SAYFALAR

4 Aralık 2023 Pazartesi

Bir tevhid meselesi: Filistin

Kudüs, biz Müslümanların ilk kıblesi olması dolayısıyla bir tevhid merkezidir. Fahr-i Kainat Efendimizin Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi sebebiyle de miracın şahidi konumundadır. Diğer yandan, Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta da kutsal sayılmış, asırlar boyunca pek çok inanıştan halkı bünyesinde himaye etmiştir. Osmanlı dönemi boyunca ilimden ticarete dek canlılığını korumuş, şehrin kaderinden olsa gerek pek çok mimari faaliyete ev sahipliği etmiştir. Memlükler ve Osmanlılar döneminde inşa edilen camiler, tekkeler, ribatlar, hankahlar, çarşılar; şehrin ekonomik ve sosyal hayatının can damarı olmuştur.

Kudüs’ün bilhassa Kanûnî Sultan Süleyman döneminde altın çağı yaşadığı söylenir. Sayısız inşanın yanı sıra vakıflar ve imarethaneler yoluyla da Kudüs oldukça renkli bir şehir hüviyeti kazanmıştır. Âkif Emre merhum bu hüviyeti şöyle yorumlar: “Modern zamanların siyasal projeleri işin içine girene kadar bütünlük oluşturan bir ahenkti Kudüs.

1917, Kudüs’ün tabiri caizse kaderinin değiştiği bir tarihtir. Balfour Deklarasyonu’yla birlikte İngiltere, Yahudilerin bu bölgede siyasi bir varlık kurmalarının gerekliliğine işaret etmiş, bunu sonuna kadar destekleyeceklerini de dile getirmişlerdir. Yaklaşık bir ay sonra bölgeye giren İngiliz askerleri, bundan sonra hiç dinmeyecek fırtınanın da habercisi olmuştur. Artık ne Filistin, Filistin gibi kalmış, ne de Kudüs, Kudüs gibi durmuştur. Tarihte gerçekleşmiş Haçlı Seferi’yle bir müddet kesintiye uğrayan Müslüman hakimiyeti, 1917 itibariyle yerini derin bir kaosa, karmaşaya ve giderek katliamlara bırakmıştır. 1917-1920 yılları arasında İngiliz askerî yönetiminin her şeyi baştan aşağı değiştirmeye çalıştığı yıllardır. Bu tarihlerde gerçekleşen büyük Yahudi göçleri, daha sonra gerçekleşecek hadiselerin de bir habercisi gibidir. Özellikle 1920’den 1936’ya kadar Kudüs’te huzura dair hiçbir şey kalmamış, sık sık silahlı eylemler yapılmıştır. 1948’deki Arap-İsrail savaşında Kudüs şehri doğu ve batı olarak ikiye bölünmüş, şehrin maddi ve manevi mirası talan edilmiştir. Bu tarihte şehirdeki Arap nüfusu 60.000 olmasına karşın Yahudi nüfusu 100.000’dir. 1967’de Yahudi nüfusu 200.000’e ulaşmıştır. Zira Arap-İsrail savaşında şehri bütünüyle işgal eden Yahudilerin en büyük ve bitmeyen planı, şehrin her köşesini Yahudileştirmektir. Bundan elbette sosyal ve ticari yaşam da nasibini alacak, Müslümanlar darbe üstüne darbe yiyecektir. Tüm bunlar yaşanırken Birleşmiş Milletler’in kınamaları, karşı çıkmaları, dünyanın çeşitli ülkelerinin sönük çıkışları da tarihin utanç sayfalarında yerini almıştır. Tıpkı vaktiyle Bosna’da gerçekleşenler gibi.

Bugün haritaya bakıldığında Filistin diye bir memleketin varlığının yalnızca kâğıt üzerinde olduğu net biçimde görülür. Zira İsrail, 1960’ların sonundan itibaren işlettiği korkunç politikalarla şehirde -burayı yüksek sesle ve her zaman dile getirmeliyiz- bir soykırım gerçekleştirmiştir. Şehirdeki tarihi yapıların yıkılması, Arapların gayrimenkullerine Yahudilerin el koyması, kadın-çocuk-ihtiyar demeden Filistinlilerin katledilmesi, nihayet şehirdeki Arap nüfusunu olabildiğince azaltmıştır. Ne acı ki Filistin’de yaşanan kayıpların yanında Yahudiler ve İngilizler tarafından hep öne sürülen Arap göçleri, devede kulaktır. Gelelim günümüze…

Artık karşımızda insanlık düşmanı, haysiyet yoksunu, şeytanı şaşırtacak kadar hain, katil oluşu herkes tarafından kabul görmüş bir İsrail gerçeği var. Bu gerçek öyle bir kerede ortaya çıkmış da değil. Adım adım, planlanmış bir şekilde oldu her şey. Başta biz Türkler olmak üzere zaman zaman gerçekleştirilen protestolar elbette önemliydi. Ama fiziki bir “işte buradayız!” duruşu olmadığı sürece, Yahudilerin işgalinin giderek artacağı da başka bir gerçekti. Bugün artık ‘ama’ların gölgesi altındayız. Ama dünya sistemi, ama politik manevralar, ama ekonomik kaygılar, ama hayatın gerçekleri. Oysa ama’dan sonrasının bir önemi kalmıyor. İki elimizi açıp Allah’tan af ve merhamet dilemekten başka ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. Katili kınamakla bir yere varamayacağımızı, katilin ancak ve ancak cezalandırılarak bir yere varılacağını hepimiz biliyoruz. Ama uluslararası mahkemelerin “biraz ilginç” çalıştığını da sürekli görüyoruz. Artık şaşırmadığımız bir tuhaflık da şu: Değişik yaratık türleri var. Bunlardan en korkunç olanı, Müslümanların başına asla bir felaket gelmediğine inanan ve toplumu da buna inandırmaya çabalayan tür. Her şey Müslümanların başının altından çıkıyor onlara göre. Balkanlarda, Anadolu'da, Ortadoğu'da... Ve bunların mesleği de gazetecilik. Oysa düşünce sistemleri de davranışları da yalnızca rezillik. Başkası adına utanmak nedir, gün geçtikçe daha çok yaşıyoruz.

Takkeyi önümüze koyalım. Allah süt verir, sütlacı siz yaparsınız. Allah size sütlaç vermez yani. İster ki yarattığı kul aklını kullansın, çalışsın ve netice alsın. Sonra da tüm bunları yapabildiği için şükretsin. Biz şu anda gökten sütlaç bekliyoruz. Henüz aklımızı kullanma aşamasına geçemedik. Maalesef. Şu dakikadan sonra yapılması gerekenler o kadar ağır ve zor ki, tevhidle aramıza giren mesafenin cezasını çekiyoruz. Müslümanlar olarak ehl-i tevhid olamadık, ehl-i tevhidden ders almaya talip olmadık, bize bırakılmış en kıymetli mirasın tevhid bilinci olduğunu kavrayamadık. Haliyle birbirimizden de uzaklaştık. Hem de bir daha asla eskisi gibi yakın olamayacağımız kadar. "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar” diye yazmıştı şair. Ruhumuzdaki ağırlığı bir dize ancak bu kadar kuvvetli taşıyabilir tüm zamanlara.

Hangi filmdendi hatırlamıyorum ama gerçekliği gün geçtikçe daha da ortaya çıkıyoran bir replik var: İnsanların acılarını anlayamazsın. Sadece öldüklerini anlayabilirsin. Kim bunun tersini söyleyebilir? Kim bu hakikati inkâr edebilir? İşte tevhidin önemi de burada aslında. Müslümanları birbiriyle bütün eden, hepsini aynı cephede, safta, kubbede buluşturan tevhid, bir başkasını anlayabilmenin, bir başkasıyla dost ve yâr olabilmenin gereğiydi. Şurasını haykırarak söylemek gerekir: Tevhid bayrağı yeniden dirilmedikçe, bir Filistin’den söz etmek mümkün olmayacak. Filistin’in dirilişi için tevhidin dirilişi de gerekli. Dolayısıyla Filistin’in siyasi, politik, ekonomik, dini bir boyutundan söz edeceksek, bunları kendimize dert edineceksek, önceliğimiz daima ve daima tevhid olmalı. Kabuktan öze geçmenin yegâne planı tevhid. Eğer ortak bir meselemiz varsa, bu meselemiz Filistin ve Kudüs ise, yani derdimiz sahiden de “ortak olmak” ise hani tevhid nerede?

İslâm Deklarasyonu kitabında Aliya İzzetbegoviç, çok önemli bir hatırlatmada bulunmuştu. Kudüs, sadece Filistin’in ve Arapların bir meselesi değil, yeryüzündeki bütün Müslümanların bir meselesidir demişti. Bu meseledeki tevhid boyutunu, tevhide olan ihtiyacımızı ise şöyle belirtmişti: İsrail, Filistin’de ve Kudüs’te yaptığı tüm eylemlerle aslında dünya Müslümanlarını tahrik etmektedir. Orada yapılan tüm hücumlar ve planlar, Müslümanlara yönelik birer hücum ve plandır.

Peki kopma nerede gerçekleşti? Onu da İz’ler kitabında merhum Âkif Emre, bir Filistinlinin ağzından şöyle aktarmıştı: “Çok acı çektik. Türkler buradan gittiğinden beri Filistin huzur görmedi. Aslında bizim çektiklerimiz Şerif Hüseyin'in halifeye isyanının bedelinden başka bir şey değildir… Türkler tekrar buralara gelmeden bizim ağız tadını bulmamız zor.

Yazımı, Âkif Emre’nin başka bir kıymetli kitabı olan Çizgisiz Defter’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Kudüs, Müslüman bilincin sürekli diri tutması gereken bir emanettir. Hatta yeryüzünde varlık iddiasını sürdürmesinin göstergesi... Kudüs'ün tutsaklığı aslında İslam dünyasının bedenen ve zihnen rehin alınışını hatırlatmalı. Bu acı gerçek kavranmadan yeni Selahaddinlerin çıkışını beklemenin de Selahaddin tipinin çağımızdaki örneklerini yetiştirmenin de imkânı kalmayacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder