Zaman zaman pandemi günleri aklımıza geliyor ve peşi sıra şu cümle ağzımızdan çıkıyor: Allah bir daha yaşatmasın! Amin elbette ama o zamandan bu zamana bilhassa sosyal ortamlarda insan sağlığı için ne değişti, bilemiyoruz. Her şey aynı, çünkü insanlar aynı. Evlerimizde belki bir nebze daha dikkatliyiz ama dışarıdan mikrobu, virüsü getiren de biziz. Kolonya konusunda sıkıntı yok, bol bol kullanıyoruz. Bir de hayatımıza baharatlar, kuruyemişler daha kuvvetli biçimde girdi. Bağırsak ikinci beyin, dolayısıyla iyi yağlarla beslenmeli: fındık, ceviz, zeytinyağı. Buhurdan yeniden revaçta. İngiliz nanesi, lavanta, limon en sık kullanılan uçucu yağlar. Baharat konusundaysa ağız tadından biraz vazgeçip bağışıklık sistemine yatırım yapıyoruz: sumaklar, kekikler, naneler. Son olarak; mineral ve vitamin desteği konusu zirveye çıkmış durumda. Magnezyum şart ve onun çalışması için d3 k2 de şart, omega 3 olmazsa olmaz, c vitamini vazgeçilmez, probiyotik sen bizim her şeyimizsin. Peki ellerden ne haber? Arada yıkıyor muyuz?
İşin ruh sağlığı tarafından da bahsetmemiz gerekiyor. Ara sıra uzmanların, bazen de meraklıların kullandığı, hatırlattığı kavramlardan biri olan "resilience" iyice geldi çöktü yaşamımıza. Psikolojimiz ne kadar dayanıklı? Bitik durumdaysak nasıl ayağa kalkarız? Düştüysek ne yana doğru yardım çağrısında bulunmalıyız? Hem yabancı hem de yerli bodoslama atladılar okurların üzerine. Elbette çok fayda gördüğümüz, tekrar okumak istediğimiz kitaplar da vardı, yani hepsi bir moda olarak akmadı gözümüzün önünden. Ama sahiden iyi olan kitaplar hep kıyıda köşede durdu. Kimisi az sayfa sayısı, kimisi alengirli ismi, kimisi de yazarının yeterince tanınmıyor oluşuyla silik kaldı. Bunlardan biri de bazılarımızın Spinoza Mucizesi kitabıyla tanıyıp radarına aldığı Frédéric Lenoir. İsmi oldukça iyi seçilmiş: Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak. Çevirmeni de okurun işini her zaman kolaylaştıran ustalardan: Murat Erşen.
Lenoir, hayatta kalmaya çalışırken aynı zamanda olgunlaşmaya da demir atmak gerektiğini düşünüyor. Bu kısa kitabına rehber niteliği kazandırmaya gayret ederken bunu planlamış. Kriz zamanları ansızın geliyor ve insanların markete gidip bisküvi stoklamanın hemen sonrasında düşünmesi gereken onlarca şey oluyor. Bunu yaparken akıl sağlığını, ruh sağlığını korumak, diğer yandan hayatı belirlenen çerçeve içinde sürdürmeye çalışmak hiç kolay değil. Lenoir, bu kadar acı zamanlar yaşamış olmanın pek çok tecrübe kazandırması gerektiğini vurguluyor, elbette haklı. Önemli olan ah vah etmek yerine ya da ederken, yaşanacak bir hayatın olduğunun bilincinde kalmak. Bu şuuru, olabildiğince iyi duygularla, düşüncelerle, eylemlerle beslemek.
İnsanın bu dünyadaki en hayati meselesinin özgürlük mü yoksa güvenlik mi olduğu her tartışılır. Özgürlüğü yakalamadan güvenliği, güvenliği bulmadan özgürlüğü yaşamak güçtür şüphesiz. Frederic Lenoir, güvenliği önceliyor. Spinoza'nın "Her şey, var olma gücüne göre, varlığını sürdürmeye çabalar" sözünü hatırlattıktan sonra, Portekizli nörolog Antonio Damasio'nun da bu sözü teyit eden şu açıklamasını aktarıyor: "Canlı organizma, yaşamın birçok rastlantısına karşı yapılarının ve işlevlerinin tutarlılığını koruyacak şekilde inşa edilmiştir."
Sahiden de günümüzde insan bedeniyle ve ruhuyla ilgilenen -bunları birbirinden ayırmayan- tüm bilim alanları bu noktada birleşmiş gibiler. İnsanın bedeni nasıl yaralarını kendi başına onaracak bir takım çantasına sahipse, ruh da belirli besleyici kanalları bularak kendini belli bir vasatta tutabiliyor. Kendini güvende hissetme bahsinde Lenoir'in yorumu şöyle: "Güvenlik ihtiyaçlarımız karşılandığında, içimizde en derin neşeleri yeşerten gelişme ihtiyaçlarımıza daha fazla odaklanabiliriz: Çiçeklenmekte olan aşkın yarattığı neşe, kendimizi gerçekleştirmemize ve tanınmamıza olanak sağlayan mesleki başarılarımızın verdiği neşe, ilerleme kaydeden ruhumuzun yaratıcı, entelektüel ve ruhsal sevinçleri vb."
Zorluklarla baş etmek için en büyük motivasyon kaynağı ve hareket noktası, zorluklarla baş etmeyi istemektir. "Saldım çayıra Mevlâ'm kayıra", "Su akar yolunu bulur", "Gün ola harman ola" gibi sözler günü kurtarmak için belki bir nebze ferahlık verebilir ama yaşam oldukça sert biçimde bizi beklemektedir. Burada bizi zorluklara karşı dirençli tutacak diğer nokta, sevgi bağlarıdır. Bu bağlar hem insanlara hem de işimize, meşguliyetlerimize doğru yayılmalıdır. Derin travmaları, zorlu depresyonları, aşılmaz kaygıları silip süpüren başlıca mesele, insanın kendisini güzel ve iyi şeylerle meşgul edebilmesi, hayırlı ve nitelikli insanlarla bir araya gelebilmesidir. Aksi yıkıma doğru götürür ve giden aracın frenleri tutmayacak durumdadır. Lenoir burada etimolojik bir atıfta bulunuyor: "Çincede 'kriz' kelimesi bir tehlike, diğeri fırsat anlamına gelen iki ideogramla temsil edilir. Yunancada ise 'kriz' kelimesinin etimolojisi, bir seçim yapma gereğini ifade eder. Her kriz (kişisel ya da kolektif) bizi seçimler yapmaya ve önümüze çıkan yeni fırsatları yakalamaya yöneltmelidir."
Felsefe, edebiyat, psikoloji, tasavvuf ve diğer pek çok alanda karşımıza çıkan, her insanı etkileyen konulardan biri de yaşamın anlamıdır. Bir şeylere anlam vermek, anlam bulup çıkarmak, anlamlı kılmak insan için direncin, uyumun, devam etmenin yoldaşıdır. Pek çok sorunun cevabı, ne kadar anlamlı yaşanıp yaşanmadığında saklıdır: Yaşamayı sürdürmemin sebebi ne? Beni sadece ölüm korkusu mu ayakta tutuyor? Dolu dolu yaşamak için ne yapıyorum? Gerçekleştiremediğim şeyler karşısında ne hissediyorum? Önem verdiğim ve değersiz bulduğum şeyler arasındaki farklar nelerdir? Burada düşünülmesi gereken diğer nokta: Anlam aramak başka, anlam vermek başka. İnsan, anlam arayışı diyerek bir ömrü tüketebilir çünkü neyde anlam bulabileceğini bilmeyebilir. Hatta anlamın ne olduğundan bile bihaber olabilir. Ancak anlam vermek, bir çabanın sonucudur. İnsanın iç dünyasını, iç âlemini, sufilerin deyişiyle cennetini inşa eden bir süreçtir. Sonuç bitişin, süreç devam edişin sembolüdür. Kabul edelim ya da etmeyelim, insan sembollerle yaşar. Semboller, anlam vermenin en önemli arzu ve haz kaynağıdır aynı zamanda. Peki anlam verme içinde en büyük yakıtımız nedir? Lenoir burada inanca işaret ediyor: "Tanrı'ya, ebedi yaşama inanmak ya da manevi bir yola girmek, yaşamak için sebepler verir. Derin bir imana sahip insanlar hayatın karşılarına çıkardığı büyük imtihanlara en iyi dayanabilenlerdir."
İlginçtir ki güvenlik arayışıyla başlayan kitap özgürlük ihtiyacı ve ölümle yüzleşmek gibi konularla sona eriyor. Bu özellikle seçilmiş bir yol mu bilmiyorum ama çok anlamlı olduğu söylenebilir. Gerçek tutsaklığın, zihinsel kurtuluşun yolları iyice çözümlenmeli ve kaçınılmaz istikamet olan ölümün bir son olmadığı iyice bilindiğinde, 'rıza göstermek' gibi kutsal bir farkındalığa kapı açılacaktır. Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak işte bu konuyla sona eriyor: eylemek ve rıza göstermek. Lenoir burada Stoacılığın en önemli temsilcilerinden Seneca, Marcus Aurelius ve Epiktetos'a dikkat kesilmek gerektiğini söylüyor. Dostlarına ve sevenlerine mektuplarını, sohbetlerine bırakmış bu önemli isimlerin kitaplarını da hatırlayalım: Ahlak Mektupları, Kendime Düşünceler ve Enkheiridion. İşte, Epiktetos'un Enkheiridion'da söylediği "İnsanlara eziyet veren, gerçeklik değil, onun hakkındaki yargılarıdır" sözü, 9. yüzyılda yaşamış bir Budist keşiş olan Tilopa'da şöyle karşılık bulmuş: "Seni bağlayan, şeyler değil, senin şeylere olan bağlılığın". 20. yüzyılın önemli mutasavvıflarından Kenan Rifâî ise bir nutk-i şerifinde "Bilgin sana kıymet, talebin neyse, o'sun sen / insanlığı; sade yiyip içmekte mi sandın?" diye sorduktan sonra bizi bir ikaz-nasihat tartısına çeker: "Hâlin neyse, müşteri sen oldun o hâle / noksanı meğer, Adl-i İlahi'de mi sandın?"
Ahenk diyorum, ahenk. İnsanın hem kendisiyle hem başkalarıyla, kainatla olan geçimini kolaylaştıran, huzura erdiren ve daimi ferahlık imkanını sunan o engin duygu. "Bir iklîmin manzarası, mîmârîsi ve halkı arasında hâlis ve tam bir âhenk varsa orada gözlere bir vatan tablosu görünür" diyor Yahya Kemal. Her birimiz birer vatan (âlem) olarak düşünelim ve iç ahengimizi oluşturan meselelerle olan ilişkimizi gözden geçirelim. Onun talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar "Çalışan insan, kendi varlığında hüküm süren bir âhengi bütün kâinâta nakleder" diyerek diğer boyutu da hatırlatıyor. Durarak olmaz, çalışmak ve daima çalışmak. Kendini bitirmeden, her seferinde yeniden başlama hazzını sinede tutarak. Başkalarına da gölge olarak, el tutarak, tutup kaldırarak. Başka türlü hayat, henüz biz yaşarken memat oluverir çünkü. Kitabın yazarı da ahenge vurgu yapıyor: "Hayatta hissettiğimiz mutluluk, dinginlik veya tatmin; dış dünyanın her zaman rasgele gerçekleşen olaylarına değil, iç dünyamızdaki ahenge bağlıdır."
Kriz bitmiyor, umut da bitmiyor. Zor zamanlarda olgun bir tavır sergilemek sadece bizi hayatta tutmuyor, başkalarına da hayat veriyor. Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak, bunu hatırlatan bir kitap...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
SAYFALAR
▼
Yağız hocam öyle bir an geliyor ne ile nasıl başa çıkarız durumunu düşünmeye dâhi yer olmuyor.Dağiliyoruz toplamaya çalışıyoruz fakat saçılma çok olunca derlenmiyor batınımız.
YanıtlaSil❤
YanıtlaSil