SAYFALAR

22 Şubat 2022 Salı

Kendini bulmaya çalışma sancısı

"Dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah'ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel."
- Peyami Safa (Yalnızız)

"Nefsini bilen Rabbini bilir."
- Hadis-i Şerif

"Nefsinde olanı bilmeyen Rabbini nasıl bilebilir?"
- Ebû Saîd el-Harrâz

"İnsanlar da işte burada ya da işte şurada demeyecekler çünkü Tanrı'nın egemenliği içinizdedir."
- İncil

Kendini aramanın, kendini bulmaya çalışma sancısının, boşa bir arayış gibi gelen debelenmenin, ciğere oturan o bıçak saplantısının kelimelere dökülmüş hâli Zamanın Farkında. Allah Allah diyerek, bir satır okuyup uzaklara dalarak, kıt akıllıyız biz ya Hû, bize de buldur kendimizi, yolumuzu diye dua ede ede okumaya çalıştık.

Kitap adını, içerisindeki beş hikâyeden (hikâyeden öte bir tür benim için) en sonuncusunun başlığından almakta. Çağdaş Türk edebiyatının zaman mefhumu üzerine söz söyleyebilen nadide yazarlarındandır Şule Gürbüz. Bir mekanik saat ustası olmasının onu böylesi derin fikirlere ulaştırdığını düşünmekteyim. Şule Gürbüz bence Türkiye'nin yaşayan yedi harikasından biridir. Türk aydınının ondan öğreneceği çok şey var. Felsefe, dil, sanat, zanaat nasıl birbiriyle bağlanır kitaplarında görebiliriz. Biz sade vatandaşların da insanlığın bir üyesi olarak düşünmeye meyilli olduğumuzu alt metinlerde okuruz.

Şule Gürbüz'ün saat ustalığına bu kadar önem atfetmemin sebebi, insanlık tarihinde de insanı düşünmeye götüren ellerini kullandığı bilgisidir. Zanaatın önemini anlatmaya kendini adamış Gary Rogowski; çok uzun zaman önce, düşünmeyi ellerimizi kullanarak öğrendik, düşüne düşüne ellerimizi kullanmaya başlamadık, der. Zanaatın bizi insan yapan şey olduğunu belirtir ve yalnız değildir. Chicago Üniversitesi'nden Matthew Crawford da bir yandan motosiklet tamir ederken, bir yandan modern dünyada anlam ve değer üzerine felsefi metinler yazmaktadır. Her şeyin geçici olduğu, hele ki geçiciliği de atlayıp yerine bir anda gelip geçmenin geldiği modern dünyada, bizi insan yapan şeyler, kendini bilmek, iç yolculuklar üzerine söylenecek sözlerin olması çok değerli.

Kitapta yer alan beş farklı öyküde nefsimizin türlü türlü bozukluklarını okuyoruz. Öyle bir okuyuş ki gafil benliğimizden haberdar ediyor bizi. Müzik Hocası'nda karakterimizin kulak kesildiği adam "I've been waiting here for so long and all this time has passed me by" diyor. Karakterin inatla ve kibirle hayalindeki kişi olmak için yapması gerekenleri yapamamasını, yapabilenlere kıskançlıkla bakmasını ironik bir cümle halinde, hayat bir oyalanmadan ibaretin gavurcası şeklinde buluyoruz bu cümlede. Arayışın onu üç paralık ettiğini söylüyor. Satırlar boyunca karakterin bir türlü kendinin ne olduğunu bulamadığı sancısını yaşamamıza rağmen, aslında ne olmadığını bulduğunun sonucuna varıyoruz. Yaşadığı şey, dünyaya dair az buçuk bir şeyleri fark edenlerle, kendinin ne olduğunu zerrece umursamayanlar arasında bir kalakalmışlık hissi. Bu his içinde mükemmeliyetçilik, kibir, kıskançlık gibi çok insani, çok bizden bir hal var.

Şule Gürbüz'ün teknik olarak yaptığı ciğerleri cendereye sokan bir hissettirme. Şiirle ilgili şu söyledikleri nasıl da rahatsız ediyor.

"Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."

Bu eserinde de diğer eserlerinde olduğu gibi başka kitaplara, başka şairlere, yazarlara, filozoflara, alimlere, erenlere kapı aralarsınız.

"Her şey yerlerde,1982 yılına ait bir gazete bile hala düştüğü yerdeydi. O oraya düştüğü vakit Edip Cansever sağdı."

"İnsanın ömrü herhalde bu yüzden uzun, bir halt ettiğinden değil, ne halt olduğunu on- on beş senede bir anlamasından."

Bu cümlelerdeki zaman anlatımı harika değil mi?

"Ama bir yandan nefes alıp verişler bir türlü bitmiyor. Bu ıstırap bitmiyor."

Bu cümle Lucifer dizisindeki cehennem döngüsünü anımsatıyor. Cehennem, yaptığın kötülük anını, o vicdanını rahatsız eden günahı tekrar tekrar yaşadığın yer. Müzik hocası için de yaşamak cehenneme dönüşmüş.

"Ben de senin kadar ışıksızım, bilgisizim, vasatiyim... diyebilmek, bu hali sergileyebilmek bana en zoru geliyor."

İnsanın benlik algısının, dünyaya dönük algısı gibi bir yanılsama olduğunu görebiliriz Müzik hocasının ıstırabında ve bu meselenin evrensel olduğunu "Ben-i adem azayı yekdigerend!" alıntısıyla taçlandırarak anlatıyor. Bu alıntının BM Cenevre ofisinin girişinde yazılı olması da ayrı bir mesele. Meali; Ademoğulları aynı vücudun uzuvlarıdırlar... (Zira aynı cevherden yaratılmışlardır).

Bir müzik hocası tasviri; kendini arayan, bulamayan bir adam. Bu adam şeytan mı melek mi, cennetlik mi cehennemlik mi, kendini buldu mu arıyor mu hala, deli mi akıllı mı, sufi mi münafık mı, o nerede biz neredeyiz? Esas iş yolda olmak mı? Bulmak diye bir şey yoktur belki de. Onun bu hali rahatsız etse de tanıdık bir hal.

İkinci hikaye Cansın'da özenti, züppe bir hayat süren ailenin çok da şey olmadığını görüyoruz. Genç Cansın'ın Bacon'la banyoda imtihanına tanık oluyoruz. Kitap boyunca okuduğumuz hep bir kendimizi doğru okuyamama hali ve bunu çevremizdekilerin de son derece bilinçsiz ve ahmakça tam anlamıyla bir illüzyona çevirme peşine düşmeleri.

"Anlıyorum ki göz istediğini göremiyor; gerçekten gözlerini kaçırıyor. Kör olduğumu o zaman anladım. Sağır olduğumu da buna benzer şekilde anladıktan sonra bir kör, sağır ve aklen kifayetsiz nasıl yaşarsa öyle yaşadım."

Bir cehennem tasviri Cansın'da da var. Bacon'ın cehennemi başlığında cehennem için ölmenin gerekmediğini dünyanın da kendimizi bulmak, aramak, bulmak ya da bulma yolunda ölüp gitmenin de cehennem ıstırabına dönüşmesi anlatılmış.

"Anlama o kadar sancılı bir süreç, kabullenme o kadar eziyetli bir hal ki anlamak ve kabul etmek, bunu içine sindirmek, bu hal ile bir olmak çekmek anlamına da gelebiliyor. Anlamak öyle bir sancı ki insanın vücuduna bir başka insan daha yerleşiyormuşçasına bir darlık, isyan, bunalma, kabullenme güçlüğü ve daha, çok daha dar bir yerde yaşama mecburiyeti getiriyor."

Mezarlıktan Geçiş'te, Leyla tatmin olmamış bir mükemmeliyetçi kadındı ve diğerlerindeki kendini olduğundan başka bir şey olduğunu görme halini onda da gördük. Leyla tembel yanımızı, gereksiz özgüvenimizi, teslimiyeti yanlış anlama halimizi, gereksiz beklemelerimizi, kaderin bir yerde gülecek olması umudumuzu, cesaretsizliğimizi vurdu yüzümüze.

"Her şey mecaz ise ve işaret aranıyorsa, pek de bir şey bulunamıyorsa, kendi kendini tüketerek bir yol yürünüyorsa mecaz başka bir mecazla ancak bir gönül hoşluğu yaratıp boşlukları doldurmada yine yetersiz kalıyorsa, bütün düşünme, anlama çabasına rağmen insan yetersiz kalır. Leyla da yetersiz kaldı. Zamanı, ne hızlıdır ne yavaş, getireceğini getirir, diyerek sakin bir bekleme odası addetti."

Mutfak hikâyesindeki kadında, görebildiğimize kendimizi şanslı sayabileceğimiz bir kendini değersiz hissetme, kendini kusurlu bulma, yenilerin deyimiyle özgüvensizlik hali okuyoruz. Başkalarının alıntılarıyla kendine bir paha biçme derdine düşmüş, bu dünyada kendinin bir sözünü diline dolamaktan utanmış, kendini bir yere sığdıramamış bu kadın içimizi gıcıklandırıyor ama o da bizden. Başkalarına odaklı yaşamak bizi bir bilgeliğe ulaştırmıyor. Sonunda hiç olan bir ömürle kalakalıyoruz. Hikâyedeki büyükannenin bu bilgeliğe ulaştığını bir sözünde görüyoruz ama yanı başındakiler bunu göremiyorlar. Büyükanne diyor ki:

"Elin her haltını karıştırmayın, azcık halinize şükredin, ıldır ışık var, mumla çay içmek neyin nesi, azcık prensip sahibi olun, hıyar diyene seğirtmeyin, diyerek evde belki de o güne dek söylenen en ağır sözü söylemiş oldu."

Zamanın Farkında hikâyesinde Aslan Bey kitabın diğer karakterlerinden farklı olarak kendini bilen bir yalancı. Bunu kendine itiraf edecek cesarette, ne olmak istiyorsa açıkça yalan söylemiş, diğerleri kendi yalanlarına inanmazken, bir yanılsama oluşturma derdine düşmüşken, Aslan Bey her şeyin farkında. Bunu kendini bulmakla eş değer sayabilir miyiz bilinmez.

Türk aydınımsılarının bir Ayetü'l-Kürsisi de var şu satırlarda:

"Ah 'bilgiyi çoğaltın, yayın' sözü füsus şerhlerini, psikiyatri kitaplarını, hadis kitaplarını basıp basıp etrafa, kaldırımlara döke saça yaymak olarak anlaşılırsa, kaldırımlar da şeyhler, şeyhalar, fakihler, psikanalistlerle dolar elbet. Dinsiz kalmadı, hepsi mutasavvıf oldu, güldeste okuyan müctehid oldu, bunları lüzumsuz bulan postnişin oldu, deli kalmadı, hafif nevrozlu, psikoz ipini elinde tutan sanatkâr oldu. Olan, oldu bitti doğru yolda olana oldu. Herkesin hikayesini dinlemeye, herkese ayrı ayrı hayran kalmaya mecbur oldu, kendini onların yanında yavan bulmaya, sonradan olmanın sonraki her halinde bir kıymet bulmaya, nasıl keşfedildiği, lütfa mazhar olunan hallere hasret duymaya mecbur oldu."

Aslan Bey otuz dokuz yaşındadır ve hayatının otuz yılını söküp atar, dokuz yaşındaki haline geri döner hayalinde, dokuz yaşından sonrası için kendine bambaşka bir hayat çizer, onu yaşar, onu anlatır, ona inanır. Cin gibidir, her şeyin farkındadır, didik didik eder kendini, çareyi yalanda bulur.

"Yalan, hayatımı ve kendimi mi beğenmemektir, başkalarını ve onlarınkini mi beğenmektir, yoksa başkalarınınkini sadece kendimde mi beğenmektir? Beğenmeye neden bu kadar mecburum, beğenmiyorum da beğendirmeye mecbur hissediyorum? Bunu biliyorum da beğenenleri de beğenmediğim halde acaba bunu neden yapıyorum? Tat değdi herhalde, ağzıma, helal olmayan kazancın tadı değdi, dilimi çekemiyorum."

Hâsılı kelam bu eser bambaşka bir açıdan yazılmış bir insanlık halidir. Dünyada gelip geçen bir modernizme bakakalmış Türk aydınının da muhteşem bir dil ve anlatımla yazılmış ince bir eleştirisidir.

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder