SAYFALAR

4 Mart 2024 Pazartesi

Her şey eskir, sadece anılar ve hatıralar taze kalır

Sakine Akça, o üç evlat sahibi bir diş hekimi. 2005 yılında Elveda Ankara adıyla bir anı kitabı yayımlanmış. Anı deyip geçmemek lazım, her anıda yazan kadar o yazıya konu olanların da anıları vardır. Sakine Hanım’ın ömür yürüyüşüne işaret taşları bırakmak için yazdığı o kadar belli ki… Ne kadar kitabında yer vermemiş olsa da başka kitapları da var. Yakın zamanda fırından yeni çıkmış gibi dumanı üstünde bir kitabı daha çıktı Sakine Hanım’ın. Sağ olsun, zahmet etmiş, çıkan yeni kitabını bana da göndermiş. Bu seferki kitap Delioba isimli bir Nehir Söyleşi. Aslında nehir yerine dağ deseniz de yanlış olmaz. Kitap, geçtiğimiz pandemi sürecinde yazarımızın Beybes Mahallesi’ndeki bahçelerinde akşamları eşi Süleyman Bey (Op. Dr. Süleyman Akça) ile yaptığı uzun sohbetlerden oluşuyor. Nehir söyleşinin soru ve cevapları dünden bugüne akarak hatıra denizine dökülüyor. Boşuna söylememiş şair “Hatırada kalan şey değişmez ki zamanla” diye. Her şey değişir ve eskir, sadece anılar ve hatıralar ilk günkü gibi taze kalır. Hatta hatıraların anlatıldıkça demlenen ve tazelenen bir tarafı bile vardır. Delioba söyleşilerinde dikkatli bir okur, bu tazelenme ve yenilenmeyi görmekte zorlanmayacaktır.

Söyleşinin ilk bölümü Süleyman Bey’in doğmadan evvelki köydeki yaşamla ilgili. Köy insanları hayvanları doyurmak için saman yetmediğinden eldivensiz diken toplarlar ya da civar köylerde patates karşılığında saman alırlarmış. Ot samanı diye bir şey varmış. Sonra geven diye, efek diye, dürme diye, çiçekli yonca diye, pür diye bir şeyler varmış. Çöp biriktirme sistemi ile birlikte gelen hak hukuk gözetme ve helalleşme kültürü de önemli bir bahis. Anadolu yayla kültürünü bilmeden ne böyle incelikli sorular sorulabilir ne de böylesine esaslı ve detaylı cevaplar. Altı yedi tane yayladan bahsediyor Süleyman Bey. Çocukluk böyle bir şey, yaylada iken köy özlenir, köyde iken yayla. Yayladan benim gibi uzaklara düşenlere kala kala Çiğdem balta, şipleme, tirki, okka tas ve dilmence kalıyor. Oba günlerini okurken en çok şiplemenin lezzetini merak ediyorum. Muhtemelen bu kelime, damağımda denenmemiş gizli bir tat olarak öyle kalacaktır.

Hazır yayladan söz açmışken şu belenlere de uğramadan geçmeyelim. İki tane belen varmış yaylada. Biri “Yelli Belen”, bu sivri bir tepenin başıdır. Yüksek ve rüzgârlı olduğu için bu adı almıştır. İkincisi ise “Köy Beleni” denilen dik yamaçlı küçük tepelerdir. Davar sağma zamanı sabahleyin genç kızlar evin yanında toplanıp tentene örerlerken bir yandan da türkü mırıldanırmış. Belli ki tentene bir nakış türü, üçbüllü dedikleri ise şu bizim uğur böceğimiz. Konya’nın köylü kızları hangi türküleri mırıldanır diye aklımdan geçmedi değil. Onu da öğrenmiş olduk: “Çaya iner ağlarım / Gülü deste bağlarım / Birini kendim için / Birini yâre yolladım”.

Süleyman Bey’in çocuklukta yitme hadiselerini okurken öyle üç kez değil, ama bir kez daha dört-beş yaşında iken bir düğünde uyuya kalıp uyandığımda hiç kimseyi karşımda göremeyince duyduğum korku ve yalnızlık duygusunun ardından uzun uzun ağlayıp gözyaşı döktüğüm an geldi aklıma. Şimdi yaşadığım hayata bakıyorum da her günümün kayıp olduğu ne kadar belli.

Bazı şeylerin sorulunca söylenen sınıfına dâhil olduğuna artık iyice inanmaya başladım. Çığır kelimesinin anlamını yoksa ben başka türlü nasıl öğrenecektim? Çığır kelimesi meğerse keçilerin beslenmesi için ağıldan lâdin ağaçlarının olduğu yere kadar açılan yola verilen isimmiş. Bunu öğrendiğimde gerçek anlamda hiç çığır açmadığımı anlamış oldum.

Delioba kitabında en merak ettiğim bölümlerden biri de “Hadim’de çocuk olmak” başlığıyla verilen yöresel ve geleneksel çocuk oyunlarıydı. Bu oyunlar eminim benim gibi birçoğunuzun içindeki çocuğu uyandıracağı gibi çocuk oyunlarını da harekete geçirecektir. İşte bu oyunlar: Kazık oyunu, çivileme, kayma, oba kapısı ile kayma, sopacı-davacı oyunu, çelik çomak oyunu, bez top, söğütten düdük-borazan yapma, çamur araba, tel çember çevirme, don simit, kale oyunu, kâğıttan uçurtma ve kuş imalatı, mazı oyunu (misket), fırlangaç, mınık, gıncırlak, mendil kapmaca… Bu oyunların büyük kısmı benim çocukluğumun oyunu. Eksiği var, fazlası yok. “Reis, topuz, davacı” oyunu “sopacı-davacı” diye değişmiş sadece.

Delioba kitabını bir dağı tırmanır gibi değil, daha çok bir yaylayı dolaşır gibi bazen de bir dağdan aşağıya iner gibi okudum. Yoksa ben nereden bilecektim Tıkır Hüseyin’i, geleneksel ihtiyaçlardan gazı, tuzu ve bezi, Yörük Ebe’yi, Habip Amca’yı, Musluk mevkiini, Alanya’nın Gevne Yaylası’nı, Osman ve Ezel öğretmeni, altmış ihtilalini ajanstan dinlemeyi, Şakir Amca’yı ve kızı Hülya’yı, Hâdimî Hazretleri’ni, Abdül Ezel Paşa’yı, İhsan Toprak Hoca’yı ve Sarayönü Çeşmelisebil’den Sami Ceran’ı...

Bir ömrü gezmek diye bir şey var ve bir ömre tanıklık diye bir şey… Her ikisini de Delioba kitabında buluyoruz. Nehir söyleşisi, 220. sayfada sona eriyor ama şükür ki nehir akışını sürdürüyor...

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder