ne anlatmak istediğini hayalleyip, hızlıca kaleme geçirildiğini kavrayabiliyoruz. (Eleştiri hakkı olduğunu düşünerek.) Cümleler, bir gazete köşesine yetiştirmek için zaman darlığından çıkmış bir tarzda. Bu bazı bölümlerde, yazının serencamında ve anlatımında yer yer kopukluğa, devrikliğe neden oluyor. Ve en önemlisi (burada yayınevlerine oklar) neden şapkalar kullanılmıyor, özellikle -sağ cenahta- dil inkılâbını doğru bulmayan, yayınevleri buna âzamî ölçüde neden önem vermiyor? ”İşâret, sâdece, dâvet mesâî,” diye neden kelimeler yazılmıyor? Bu tenkidimiz kitabın muhtevasıyla ilgili değil, genel olarak yazın dünyasınadır. (Kısmet İsmail Bey’in kitabına olmuştur.)

Sayın Halis, kitabın içinde Türkistan bölgesindeki izlenimlerini ele almış. Taştan topraktan, doğa güzelliğinden değil, insanından ve o irfan mayasından bahsetmiş. Ekrem Hakkı Ayverdi, Anadolu kültürü ve irfan masalını kabul etmez ve îtiraz eder. Ona göre, bu köklerinden koparmanın ve olmayan bir medeniyete mâletmenin yoludur. İrfan, Yesevî ocağından, Mâturîdî nefesinden yani Horasan’dan buraya taşınmıştır. İsmail Bey’de kitabında bunu anlatmak istemiştir. Bizim o kadim ve kudretli inancımızın, bin yıldır sağlam direklere sâhip olmasını Buhara ve Semerkant’a bağlar. Özellikle Nakşibendiyye ekolüne yer verdiğini ilâve etmeliyiz. Türkistan çıkışlı Kadirriye’den sonra ikinci büyük ekolün, dünyanın dört bir yanına yayıldığını düşünürsek tâbi olarak bâhislerin başköşesine yerleşecektir. Kitapta, Piri Türkistan Ahmet Yesevî’de çokça anılmıştır. Koca Türkistan Piri’nin huzurunda çimlerin üstünde diz kırarak Divan-ı Hikmet okumak kendisine nasip olmuş. Sâdece bununla kalmamış, Buhara’da Kalan Minare’ye çıkıp çekim yapmak da kısmetine düşmüş.

"1860’lardaki Rus –Sovyet işgalinden beridir, Kur’an ve ezan sesinin duyulmadığı Registan Meydanı ve Tilla Kâri Medresesi, 150 yıllık bir aradan sonra, Kur’an-ı Kerim ve ezan sesiyle yankılandı."

Elbette, Türkistan bölgesinde olan biri Buhara’yı es geçemez. Hadis ilmi denildi mi hemen hemen her evin köşesinde, gönlünde İmam Buhârî sevdasını dile getirmiştir. Bin yıl yakındır süregelen hadis okuma meclislerine yer vermiştir. Buhârî-i Şerif tedrîsatının bizim geleneklerimizde önemini örneklerle detaylandırmıştır. Orduda askerlerin yanında Sahîh-i Buhârî taşıdığını ve Ahit sandığı gibi en önde gittiğini öğreniyoruz. Küçük hayret ünlemi bırakacak ek bilgi ise İmam Buhârî’nin çok iyi okçu olduğu ve hedefini hiç ıskalamadığıdır. Peygamberimizin amcasının oğlu, Hz. Hüseyin’in sütkardeşi peygamberimizi kabrine yerleştirip en son çıkan, Kusem Bin Abbas’ın, türbe-i şerifi de Semerkant’ta sizi karşılayan yapı olarak kitapta anlatılıyor.

Mânevî büyükleri ele almasının yanı sıra, Sovyet dönemindeki baskılar, Stalin’in yok ettiği Müslüman Türk aydınlarını bize hatırlatıyor, rûhâniyetlerine selâm yolluyor.. Sovyet rejiminin Türklüğe ait ne varsa Rusya’ya mâletme çabasını ve bu yüzden gelen baskıları, zulüm altında süren 80 yılı tekrardan dinliyor, hafızalarımızı tazeliyoruz. Millî mücâdele döneminde Pakistanlı Müslümanlardan, Haleb’li kardeşlerimizden gelen yardımları bilinen gerçeklerdir. Lâkin efsanevî şekilde dolaşan Lenin’in bizi desteklediği ve altın yardımının gerçek yüzünü , "Buhara Halkının 100.000 Osmanlı Nasıl Bolşevik Yardımı Oldu?” bölümünde işleyerek, Lenin güzellemesi yapanlara, yerinde cevap veriyor. Buhara Cumhuriyeti’nin, ilk ve son cumhurbaşkanı Osman Kocaoğlu, yardım için kolları sıvıyor halk düşünmeden ellerindeki Osmanlı altınlarını ve rubleleri hiç tereddüt etmeden, veriyor. Lenin, “ulaştırılması güç” dese de Kocaoğlu yolunu bulacağını söylüyor. Sonra ne mi oluyor? Toplanan altınlardan ve yardımlardan sâdece 10.000.000 ruble bize ulaşıyor, gerisine, 90 milyon rubleye, Lenin el koyuyor. Osman Kocaoğlu ülkeyi terketmek zorunda kalıyor ve Türkiye’de vefat ediyor. İsmail Halis yardımla ilgili önemli bilgiyi Kocaoğlu’nun, Yakın Tarih dergisine yaptığı açıklamaları hiç dokumandan, olduğu gibi paylaşarak, birinci elden aktarıyor.

Yukarıda dediğimiz gibi Sovyet rejimi, Türkistan topraklarındaki bütün yapıları Ruslaştırmak için elinden gelen gayreti göstermiştir. Aleksandr Yakupovskiy tarafından yazılan, dilimize İlyas Kemaloğlu tarafından çevrilen Semerkand kitabında, Özbekistan eserlerini ziyarete gelen Rus turistlerin yeni hayat şartlarında, Sosyalist yükselişi ve yeni milli kültürün yükselişini göreceğini söylenir. Kitabı çeviren, Kemaloğlu, “Dolayısıyla Yakubovsky’in Timur’un daha çok olumsuz taraflarını ön plana çıkarması, muhteşem yapıların halk kitlelerinin sömürülmesiyle ortaya çıktığını defalarca vurgulaması ve her şeyi feodal sistem çevresinde yorumlamasında siyasî vaziyetin etkisinin büyük olduğunu söylemek mümkündür” diye yazmıştır.

1944 yılından îtibâren SSCB Komünist Partisi Altın Orda Devleti ve onunla bağlantılı konuların araştırılmasını yasaklamıştır. 1944 yılı hatırlanacağı gibi Stalin’in Türklere soykırım uyguladığı tarihtir. İsmail Bey Rus aydınları mevzûsunda bir şeye daha dikkat çekiyor, Barthold ismine. Bugün Asya denildi mi ilk başvuru kaynaklarından biri olan, akademisyen hakkında, Bahaddin Ögel’in uyarılara kulak veriyor, bizim de duymamızı sağlıyor. İşte Ögel’in o notu: "Şunu unutmayalım ki Barthold, Bir Rus bilgini ve tarihçidir. Orta Asya tarihi araştırmalarına da kendi milletinin istek ve eğilimleri ile girmiştir.”. İki bilim adamının bizi uyaran, cümleleri belki gözümüz açar ve batı ve sol zihniyetini anlamamızı sağlar.

İsmail Halis, kitabının birçok yerinde Halime Toros’un “Asya’nın Kandilleri” belgeseline gönderme yapıyor. Türkistan konusunda, onu bir hayli etkilemiş bir yapım olarak, referansı oluyor. Kitapta bahsedilmese de söyleyelim, belgeselin kitabı da aynı isimle mevcuttur. Zamanın da yapılan en iyi Türkistan belgeseli olan Asya’nın Kandilleri, o coğrafyayı anlamamıza, aynı nehirde yıkandığımızı gösteren, nadir yapımlardan biridir. Öyle belgesel bir daha çekilir mi? “Doğu’nun Kayıp Siluetleri” de bu anlamda izlenmesi gereken, bir belgesel olduğu notunu yazalım. Kitapta olması gereken, beklenen, Selçuklu medeniyeti biraz daha aktarılabilirdi. Çünkü Horasanı, Anadolu’ya taşıyıcı kuvvettir. Nur kasabasında (kitapta küçük de olsa bu kasaba yer almış) tohumu atılmıştır, Alparslan ve Kılıçarslan’ın kılıcının suyu, Arslan Baba himmeti ve Ceyhun nehrinin zikriyle verilmiştir ve dünyanın en yüce medeniyetinin atası kurucu kuvveti olarak yerini almıştır.

Kitaptan birkaç not düşürecek olursak,

• “Daha somutlaştırmak gerekirse, bugün herhangi bir mekânın paylaşılan fotoğrafı, 'hoşluk, güzellik, anı' oluyor ve öylece kalıyorsa, mekandan, zamandan, kendimizden ve nihayetinde 'varlığımızdan' çalıyoruz demektir.
• "O ihtiyarların yüzündeki harita, dileriz, gayret ederiz, dua ederiz ki, o gençlerin omuzlarında bir ideale, bir yaşam biçimine ve bir tarihe dönüşse."
• "Hemedani hazretlerinin açtığı Hacegan yolunu, Anadolu, Balkanlar ve tüm dünya ile buluşturan atlas isimler kılavuzumuz olsun ki 'durulanmış kelimeler' azığımız olsun."

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Yürüme, hayatın içindeki her şeyle ilgilidir

Biraz düşününce farklı zamanlarda özellikle yürüyüş ya da yürüme üzerine yazdığım yazıların hemen hepsinin erkek ellerinden çıkma kitaplarla ilişkili olduğunu fark ettim. Fazlaca erkek yazardan okumuştum bildiklerimi ve bu bir tür körlük yaratmış olabilirdi. Biraz düşününce hemen aklıma Rebecca Solnit’in, Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi (Encore) kitabı geldi; bu harika kitapta aradığımız soruların cevapları saklı olabilirdi!

Bu benim epey zaman önce zevkle okuduğum, sonra tekrar tekrar okunacaklar listesine eklediğim kitaplara yaptığım gibi, Alman ekolünden yetiştiğini söyleyen mücellitimize götürerek yurt dışından temin ettiğim Hollanda beziyle ciltlettiğim bir kitaptı ve bunun anlamı üzerine düşülerek okunmuş olmasıydı ama bir kadının gözüyle doğa ve yürümek ilişkisi açısından hiç yaklaşmamıştım. Kitabın her yerine yayılan feminist bakışı, ‘doğaya ve yürümeye sevdalı’ erkeklerin yazdıklarındaki tavsiye verme, rol biçme ve kendini tırmandıkları dağların en tepelerine yerleştirme merakını üstünkörü geçmiştim. Oysa Solnit, yürüme literatürünün Thoreau gibi Stevenson gibi kurucu babalarından başlayıp Lesli Stephen’den geçip Yürümeye Övgü’ye kadar uzanan geniş bir erkekler listesine çok sert yükleniyordu: hepsi de ayrıcalıklı yaşamlardan gelen bu ‘seçme’ erkeklerin zihinle yürüme ve doğa arasında kurdukları ilişkideki kendi kendilerini ve Rousseauvari bir erkeksi kır yaşamını yüceltme biçimlerinden söz ediyor, didaktizmlerinden ve ahlakçılıklarından ikrah getiriyordu: “Yüz elli yıldır devam eden ahlak dersleri! Beyefendilerin bir buçuk asırdır bitmek bilmeyen telkinleri!..Yürüme etrafına çizdikleri sınırları görmekten aciz, vaaz verip duran beyefendilerimiz sadece bu türden yürüyüşleri hararetle tavsiye ederler (kentlerde yürümenin en zevkli yanlarından biri hiç faziletli olmayışıdır.) Beyefendiler dememin sebebi, yürüme üzerine yazanların hepsinin sanki aynı kulübün üyesiymişler izlenimi bırakmalarıdır -fakat gerçek bir yürüyüş kulübü değil de, ortak geçmişe dayalı bir tür gizli kulüp diyebiliriz buna. Genellikle ayrıcalıklı ailelerden gelirler (İngiliz olanların çoğu yazarken, herkesin Oxford ya da Cambridge’de eğitim gördüğünü varsayar gibidirler; Thoreau bile Harvard mezunudur), dindarlığa bir miktar eğilimlidirler ve daima erkektirler: Ne dans eden köylü kızlar ne de çıtkırıldım hanımlardır yazanlar.” (s.181-182).

Bu gibi altı çizili satırlara bakayım derken bütün kitabı baştan sona bir kez daha okurken buldum kendimi. Birçoğunun altını kırmızı kalemle çizmiş olmama rağmen, yürümenin bedensel tarihinden kentlerdeki yürüyüşlerin avcı-toplayıcılarınkine benzemesine, kamusal alanın aslında bir yürüme yeri olmasından yalnız yürüyüşleri nasıl bir meditasyona dönüştürebileceğimize kadar hiç fark etmediğim (erkek zihninin oyunlarıydı herhalde!) muhteşem bölümler buldum ve evet sorularımızın bir kısmının cevabının burada olduğunu gördüm. Gerçi Solnit de yürümeyi, yürümenin her türlüsünü ve doğayla yaşanan ilişkinin getirdiği o tarif edilemez coşkulu hazla dolu sadeliği epeyce yüceltiyordu ama başka -ve sanki daha incelikli- bir biçimde. Mesela: “Kendinizi bir yere bütünüyle verirseniz, o yer de size kendinizi geri verir; bir yeri tanıdıkça o yere, geri döndüğünüzde bizi karşılayacak olan anılar ve çağrışımların görünmez tohumlarını atarız; yeni yerlerse yeni düşünceler ve olasılıklar sunarlar. Dünyayı keşfetmek, düşünceyi keşfetmenin en iyi yollarından biridir ve yürürken bu âlemlerin her ikisinde birden yol alırız.” (s.32).

Solnit de yürümeye oldukça güçlü anlamlar yüklüyordu ama daha açılışta erkek zihnine karşıt bir yerden şöyle de diyordu: “Yeni binyılın gelişi, gizlilik ile açıklık, gücün pekiştirilmesi ile dağıtılması, özelleştirme ile kamu mülkiyeti ve güç ile yaşam arasındaki diyalektiği de beraberinde getirdi ve yürüme, en baştan beri, daima bu diyalektiğin ikinci terimlerinden yana olageldi…Sadece yürümek dünyayı değiştirmiş değildir fakat birlikte yürümek, şiddete, korkuya ve baskıya karşı durabilen sivil toplumun bir töreni, aracı ve güçlendiricisi olmuştur.” (s.11,12).

Solnit için de yürüme, hayatın içindeki her şeyle ilgilidir ve bu nedenle her şeyin içinde mutlaka var olan bir eylem biçimidir: “Din, felsefe, çevre, kent politikaları, anatomi, alegori ve aşk acısı diyarlarına kolayca girip çıkan yürüme, dünyanın en tanıdık ama aynı zamanda en karmaşık şeyidir.” (s.19). Zihin, beden ve dünya ilişkisini yürüme üzerinden kurar ve her üçünün birbirinde yok olduğunu yazar: “İdeal olarak yürüme zihnin, bedenin ve dünyanın, sanki nihayet birbiriyle konuşmaya başlamış üç kişi ya da aniden bir melodi oluşturan üç nota benzeri uyum içinde bulunduğu bir durumdur. Yürüme sayesinde bedenimizde ve dünyada var olur ancak onlar tarafından meşgul edilmeyiz. Bütünüyle düşüncelerimiz içinde kaybolmadan düşünmemiz mümkün olur.” (s.22).

Yürüme üzerinden düşünme ve toplum ilişkisine dair söyledikleri harikuladedir: “On yıl önce, zor bir sene yaşarken, endişelerimden kurtulmak için yürümeye başladığım bu yollar ve patikalar, altı millik bir parkur oluşturuyor. Hem işimden kaçmak hem de işimi yapmak için sürekli bu parkura geldim çünkü üretim odaklı bir kültürde düşünmek, genellikle, hiçbir şey yapmamak olarak algılanır ve hiçbir şey yapmamak da kolay bir iş değildir. Bu durumu kamufle etmenin en iyi yolu bir şey yapıyor gibi görünmektir ve hiçbir şey yapmamaya en yakın yapılacak şey de yürümektir. Bedenin istem dışı ritimlerine -nefes alma ve kalp atışına en yakın istemli hareket yürümektir; çalışma ve aylaklık, var olmak ve yapmak arasında hassas bir denge kurar.” (s.22).

Yürüme onun için düşünmenin kendini dışa vurmak zorunda olan hareketidir: “Zihin de bir tür doğa parçasıdır ve yürümek de onu kat etmenin bir yoludur. Yeni bir düşünce, çoğunlukla, doğanın zaten hep orada bulunan bir unsuruymuş gibi gelir bize; düşünmek, üretim değil de bir yolculuktur sanki. Yani, yürüme tarihi bir yönüyle somutlaşan düşünmenin tarihidir; ne de olsa, zihnin değil ama ayakların hareketinin izini sürebiliriz…Sanki zihni harekete geçiren, hareketin kendisi olduğu kadar gözümüzün önünden geçip giden manzaralardır ve yürümeyi hem belirsiz hem de sonsuz ölçüde bereketli kılan da budur: yürümek hem bir araç hem de bir amaç, hem yolculuk hem de bir varış noktasıdır.” (s.22,23).

Solnit, yürümenin varoluş alanımızı genişlettiğini ve adeta zihinsel sınırlarımızı da çizdiğini söyler. Hem yanından geçtiğimiz hem de de gördüğümüz her şeyle bağlantılanarak yürürüz ve ne kadar teksek o kadar birleşir her şeyin içinden geçeriz: “Günümüzde birçok insan ev, araba, spor salonu, ofis, mağaza gibi bir dizi iç mekânda, birbirinden kopuk halde yaşıyor. Oysa yürürken her şey birbirine bağlıdır çünkü iç mekânlarda nasıl var oluyorsak, onların arasında kalan dış mekânlarda da aynen öyle var oluruz. O zaman insan, sadece dış dünyaya karşı inşa edilmiş iç mekânlarda değil, tüm dünyada yaşamaya başlar.” (s.27).

Ona göre modern yaşam hiç olmadığı kadar uzağa götürür bizi ama bir o kadar da yüzeyselleştirir çünkü bir yürüyüşçünün tam aksine acelecidir ve yürüyen insan için fazlasıyla hızlı bir saldırı halidir. Her şey yer çekiminin olmadığı bir boşlukta dönmektedir sanki ve modern insanın ayakları hiç olmadığı kadar yere basmaktan uzak bir sürtünmesizlik içerir: “Yavaş olduğu için yürümeyi seviyorum ve öyle sanıyorum ki, ayaklar gibi zihin de saatte yaklaşık beş kilometre hızla ilerliyor. Eğer bu doğruysa, o halde düşünce ya da düşünceli olmanın hızı modern yaşamın hızına yetişemiyor demektir…Yürüme zihnin, bedenin, doğanın ve kentin erozyonuna karşı dikilen siperlerden biridir ve her yürüyüşçü de tarif edilemeyeni korumak göreviyle devriye gezen bir nöbetçidir.” (s.29,30).

Bana öyle geliyor ki erkekler yapıp ettiklerini yüceltmeye daha düşkünler ve her yüceltme aslında içinde başkaca gizli bir amaç daha taşıyor. Yani örneğin, yürümeyi ve doğada yalnız kalmayı yücelten kişi açıktan söylemediği ya da söyleyemediği, kimi zaman kendisinin de tam çözemediği içkin bir başka amaçla bunu yapıyor. Yüceltme, kişinin kendisine yetememesi, yaptıklarını kendi içindeki nihai bir amaç olarak yapmakla yetinememesinden kaynaklanıyor olabilir. Ve bu kadınlara nazaran erkekler için daha geçerli bir durum bana göre.

Erkekler her şeyi bir başka amaç için yapmaya daha yatkın, daha alışık ve bununla daha barışıklar; “Yürüme, genellikle hep başka bir şey hakkındadır -yürüyenin kişiliği, karşılaşmaları, doğa, başarı. O derece ki, bazen yürümekten başka her şey için yürünür.” (s.195). işte bu erkekler için çok daha böyledir ve toplumun beklentileri de bu yönde gibidir. Kadınlarsa yaptıkları iş her neyse bütünüyle ona kendilerini daha fazla hasredebiliyor gibiler. Daha odaklı ve daha konsantre de olabiliyorlar bu yüzden. Anlam bulmaları için illa bir başka amaca ulaşma çabası ve dolayısıyla ifade edememenin yarattığı gerginlikten kaynaklı yüceltmelere düşmüyorlar. Hayatın keyfini daha fazla çıkarabiliyorlar ve bunu çılgınca eğlencelere ihtiyaç duymadan sessizce -daha kendi kendiyle ilgili bir şekilde- yapabiliyorlar. Daha az hamasiler bu yüzden. Güce başvurma ihtiyaçları daha az çünkü güç ve iktidar her zaman için bir başka amaçla ilişki halinde anlam kazanabilen, kendi başına anlamlı olmayan kaynaklar. Buradan yürümeye geçersek, kadınlar yürümüş olmak için yürüyorlar çoğunlukla, bunu kendi başına yeterli bir amaç olarak görebiliyorlar; erkelerse amaca giden yolda yürüyorlar hep. İlla bir yere ve bir şeye, içsel bir ruh haline, yüce bir düşünceye ve daha olgun bir adama ulaşmak için yapıyorlar. Anı yaşayamıyorlar.

Rebecca Solnit Yol Aşkı’nın bir yerinde insan evrimi üzerine yazılan tarih kitaplarının fizyolojik olarak yürümeye erkeklerin daha yatkın ve “uygun” olduklarını ileri sürmelerine çok sinirlendiğini yazar ve dayanamayıp konuyu iyi bilen, bu konularda çalışmalar yapan bir arkadaşına sorar: “Cinsiyet kimliği ve yürüme üzerine yazılmış tüm bu çok anlamlı tarih o kadar tepemi attırdı ki…Owen Lovejoy’u telefonla aradım. Erkek ve kadın anatomileri arasındaki bazı farklılıklara dikkat çekip, bunlardan ötürü kadınların yürümeye daha az uyum sağlamış olmaları gerektiğini söyledi. ‘Mekanik açıdan,’ dedi”, ‘kadınlar daha dezavantajlılar.’ Peki ama, diye bastırdım, bu farklılıklar pratikte bir fark yaratıyor mu? ‘Hayır,’ diyerek itiraf etti, ‘aslında yürüme kabiliyetleri üzerinde hiçbir etkisi yok." (s.73). Solnit bunun üzerine ‘daha iyi’nin ne demek olduğunu sorgular: “Daha iyi ne demek ki zaten? Daha hızlı mı? Daha verimli mi?” (s.74) Tam bu noktada benim öne sürdüğüm şey, erkek anatomisindeki farklılığın bile yürümek dışındaki amaçlarla ilişkili bir tarihin ürünü olabileceğidir. Ve yürümenin buna bağlı olarak geçilen mesafeden ve süreden bağımsız olarak içsel etkisi çok farklı olabilmektedir. Yürümenin kendisi bizatihi amaçtır ve başkaca bir amaç için yapılan her yürüyüş bizi düşünceden uzaklaştırıcıdır: “Yürüme deneyimi sırasında, her adım bir düşüncedir. Kendinizden kaçamazsınız.” (s.84). Yürümek somut bir amaç için yapılmadığında kaçınılmaz bir manevi etki yapmakta ve yolun sonu mutlaka doğaya -Solnit’in ifadesiyle “inançsızların cennetine” (s.79)- çıkmaktadır. Konu ne olursa olsun gereksiz yüceltme genellikle insanın kendinden kaçmasıyla ilişkilidir; içinde kendine itiraf edemedikleri, yüzleşemedikleri, çocukluk travmaları gizlidir (ve her nedense -evet itiraf etmek gerekirse!- erkekler için daha fazla geçerlidir.)

Fakat bir amaç vardır ki işin özünde içkin olan bu derin, manevi amacı sakatlamaz. Bu, “cesur bir neşeyle özgürlük için yapılan yürüyüştür” (s.95) ve fazlasıyla politiktir. Gandi’nin yürüyüşüdür bu ve bunun için bedeni değil manevi güç gerekir. Esas olan güç ve iktidarın her şeye gücü yettiği yanılgısından sıyrılıp şiddetsizliğin içindeki araçsallaştırılamayacak gerçek gücün keşfedilmesidir. Bir tür iktidarsızlık gibi gözükebilecek olan şiddetsizlik gerçekte iktidarın kendi varoluşsal amacını keşfetmesinden duyduğu içsel tatminin neşeli bir dışavurumudur: “Şiddetsizlik, eylemcilerin değişimi zorla gerçekleştirmesi değil, bunu kendilerini ezenlerden talep etmeleri anlamına gelir ve güce sahip olmayanların güçlülerden değişim koparması için olağanüstü bir yöntem olabilir.” (s.95). Çünkü güçlü gözükenlerin aslında neye sahip olmadıklarını gösterir -tıpkı kadınların her fırsatta erkeklere gösterdikleri gibi!-; iktidarın kendi içindeki amaçsız boşluğunu, itiraf edilemeyen zayıflığını hissettirmenin en iyi yoludur ve bu eylem genellikle yürüyerek -daha kadınca bir biçimde!- yapılır; bu bir seyahat etme değil bir varoluş biçimidir, hayatın içinden doğallıkla çıkması, yalın ayaklardan başkaca bir araca ihtiyaç duymaması gerekir. Yeterince uzun yürüdüğümüzde mutlaka kendimize varırız bu yüzden. Manzaraların yanından gelip geçmeyiz, manzaralar bizden gelip geçer, dünya hiç olmadığı kadar hareketli bir canlı varlık kazanır. Nerede yürüdüğümüzün hiçbir önemi kalmaz; gökdelenlerle çevrili bir cadde de olabilir bu, çok az ayak değmiş kırsal bir patika da: “Virginia Woolf, kurşunkalem almak için Londra’da çıktığı bir akşam yürüyüşünden söz ettiği enfes bir deneme yazmıştır ve James Joyce’un yazdığı yirminci yüzyılın en önemli romanı da Dublin’in sokaklarında ıkına sıkına yürüyen tıknaz bir reklam satıcısı hakkındadır.” (s.189).

Solnit için şehirlerde yürümekle ıssız bir doğada yürümek arasında fark olmayabilir hatta birincisi insanı daha fazla saf yürüyüşe götürebilir: “Şehirler daima anonimlik, çeşitlilik ve tesadüflerin mekânı olmuşlardır; bunlar da en iyi yürüyerek tadı çıkartılabilecek niteliklerdir: İnsanın fırına ya da falcıya gitmesi gerekmez; gidebileceğini bilmesi yeter. Bir kent, tek bir sakininin bilebileceğinden her zaman çok daha fazlasını barındırır ve büyük şehirler de, bilinmezlikleri ve olasılıklarıyla hayal gücünü her daim kışkırtırlar.” (s.249-250).

Solnit için yürümek yalnız yapılsa da kendi zihnimizde başka insanlarla daha yoğun bir ilişkiye geçme biçimidir. Diğer bir deyişle yalnız yürürken asla tek başımıza kalamayız, hiç olmadığı kadar fazla insanlar birliktelik kurarız. Hiç tanımadığımız insanların yanından geçip giderken ilişkisiz bir vurdumduymazlık halinden kurtuluruz. Yalnızlığımızı insanlarla doldururuz. Hiç olmadığı kadar güven duygusuna kavuşuruz. Kentlerde yürüyen kişi kırda yürüyen kişiden hem hiç farklı değildir hem de bambaşka bir deneyimin içindedir: “Kırlarda kişinin yalnızlığı coğrafidir -insan bütünüyle toplumun dışında kaldığı için yalnızlığın makul bir coğrafi açıklaması yapılabilir; dahası, insan dışındaki canlılarla da bir tür cemaat ruhu kurulur. Şehirlerdeyse, yabancılarla dolu bir dünyada bulunduğumuz için yalnızızdır ve etrafı yabancılarla çevrili bir yabancı olmak, hem kendi sırlarımızı taşıyıp hem de yanımızdan gelip geçenlerin sırlarını tahayyül ederek sessizce yürümek, büyük bir lükstür. Sınırsız olasılıklarla dolu bu keşfedilmemiş kimlik, kentsel yaşamın ayırt edici özelliklerinden biridir; ailenin ve toplumun beklentilerinden kurtulmak, alt kültürlerle ve kimliklerle deneylere girişmek amacıyla kente gelenleri özgürleştiren bir haldir bu…Küçük dozlarda alınan melankoli, yabancılaşma ve içgörü, yaşamın en incelikli zevkleri arasında yer alır."

Yeterince uzun ve amacı kendisi olan bir yürüyüşten sonra içimizdeki her türlü şiddetten, kızgınlıktan ve güç yanılsamasından arındığımızı hissederiz. Hiçbir şey kazanmamış, elimize hiçbir şey geçmemiş ama neyle olduğunu bilmediğimiz bir şeyle çok güçlü bir biçimde tamamlanmışızdır. Yüzümüzden yansıyan mutlaka “cesur bir neşe” halidir ve gerçek politik -ve de manevi- değişimlerin ana duygusu işte bundan başka bir şey değildir! Tarih boyunca bütün dönüştürücüler cesur ve neşeli insanlar olmuşlarsa bunun nedeni amaçla aracı karıştırmamış olmalarındandır. Hep birliktelik oluşturmuş ama hiçbir zaman uygun adım yürümemişlerdir. Düzensiz ve belirlenmemişlerdir. Geçit törenlerinden çok kortej halindeki sokak yürüyüşlerinde boy göstermişlerdir. Burada katılımcılar, her daim bir güç gösterisi olan, nereye gideceği fazlasıyla önceden belirlenmiş askeri geçit törenlerindekinden farklı olarak “Mutlak bir otoriteye itaat eden ve birbiriyle değiştirilebilir birimler olduklarını attıkları uygun adımlarla gösteren askerlerin aksine bireyselliklerini teslim etmemişlerdir. Bilakis, farklılıklarından vazgeçmemiş nihayet halka dönüşmüş insanlar arasındaki ortak bir zeminin olasılığına işaret ederler.” (s.311).

Ve yürümek demokrasidir çünkü demokrasinin hayat bulduğu kamusal alana canlılığını ve dahası kimliğini veren şeydir: “Kamusal alanlar yok edildiğinde, sonuçta kamu da yok edilmiş olur; birey diğer yurttaşlarla birlikte ortak hareket edebilen ve ortak deneyimler yaşayabilen bir yurttaş olma imkânını yitirir. Yurttaşlık kişinin yabancılarla paylaşacak bir şeylerinin olması temeline dayanır; aynı şekilde demokrasi de yabancılara güven duyma temeli üzerine inşa edilir.” (s.312) Hep birlikte politik ya da sivil bir amaç için yürümek kamu denilen o soyutlamayı elle tutulur hale getirir ve sokaklarda birbirini tanımayan insanların yabancılığını yok eden bir güven üretir.

Artık bu bahsi kapatarak diyebiliriz ki yürümek, bedenle yapılan siyasettir ve tam da bu yüzden kadınların yapması onu daha olması gereken bir şekle sokabilir.

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

4 Ocak 2025 Cumartesi

Tanpınar’a dair neler okunabilir?

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdıklarını okumak ne kadar keyifliyse, ona dair yazılanları okumak da o kadar keyiflidir. İçine doğduğu çağ, bir türlü işin içinden çıkamadığı geçim derdi, zıtları ve zaafları düşünülecek olursa, huzursuzluğun kitabı, belki de Tanpınar’dır. Ancak o bunca huzursuzluğun içinde Türk edebiyatına ve okuyucusuna eşsiz eserler sunmuştur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü ne kadar çarpıcıysa, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi o kadar etkileyicidir. Beş Şehir ne kadar derinlikliyse, Edebiyat Üzerine Makaleler o kadar lezzetlidir. Huzur nasıl bir roman klasiğiyse, Yaşadığım Gibi de o kadar deneme klasiğidir. Hasılı kelam mimariden müziğe, resimden sinemaya kadar pek çok alanda merakının ardından giden, ulu rüyalar görmeye hazır, geçmişle bugün ve bugünle gelecek arasında köprü kuran üslubuyla Tanpınar, devamlı okunan, okunması gereken ve okunacak olan bir isimdir edebiyatımızda.

Onun, “Bir gün elbette bana döneceklerdir” diye bir sözü var. Bilhassa 2000 yılı itibariyle Tanpınar’a dair araştırmaların, yazıp çizmelerin, konferans ve sempozyumların arttığını görüyoruz. Umulur ki bunda türlü etiketleri bir kenara bırakmanın da etkisi olsun. Muhafazakarlık, modernlik, sol, sağ, şark, garp… Unutmayalım: Tanpınar, o çok sevdiği kelimeyi kullanacak olursak bir terkiptir. Üstelik kendi iç terkibini oluşturamamış bir terkiptir. 1959 yılında Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektuptaİnsan etrafın kendi hakkındaki sevgisine, düşüncesine, kendisine uzanmasına ve eğilmesine muhtaç. Biz sevginin, dostluğun, sırasına göre hiddetin, kinin ayaklarında kendimizi daha iyi görüyoruz. Tabii birinciler başka; onlarda büyüyoruz, öbürlerinde yıkılıyor, çürüyoruz.” diyor. Ona dair yazılanlarda en çok dikkat çeken şeyler; hep dostları için yaşamış olması, kendinde olanı paylaşması, kimseye yük olmaması. Bu yüzden de Tanpınar demek biraz da sevgi ve dostluk demek.

Hem kendisini daha iyi tanımak hem de eserlerine daha dikkatli gözlerle bakabilmek için neler okunabilir? Aslında liste uzun. Belki birkaç yazıyla anlatılabilir. Ancak ilk etapta şu listeyi sunabilirim:

A’dan Z’ye Tanpınar (Ekrem Işın), Orpheus’un Şarkısı (Handan İnci), Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan (Turan Alptekin), Tanpınar’ın Eşiğinde (Mehmet Samsakçı), Tanpınar’ın Şiir Dünyası (Mehmet Kaplan), Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar (M. Orhan Okay), Bir Gül Bu Karanlıklarda: Tanpınar Üzerine Yazılar (Abdullah Harmancı, Handan İnci), Ahmet Hamdi Tanpınar (İnci Enginün), Zaman ve Hafızanın Kıyısında: Tanpınar'ın Edebiyat, Estetik ve Düşünce Dünyasında Bergson Felsefesi (Şerif Eskin), Huzursuz Huzur ve Tekinsiz Saatler: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Tezler (Zeynep Bayramoğlu), Geç Kalan Adam: Ahmet Hamdi Tanpınar (Sefa Kaplan), Tanpınar Sözlüğü: Şahsi Bir Masalın Simgeleri (Özgür Taburoğlu), Talih, Tesadüf ve İrade: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romancılığı Üzerine Düşünceler (Seval Şahin).

İçimden bir ses, bu yazının devamının geleceğini söylüyor…

***

Ahmet Hamdi Tanpınar okumalarına başlamadan evvel en çok ziyaret ettiğim yer nadirkitap.com olmuştu. Bu ziyaretlerimde, özellikle son bir yıl içinde hedefimde Mücevherlerin Sırrı vardı. İlyas Dirin, Turgay Anar ve Şaban Özdemir’in hazırladığı kitap, Tanpınar’ın derlenmemiş yazılarını, anket ve röportajlarını bir araya getiriyor. İlk yayınlandığı yıllarda ortalığı bir müddet ayağa kaldırmış. Zira Tanpınar’ın bilhassa siyasi yorumları epey kışkırtıcı. Mücevherlerin Sırrı, onu daha yakından tanımak için mutlaka okunması gereken kitapların başında yer alıyor. Kitaba ulaşmak artık çok güç, yayınevlerinin böylesine güzel ve özel kitapların yeni baskısını yapmamalarının ardında pek çok sebep olabilir. Ancak biz okur olarak bunlarla ilgilenemeyiz ve kolay ulaşmak noktasındaki hevesimizi daima diri tutmalıyız.

Tanpınar’ın doğum gününde yahut vefat gününde sempozyum düzenleyen belediyelerin daha sonra sempozyum metinlerini kitaba dönüştürmesi olmazsa olmaz bir âdet. Bazı metinler daha evvel konuşulmuş konular etrafında gezinse de bazıları var ki okundukça zihin açıyor. Bir yazar, başka bir yazara tabiri caizse kafayı takınca, kalem ve zihin hüneri de varsa ortaya çok güzel çalışmalar çıkabiliyor. Mesela Tanpınar’ın müzikle olan ilişkisine dair çalışmalar böyle. Malumdur ki o yalnız müzikle değil, sanatın birçok alanıyla ilgilenmiş ve hatta ciddi eleştiri yazıları yazmış bir entelektüeldi. Bugün hâlâ keşfedilmeyi bekliyor denmesi boşuna değil. Hem kendi yazdığı hem de hakkında yazılan her şey yeni sayfalar açıyor okuyuculara, meraklılara. Yaşadığım Gibi kitabından şu ifadeler, ayaklarımızı yerden kesmeye yeter de artar bile diyor ve hemen akabinde listeye geçiyorum:

Kaç uçuruma birden asıldık? Her an muzlim bir felâketi bekliyoruz! Ölümden, yıkılıştan daha derin, çok kat’î bir şey! Çünkü hiçbir felâket, şuuru kadar büyük değildir, fakat ben ona da razıyım ey musıkî! Sadece beni kendi kutbumda, o mutlak yalnızlıkla bırakma! Beni kendi günlerime indirme, kartal pençelerinden düştüğüm zaman artık kendim olmayayım: Ve muhakkak ki her veli, her aziz Allah’la karşılaştığı, onunla dolduğu zaman, şu anda benim yaptığım gibi, yakıcı ziyâretin sonunda sadece bir kül yığını olmak istiyordu. Onun için musıkî san’attan ziyade dine benzer.

Ahmet Hamdi Tanpınar: Ebediyetin Huzurunda” (Ümit Meriç, Selma Ümit Karışman), “60 Yıl Sonra Bursa’da Tanpınar Zamanı” (Editör: Dr. Yahya Aydın), “Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi” (Besim F. Dellaloğlu), “Kayıp Zamanın İzinde: Ahmet Hamdi Tanpınar” (Mehmet Aydın), “Haz ve Günah: Bir Tanpınar Yorumu” (İbrahim Şahin), “Tanpınar’ın Türküsü: Tanpınar’dan Anadolu’nun Yazılmamış Romanlarına” (Nurettin Albayrak), “Tersine Çevrilmiş Bir Teoloji: Ahmet Hamdi Tanpınar Yazıları” (Ahmet Sarı), “Hasret ve Azap: Tanpınar’da Şehir ve Kadın” (Mehmet Kurtoğlu), “Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir” (Alberto Manguel), “Tanpınar’ın Başyapıtı Türk Modernizminin Zirvesi: Huzur” (Beatrix Caner).

Sanıyorum ki bir yazıyla daha devam edeceğiz…

***

İlkbahar ilk gazelini İstanbul’a okur okumaz edebiyatseverler de yüzlerini yeniden Ahmet Hamdi Tanpınar’a dönüverirler. Kim bilir kaçıncı dönüştür bu. “Bir gün bana dönecekler” kaidesi yine gülümser kitaplık raflarından. Erguvanları ve laleleri seyre giderken, yakmayan güneşin ve üşütmeyen havanın tadı çıkarılırken, Aşiyan’dan Tarihi Yarımada’ya doğru bir istikamet çizilirken, Tanpınar şehrin rehberi oluverir. Ona başvuran, yorgunluk biter yol bitmez der, devam eder. Mücevherlerin Sırrı’nda şöyle yazmıştır: “İnsanoğlu yorgunluktan çekinmez; ufuksuz olmaktan harap olur. Menzili bildikten sonra yürümek daima kolaydır."

Tanpınar’a ve eserlerine dair yazılanlar hakkında bir yolculuktu bu. Üçüncü ve son istasyonundayız ancak şüphe yok ki bu yazılar ortaya çıkarken de yeni Tanpınar kitapları hazırlanıyor birileri tarafından. Birileri derken, bu büyük yazarın ressamından mimarına, psikoloğundan şairine kadar pek çok çevre için yeni keşiflere, yeni ürünlere vesile olduğuna işaret etmek istedim aslında. Mesela bu küçük yazıya başladığım günlerde Halûk Sunat’tan Boşluğa Açılan Kapı adıyla yeni bir Tanpınar kuyusu açıldı. Alt başlığı şöyle: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış. “Elinizdeki kitap, ‘yaratma edimi’ni anlamak üçıktığım zere yolculuğun Tanpınar durağı. Bir yandan ‘yapısal kuruluş’uyla kendisini (‘kendilik kuruluşu’nu), diğer yandan, o yapısallığın yaratma edimine nasıl izler düşürdüğünü anlamaya çalışıyorum.” diyor Sunat. Sadece görüneni kadarıyla bile çetin ceviz bir çalışma olduğu söylenebilir.

Geçmişten bugüne çok şey söyleyen, gelecekte de mutlaka insanların dönüp dönüp okumaya, anlamaya çalışacağı Ahmet Hamdi Tanpınar, bu vasfıyla zaman zaman kendini açan, zaman zaman da kapatan bir sır. Hem kendisinin arka bahçesi hem de yaşadığı coğrafyanın arka sokakları için kazı çalışması yapmayı sevenlere; dev bir takım çantasıdır Tanpınar. Bu takım çantasının diplerinde musiki, resim, heykel ve mimari de yer alır. Böylece kazı çalışması dünyanın farklı seslerini, sözlerini, bakışlarını da bir araya getirebilir. İşte birçok araştırmacı da bu zenginlikten yararlanıp ortaya zihin açıcı eserler koymuş. Folklor araştırmacısı Prof. Hayrettin Rayman’ın Marcel Proust ile Tanpınar’ı zaman bağlamında değerlendirdiği eseri dikkate değer. Bu tip karşılaştırmalı çalışmalardan biri de Elmas Şahin’e aitti; Zamana Vuran Dalgalar: Virginia Woolf ve Ahmet Hamdi Tanpınar. Yunus Alıcı editörlüğünde Paradigma Akademi Yayınları’ndan çıkan Bugünün Aynasında Bir Sır kitabı ise İnci Enginün, Abdullah Uçman, Ahmet Sarı, İbrahim Şahin, Mehmet Samsakçı gibi Tanpınar üzerine çalışmalar yapmış pek çok akademisyeni, yazarı bir araya getiriyor. Tanpınar’ın memleketimizi ve milletimizi açıklayan tarafları keşfedilmekle bitmiyor. Böylece okur için de Tanpınar’a mahsus bir kitaplık oluşturmak ya da sadece ona özel birkaç raf ayırma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Buna zevk ü sefa desek de yeridir.

Yazıyı ve seriyi -şimdilik- bitirirken, Necmettin Turinay’ın Üç İsim Dört Mevsim kitabını da anmak isterim. Tanpınar faslından hemen sonra Mehmet Kaplan ve Orhan Okay faslını açması gerekiyor okurların. Türk edebiyatının bu üç büyük isminin birbirleriyle ilişkileri, meraklılara çok tadında bir belgesel izlettiriyor. Tanpınar aramızda gezinmeye devam ediyor…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Litros Sanat'ta üç parça hâlinde yayınlanmıştır.

3 Ocak 2025 Cuma

Ahmet Rasim, Yavuz Selim gölgeli topraklarda

Suriye toprakları bir asır önce pasaport gerektirmeden gidilen vatan topraklarından biriydi. Dımaşk, Şam bölgesinin en önemli şehri konumundaydı. Peygamber efendimizin ticaret için bu bölgeye geldiğini bilmekteyiz. Hatta 12 yaşında amcası Ebu Talip ile bu bölgeye gelirken, Busra’da âlim ve münzevî bir râhip olan Bahira’nın peygamberlik mührünü gördüğünü siyer kitapları aktarmaktadır. Tasavvuf tarihine baktığımız zaman ise başta İbn Arabî olmak üzere birçok ulunun yolunun geçtiği mülk olarak, müstesnâ bir yerde durmaktadır. Tarihi olarak ise 1079 yılında Alparslan’ın oğlu Tutuş tarafından Suriye Selçukluları kurulmuştur. Ve Türkiye Selçuklu ile olan rekabeti şiddetli bir haldedir. Halep yakınlarında olan savaşta Kutalmışoğlu Süleymanşah atlar tarafından çiğnenerek vefat etmiş, naaşı Aynü’l Selem'e defin edilmiştir. Hani şu Suriye iç savaşında yer değiştirip duran Türbe var ya, ona aittir. Ne mukadderattır ki Osmanlı’nın son sultanın da mezarı Suriye’dedir. Ve Kudüs Fâtihi Selahaddin Eyyubî’nin de ebedî istirahatgâhı Şam’dadır. Bu türbenin içinde ilk hava şehitlerimiz Fethi Bey, Sadık Bey ve Nuri Bey de yatmaktadırlar. Hemen yakınında Hz. Hüseyin’in makamı olan Emevî cami bulunur. Ezan Sultanı Bilal Habeş de burada meftundur. Saymakla bitmeyecek ulular bölgesi olan Suriye, hep ilgi odağı olmuş dikkatleri celb-i nazar eylemiştir. Bu topraklar, bugünkü sınırlardan oluşmuyordu. Lübnan’ı da kapsayan daha geniş bir alan idi.

Kadim yerleşim sahası, yazarların, düşünürlerin, aksiyonerlerin, bir şekilde ziyaretgâhlarından olmuştur. Burasıyla ilgili izlenimleri, kâğıda dökülmüş, okurlara ulaşmıştır. Evliyâ Çelebi başta olmak üzere, her biri kendi sahasında uzman Osmanlı Aydınları; Cemal Paşa, Mithat Paşa, Yusuf Akçura, Cenap Şehabettin, Emir Şekip Aslan ve Ahmet Rasim, ilk akla gelen isimlerdir. Suriye üstüne yazılan mektuplar, havâdisler Beyrut’u da içine almaktaydı. İstanbul’dan başlayan gemi yolculuğunun limanlarından, birisi Çanakkale, biri İzmir, biri Beyrut’tur. Oradan da bugün işgal altında, soykırıma uğrayan Filistin toprağı Yafa’da gemiler demir atmaktadırlar. İkinci yol ise Hicaz Demiryolu ile olan seyahatlerdir. Şam’a varan yolcular, buradan ikinci ayağı olan Medine’ye devam ederler. Hayfa ve Akka’ya varıp Filistin topraklarına ayak basarlar. Diğeri ise meşakkatli olan atlı arabalı yayan yoludur.

Ahmet Rasim tam üç kez bu topraklara seyahat etmiştir. İlki, Alman İmparatoru II.Wilhelm 1898 yılındaki Kudüs ziyareti sırasındadır. İkincisi, 1904 yılında Şam Maan demiryolunu hattının açılışını takip etmekle vazifelendirilmiştir. Üçüncüsü ise Birinci Dünya savaşında, Kanal Seferinde savaş muharrirliği yaptığı dönemdir. Bölgeyle ilgili görüşleri; Servet, Tasfir-i Efkar, İkdâm, Sabah, Resimli Perşembe, Donanma Mecmuası'nda tefrika edilmiştir. Bu yazılar aynı zamanda “Muharrir Bu Ya” adlı eserinde de yayınlanmıştır. Yasin Beyaz 2020 yılında bu konuyla ilgili akademik yazı hazırlamıştır, daha sonra Pınar Yayınları'ndan bu gezilerle ilgili olarak Suriye ve Filistin Seyahati isimli kitabı neşredilmiştir. Donanma, Tasfir-i Efkâr, Servet, Resimli Perşembe Mecmuası'nda yayınlanan mektup, telgraf, hâtıratlardan müteşekkil, dört bölümden oluşan neşriyattın muhtevası şöyledir.

Birinci bölüm, Hususi Telgraflar, ikinci bölüm, Mektuplar, Üçüncü Bölüm, Hatıralar, Dördüncü Bölüm, Suriye ve Filistin Seyahati Diyar-Yusuf’a Doğru son olarak Ekler'den oluşmaktadır.

Sadeleştirmeye gidilmemiş, Ahmet Rasim’in kelimelerine sâdık kalınmıştır, bu sebeple yer yer yeni yüzyıl okuru zorlanmaktadır. Lâkin bu tür eserlerin olduğu gibi kalması, onun ruhunu doğru yansıtacağından ve kelimelerinin hükmünün ihtivasını sağlamlaştırdığından, pek yerinde olmuştur. Ahmet Rasim’in bir dil cambazı olduğunu da ancak böyle anlayabilirdik. Hâtırat ve mektuplarında öyle tanımlamalar yapmıştır ki bir deftere not edip, yeri geldiğinde kullanmak pekâlâ olacaktır. Bunlardan birkaç örnek verecek olursak,

Fakat amâk-ı ruhuma gizlenmiş olan sedalarınız da benimle beraber, benimle hem-âvaz, benimle hem-dem.

Hergün bir yâr-ı cân görmekle sevinen nigah-meserret yine perde-dâr-ı gam olmuş, cihana bakmıyor.

Bilindiği gibi Ahmet Rasim, yazılarını mizahi dil ve hicivin, ve dahi ciddiyetin en üst mertebesinde kaleme alır. Lâubâli değildir, insanı gam içine de sokmaz. Hüseyin Rahmi Gürpınar ile birlikte Boş Boğaz diye bir mizah dergisi de çıkartmıştır. Çok iyi bir gözlemcidir. Kuvvetli bir hafızaya sâhiptir ve bu onun yazıları için bulunmaz Hint kumaşıdır. Şehir Mektupları tam bir müşâhede mahsulüdür. “Şehir Mektupçusu” unvanını, ansiklopedist zihniyle, kaleminin hakkıyla almıştır. Üç kez gittiği Suriye ve Filistin için yazdığı, mektup ve hâtıralarında izini görmekteyiz. Aynı zamanda tarihçidir de, zaten kendisi de bu yönünü vurgulamaktan kaçınmaz. Kitabın eklerinde yer alan, Yavuz Sultan Selim ile ilgili, Donanma dergisine yazdığı makāle bunun ispatıdır.

Husûsî telgraflar, Alman İmparator’unu takip ederken çektirdiklerinden oluşuyor. İlk telgraf Çanakkale’den gönderilmiş, ikincisi ise Yafa’dan İstanbul’a ulaşmış. Geri kalanlar Kudüs ve Beyrut’tan oluşuyor. Bunlardan anlaşılıyor ki Alman imparator, coşkuyla karşılanmış, ihtimamla ağırlanmıştır.

ve haklarında icra edilen merasim-i mutantanadan pek memnun kalmışlardır.

İkinci bölüm Servet’e gönderdiği beş mektuptan oluşuyor, Çanakkale Boğazına kadar olan bölümü okuyoruz. Mektuplar bize gemi içindeki ziyafet, Almanlarla olan ittifakının; sözlere yüksek seviyede yansıması, birbirinin kardeşi ilan edilmesine kadar götürüldüğünü gösteriyor. Ama asıl bu mektuplar bir edebiyat mahsulü, bir gönül asudesinin edası, cilvesiyle ruhları perişan ediyor. Kalemi alıp tek tek yazmak geliyor insanın içinden, ben neden yazamam ki diye hayıflanılıyor. Ay ışığını anlatırken sanıyorsunuz ki bir sevdalı gönlün içindesiniz ve size sevgiliniz sesleniyor. Aman yarabbi bu nasıl bir teşnedir, bu nasıl kalem güzelliğidir.

Üçüncü bölümde bu yolcukların biraz önce yazılan kelimelerin tasarrufunda değil de bin bir meşakkatli yollardan geçtiğini anlıyoruz. Palan pandaras bindirilen gemide, farelerin cirit attığı bir odaya tıkılıp kalmasına mı, günlerce duş alamaması mı, yoksa temînatı verilen parasını alamayışı mı, devlet kademesinin baskısı mı ? Nice kederli durumla karşı karşıya kalıyor ama o yine de vazîfesinden bir kez bile vazgeçmiyor. Suriye illerinde, matbaacı Baba Tahir’in sebebiyet verdiği durum yüzünden, per perişan Veysel Karani olup çıkıyor.

Süveysi geçmeden şapa oturdum zannettim. Artık ben Suriye illerinde Veysel Karani idim.

Dördüncü bölüm Birinci Cihan Harbinde, Mısıra doğru giderken kaleme aldıklarından oluşuyor. Ahmet Rasim’in nasıl vatanperver olduğunu, içkiye olan zaafını bir kenara bıraktığımızda nasıl inançlı bir yürek sâhibi görüyoruz. Türk Cihan Hâkimiyeti efkûresine gönülden bağlanmış, bu topraklar için atan koca bir yürekle karşımıza çıkıyor. Ismarlamadır diyenler var olacak ise, onlar; kelimelerin içinde dolaşan asil ruhu icrâ edemeyenlerdir. O,bir oğlunu Balkan savaşlarında şehit veren, diğer oğlu Millî Mücadelede canhıraş savaşan, bir babanın kalemidir. Gençlere seslendiği yer, defalarca okullarda okutulmalı, duvarlara asılmalıdır. Fatih-i Mısır Yavuz Sultan Selim Han’a olan muhabbeti ise arşa çıkıyor onu kucaklıyor. O Kudretli Yavuzun dizeleriyle ekler kısmı başlıyor,

Hemişe a’da-yı din u devlet maghur
Ve evliya-yı izzetu şevket mesrur
A’lam-ı İslam ila yevmü’n-nüşur
Menşur ola amin ya mu’in


Ruh-ı kudsî fütuhunu şâd edecek olan şu gaza-yı hazır esnasında bu duayı şerifi an-samimü’l kalb tilâvet eylemeyecek bir ferd-i müslim tasavvur olunamaz.

Evet, bu kadim toprakları görmek için çileli yolları göze alıp çıkan Ahmet Rasim, Yavuz Sultan Selim’in ayak izini, kudretinin gücünü gösteren topraklarda; gördüklerini, bildiklerini, yazıp çizmiştir. Şam, Kudüs, Mısır demek, bizim için biraz da Yavuz Sultan Selim demektir. Hasan Can, Zenbilli Ali Efendi’nin irfan kokularıyla, orada yatan ulular bir olup, güldestesine dönüşmüştür. Hamiyetli herkes, onları orada tek vücut görmüştür. “Sen bizi kiminle sanırdın” diyen Yavuz’un sesi hâlâ dağların yamaçlarında duyulmaktadır.

Ama zaman akıbetini bozmamış ve gül bahçesini, Selim’in kudretinden mahrum bırakmıştır. Bülbüller, gül yüzlülerin şevkiyle nuş ederken, bir fırtınayla birlikte, kavuşmalar, muhabbetler yarım kalmıştır. Dört bir yanı19.yy ve 20yy’da hasret sarmıştır.. Bu toprakların kara kitabın sayfalarına ağıt olup notaya düşmüştür. Tıpkı Balkanları terk ederken, Türkün söylediği;

Aysız gecelerde kumrular ağlar içimde,
Öleceğiz doğduğumuz toprakta
Memleket sevdana yürek gerek


Türküsü gibi ağıtlar yakılarak, ceddin şehit düştüğü topraklara bırakılmış. Bir gün yeniden hür olana kadar... Yavuz'un türbesinden; kavuşmalar mahşere kalmadan, tamamlanması niyazıyla ayrılık çeşmesinden içip, İstanbul’dan Şama Kudüs’e Medine’ye her sabah turnalarla selam yollanmış.

Elbet bir gün…

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

İnsanlık ve metaforlar

Akış büyük ölçekli uygulamalar için bir metafordur. Bilinç için olduğu kadar içinde ölümcül bir girdaba dönüşebileceği veya geniş ağzın durgunluğuna akıp unutulmaya dönüşebileceği tarihin olayları için de bir metafordur.´

Metafor insanlık tarihi kadar eskidir. Dillerin çoğalması, farklı kollara ayrılması dahi insanlığın başından beri dil üzerine tefekkür ettiğini ve özel çaba sergilediğini gösterir. Dil üzerine özel çaba sergilenmeseydi metafor diye bir kavram ortaya çıkmazdı.´

Metaforlar bize dilin zenginliğini, uçsuz bucaksızlığını, ulaşılamazlığını ve imkanlarının keşfedilmeye her zaman açık olduğunu gösterir.

Hans Blumenberg´in deyişiyle deneyimler ve olaylar, bir yanda blincin alt tabakasının diğer yanda tarihin temel başlıklarıdır. Ama bu aynı zamanda buralarda kalamayacağı yönünü gösterir. Bilinç, nesnelliğine verilen şeyi kasıtlı olarak işleme yeteneği olmaksızın insafına kalacağı, deneyimlerinin akışıyla başa çıkmak için bir aygıttır. Şeylerin nesnelliği onların esas özlerini oluşturur. Ancak bu öz zamanla deneyimlerle farklı boyutlarla tanışır ve karşılaşır. Bu karşılaşmalar temas olmadan geçilip gidilen karşılaşmalardan olmaz.

Temas da özlere yeni şeyler ve şeylikler katar. Zamanla metaforlar oluşur. Metaforlar hem zenginlik demektir hem de şeylerin anlatılmasının ve anlaşılmasının kolaylaşması ile yeni hikayelere sahip olması anlamına gelmektedir.

Hikayelerin çeşitliliğinin temelinde hiçbir şekilde isimlendirilmemiş ve anlaşılmamış olsa bile yaşanan ve deneyimlenen bir birim her zaman olmuştur. Dilin yeni bir imkanı bünyesine katması yaşanmanın ve deneyimlemenin çıktısıdır.

Akış her zaman üretkenlik demektir. Şeyler her zaman üretkenlikten nasibini alır. Üretilen olgular belki o an bilinç veya toplumsal düzlemde varlık sahibi olamayabilir ama tarihi süreç içerisinde, akışın elverdiği ve uygun ortamı sağladığı anda ve zeminde mutlaka varlık kazanır ve kendini kabul ettirir.

Metaforun karşılığı bir noktada dönüştürmedir. Değişim değildir çünkü öz sabit kalmaktadır, özün dönüşüm geçirmesiyle daha kapsamlı ve çok yönlü bir anlama ve karşılığa bürünmesidir.

Hans Blumenberg´in Kaynaklar, Nehirler, Buzdağları eseri metafor ve dil üzerine kapsamlı düşünmek isteyenler, ufkunu genişletme çabasında olanlar ve yüzeyde olanla yetinmeyip derine dalmayı arzulayanlar için bir ilaç serinliği verecektir. İnsanlık tarihinin metaforları, insanlığa ayna tutuyor.

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

2 Ocak 2025 Perşembe

Cevabını bilmediğin soruları geçersen, devam edersin

"Hayatınızın inanılır, acımasız bir analizini yapmadan hikâye anlatamazsınız. Kendi hayatını anlamıyorsan, ne hikâyelerindeki karakterlerin ne de diğer insanların hayatlarını anlayabilirsin. Hayatla ilgili hikâyeler anlatanların kesinlikle buna ihtiyaçları vardır: kendi hayatlarını gerçek anlamda anlayabilmeye."
- Krzysztof Kieslowski

Hayatın hercümerci içinde kitaplarla aramıza mesafelerin girdiği zamanlar olabiliyor. Yılmadan ve yorulmadan okuyan biri için bu zamanları oldukça tuhaf bulurum. İyi bildiğim bir semtte gece vakti kaybolmak, daha önce tecrübe ettiğim bir meselede bu defa boy vermek gibi bir şey. Verimli okuma saatleri yaşamadığımda, okuduklarımı toparlayamaz hâle geldiğimde bocalıyorum. Bundan sonrası daha fena: insan sesine tahammül edemez hâle gelmek, kendini tekrar eden bir huzursuzluk girdabına kapılmak, dünyanın tozuna toprağına sanki daha çok bulaşmış hissetmek. Böyle böyle hisler. Mesafeyi kapatmak için yine kitaba dönmekse işin nazlı tarafı. Her anahtar her kapıyı açmıyor, dolayısıyla zihne böylesi durumlarda farklı yaklaşmak gerekiyor. Söyleşmek, dertleşmek, sohbet takip etmek, insan hikâyeleri dinlemek, yani kapıdan pencereye yönelmek lâzım belki de.

Orta oyununda kavuklunun dışında bir de pîşekâr karakteri vardır. Arayı bulan, yatıştıran, barıştıran, ortalığa nabza göre şerbet dağıtan bir tiptir bu. Eskiden, iyi sohbet arkadaşlarına sohbet pişekârı denirmiş mesela. Bir sohbeti başlatan yahut akıştan çok sapmadan, verimli patikalara sevk eden, sonra oradan yine ana konuya geri döndüren, yani meziyet gerektiren bir iş pîşekârlık. İsim Şehir Film Roman kitabından bahsetmeye böyle başlamak istedim, zira Yenal Bilgici çok hoş sorularla arkadaşlık etmiş Ercan Kesal'a. Hâliyle ortaya, hem dinlendirici hem de öğretici bir söyleşi kitabı çıkıvermiş. Daha evvel yine Kronik Kitap etiketiyle çıkan Cebimdeki Ekmek Kırıntıları'nı sanki bir öteye taşıyan, belki daha da derinleştiren bir sohbet var kitap boyunca.

Galiba iyi bir Ercan Kesal okuru olarak, ihtiyacım olan zamanda bu kitapla karşılaşmam da zamanın bir cilvesi. Çünkü zihnimi en çok işgal eden mesele zaman. Onu değerlendirmek, daha verimli hâle getirmek, olmuyorsa durmak, durmak da mümkün olmuyorsa avarelik etmek, boşluğu da imkân dairesine alıvermek. Tüm bunlarla cebelleşirken başladığım kitapta, henüz ilk bölümde satırların altını çizmeye başlamıştım: "Zamana karşı koymaya çalışmamak lâzım. Onu durdurmaya çalışmak beyhude! Bunu kabullenmek gerekiyor. Zamanın bir yandan akıp gittiğini anlamak ve buna razı olmak gerekiyor. Yoksa kamerayı unutmayan oyununun iyi oynayamaması gibi yaşarsın hayatı. Kamerayı hisseden ona göre vaziyet alır; kaşını, gözünü, profilini ona uydurmaya çalışır ama bunu yaparken de aslını kaybeder. Zamanla girdiğimiz ilişkide de benzer bir yan var. Onu densizce, hadsizce yok saymalı demiyorum ama razı olmalı, sonra da unutmalı. Oyunculuk nasıl kendini ancak kameranın varlığından, heybetinden ve korkutuculuğundan azade kılarak yapılabiliyorsa yaşamda da zamanın varlığını hem bilmeli hem de unutmalıyız."

Afili bir başlık yazma hevesim olmadı hiçbir zaman. Ama okuduğum kitap, gördüğüm tavır ve aldığım notlardan bir sonuca ulaşmayı seviyorum. Böylece dağınık olan her şey toparlanıyor içimde. En azından bir süreliğinde. Zamanla olan kavgamızın, telaşımızın hiçbir zaman bitmeyeceğini biliyorum. Zamanın çok büyük bir gücü olduğunun da farkındayım. Hiçbir şey aynı kalmıyor, kalmadı ve kalmayacak. Dünyanın ruhu bu. Çocukken sevdiğimiz yerlerin esamisi okunmuyor artık. Birkaç yıl önce bizi çok yormuş meseleler bugün komik bile geliyor. Büyüyoruz farkında olarak ya da olmadan. Ama galiba büyümek en çok da kavgayı dışarıda değil içeride yaşamakla mümkün. Hayata sorular sormaya varız, ama bunların çoğu cevapsız kalacak. Kendimize sorduğumuz her soruysa mutlaka bir gün bir şekilde tabiri caizse kabak gibi ortaya çıkacak. Demek ki bu arada, bu aralığın tam içinde, cevabını bilmediğimiz sorularla çok uğraşmamak gerekiyor. Hem zaman kaybetmemek hem de ruhumuzu örselememek için. Hayatın bir yolculuk olduğu düşünülürse, hesaplaşmanın hiçbir zaman bitmeyeceğini de görmüş, yaşamış oluruz nihayetinde. Esas olan, bu hesaplaşmayı hikâyelerle örülü kılmak. Hikâyesi olanın meselesi vardır, meselesi olanın derdi bitmez, ömür de böyle bereketlenir.

Edebiyata ve sinemaya baktığımızda, özellikle içinde 'yol'un olduğu hikâyelerin etkileyiciliği karşısında şaşırırız. Doyumu daha farklıdır böyle kurguların. Serüvenin, hikâyenin olduğu, anlamın kovalandığı, bir yaşam süzgeci inşa edildiği yerlerdir yollar. Hâliyle bitmez, bitti gibi görünse de bitmez. Çünkü insanın arayışı, buluşu, kaybedişi, hesaplaşması, hayreti, derdi, dermanı bitmez. Hepsi iç içe, hepsi kabuk, hepsi öz. Şöyle diyor Kesal: "Bütün hikâyeler yol hikâyesidir. Her şey bir yolculuktan ibarettir. Yol sürer, sürdürülür; yola beraber çıkılır; yolda karşılaşılır, yolda birine rastlarsın ya da yolda iken ayrılırsın. Hikâyenin ritmi de böyledir. Hikâye de eksilir veya fazlalaşır. Şimdi baktığımda anlattığım her şey bir yolculuk hikâyesi esasında. Yola çıkmazsan hikâye seni bulmuyor. 'Dağda gezen, kurdu görür' derdi annem. Kurdu görmek istiyorsan dağda gezeceksin. Hikâyeye ancak yolda rastlarsın."

Yaşlanmakla yaş almak arasındaki farklı, ufka bakabilme hünerinde görüyorum. Kimileri seyretmeden, düşünmeden, telaş içinde yaşıyor. Bu telaş; hırsı, hiddeti körüklüyor. Zaten varolan ve hep sürecek olan içsel kavga, dışarıya da taşınca ömrün bereketi kalmıyor. Güzelle çirkinin, kötüyle iyinin, merhametle zulmün arasında ipince bir çizgi varmış gibi sanki. Halbuki insan güzele, iyiye, merhamete yüzünü bir kere çevirince, bunların tadını alınca, istediği kadar hüsran yaşasın. Ufka baktıkça diyeceği şey belli, bunlar olacak. Daima olacak. Biri bitecek ve diğeri başlayacak. Ama sen yaşamdasın, yaşamın içindesin. Sevdiğin şeylerle zihnini, ruhunu, aklını, kalbini doyurmaya devam etmelisin. İşte burada başka bir meseleler çıkını daha açılıyor: kendi doğanı bulmak, o doğayı güçlendirmek. Kim ne derse desin ve ne düşünürse düşünsün. İnsanın pişmanlıklar listesi varsa şayet, bu listenin başında hep aynı şey yazıyor: kendine ihanet etmek. Bundan korunmak imkânsız değil. Yorulmayı nimet bilmek kafi.

"En büyük korkum öteden beri hep aynıdır. Başkalarına muhtaç olmaktan korkarım. 'Namerde muhtaç olmak' derler ya... İşte böyle bir korkum var. Bu yüzden küçük konforlarımı, geçim şartlarımı, aileme olan yükümlülüklerimi falan hep fazla önemsedim. Korkumu bir sorumluluk hâline getirdim. Ama düşününce fazla önemsedim galiba. Bir şeylerin hayatın önüne geçmesine hep müsaade ettim. İşte bu yüzden edebiyat ve sinemayla geç bir yaşta buluştum... Bunu bir serzeniş olarak değil, kendi hayatımdaki bu tuhaf ve takıntılı hâli anlatabilmek için söylüyorum. Namerde muhtaç olmamak için hayat gailesini fazla ciddiye aldım... Her kimsem ben, kendi doğamı yaşamak istiyorum. O doğanın beni çok daha üretici, çok daha zengin kılacağını; bana ilham verici bir alan sunacağını da biliyorum. Öyle bir alan olduğunun farkındayım ama bir tarafıyla 'O mu, bu mu?' dendiğinde her seferinde bu tarafı, üst-ben'i de seçen bir adamım. Üst-ben'e ihanet edemiyorum. Sonuçta yine kendime ihanet ediyorum. İhanetin acısını, 'Buradan ne koparırsam kârdır' düşüncesiyle yine kendimden çıkarıyorum. Daha az uyuyorum. Daha kederli, daha koşturan, daha sabırsız biri oluyorum. Aynı anda bir sürü şeyi bir araya getirmeye çalışan ve bunun altında aslında çok yorulan, fena yorulan biri oluyorum."

Kendimizi anlamaya, olanı biteni izah etmeye çalıştığımız her şeyin içinde kelimeler, duygular ve tecrübeler var. Bazen yoruyor bu bizi, bazen de zoru kolay ediyor. Bunun için edebiyat, sinema, yolculuklar, şarkılar, insan hikâyeleri ve derin sessizlikler, canhıraş gayretler gerekiyor. Takım çantamız dolu, bu bilinçle yola devam ediyoruz, etmeliyiz. İsim Şehir Film Roman, bu devam edişi bereketli kılan bir sohbet, hatta oldukça geniş bir sofra...

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Falih Rıfkı Atay’ın Londra notları

Bazı kitapların isimleri, okumasanız da dolaşıp durur kafanızda. Nereden kaynaklandığını bilemediğiniz, tamamen size özgü bir çekicilikleri vardır. Bir gün okuyacağınızı bilirsiniz ama o güne değin sizde yer etmesine ve hayal dünyanızı süslemesine izin verirsiniz. Çünkü bilirsiniz ki kafanızda kendiliğinden yer eden kitaplar, hep arayıp bir türlü bulamadığınız ve adını hiçbir zaman koyamadığınız o noksanlığınızın gizlerini saklar içinde.

Ve bir gün okuma imkânı bulduğunuzda beklentinizi karşılamasa ya da düşündüğünüz gibi çıkmasa da garip biçimde iyi geldiğini hissedersiniz. Çok düşünülen bir şeyi nihayet bulmak türü bir rahatlamayla karışık kendiliğinden yer etmişliğin geçmeyen duygusu canlanarak kaplar içinizi. İyi gelen şeyin ne olduğunu bulduğunuzda, kendinizle ilgili çok önemli bir sırrı da keşfetmiş olursunuz.

Taymis Kıyıları (Pozitif Yayınları) benim okumadan sevdiğim, kafamda yer verdiğim, hep eksikliğini hissettiğim bir kitap olmuştur. Büyülü bir havası vardır. Falih Rıfkı’nın kitaplarında genel olarak olanca imkansızlıklar içerisinde kendine inanmışlıktan gelen -pek çok insanın pekâlâ “kibirli” bulabileceği- bir büyüklük havası bulmuşumdur. Düşünceyle dilin ayrılmaz biçimde tekleşerek aynılaşması halini hep çok sevmişimdir. Bazı yazarları okurken herkesten çok sizin anladığınızı düşünürsünüz bazen, Falih Rıfkı’yı okurken böyle bir duygu da eşlik etmiştir. Herkesten çok anladığınızı zannedince de herkesin anlaması, söylemek istediklerinin tam olarak anlaşılması için çaba sarf etme ihtiyacı duyarsınız.

Taymis” malum, Londra’nın içinden geçen, İngiltere’nin ünlü Thames nehrinin Türkçe söylenişi. Bir zamanlar, her türlü yabancı kelimeyi Türkçe söylenişine göre yazmak adeti olduğunu biliyoruz. Her şeyi kendisine katıp, kedileştirerek temellük etme arzusunun dile dökülüşü gibi gelen bu çaba bana hep sevimli ve önemli görünmüştür. Özentilerden ve her türlü yabancılaşma hissinden uzaklaşma arzusunun tezahürü gibidir.

Kitap, Falih Rıfkı’nın, 12 Haziran-27 Temmuz 1933 tarihlerinde Londra’da yapılan, Londra Ekonomi Konferansı’na Türkiye adına katılan kişilerden biri olarak tuttuğu “derkenar” notlardan oluşmaktadır. Taymis kıyılarında gezinirken düşündükleri de denebilir…

Anlaşılan o ki Falih Rıfkı da kitabının ismi üzerinde fazlaca düşünmüştür. İlk başta “Londra’da Bir Kemalist” demek ister, fakat bu isim ona fazla kendini beğenmiş ya da iddialı gelmiştir, vazgeçer. Oysa, tam olarak onu ve yapmak istediklerini çok iyi yansıtmaktadır. Falih Rıfkı, gittiği her yere yanında Türkiye’yi de götürmüştür. Nereye giderse gitsin, esas meselesi kendi eksiğini noksanını, ülkesinin küçük ve büyük yanlarını karşılaştırmalı bir biçimde görmek, pekişmiş bir büyüklük duygusuyla dönmektir. Londra’da Bir Kemalist tam ona göredir bu nedenle ama bir de bunu fazla belli etmeden, daha gösterişsiz yapmak istemektedir. Aksi halde, henüz olgunlaşmamış ve sayısız eksiklerle malul bir Cumhuriyet’i gereksiz şekilde abartarak istediğinin tam tersine bir sonuca neden olma ihtimali vardır.

Sonrasında, Derkenarlar koymak ister fakat bu isim de Türkçe değildir! “Notlarımın asıl adı ‘Derkenarlar’dır. Bu kelimenin de Türkçesini bulamadım.”. “Derkenar” Farsça kökenli, kenarda olan anlamına gelir. Sayfaların kenarına düşülen notlar ya da Fransızca parafe denilen işaretlere denmektedir. Daha sübjektif, aslolanın gerisinde, düzensiz ama bir o kadar düşünce yüklü notlardır bunlar. Çok güzel bir kelimedir derkenar ama o dönem için bunu kullanmak Falih Rıfkı’nın yapmak istediğinin tam aksinedir; böylesine, şöhretli bir memleket yazarının kitabına halis Türkçe olmayan bir isim vermesi de ne demektir!

Derken, Taymis Kıyıları’nda karar kılar; bu hem iddiasızdır hem de bir halkı ve şehri en çok öylesine gezinirken anlarız düşüncesinin iyi bir ifadesi olarak ona iyi gelir. Bir diğer açıdan, kıyı ve kenar kelimelerinin bilinç altında aynı ifadeye karşılık geldiğini düşünmek de mümkün. Kıyılarda alınan notlar, işin kenarından-kıyısından bakan bir gözlemcinin kendine ait düşünceleri için iyi bir karşılık olabilir. Sonradan, Tuna Kıyıları (1938), Yolcu Defteri (1946) ve Gezerek Gördüklerim (1970) gibi, çok benzer çağrışımlarda, “iddiasız” ama çok iddialı kitaplar yazacaktır. Bunlara gezi yazısı demek bir açıdan hayli zor. Amaç, gezmek ve görmek değil çünkü her şeyden önce. Daha çok, bir halkı gezdirmek ve gördürmek gibi!

Taymis Kıyıları, müthiş bir özgüvenle -ve adeta dünyaya yeni Cumhuriyet’in kurulduğunu bir kez de buradan haykırırcasına- şöyle başlar: “Edebiyat, fen, iktisat ve tarih kitaplarında Londra ve İngiltere için yazılmadık şey kalmamıştır. Fakat 1933’te…Londra sokaklarında dolaşan Kemalist bir Türk yeni bir şeydir.” (s.14). Bu satırlardan, odak noktasının Londra değil bu yeni durum olduğu kolaylıkla sezilebilir. Sonrasında da hep öyle devam edecektir zaten. Her sayfasında, her an Türklük, İstanbul, Ankara, Anadolu karşınıza çıkacaktır.

Örneğin, Londra ilk göründüğünde şöyle der: “İngiltere dendiği zaman, Türk çocuğunun hatırına bacalar, kara asfalt ve kurumlu park manzarası gelir ve Dover iskelesinde fabrika düdüklerinden sağır olacağını, dumandan bunalacağını zanneder. Halbuki İngiliz kıyıları, karayelin vurup soyduğu beyaz Marsilya toprağı, çıplak Odesa toprağı ve boz Ankara toprağı gibi karşıma çıktı.” (s.22).

Derdi, İngiltere’yi görmek değil, kendi ülkesini İngiltere gibi görebilmektir: “İdeal iş bölümünde İngiliz fabrikaları, bizim sarı topraklarımıza, kayalık, tozluk ve kireçlik dağlarımıza ne kadar yaraşırdı diye düşünüyorum. Ve burada koyun sütü, peynir, bal, yağ ve tahta değirmenlerle bir çobanlık cennetinin rüyasına dalıyorum.” (s.22). Çok sık dalacaktır bu rüyalara. Ve sonra kabuslar gördüğü aklına gelecektir. Anadolu insanının rüyalarından çok kâbusları olmuştur çünkü: “Belki bütün İngiliz tarihinde, şimdi kırk yaşında bulunan bir Türk’ün hayatından daha az facia vardır. Anadolu’yu andım [nadirattan bir şeymiş gibi!]. O, şimdi parçalanmış bir kadın gibi, cöngl’de [ormanda] boğuşmuş, yırtıcıların çenesinden çekip kurtardığı etlerinin kanlarını güneşte kurutuyor gibi, ta kulağımın dibinde inledi.” (s.23).

Her zaman bu kadar iç karartıcı da değildir notları. Keyiflendiği anlar da vardır ama yine Anadolu ve yine Türklük satırların ayrılmaz, vazgeçilemez temasıdır. “Otopsilerde İngiliz ciğerinin ocak bacası gibi, kara ve kurumlu çıktığını bir kitapta okumuştum. Bu fıkra, bana şunu hatırlattı: on sene evvel tozlu Ankara’dan Viyana’ya gidip ciğerlerini röntgene vurduran bir mebusa hekim, fırıncı mısınız diye sormuştu.” (s.27).

O tozlu Ankara, Falih Rıfkı ve koca bir nesil için, bütün bir facialar tarihini sisler perdesi ardından sürekli gösterdiği efsunlu bir zafer şehridir. Bir kendine inanmışlık şehri! Falih Rıfkı’da güzel olan, her türlü tozdan topraktan büyüklük hissesi ve yaşanmış tecrübelere dayanan bir gurur çıkarabilmesidir.

İstanbul da eksik kalmaz tabii. O da Taymis kıyılarında düşünülmüştür çünkü Taymis kıyıları, ne yaparsa yapsın Ankara’dan çok İstanbul’a benzemektedir: “Yeşile koşan Londra’yı gördükçe hep denizi kovan İstanbul’u düşündüm. Bir gün Bebek kıyılarında mavi suyu görmek için asansörlerle beşinci kata çıkacağız. Kara taşta yeşil ot bitiren İngiliz zevki, eski Osmanlı zevkinden başka türlü değildir.” (s.69). Kıyı boyu devam ettikçe, İstanbul da yanı sıra uzayıp gelmeye devam eder: “Uzak Taymis kıyılarını dolaşırken Göksu, Kağıthane, Kurbağalıdere gözümün önüne gelir. Bizim çayırımız İngiliz kırı idi. Hyde Park’ta grup grup piknik sepetleri üzerine çömelen insanlar, Beykoz çayırının cumalarını hatırlatıyor.” (s.69-70). İnsanın, ne hatırlatmıyor ki o da hatırlatmasın diyeceği geliyor! Ve sonra, şu acıklı cümleler: “Bir gün herkes yaratılmış tabiat görmek için Londra’ya gelecektir. Ve öldürülmüş bir tabiatın mezarı üstünde ağlamamak için İstanbul’a seyyah uğramayacaktır.” (s.70).

Bursa da yazılara bir yerinden girer. Hiç beklenmedik bir yerinden hem de. “Yeşil Bursa” çağrışımı üzerinden: “Ve her tarafta ne kadar çok yeşil var: Yeşil kepenk, yeşil pencere, yeşil kapı…Bursa’nın toprak yeşili kadar demir ve tahta yeşili…Bu kapıları görürken, hep haç dönüşü yeşile boyanan eski mahalle evi kapılarını hatırladım.” (s.93).

Derken bir yerde, Bernard Shaw ona Nasreddin Hoca’yı hatırlatacaktır: “Siz Hoca Nasreddin’i belki tanımazsınız. Fakat Bernard Shaw’ı size, Hoca Nasreddin’i İngiliz humour’una takılmış beyaz sakalı diye tasvir edebilirim.” (s.111). Bu iki büyük mizah ustası ona göre aynı soydandır; Malum, Hoca’nın, kendisine kıyametin ne zaman kopacağı sorulduğunda “Ben öldüğüm zaman!” demesi gibi Shaw’a da dünyanın en büyük hadisesinin hangi tarihte ve ne olduğu sorulduğunda kâğıt üzerine doğum tarihi olan 1856’yı yazmıştır. Ne var ki başka başka muhitin insanları oldukları için bazı farklılıklar da söz konusudur: “Shaw ve Hoca Nasreddin bir fikirdedirler. Fakat hoca daha sadedir…Nasreddin Hoca sert ve hürriyetsiz bir muhitte yetiştiği için hakikati, kendini tezyif ederek söylerdi. Barnard Shaw, hakikati sizi tezyif ederek söyler.” (s.112).

Falih Rıfkı, bir dönemin her şeyiyle, mimarisi, sanatı, dili, düşüncesi, yaşama biçimi, mizahı ve dünya görüşüyle kendileşmek isteyen insanların eyleme geçmek için bekleyen büyük enerjisini hissettiren bir kalem olduğu için de önemlidir. Çünkü ona ve onun gibi düşünen dönemin pek çok aydınına göre Batı’yı savaş meydanlarında yenen kahraman bir halk olsak da şehirlerimizin meydanlarında hemen her zaman yenik düşmüşüzdür. Düşünce bizde, eyleme geçemeden buharlaşıp yok olan bir boş uğraş gibidir. Belki de bu yüzden, eyleme geçemeyen düşüncelerimiz kendi içimizde yoğunlaşıp korlaşarak aşırı inançlı bir toplum haline getiren şeydir.

Falih Rıfkı’nın satırlarında ne kadar büyüklük hissi ve gurur hissetsek de her büyüklük ve gururda gizliden gizliye var olan inkisarı ve hali pür melalimizi çok iyi anlatan şu cümlesiyle bitirelim: “Bizim düşüncelerimiz, hayalimizde doğup ihtiyarlayıp ölür.” (s.106).

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

Boğaziçi medeniyeti ve mazideki İstanbul

İstanbul'un güzelliklerini, renklerini, seslerini tüm canlılığıyla kalemine yansıtan yazarların başında gelen Abdülhak Şinasi Hisar, tam bir İstanbul aşığıydı. İstanbul’un mâzide kalan tarihî ve tabiî güzellikleriyle Boğaziçi’nde yaşanan hayatın unutulup gitmesine istemeyen yazar, çocukluğunun geçtiği Rumeli Hisarı, Kanlıca, Çamlıca gibi Boğaz semtlerinin hususiyetlerini ve yaşantısını yazılarında ve romanlarında konu edinmiştir. Geçmiş zamanlarda yaşanan hayatının ahengini ve tadını duyurmaya çalışan Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul ve Boğaziçi Yazıları kitabı, Beyza Ertem ve Nisan Erdem’in editörlüğünde Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın birinci bölümü Hisar’ın 1931-1958 yılları arasında kaleme aldığı İstanbul ve Boğaziçi yazılarının bir derlemesinden, ikinci bölümü zamanında dergilerde yayımlanan ve daha sonra kitaplarına birtakım değişikliklerle alınan yazılarından üçüncü bölümüyse Boğaziçi’ni konu alan dört “Geçmiş Zaman Hikâyesi”nden oluşuyor. Dönemin İstanbul görsellerinin eşlik ettiği İstanbul ve Boğaziçi Yazıları’nda seyretmeye doyamadığı İstanbul’un kendi ruhunda uyandırdığı hisleri, çocukluğuna dair hatıraları ve şehrin kültürel bir miras olarak korunması hususundaki fikirleri okuyucuyla paylaşıyor.

Bir İstanbul muharriri olan Abdülhak Şinasi Hisar, 2 Haziran 1931’de yayımlanan “Edebiyat ve Turizm” başlıklı yazısının açılışını şu cümlelerle yapıyor: “Tabiatı ve manzarası itibarıyla, dünyanın en güzel ve tarihî eserleri itibarıyla en zengin şehirlerinden birinde yaşıyoruz. İstanbul kelimesi insanların başında bir hülya gibi dönüyor.” Medeniyetlere ev sahipliği yapmış İstanbul’un maddeten emsali bulunmayacak kadar güzel, cihanî bir şehir olarak nitelendirmiş tarihin ve tabiatın bıraktığı bu servetin bu mirasın ehemmiyetini yazılarında vurgulamıştır.

Boğaziçi’nin “perili bir diyar” olduğuna inanan Abdülhak Şinasi Hisar’a göre Boğaziçi halis bir Türk eseridir ve Türkler burada İstanbul’dan bile ayrılan Boğaziçi Medeniyeti’ni meydana getirmiştir. Hisar’ın Boğaziçi’ni bir medeniyet olarak kabul etmesinin nedeni Boğaziçi’nin kendine has hususiyetlerinin bulunmasıdır. Türkler Boğaziçi’nde tamamen Boğaziçi’nin tabiî dokusu içerisinde ona uygun bir biçimde yaşamayı öğrenmiş ve tabiatın tüm güzelliklerinden istifade etmişti. Boğaziçi’ni emsalsiz İstanbul’un en güzel parçası olarak nitelendiren Hisar, Boğaz’ın iki yakasını süsleyen yalılara tarihî ve estetik bir gözle bakıyor. Boğaziçi’ndeki yalılar, kasırlar, sahilsaraylar ile bunları korularda tamamlayan köşkleri Türk mimarî dehasının ortaya koyduğu eşsiz güzellikte şaheserler olarak telakki ediyor. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi başta olmak üzere tarihi kaynaklarda ve seyahatnamelerde Boğaziçi’nin Anadolu ve Rumeli kıyılarının tasvir edildiğini buranın son derece mamur ve müreffeh olduğunu belirtiliyor. Boğaziçi gecelerinde helva sohbetleri ve mehtap sefalarının tertip edildiğini, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’in kayıklarıyla Boğaziçi’ne sık sık gezmeye çıktıklarını, Cuma namazlarını için Boğaz camilerinden birini tercih ettiklerini anlatan yazar Boğaziçi’nin yabancılarda da büyük hayranlık uyandırdığını ve ilham kaynağı olduğu şu cümlelerle söylüyor: “Boğaziçi medeniyeti, dediğimiz bu ince ve zarif mucizenin yüksek şahitleri, vefakâr âşıkları, büyük hayranları arasında ecnebiler de vardır. Bunlar Fransız, İngiliz, İtalyan ve Alman seyyahları, müverrihleri, şairleri, hikayecileri, ressamlarıdır ki Boğaziçi’nin güzelliklerini kendi lisanlarıyla seyahatnamelerinde, tarihlerinde, şiirlerinde, hikayelerinde, tablolarında tasvir etmişlerdir.” Boğaziçi’nin birer kalesi birer şahidi olarak nitelendirdiği eski zaman yalılarına dair yazıları da kitapta yer alıyor. Boğaziçi’nin hususiyetlerinin kaybolduğunu yalılarının birer birer yıkıldığı hususî bir âlem olarak nitelendirdiği Boğaziçi medeniyetinin kaybolmaya yüz tuttuğundan dem vuruyor. Bu yalıların mimarisi, tezyinatı ve bahçesiyle benzersiz bir tarihi eser olduğunu, sahil boyunca benzersiz bir manzara sunduğunu bütün maddi ve manevi hususiyetleriyle korunması gerektiği ifade ediyor. Boğaziçi yalıları içinde en eski ve en tarihi olan Anadoluhisarı’ndaki Amcazade Hüseyin Paşa (Köprülüler) Yalısı’nın müstesna bir kıymete sahip olduğu belirterek içinde bulunduğu harap vaziyetten kurtarılmasının elzem olduğu söylüyor. Yazarın, Boğaziçi’nin göz bebeği olan aşı boyalı bu tarihi yalısının tamirinin son derece önemli olduğunu belirttiği yazısından bugüne geçen yarım asırda Amcazade Yalısı’nın hâlâ tamire muhtaç bir vaziyette olması da son derece düşündürücü.

Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi yalılarının canlı birer hüviyeti olduğu belirterek hemen hepsinin kendi köşesinde zaman ve tabiatın şekillerine, renklerine uyarak eski zaman ressamlarının tablolarındaki birer manzara gibi geçmişin hatıralarını sakladığını söylüyor. Medeniyetler tarihi rollerini ikmal edince onların hatıralarının bir muhafaza yani bir müze içine konulması lazım gelir diyen Hisar, tarihi ve mimari kıymeti büyük olan eski yalılardan bir tanesinin Boğaziçi Müzesi olarak açılmasını teklif ediyor. Ona göre bu yalı selamlığıyla, haremiyle, bahçesiyle, mutfağıyla, hamamlığıyla, kayıkhanesiyle, kayığı ile bütün eski zaman eşyası ile avizeleriyle, çubuğuyla, nargilesiyle, sazlarıyla, mangallarıyla, levhalarıyla, çeşmibülbülleriyle bütün bu hususiyetleriyle tam bir Boğaziçi Müzesi, şehir medeniyetimizin en güzel bir numunesini temsil edecektir. Boğaziçi’nin Anadolu kıyılarındaki yalılarını tek tek sayarak Beylerbeyi’ndeki Hasip Paşa Yalısı’nın müze olmaya en uygun yalı olduğu ifade ediyor. Topkapı Sarayı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi Askeri Müze, Deniz Müzesi gibi tarihimizin ve medeniyetimizin en kıymetlilerinden birine namzet olacağını ümit ettiği Boğaziçi Müzesi’nde resim, tarihi vesika, kitap ve etnografya bakımından Boğaziçi’ne dair eserlerin toplanarak korunmasının faydalı olacağını belirterek şunları söylüyor: Gönül istiyor ki, bir Boğaziçi müzesinde yazı, kitap, resim olarak Boğaziçi’ne ait eserler ve vesikalar, Boğaziçi’nin en kutsi hatıraları, ne yazık ki zevale mahkûm güzelliklerinin bütün şahitleri barındırılsın. Müzenin kütüphanesinde, Boğaziçi’ne dair her lisandaki kitapların hepsi ve resim galerilerindeki bütün Boğaziçi tabloları, gravürleri, fotoğrafları reprodüksiyon veya kopya olarak bulundurulsun. Kitaptaki çeşitli yazılarda muharrir, eski İstanbul’un manzaralarından, sularından, kayıklarından sitayişle bahsederken mekânla kurduğu benzersiz edebî ilişkiyi görünür kılıyor. Bununla birlikte Boğaziçi’ndeki yaşamı, yalıların görkemli manzaralarını, gurup vakitlerinin insanda bıraktığı hissiyatı satırlarına yansıyor. Abdülhak Şinasi Hisar, İstanbul ve Boğaziçi Yazıları’nda asırlar içinde meydana gelen Boğaziçi medeniyetinin mehtap geceleri, musiki alemleri, kayıkları, yalıları, köşkleri ile kendine mahsusu yaşantısını ve mazideki İstanbul’u tüm haşmetiyle gözler önüne seriyor.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus