SAYFALAR

13 Ocak 2023 Cuma

Bilinenden kurtulmak veya nefsi dizginlemek

İnsan bildiğinden, emin olduğundan, güvendiğinden sınanır; yani kendinden. Bu hayat boyu böyle süreceği için eskiler "Hâk ol ki Hudâ mertebeni âlî eyleye" demişler. Yani, toprak gibi tevazu sahibi ol, dereceni Hakk yükseltsin. Kuşadalı'nın "Gör geç, belle geç, durma geç" deyişinde de bu hakikat gizli. Üzerinde durduğumuz ve sahiplendiğimiz her bilgi kadar, yine üzerinde durduğumuz, eşelediğimiz, takıntı hâline getirdiğimiz duygu ve düşünceler de bizi ele geçiriyor. Hiç farkında olmadan kendimize tabular, putlar inşa ediyoruz. Sonra bu tabuları yok etmeye, putları yıkmak için ömür tüketiyoruz.

Bildiğini düşünen insanın büyük yanılgıları, sosyal medyada en çok ilgi çeken post’ları ve tweet’leri oluşturuyor. Herkes birbirine nasıl olması gerektiğini söylüyor. Şöyle olursak böyle olur, böyle olursak şöyle yaparız, öylece yaşarız, insan daha güzel olur, hayat daha yaşanılır olur. Kim belirliyor böyle olacağını ve bu kesinlik neden? Birkaç kişisel gelişim ve psikoloji kitabı okuyup, akşamları önümüze gelen meyve tabağının dibini sıyırırken yaptığımız yorumlar, kâinatın yumaklarını çözmeye kâfi mi? Bu yumakların ne yandan geleceğini ve bizden neler götüreceğini bilmiyoruz. Buna rağmen geçmişteki bildiklerimiz, o büyük putlar, bizi hikmetli sözler söylemeye götürüyor. Hepimiz bunu yapıyoruz. En iyi duygularla bile kaleme aldığımız cümleler içinde yargı var. Başkalarına, sırf bizim gibi düşünmedikleri ve bizim gibi olmadıkları için saldırıyoruz, bunu da olabildiğince nazik yapıyoruz. Nezaketin bu anlamda insan varlığına kasteden bir tarafı vardır. Bilmişlik ve nezaket yan yana yürümez, bilgelik ve nezaket ise iki yoldaştır. Bizler bilge olmadan, bilgeymiş gibi yaparak, kendimizi marifetin serin gölgesine dayanıyoruz. Halbuki marifetin serin bir gölgesi de yok. Bilgiye çok fazla ihtiyaç duymakla daha fazla sevmek arasında bir bağlantı var. Daha çok öğrenenin, daha fazla sevmesi gerekiyor. Bizde ne hikmetse bilgi, nefreti ve yargıyı beraberinde getiriyor.

Jiddu Krishnamurti, özgür zihnin ne olduğunu anlatıyor Bilinenden Kurtulmak adlı kitabında. Özgür zihin, bilgiyle her tanıştığı anda büyülenen hatta ürperen bir zihin. Çünkü geçmişte girmek zorunda kaldığı yollarla, saplandığı bataklıklarla vedalaşmış biri. Onun umudu zaman değil, an. Çünkü reddediyor maskeleri, illüzyonları, plastik müfredatları. Her şeyi olduğu hâliyle bilmek, gerçeğiyle yaşamak istiyor. Eşyanın hakikatine susamış gibi gayret ediyor, bu gayretinde bir alışveriş gözetmiyor. Vaktiyle Üsküdar’da bir şeyh efendi, yeni taliplerinden birine Allah demeyi yasaklamış. Talip, yeni bir yola girmenin verdiği huzuru yaşayacakken bu yasakla beraber yanmaya başlamış. “Ya hu, yıllarca bir yola girmek için bekledik, şimdi mürşidimize kavuştuk ama o da bize Allah demeyi yasakladı” diye tekkede içli içli söyleniyormuş. Efendi bunun farkında ama biraz beklemiş. İstemiş ki iyice yansın talip, öyle gelsin, diz çöksün. Çünkü efendi farkında, talibin içinde kaskatı kesilmiş isyanın. “Her şeyi biliyorum” isyanının. Velhasıl, “gel” demiş talibine ve bu yasağın sırrını söylemiş: “Evladım sen kafanda bir put yaratmışsın, ona Allah diyorsun. O iş öyle değil.

O iş öyle değil. Eskiler, bilmeden bulunmayacağını özellikle işaret etmişler. Oysa bizim aklımız önce bulmaya sonra bilmeye odaklıdır. Bilen bulur, bulan da gayretinde sadık ve samimi ise mutlaka olur. Olanlardan olur. Bu da ancak ölmekle mümkündür. Nefsin terbiyesi, tasavvuf geleneğinde ölmeden evvel ölmek sırrına kavuşmakla mümkündür. Henüz bu ölümü gerçekleştirmeden ipuçları sunarak, öğütler vererek kişi en önce kendini kandırmış olur. Ne demişler? Bilenler söylemez, söyleyenler bilmez. Bizler henüz konuşmanın, hatta söylenmenin makamındayız, eğer orası bir makamsa. Söyleniyoruz, yani şikâyet ediyoruz. Şimdiye kadar bizde kalıplaşmış olan bilgiler karmaşasının, hayat yumağını çözeceğine inanıyoruz. Derken Kadir-i Mutlak, yani tek ben olan, esas ben, bakıyor ki yarattığı sürekli ben diyor. Ben yaptım, ben hallettim, ben çözdüm, ben söyledim. Madem öyle, haydi bakalım göster kendini, kulum ben olmaya pek meraklı ise dalsın şu kahır deryasında dolansın biraz. Eğer biraz hakikatle hemhal olmaya çabalıyorsa kul, ne yapıyor? Gaza geliyor amiyane tabirle. Hatta kahrın da hoş, lütfun da hoş diyor. Gerçekten hoş mu, yoksa bundan bir hikâye yaratıp insanlara sunmak için mi bu sözü dilimize doluyoruz? Kahırlara ne kadar sabrımız var bizim? Sabah ekmek almaya giderken başlamıyor mu şikayetlerimiz? Güneşin defteri kapanıp da akşam sayfası açıldığında, eve dönerken suratımız adaleti, merhameti, şefkati aramıyor mu esas anlamlarına uzak sınırlarda gezinirken? Dervişi imtihanlar yormuş. Varmış mürşidine. Sözü "aman efendim eyvallah diyoruz, kahrın da hoş lutfun da hoş diyoruz" diye bağlamış biraz da taltif bekleyerek. Efendi Baba dayanamamış: "Aman oğlum sen lutfun da hoş lutfun da hoş de. Kahrı öyle çocuk oyuncağı değildir."

Bunların yanı sıra bir de uyumlu olma diye bir dert çıktı başımıza. İlle de birilerine uyumlu olmak zorundayız. Bir kategoriye dahil edilmediğiniz sürece, önemsenmeyecek ve sevilmeyeceksiniz. Aykırısınız çünkü ve marjinalsiniz. Siz diyor Krishnamurti, kendinizi topluma ve dünyaya uyum sağlamak zorunda hissediyorsunuz. Çünkü böyle olursanız sizi sağlıklı ve normal olarak kabul edecekler. Oysa derinlemesine hasta bir topluma uyum sağlamak bir sağlık ölçütü değildir. Çevrenizdeki asıl hastalıkları görmüyorsunuz çünkü zihninizi özgür bırakmıyorsunuz. Birini severken bile seviyorum demek için seviyorsunuz, her şeyde olduğu gibi sevgiyi de kendiniz için istiyorsunuz diyor. Bu ifadeler, “Aramakla bulunmaz, bulanlar ancak arayanlardır” sözünü yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Bu kadim sözü belki başka bir yazıda didiklemeye çalışırız ancak Krishnamurti evvela aramayı bırakmalı diyerek, arama eylemine gereğinden fazla anlam, hatta kutsallık yüklendiğini belirtiyor. Aramaktan ziyade anlamanın üzerinde durmalı: "Yaşamın bütününü anlamanız gerek, sadece küçük bir parçasını değil. İşte bu yüzden okumak zorundasınız, bu yüzden gökyüzüne bakmak zorundasınız, şarkı söylemek, şiirler yazmak, acı çekmek ve anlamak zorundasınız; tüm bunlar hayattır.". Sonrasında yola kendinden çıkmalı, başkalarıyla kıyaslamalar yaparak ya da başkalarını yargılayarak değil: "Bir Tanrının ya da hakikatin ya da gerçekliğin -ya da her ne derseniz- olup olmadığı sorusu kitaplar, rahipler, filozoflar ya da kurtarıcılar tarafından asla cevaplanamaz. Sizden başka hiç kimse ve hiçbir şey bu soruyu cevaplayamaz, işte bu yüzden kendinizi tanımanız gereklidir. Toyluk ancak kendinden tamamen bihaber olmaktan doğar. Kendini anlamak bilgeliğin başlangıcıdır."

Bilinenden kurtulmakla nefsini dizginlemek arasında çok güzel irtibatlar var. Krishnamurti’nin kitabı sadece bunu hatırlatmasıyla bile çok değerli. Hep geçmişin yüklerinden kurtulma üzerinde duruluyor, doğrudur. Geleceğin de yüklerinden kurtulmalı. Ne olacağını bilmektense, O’nun çaresiz bırakmayacağını bilmek, şu zamanda en güzel reçetelerdendir. Yapan da çatan da O’dur. O’dur tek bilen ve bilinmesi gereken.

Yağız Gönüler 

1 yorum: