SAYFALAR

23 Ağustos 2022 Salı

Bir insan ne kadar tanınabilir?

Sûfiler "ilk hâtır"ın ehemmiyetine dikkat çekerler. Akla ilk düşen, gözün ilk gördüğü, kalbin ilk sezdiği, iç ve dış duyuların ilk hissettiği şey önemlidir ve ona itibar edilmelidir. Çünkü tabiî, müdahalesiz ve sansürsüzdür... Sonra akıl, zekâ, nefis, hesap kitap devreye girer ve işler değişir, dönüşür..." diye tanımlıyor ilk hâtrı İsmail KaraDağ Ne Kadar Yüce Olsa adlı kitabının “Dost Bir Göze Âşinalık Dedikleri” kısmında. “İfade-i Meram” ile Dağ Ne Kadar Yüce Olsa kitabının bir devam kitabı olduğunu öğreniyoruz. Sözü Dilde Hayali Gözde'de 22 isim var imiş, hatıralara ve denemelere konu olan, bir bakıma ahde vefa gösterilen, hatırası yaşatılmak istenen. İsmail Kara Hoca eserin hemen başında yazmayı bir görev olarak gördüğünü ve bu sebeple yazdığını söylese de yazdıkları; bir bakıma gün olur asra bedel hikayesinden kalanlar, bir bakıma kendince musahabe ve muhasebenin, kendiyle dertleşmenin, kendine anlatmanın, şimdiden an’dan kurtulup geçmişe kanatlanmanın vesilesidir desek meramımızı daha sarih ifade etmiş oluruz. 2005 yılında ilk baskısını yapan portre ve tarihe bırakılan hatıraların ikincisi için 15 yıla yakın bir süre bekledik okurlar olarak. Beklenilen 15 sene sonra, beklemeye değmiş 15 sene sonra; bakalım misafirlerimiz kim, güzergâhımız nereler ve konularımız neler? Devam kitabı yönünden değerlendirilebilecek esas mesele acaba 15 sene içerisinde Türkiye’de değişen nedir?

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa'da 12 misafiri var okurun ve misafirler içerisinde bilge mimar Turgut Cansever, Ayşe Şasa, Bekir Topaloğlu, Orhan Okay gibi tanınan ve bilinen hocaların yanında, İsmail Kara Hocanın merhum annesi ve babası, Dergâh Yayınları'nın hikayesinde önemli bir yeri olan Cahit Çollak beyefendi, bu yazının yazarının hemşehrisi Abdullah Kucur gibi isimler bulunmaktadır. Aslında hatırat/deneme olarak kaleme alınan yazılar içerisinde sadece bu 11 isim değil, bunların etrafında yolu kesişen, muhabbet halkasına dahil olan isimler de hafızasından geçiyor okurun ve yolculuğa dahil oluyor okur. Kitabın her bölümüyle farklı bir coğrafya içerisinde gezintiye çıkan okur, anılan kişinin mevkii ve meşguliyetiyle farklı bir ortamın havasını teneffüs ediyor. Bazı isimler yönünden çok samimi, sıcak ve içten hatta özel denilebilecek nitelikte duygu ve his yönünden satırlara sığmayan sadırdan gelen bir anlatım varken, bazı isimler yönünden bir meselenin tartışılması ve gözden geçirilmesi ile mesele etrafında şekillenen bir okuma ve muahezenin yer aldığı görülüyor.

İfade-i meram girişinde kitabın yazılışı ve portre okumasının özeti verilmiş ve okuru neyin beklediği ve kitabın kısa bir özeti ifade edilmiştir: “Hatırat ve portreler üzerinden bir bakıma başkalarının/öncekilerinin intiba, tesbit ve tanımalarını, zorlu ve/ya zevkli hareketlerini kendi tecrübelerimize katarak birlikte yaşadığımız inşaları, kendimizi daha vasıflı bir şekilde ve bütün kuvvet ve zaaflarımızla anlayabilir, bu yolla anlayış ve insanlığımızı yükseltebiliriz. Bunların üzerinde, bunların da sayesinde insanı/insanımızı tanımak, safları sıklaştırmak yahut iniş çıkışlı yollarda nasıl mesafe kat edeceğimize dair tutamaklar yakalamak daha bir imkan dahiline girebilir.” Portre okumaları sadece edebi anlamda, yahut bir hatırlama ile sınırlı kalmayacak nitelikte bir dönem ve devir okuması da sayılabilecek ve yaşanılan toprakların tarihine ışık tutulabilecek, yaşanılan toprakların örf ve adetleri okunabilecek, yaşanılan toprakların hikayesi ele alınacak çok yönlü bir okumaya davetle birlikte, okumanın ders niteliğinde olması da amaçlanmıştır. İfade-i meramın kapanışı ve portre okumalarına girişin hemen öncesinde de İsmail Kara Hoca tarafından küçük ve mühim bir not düşülmüştür: “Geçmiş tekrarlanmaz ama “geçmiş geçmez”, farklı usul ve yollarla bugüne ve yarına, bugünün ve yarının ihtiyaçları ve arayışlarına güçlü bir unsur olarak dahil edilebilir veya kendisi müdahil olur. Hatırat ve portreler ise köprü vazifesi görme potansiyeli yüksek ve unutulanları hatırla(t)ma imkanları geniş metinlerdir.

Portrelere giriş ve okuma notlarına kısa bir girizgah ile birlikte ilk yolculuğumuz ve birkaç kere daha dönüş yapacağımız mekan Güneyce Köyü, İsmail Kara Hocanın memleketi, hatıratın misafiri ise “Natıkası Kuvvetli Bir Muallim, Gayretli Bir HocaHacı Süleyman Efendi. Güneyce’nin ilk resmi imamlarından olan Süleyman Efendi’nin sesi gür ve vaazları meşhur. Köy yerleşim yerinden imamın sesinin gür olmasının ehemmiyeti bugün için pek düşünülmese de, teknolojinin yetişmediği ve gelişmediği yerlerde ne anlam ifade eder diye düşünmeli ve hocaya kulak vermeliyiz: “Uzak yerlerde, dağ başlarında, ıssız ormanlarda tek başına çalışan bir kadın, bir kişi için ezan sesi/insan nefesi duymanın ne büyük bir nimet ne kadar yakın bir arkadaşlık ve yalnızlıktan kurtulma hissi olduğunu bilmem ki tahayyül edebilir misiniz! Hele kapalı havada…” Köyde ve köy halkında camide imam olmanın yankısı ve varlığı yanında cumhuriyet için camilerin varlığı ve imam olmanın meşakkatli ve hayli zor bir uğraş olduğu göz önüne alınıp üzerine epey düşünülmesi icab ederse de devam eden sayfalarda tutulan teftiş raporları bir nebze de olsa açıklığa kavuşturmaktadır cumhuriyet ile cami meselesini.

İkinci güzergahımız ise İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Tasavvuf Tarihi ve misafirimiz Selçuk Eraydın Hoca. Hatıratın bu kısmında İsmail Kara Hocanın hocalık ve yaşantısı ile biraz muahezesi bulunmakla birlikte bazı düşünceleri yönünden yanılma denilemeyecekse de beklentilerin üstünde bir hocalık söz konusudur. Yolcuğumuzda üçüncü durağımız İstanbul ve misafirimiz bir hoca hanımefendi; Necla Pekolcay. Necla hoca yönünden hatırda kalacak, bölüm girişinde yer alan mütebessim çehre ve kucağında yer alan kedi ile yalnızlık ve hastalık olsa gerek.

Dördüncü güzergahımız ise bilge mimar dendiğinde hafızada canlanan, istisnai bir kişilik ve kimlik olarak Turgut Cansever Bey, konumumuz İstanbul semalarıdır. Turgut Cansever denince aklımda canlanan ilk görsel Bursa’nın göbeğine saplanan, mel’un yapılardır nedense. Adına TOKİ denen, bugün için acele, fırsat ve belki de ihtiyaç ile biraz politika nedeniyle zararları görünmeyen, dört bir tarafımızı sarıp gökyüzünü yok eden, insanın iki ana özünü oluşturan toprak ve havayı, gökyüzüne bakıp nefes alabilmenin imkanını yok eden kurum da denilebilir. Yaşadığı zaman içerisinde her daim yaşanabilir şehir, sürdürülebilir mimari ilkesi ile düşünen fakat uygulama ve inşa noktasında dinlenmeyen, akamete uğratılan mimarımız Turgut Cansever konuğumuz. İstanbul ile birlikte Türkiye’yi omuzlarında yük olarak nitelendirmek gerekir mi yoksa bir vazife bilinciyle çalışmak ve yaşatmak gayesi mi güder Turgut Cansever? Bugün için yaşadığımız toprak emanet, yeryüzü emanet bir sonraki neslin vebalini taşımak yerine, bir sonraki nesle hatta nesillere bırakabilmenin derdini güder, ilke ve prensiplerini bunun üzerine inşa eder. Fakat Türkiye evlatlarına cömert ve nazik davranmadığı gibi kendisine de davranmamıştır. Mimarinin sadece imar, inşa ile alakalı olmadığını aslında her bir kavramın diğer kavram alanları ile irtibatlı olduğunu ifade eder, gayet vazıh bir şekilde: “Hem çirkin, ölçüsüz, kaba yahut insanı, tabiatı ezen, yok sayan binalar, yollar, şehirler yapmak hem de doğruyu, barışı, insanlığı, hak ve hukuku savunmak mümkün ve inandırıcı olamaz.” Çok net ve sert! Şehir ve mimari ile birlikte anılar, eleştiri ile birlikte muhabbet içre bir yolculuk ile devam eder portreler.

Yolumuz ve hikayemizin en ağır, en nevi şahsına münhasır, yazması belki de en zor kelimelerinden ikisi ile devam etmektedir: İlk kısım başlığı kitap başlığından mülhem, okunduğunda tüyleri diken diken eden bir ara başlık. Bu kelimeyi nasıl anlatırsınız deseler, belki de bu ara başlık kadar öz olarak anlatabilecek az kelime bulunur: Dağ Ne Kadar Yüce Olsa Yol Onun Üstünden Aşar… Çok şey söylenebilir, ama babalar kolay anlamaz, kolay anlatılmaz, kolay anlanılmaz… Bir zorluklar geçidi de denebilir belki... Baba için Lügat365 şöyle diyor: “Kızan, karışan, sinirlendiren. Koruyan, sarılan, özlenen; mânası yokluğunda daha iyi anlaşılan kişi. Bir çok dilde benzerlik gösteren kelime, ba çocuk sesinden türetilmiştir.”. Uzun ince bir yolun, zahmetin, rahmetin, biraz kendisinin, biraz eleştirinin, bazen uyumun ve devrin sesinin, bazen şaşırmanın, bazen karşı çıkmanın, anlaşmanın, bazen anlaşamamanın, bazen boğazda düğümlenenin, söyleyememenin, söylenmeyenin hikayesi. İkinci kelime, kışın gelişi yazdan belli olur fehvasınca çıktı ortaya desek hata etmiş olmayız, fakat İsmail Kara Hoca başlığı böyle uygun görmüş: “Bir Çocuk Ağlıyor İçinde”. Ne yazsak eksik kalır dediğimiz, bazen kolay anlamasa bile, kolay anlatabildiğimiz, anlama konusunda baba ile aynı zorluklara sahip olduğumuz, zorluktan ziyade bir rahmet geçidi belki. Anne için Lügat365 şöyle diyor: “Dünyaya can getirmiş insan; yaşam kaynağı. Türkçe kökenli olan kelime na-na sözünden türetilmiş olan ana kelimesinden evrilmiştir.” Babaya göre daha sade, daha resmi yahut nesnel sınırları geniş fakat anlamı dar bir tanımlama olması dikkat çekiyor. Çilenin ve çekilen dertlerin, susmanın ve gözünde her daim umut taşımanın, oturduğu yerde varlığı hissedilmeyen fakat her daim seni hissedebilen, yokluğunda her şeyin üzerine üzerine gelerek seni yıkmaya doğru gittiğini fark ettiğin anda çağırdığın ve fakat her şeyin geç olmasının, çekip çevirenin, yolunu gözleyenin hikayesi. Yol uzun, insanoğlu yorgun, fakat hayat devam ediyor. Dağ Ne Kadar Yüce Olsa anne ve babanın hikayesini bir de İsmail Kara Hocanın gözünden hem okumaya hem de sormaya davet ediyor kendine olanı ve hikaye yeniden ilk başladığımız yere Güneyce’ye dönüp kaldığı yerden devam ediyor.

Portrelerden son olarak değinmek istediğim ve hayli önemli bulduğum isim Bekir Topaloğlu hoca olup bölüm başlığı “Bir Neslin Öncü Hocası Göçtükte…” başlığı seçilmiş. Okumada en çok dikkatimi çeken husus olarak hoca ile ilgili anılar ve kalanlar her ne kadar alıntılansa ve aktarılsa da bir yandan İsmail Kara Hoca, bir muhasebe ve musahabeye davet ediyor okuru. Hatırat ve deneme formatından uzaklaşıp daha akademik bir üslup ve tartışma ortamı da denilebilecek bir yazı olması ve kitap içerisinde hatırat ve deneme formatından uzaklaşılarak bir okuma yapıldığı tespitiyle birlikte bu bölüm kısa ve öz olarak bir “nesil” okuması olarak tavsif edilebilir düşüncesindeyim. Hoca Türkiye’de “Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman ve Tayyar Altıkulaç üçlüsünün etrafında” bir neslin okumasını, artıları ve eskileri ile sonraki döneme yansımalarını kritik etmekte, o dönem içerisinde İmam Hatip Liseleri ile devletin ve bürokrasinin tahakkümü okuması yapılmakta, bir tarafta ise Türkiye’nin her geçen gün gündemini daha fazla işgal eden din diyanet ve siyaset ilişkilerini masaya yatırmaktadır. Bir isim üzerinden, bir hareket; bir hareket üzerinden, bir dönem; bir dönem üzerinden Türkiye yakın tarihi, dini grupları, arayışları, bulunanlarının serencamı ele alınmaktadır. Aslında bir bakıma İsmail Kara “Nesil” hareketi adını verdiği ve “etkileri itibariyle fazla örneği olmayan bir vâkıa”yı dar alanda kısa paslar ile okuma çalışması ile birlikte, aslında mühim bir meselenin tartışılması için bir küçük kıvılcım ile yeniden ateşi parlatmak istemektedir desek ifade-i merâmımız anlaşılır.

Kitapta yukarıda değinilen isimler dışında kalanların okumasını okura bırakıyoruz. Kalan isimlerden “Dost Bir Göze Âşinalık Dedikleri…” başlığında yolumuz, yolunuz bir hemşehrinin yoluna Yalvaç’a düşüyor mesela tevafuk da denilebilir tesadüf de. Yalvaçlı Abdullah Kucur’un İstanbul’daki hikayesini dinliyoruz. “Ağır Akan Bir Tebessüm” ile yolunuz Anadolu’nun uzak ve soğuk diyarına düşüyor yolunuz ve misafir Orhan Okay hoca oluyor. Erzurum’un soğuğu için iç ısıtacak bir hoca ve hatırat da diyebiliriz. Aramakla Bulunmaz'da bir sanat yolculuğu ile İstanbul içerisinde senarist Ayşe Şasa ve onun öyküsü karşılıyor, yazılmayan yahut eksik kalan hatırat ise en büyük dertlenme meselesi olarak bekliyor. Cahit Çollak beyfendiyi vefatının üzerine Dergâh dergisinde çıkan yazılardan aşinalık ile biliyoruz, bu yazıları da hatır da tutarak sade bir başlık fakat vurucu: “Bu Dünyadan Cahit Çollak da Geçti.”. Açılışı bir muallimle yaptığımız gibi kapanışı da yine bir muallim ile yapıyoruz, portreler 2 için son misafirimiz “Hâzâ Muallim (Nail Bayraktar)” oluyor.

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa (Portreler 2) ile birlikte 12 isim etrafında oluşan daire ve halkalar arasında geziyor okur. Bazı hatırat görev kabilinden yazılması icap eden, vazife diyebileceğimiz bir bilinçle yazılmış, bazı hatırat ahde vefanın örneği olarak kaleme alınmış, bazı hatırat Türkiye’de bir okuma yapmanın ve Türkiye’nin yakın tarihinin kritiğine adanmış, bazı hatırat muaheze için mevcut durum ve olması gereken eleştirisi içerisinde emeğin öyküsüne adanmış.

Açılışı “Dost Bir Göze Aşina Dedikleri…” ile yaptığımız gibi kapanışı da hemen devamındaki paragraf ile bitirelim: “Sonra biraz daha tanıştık, biliştik, yakınlaştık. Sonra biraz daha… Evet öyle oldu ama bir insan, hele hususiyetleri ve derinlikleri olan biri ise ne kadar tanınabilir? Bir gönüle girmek de bir gönüle ayna tutmak da zor iştir. Zaman ister, önemsemek ister, emek ister, karşılıklı açılmak ister, en mühimi istidat ister.

Muhammed Hüseyin Güneş
muhammeddgunes@gmail.com

1 yorum:

  1. "....ama bir insan, hele hususiyetleri ve derinlikleri olan biri ise ne kadar tanınabilir? Bir gönüle girmek de bir gönüle ayna tutmak da zor iştir. Zaman ister, önemsemek ister, emek ister, karşılıklı açılmak ister, en mühimi istidat ister.” insanın yüreğine dokunuyor. Kaleminize , emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil