SAYFALAR

29 Nisan 2024 Pazartesi

İçimizdeki eril ve dişil parçaları uzlaştırma yolları

"Eğer kişi kendi içinde karşıcinsi yaşıyorsa kendi arka planında yaşıyordur ve kişinin gerçek bireyselliği acı çekmektedir. Bir erkek, erkek olarak yaşamalıdır, bir kadın da kadın olarak. Her iki cinsiyetteki karşıcins unsur, bilinçdışına tehlikeli bir şekilde yakındır."
- Carl Gustav Jung (Feminen)

Son zamanlarda katıldığım en güzel eğitimlerden biri, Dücane Cündioğlu'nun "Bilinçdışı’nın Öyküsü: Freud-Adler-Jung" başlıklı sekiz derslik programıydı. Bu programda en büyük kazanım belki de önyargıyla ya da yüksek hassasiyetle yaklaştığımız konuların, mesela; Freud'un dünya kültürüne katkısı, egonun etkinliğinde dinin ve sanatın konumlanması, Adler'in ve Fromm'un fikirlerinin günümüzdeki etkinliği, şifacılığın kökenleriyle günümüzdeki durumu arasındaki ilişki... Uzun zamandır vakit buldukça özel olarak ilgilendiğim bu tip meselelerde Freud, Jung, Adler, Fromm gibi isimlerin önemli bir yeri var elbette. Ama Jung, diğerlerinden daha başka bir yerde. Ona "yaralı şifacı" denmesinin sebebini irdelemeyi hep çok sevmişimdir. Hakkında yazılanları okumuş, bugün onun fikirlerine ve bakış açısına olan ihtiyacın hakikatini didiklemeyi önemsemişimdir. Es geçmek gibi olmasın, Adler'in de günümüze çok şey söylediğini düşünenlerdenim. İnsanın kendindeki o aşağılık psikolojisini aşması, daha otantik bir şahsiyete ve hatta yaşantıya kavuşması için toplumsallığı çok değerli buluyorum. Elbette ölçüyü ve şimdiki insanın tehlikelerini unutmadan. Söz buraya gelmişken, insanın hem kendisiyle hem de başkalarıyla olan ilişkisinde Sâmiha Ayverdi'nin bir sözünün pürüzsüz bir yol haritası olduğunu düşünüyorum. Yük alayım derken yük olmamak, kendimizi harcamamak, mesafeyi bilmek için. Söz şöyle: "Dert vardır el sürülmezse iyileşir; dert vardır bıçak vurulursa şifâlanır."

Kendi derdimizi bilmek için pek çok alandan yararlanıyoruz, yararlanmak zorundayız. Psikoloji bunun için bizlere devamlı göz kırpıyor. Edebiyat belki de en şaşalı ve vazgeçilmez yerde duruyor. Kimimiz bunların yanına pek çok sanatı (müzik, resim, mimari vb.) ya da felsefe, tasavvuf gibi derinliği kelimelere sığmaz alanları da ekliyoruz. Motora hararet yaptırmadan yol almak en makulü. Bunun için hafif hafif ilerlemek, benimsemek, özümsemek, tecrübelenmek ve tüm bunlardan başka insanların yararlanmasını sağlamak da diğer başka iyileşme biçimleri. Uzun zamandır Jungiyen Psikoloji de dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilgi görüyor. Bu konu üzerine bilhassa batıda yazılmış kitaplar biraz geç de olsa dilimize kazandırılıyor. Geç olsun güç olmasın diyerek Özgür Ertana'yı gönülden tebrik etmemiz gerekiyor. 2022'de Gölgeyle Buluşma'yı, 2023'te Jungiyen Rüya Analizi'ni, 2024'te ise Jungiyen psikolojiye göre kadın ve erkekte erilliği anlatan Yaralı Damat'ı tercüme etti. Yaralı Damat, 1928-2018 yılları arasında yaşamış Jungiyen analist, mitopoetik yazar, şair ve aktivist Marion Woodman'in çalışması. Woodman'in batıda pek çok kitabı ilgi gördü. Ülkemizde ise daha önce Mükemmellik Tutkusu adlı çalışması yayımlanmıştı. Özellikle anima ve animus kavramlarına yoğunlaşan yazar, Jung'un ekolünde önemli bir tutan arketiplerle rüyaları, edebi metinler eşliğinde anlatıyor. Bu okuyucu için çok keyifli olsa da önemli bir temel gerektiriyor. Sadece meraklı bir okur olarak, Yaralı Damat'tan önce Jung'un Maskülen ve Feminen adlı kitaplarının okunmasının, yolculuğu daha da anlamlı ve keyifli hâle getireceğini düşünüyorum.

"Yeni çağın olgun erkek ve kadınları, karşıtların çekiminden ziyade ortak insanlıklarıyla bir araya gelecekler" diyor Woodman. Bu bir araya geliş sürecinde öğrenmemiz gereken pek çok şey bizi bekliyor: Ortak insanlık, cinsel çekimi etkisiz hale getirmiyor. Kadınlarda bulunan yerinde bir erillik, güçlü erkeği cezbedebiliyor. Erkekte bulunan yerinde bir dişillik, güçlü kadınları cezbedebiliyor. Her iki cinsin bedenindeki farklı enerjiler, ruh dünyasında da uyumu yakalayabilmek için mutlaka ve mutlaka geçilmesi gereken bir köprü. Bu köprüden geçilince zannedilmesin ki beden önemini yitiriyor. Kendimizi yeterince tanımadan birbirimizi tanımak ne kadar mümkün değilse, bedenimizle uyum yakalamadıkça bir başkasıyla ruhsal uyum yakalamak da o kadar mümkün değil. Bu çabalar gösterilmediği sürece köklerimize yerleşmiş yerleşik ebeveyn figürleriyle oyalanmaya, onları sürdürmeye ve hatta taklit etmeye devam ediyoruz. 

Marion Woodman, "İnsan ilişkilerinin trajedilerinden biri de bir partnerin diğerinin ruhsal sürecine çoğu zaman saygı göstermemesidir." sözüyle günümüzün en yakıcı ilişki gerçeğine işaret etmiş. Geçenlerde X'te "Namazını kılmayan birinden olur mu konusuna 5 kişi kafa patlattık çok sıkıntılı bi konu siz ne düşünüyorsunuz" şeklinde bir tweet'le karşılaştım. Şu cevabı yazmıştım: İlişkilerde kesinlik yoktur, dinamikler vardır. Sürekli değişir. Belli bir anlam dairesinde uyum yakalamak elbette güzeldir, önemlidir. Saygı esastır, gerisi muammadır. Kaide basit ve bellidir: "Her günah içki gibi sarhoş etseydi, hiçbirimiz ayık gezemezdik.".

Yaralı Damat, geçmişin travmatik anılarını ve aydınlanmalarını birer birer sayfalarına taşırken, hem analist koltuğunda oturanlar hem de meraklılar için çıkış yolları sunmaya da özen gösteriyor. Bu yollar kişiden kişiye değişecektir hiç şüphesiz. Her ilaç herkese aynı dozda verilmediği gibi, insanların ilaç tercih edip etmeyecekleri de bir muamma. Kimileri analizden kaçabilecekleri gibi, kimilerinin sahiden de başka bir güzergah tercih etmesi olağan. "Pek çok sanatçı analizden korkar çünkü analitik süreçte ıstıraplarının kaynağı olan sorunları çözdükten sonra hiçbir şey yaratamayacaklarına inanırlar. Baş edilemeyecek kadar acı veren her şey, kendini ifade etmek için daha az acı veren bir kanal bulur. Bir sanatçı için bu müzik, resim, oyunculuk veya başka herhangi bir yaratıcı ifadedir" diyor Woodman. Mesela Edvard Munch'ün Çığlık tablosuna bakınca, yaşadığı çılgın baş ağrılarını görmemek mümkün değil. Louis Wain, kansere yakalanan eşini biraz olsun güldürmek için unutulmaz kedi resimleri yapmıştır. Francisco Goya kendini hapsettiği dünyasında bize muhteşem gölge resimleri bırakmıştır "bak bana, gör kendini" dercesine...

Yakın çevremizde sık karşılaşırız. Ne yapacağına bir türlü karar veremeyen insanlar vardır. Spora giderler, konser kaçırmazlar, derneklere yazılırlar, kamplara koşarlar. Asla içe dönüp kendileriyle kalmak ve "Ben ne yapıyorum? Ne istiyorum?" diye sormak istemedikleri için oradan oraya savrulurlar. Netice: anlam ve üretimden uzak, sermayeyi tüketmeye dayalı bir ömür. Bir yerde elbette patlak veriyor bu tip yaşamlar. Jungcu psikanalist James Hollis'in "Yaşamın ikinci yarısı" dediği yer burası. "Doğal olarak içine bakmaktan yoksun bir insan, yansımadan oluşan bir dünyada yaşamaya mahkumdur ve şaşılmaması gerekir ki kendi fantezisinin ve en kötü korkularının yansımasını bulacaktır." diyor Hollis. Tam burada, son zamanlarda yorumlarını ilgiyle takip ettiğim psikolog Şule Öncü'nün yazdıklarını aktarmak isterim: "Neden 40’ından sonra iş de yetmiyor tatil de, çocuk da yetmiyor ilişki de, eğlence de kesmiyor aylaklık da? Mesele değişiyor çünkü. 20-40 yaş arasında merkezi meseleler; tutunmak, ait olmak, yakın ilişki kurmak. 40’ından sonra ise yaratmak ve üretmek merkezi meselen olur. Sevdiğin, yaşam tarzı haline getirebildiğin bir işin yoksa, huzursuz eden bir boşluk duygusu iter arkandan. İçinde “Bir şeyler yap! Sana özgü bir şeyler yap!” diyen ses rüzgârın olur. Doğru yelken açabilirsen yaratıcılığa, üretkenliğe ve yaşam tatminine doğru yol alırsın. Açamazsan canlılığını yitirmiş bir durağanlığa, tembel, hevessiz, acılaşmış bir tatminsizliğe sürüklenirsin."

Marion Woodman, yaşadığımız dünyadaki ruh parçalanmalarını mitolojiden rüya analizlerine, edebiyattan şahsi hikâyelere kadar pek çok alandan yararlanarak çözümlüyor. Birbirini örseleyen ilişkilerin insanları nasıl bir çıkmaza soktuğunu anlatırken, gerçeklerden asla kopmuyor: "Kadife kaplı zincirler içinde uyuyoruz. Hür olma özgürlüğümüz var ama korkağız ve uçmaktan korkuyoruz. Hapishanelerimizden koşarak çıkmak yerine, alkol, uyuşturucu ya da kendi felç türümüze uyan başka bir zehir kullanıyoruz. Ruhlarımıza tecavüz ediyoruz. Hayal gücümüzü öldürüyoruz. Sonra da 'bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yok' diyerek geri çekiliyoruz." sözleri, her şeyin sonu gibi görünse de aslında başı. Bir çıkış yolu bulabilmek için Jungiyen psikoloji bize göz kırpıyor. Özgür Ertana'nın son derece akıcı ve özenli tercümesiyle artık elimizde bulunan Yaralı Damat, içimizdeki eril ve dişil parçaların yerine oturması için sıra dışı bir 'iç çalışma' kitabı...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder